Sunday, 24 July 2011

Çöl - Amerikan Güzeli'nden






..Yavaş yavaş kum herşeyi örttü.
Ağaçlar kurudu .
Çok geçmeden bahçe yokolup gitti.
Yalnız çöl kaldı orada....”

Paul Bowles, “Bahçe”




1.
Şehir çölün başladığı yerde kuruluydu. Güney sınırındaki en uzak yerleşim yeri olduğu için ülkenin genel havasından çok ayrı bir hayat yaşanıyordu orada. Başka şehirlerde kesinlikle yasaklanan genelevler burada rahatça çalışıyordu örneğin. Ülke çapında ünlü birkaç gece kulübü, meyhaneler, kumarhaneler, esrar içilen kahveler, yalnız sömürgeci lejyon askerlerinin girebildiği müzikli gazinolar... Hepsi bu şehirdeydi. Hatta o zaman için çok yeni bir icat sayılan sinema gösterilerinin yapıldığı sessiz filmler gösterilen bir bahçe bile vardı.

Yerli halk ya şehir dışındaki tarlalarında çalışır ya da hayvancılık yapardı. Ama nüfusun çoğunu ülkenin baskıcı dinsel yönetiminden kaçan maceracılar, özellikle ramazan aylarında oruç tutmamak için buraya göçen sayfiyeci zenginler, sınırdan içki ve esrar kaçırarak bunların ticaretini yapan bedeviler ve tabii, sömürgeci lejyonerler oluşturuyordu. Bunlara gezgin fahişeler, çeşitli gösteri grupları ve şimdi çöl kumlarının insafına terkedilmiş durumda bekleyen eski bir uygarlık kalıntısını görmeye gelen turistler eklenirdi.

O korkunç sıcak öğle saatleri ve arasıra çıkan kum fırtınaları olmasa şehrin oldukça renkli bir hayat sürdüğü söylenebilirdi.

Akşamları çok dindar ve yorgun birkaç yerli dışında ayık insan bulunmazdı sokaklarda. Yalnızlıktan bunalmak çok zordu. Yalnız kalan biri eğlence yerlerini şöyle bir dolaştığında, hayatının aşkıyla karşılaşmasa bile o geceyi kurtaracak bir yoldaşa kavuşabilirdi. Her yer harmaniyelerinin içine birşey giymeyen keşfe çıkmış kadınlar ve erkeklerle doluydu.

2.
Hayatımın ilk kadını ve ilk arkadaşlarım beni orada terkettiler.

3.
Seni de orada buldum ve kaybettim.

4.
Şehir halkının en büyük korkusu kum fırtınaları ve kuraklık yüzünden çölün gitgide yaklaşıyor, şehrin üzerine kapanıyor olmasıymış.

Kuşaktan kuşağa aktarılan ortak bir korkuymuş bu. Din kitaplarında yazmayan ama insanların karanlık bir önseziyle bekledikleri bir cezaymış. Yerli halk burada işlenen günahların cezasız kalmayacağına, şehrin birgün aniden çöle gömüleceğine inanırmış. Tanrı, her zaman yaptığı gibi şeytanı yaklaştırmamak için tertemiz bir kulunu bu şehre koruyucu olarak yerleştirmişmiş. Fakat Şeytan da bundan önceki bütün lanetli şehirlerde yaptığı gibi koruyucuyu oradan kaçırmak için elinden geleni ardına koymazmış. Koruyucunun kim olduğu ancak o büyük felaket gününde, en büyük kum fırtınasının çıktığı son günde belli olacakmış. Ama onun bir çocuk olduğu kanısı yaygınmış. Bütün yerli çocuklar şeytanın ya da yardımcılarının gazabına uğramaktan korkar, geceleri sık sık ağlayarak uyanır ve rüyalarında şehrin kumla örtüldüğünü, çölün her yeri kapladığını görürlermiş.

Bunları yaşlı, çok sarhoş bir dilenciden dinlemiştim. Sayıklar gibi konuşarak şehre, şehrinize ilk geldiğim günlerde buranın tehlikesi hakkında beni uyarmaya çalışmış, fırsat varken bir an önce kaçıp kurtulmamı söylemişti. Gülüp geçmiştim.

5.
Bir yaz akşamı kayalıklardan döne döne inen kervanımızla şehrinize girerken oraya saplanıp kalacağımı ve yıllar geçireceğimi tahmin edemezdim. Bizim için son durak yoktu çünkü. Çünkü biz gezici bir tiyatro kumpanyasıydık: Kadınlı erkekli dansçılar ve oyuncular, birkaç akrobat ve soytarı, kaçık bir fransız sihirbaz ve karısı, iki maymun, beş tavşan, bir tavuskuşu; çok güzel bir şarkıcı kadın, yani kumpanyanın sahibi; bir de ben, yani onun sevgilisi.

Çadırımızı meraklı bakışlar altında şehrin en işlek yerinde, pazar meydanının bir köşesine kurduk. Üç haftalık gösteriler sırasında senden başka kimse farketmedi beni. Beni bir tek sen gördün.

Gösteriler sırasında ip gerilerek kalabalıktan ayrılmış sözde sahnenin yanında dururdum. Babanla geldiğiniz bir gece size özel ayrılmış yerinizden sahnedeki saçmalıkları seyrederken beni farkettin. İçine ılık bir şey aktı.

6.
Oysa benim ne seni ne de bir başkasını görecek halim yoktu. Şehrinizin geçtiğimiz bir sürü şehirden farkı olamazdı benim için. Çünkü güzel şarkıcımızın, “primadonnamızın” sevgilisiydim. Onun peşinde evimi, ailemi, okulumu terketmiş, ülkeyi baştan aşağı geçip gelmiştim. Bu yolculuk sayesinde çocukluğum birdenbire çok geride kalmıştı.

Babam kuzeyin bir liman şehrinde saygın bir memurdu. Evin en değerlisi, altı kardeşin en küçüğü bendim. Ama sahnenin yanında dikilip sevgilimin şarkı söyleyişini izlerken ne iriyarı babamı, ne hep mis gibi kokan bembeyaz annemi, ne de abilerimle ablalarımı hatırlıyordum. Palmiye ağaçları ve güllerle süslü bahçemiz, köpeklerimiz ve cins atlarımız, denize bakan aydınlık odam, Avrupa’da okumak için vermek zorunda olduğum sınavlar, tenis ve yüzme kursları...Sevgilime duyduğum aşk hepsini soluk birer anıya dönüştürmüştü.

Onun peşinde o şehirden bu şehire dolaşıp duran bir gezgin serseri olmuştum. Doğduğu şehirden hiç çıkmamış, hiç aç kalmamış, hiç yoksulluk çekmemiş, üstelik sadece 21 yaşında olan benim gibi biri için yaptığımız bu yolculuk; ülkenin müreffeh bölgelerinden özgürlükçü gerillaların savaştığı dağlara; tenin masumiyetinden kanın, kemiğin, derinin arzuyla karıştığı yerlere uzanan bu serüven çok öğretici bir tecrübeydi.

Hala itiraf etmem gerekiyor mu, evet, ilk kadınımdı. Bana kadın vücudunun sırlarını bir bir açan, benim vücudumun sırrını parça parça döküp aynanın arkasını gösteren ilk aşk öğretmenim...

Benden neredeyse iki kat yaşlı olduğu halde görünüşü hala yaşıtım kızlar gibiydi. Aşkla ilk defa tanışan, tenin tutkusuna ilk defa kapılan herkes gibi bu zevkleri keşfeden ilk insan olduğumu ve sevgilimden başka kimsenin bana bunları yaşatamayacağını sanıyordum.

Gece gösterilerinde bazen çadırdan uzaklaşır, şehirlerin sokaklarında dolaşır, çadıra yaklaşırken sevgilimin sesini duyduğumda heyecandan titrerdim. Şehrin aşka aç erkekleri onun sirenleri hatırlatan büyülü sesinin çevresinde halka olur, bakışlarıyla ona taparlardı. Herkesin ancak hayal edebildiği o kolları, karnı, dudakları gösterinin sonunda öpeceğimi düşünerek çocukça bir gurura kapılırdım.

Kumpanyada belirli bir işim yoktu. Çok seyrek, eğlence olsun diye küçük rollere çıkarırlardı. Bazen oynamaları için gülünç kısa oyunlar yazardım. Bazen deriden, tüylerden ve boncuklardan maskeler ve sahne elbiseleri yapardım.

İçki ve esrar içmeyi ve kafayı bulduğum halde dağıtmamayı, kalabalıklar karşısında korkuya kapılmadan konuşabilmeyi, para çalmayı, çaldırmamayı, kavga etmeyi ve sırası geldiğinde ortadan toz olmayı kumpanyadaki arkadaşlarımdan öğrendim. Hayat hakkında bilmem gereken ilk önemli sırları da sevgilim öğretti.

Onun kucağında, bacaklarının arasındaki ıslak ormanda, göğsünde taşıdığı sıcak beşikte büyüyen bir çocuktum.

Sonra sizin şehrinizde aniden terketti beni işte.

Son gece gösteri sonrası kurulan içki sofrasında bütün grubun önünde nedensiz yere hakaret etmeye başladı bana. Beni itip akrobat çocuklardan birini, Mahzun’u yanına çağırdı. Ona sarılıverdiğinde Mahzun ne olup bittiğini tam anlamadan gözümün içine bakıyordu. Birlikte, daha bir gece önce benim kaldığım odaya kapanırlarken sevgilim bana bakmadı bile. Mahzun gülümsemeye çalıştı. Sonra kapının arkasında kayboldu.

Ertesi sabah odamdan çıkmadan, kaldığımız döküntü otelin pazar yerine bakan penceresinden çadırımızın toplanışını izledim. Kervanın uzaklaşmasını görmemek için yatağa girdim ve yorganı başıma çektim. O güne kadar tanımadığım güçte bir acı her yanımı yakıyordu.

O gün biri bana aynı acıyı senin yüzünden de çekeceğimi söylese ancak gülerdim.

7.
...sana gelince Erkek, sen de bitirdiğin her aşktan sonra ilk büyük terkedilişin acısını, ana karnından çıkışın acısını bir kere daha yaşayacaksın. Annen seni defalarca bırakacak. Her seferinde, seni cennetten kovduğum şu anda olduğu gibi, mutlu bir rüyadan bomboş bir çöle uyanacaksın.

O zaman sana sorulmaz mı: “Hani o incecik karınlı, küçük göğüslü esmer kız? Daha demin saray koridorlarındaki güneşli sonsuz kumsalda öptüğün kız nerede? Ağzı ne kadar sıcak, nefesi ne kadar tatlıydı. Nerede şimdi? Ya peşinizden kovalayan domuz-köpek kırması yaratık? Nereye kayboldu?”

8.
Nerdesin şimdi sen? Nerdesin?

9.
Şehirde kalmaya başladığım ilk günlerde Nasip’le tanıştım. Otelin ücretini ödeyip salaş mayhanelerde içebilecek kadar param vardı. Birkaç gün ne yapacağımı bilemeden sokaklarda dolandım. Akşam bir yere girip iyice sarhoş oluncaya kadar içiyor, otele kapıdaki bekçiye zar zor ikna ederek girebiliyordum. Sarhoş olmadan uyuyamıyordum. Yatak, çarşaflar, duvarlar o bunaltıcı oda sevgilime dönüşüyor, beni yakıyor sarsıyordu. Bir ara geldiğim şehre, babamın evine dönmeyi düşündüm. Param buna yetebilirdi. Ama bir yıl tutan yolculuklarımız sırasında kendimi öylesine değişmiş buluyordum ki, eski evimde bir yabancı gibi yaşamam imkansızdı.

Yine bir gece, sadece erkeklerin doldurduğu ucuz bir meyhanede deli gibi içtim. Anılar ve param bittiğinde ne yapacağımı bilememenin sıkıntısıyla öyle doluydum ki kimsenin farkında değildim. Ama Nasip beni uzaktan izliyormuş.

Meyhaneden çıktığımda sabah ezanı okunuyordu. Bir an durup müeezzinin bu şehirde kimsenin cevap vermediği çağrısını dinledim. Ses lacivert gökte ıssız sokağın üzerinde yankılanıyordu. Bir an, ilk sevgilimin sesi karıştı ezana, içimde müthiş bir bulantı yükseldi. Müezzinin sesiyle karışan sevgilimin şarkısı büyüdü büyüdü ve derken bütün sesler bir vınlamaya dönüştü. Kulaklarım patlayacak gibiydi. Ağzım pis kokulu yoğun bir sıvıyla doldu. Boğulacak gibi kusmaya başladım.

Kendime geldiğimde bir sokak çeşmesinin yalağının yanında diz çökmüş durumdaydım. Nasip çeşmenin buz gibi suyuyla yüzümü yıkıyordu. Bana yardım etmeye çalışırken onun da üstüne başına kusmuştum. Harmaniyesinin etekleri ıslanmıştı.

Meyhanede ilgimi çekmeye çalışmış. Kötü içtiğimi görmüş. Burada yabancı olduğum her halimden belliymiş. Beni takip etmiş.

Yaşça benden biraz büyüktü. Pırıl pırıl yanan kapkara gözleri, uzun kirpikleri vardı. Beyaz dişlerini göstererek inanılmaz tatlılıkta gülüyor ve çok cana yakın davranıyordu. Çeşmenin kıyısına oturdum, o da yanıma oturup kendime gelmemi bekledi. Sonra kalkıp biraz yürüdük. Hikayemi kestirmeden anlattım. İstersem geceyi evinde geçirebileceğimi söyledi, kabul ettim.

Evine vardığımızda merdivenleri çıkarken kolumdan tutup durdurdu. Gözlerimin içine baktı ve ikinci bir kişiye verilecek yatak yorganı olmadığını söyledi. Evde sadece geniş bir yer yatağı vardı. Kaşlarımın arasını baş parmağıyla okşamaya başladı, yüzünü iyice yaklaştırdı. Bir anda hiç bir şeyi umursamadığımı farkettim. Artık orada kalacağımı biliyordum.

O geceden başlayarak dokunmayı bilen uzun parmakları, kaslı ince gövdesi ve beklenmeyecek yumuşaklıktaki garip kokulu teniyle Nasip bana vücudun zevklerinin sadece ilk sevgilimin dişiliğiyle sınırlı olamayacağını öğretti.

Ertesi sabah kahvaltı sırasında Nasip’in sürekli sevgilisi eve geliverdi: Muttalip...Beyaz tenli, iri yarı, neredeyse şişman, mavi gözlü bir adamdı. Alnı devamlı terli, bakışları hep başka şeyler düşünüyormuş gibi şaşkındı.Şehrin zenginlerindendi. Karıları çocukları vardı. Nasip’e deli gibi tutkundu. Evi o tutmuştu. Nasip onu parmağında oynatıyordu. Bundan sonra benim de orada kalacağımı söylediğinde, adamcağızın yüzünden bir kıskançlık rengi geçti ama birşey diyemedi.

Nasip yarıda bıraktığımız kahvaltı sofrasını toplayıp çıkmamı, akşama kadar dışarıda vakit geçirmemi söyledi. Onları yalnız bırakıp çıktım. Muttalip’in süslü atlı arabası kapının önündeydi. Uykulu sürücüsü bana garip garip baktı.

10.
Nasip bana sadece yeni ve yasak zevkleri değil bu zevkleri satmayı da öğretti. Muttalip’in köşkünde, daha sonraları gittiğimiz pahalı gece kulüplerinde, bağ evlerinde bir takım zengin tüccarlar, kaçakçılar ve lejyon komutanlarıyla tanıştım. Fransızca bilmeme pek şaşan şişman bir albayla geçirdiğim ilk gece kabus gibiydi. Sabah Nasip’in omuzuna yaslanıp ağladığımı hatırlıyorum. Ama Nasip sadece bu bir gecelik emeğin karşılığı alabileceğim şeyleri sayıp dökünce sakinleşir gibi oldum. Çok geçmeden “dostlarıma” alıştım diyebilirim. Hayat böyle birşeydi. Karşılıklı anlaşmalarla işliyordu herşey. Ben onlara istedikleri zevki veriyordum onlar da bana iyi yemekler yememi, iyi içkiler içmemi, geneleve gidip kadınlarla tanışıklığımı artırmamı sağlayacak parayı veriyorlardı.

Kendimi hakir görmenin doruklarındaydım. Her gece çok kollu çok bacaklı çok ağızlı bir gövdeye, yüzsüz, kimliksiz bir gövdeye teslim ediyordum kendimi. Pörsük kaslar, ağız kokusu, ter.

Hayatta tertemiz bir azizlik mertebesine giden yol belki de sonsuz pislikten geçiyordur diyordum. Meni, tüyler, kötü aşk sözleri.

İçimizdeki kötülüğü çok abartarak üstüne üstüne gidersek belki birgün aniden o kötülüğün üstüne yükselir ve karşı konulamayacak biri oluveririz diyordum. Bu müthiş cazibe, kötülüğün cazibesi insanı hem temizler hem de iyileştirir diyordum. Pis çarşaflar, bana hayatını anlatlar, karım beni sevmiyorlar.

Ah, başaramayacağımı bile bile en kötü, es geçilemeyecek kadar kötü olmak istiyordum. Boğazıma kadar batmıştım.

Ama dediğim oldu: O bulanık, yıvışık gecelerden hiç bir iz kalmadı sonra, hepsini bir anda unuttum.

Kazandığım para yalnızca iyi yaşamaya değil, para biriktirmeye bile yetiyordu. Çarşının işlek bir sokağında bir dükkan açtım. Kumaşla, işlenmiş deriyle, boncuklar ve tüylerle neler yapabileceğimi biliyordum. Şehir halkının o güne kadar hiç görmediği türden gece kıyafetleri, ayakkabılar, takılar yapmaya başladım. Dükkanın vitrinini yine kimsenin görmediği cinsten ürkütücü, gülünç, cinsel maskelerle süslemiştim. Beni pek seven kaçakçı dostlarımdan biri karısının gönlünü almak için hediye olarak ostrişler ve leopar desenleriyle süslü bir elbisemi seçtiğinde başarılı olacağımı anladım. Kadın elbiseyi bahar balolarından birinde giydi ve bir anda herkes benden bahseder oldu. Kısa zamanda istemediğim insanlarla yatmayacak kadar para kazandım.

Nasip’le sevişmeyi bırakmıştık. Akşamları evde buluştuğumuzda hayli yorgun ve isteksiz oluyorduk zaten. Nasip ilgimin daha çok pahalı kadın fahişelere yönelmesini çok küçümsüyordu.

ll.
Senin beni dışarı çıkabildiğin her fırsatta, okuluna götürülürken, eve dönerken, tatil günleri gezintiye çıktığında, uzaktan izlediğini bilmiyordum. Sabah babanın atlı arabası dükkanımın önünden geçerken vitrindeki maskelere bakar ve orada olmadığımı görüp üzülürdün. Ben kimbilir kimle birlikte, kimbilir hangi cehennem rüyasının içinde olurdum o sırada. Akşamları da yine aynı yoldan döner, beni dükkanda çalışırken şöyle bir görüp hayal malzemesi biriktirirdin. Ondokuz yaşındaydın...

Evet, günahkar taşra şehrinin en temiz, en güzel kızı kendisine sevgili olarak garip görünüşlü bir yabancıyı, beni seçmişti.

Küçük kızım benim! Sevgililerin en tatlısı! O güzelim kafanın içi hep bir yerlerden duyulmuş, okunmuş, hep düşlenilmiş binlerce aşk hikayesiyle doluydu. Hep o hikayelerden birinin kahramanı olacağın günü beklemiştin. Ve şimdi kalbinde sadece aşktan yapılma bir zemberek sonuna kadar kurulu, boşalacağı anı bekliyordu.

12.
Sonra birgün ciddi görünüşlü bir adam dükkana geldi ve belediye meclisi üyelerinden birinin beni evinde görmek istediğini söyledi.

Evde beni sen bekliyordun. Arabayla o liman şehrindeki bahçemize çok benzeyen bahçenize girdiğimizde üst kattaki odanın penceresinde kalbinin atışı hızlandı. Beni çağırması için babanı sen zorlamıştın.

Baban evinizin debdebesiz ve aydınlık zenginliğiyle uyum içinde, kuşkulu bir nezaketle elimi sıktı. Uzun boylu, karga burunlu, toplu iğne başı gibi gözleri olan nemrut bir adam. Dükkanımı gördüğünü, şehrin ileri gelenleri arasında benden övgüyle sözedildiğini ve yaptığım şeyleri beğendiğini söyledi. Aslında kendisine kalsa kızına benim yaptığım cinsten elbiseler giydirmezdi. Ama biricik kızı çok ısrar ediyordu. Evet, kızı fransızların kurduğu lisede okuyordu ve lisenin mezuniyet balosu yaklaşıyordu. Onun için kimselerde olmayan bir model yaratıp bir gece elbisesi yapacaktım. Ama aşırıya kaçmayacaktım. Evet, ayakkabı da istiyordu. Bana gösterdiği yapmacık nezaketin şehrin zengin erkekleri arasındaki ünümden dolayı olduğunu düşünmüştüm. Yanılmamışım.

Seni ilk defa o gün gördüm. Böyle bir baba ve böyle bir evden şöyle topluca, biraz şımarık ve biraz da aptal bir kız bekliyordum. Beni salona alıp seni çağırdılar. Merdivenlerden inerken nasıl da güzeldin. Toz pembe bir eteklik, beyaz çok sade bir gömlek giymiştin. Baban yerli halkın tersine, yabancıların karşısına başı açık çıkmana izin veriyordu. Siyah uzun saçların gözalıcı bir pırıltıyla omuzlarına dökülüyordu. Yanıma gelip elimi sıktığında sağ kaşının kıyısında, kaşının yukarı kalkık gibi durmasına yol açan derin bir yara izi olduğunu gördüm. Avucumda normalden daha uzun sıkmak zorunda kaldığım el yumuşak ve terli bir mahluk gibi titriyordu.

Seni ilk görüşte sevdiğimi söylemeyeceğim. O günlerdeki kendiliğinden cinsel arzularıma uyarak hemen istedim seni. Ama çok sonra sevmeye başladım. Ölçülerini alırken elime tutuşturuverdiğin aşk mektubundan çok sonra, ilk buluşmamızdan ilk öpüşmemizden ilk sevişmemizden çok sonra sevmeye başladım seni. Gözümün önünde büyüdüğünü, değiştiğini gördükten sonra, bebeğimizi o yaşlı kadının çadırında bıraktıktan sonra sevmeye başladım. Seni kaybettikten sonra sevmeye başladım. Seni sevdiğimi hatırladım.

Ayak ölçünü alırken kısa bir süre için yalnız kaldık. Önünde diz çökmüş, ince uzun parmaklı ayağını elimde tutuyordum. Hizmetçinin çıkmasını fırsat bilip cebinden o küçük, katlanmış kağıt parçasını çıkardın. Birşey söyleyecek oldum ama tam o sırada hizmetçi kadın elinde içecek birşeylerle döndü. Renk vermeden kağıdı cebime koydum. O gün konuşmadan ayrıldık. Bana son defa gülümserken elimi daha sertçe, bir çeşit güvenle sıktın.

Bu el sıkışmayı, evinizin o tertemiz kokusunu, yumuşak sesini, parlak saçlarını ve herşeyi daha o gece unuttum. Verdiğin mektubu, “Sizinle konuşmalıyım. Anlatacak şeylerim var” diyen mektubu bir kere okuduktan sonra atmıştım zaten.

13.
Çünkü o gece Nasip öldü.

Gece canım hiçbir yere çıkmak istememişti. Ne bir fahişeyi ne de kapıma not bırakan eski aşıklardan birini istiyordum. Evde tekbaşıma, içki ya da esrar içmeden öylece oturdum. Olacakları bekliyordum sanki. İçimde bir müzik yükseldi ve doruk noktasına ulaştığı anda sokak kapısı garip bir biçimde çalındı. Çok güçlü iki vuruş, sonra güçsüz vuruşlar. Bir inleme duyuldu. Merdivenlerden aşağı koşturup kapıyı açtım.

Nasip karşımda dikiliyordu. Yüzünde inanılmaz bir korku vardı. Beyaz harmaniyesinin kumaşı belden aşağısında kana doymuş bir haldeydi. Nasip kanlı karnını tutmaya çalışıyordu. Ellerini iki yana açtı ve kana inanamıyormuş gibi baktı. Karnını gösterdi, sanki “Şu saçmalığa bir bak” dermiş gibi, söyleyecek şeyleri varmış gibi gülümseyerek dudaklarını kıpırdattı ve kucağıma devriliverdi. Sürükleyerek merdivenlerden çıkardım onu. Odanın ortasında yere yatırdığımda ölmüştü.

Zaptiyeler,lejyona verilen raporlar, cenaze töreni falan faslı çabucak geçti. Muttalip törende sessiz sessiz ağlıyordu. Nasip’i karnından ve kasıklarından yedi kere bıçaklayan katil tabii ki bulunamadı. Üstünden hiç para çıkmadığı için hırsızlık için öldürüldüğü sanıldı. Belki de bir kıskançlık cinayetiydi. Bana çok dostça davranmasına ve kirayı ödediğim sürece evde kalabileceğimi söylemesine rağmen Muttalip’ten bile kuşkulandım.

Evde yalnız yaşamaya başladıktan sonra Nasip’i uzun süre unutamadım. Kapıdaki son bakışı aklımdan hiç çıkmadı. Merdivenler ve halıdan hiç çıkmayan kan lekeleri gibi...

14.
Baban kızı için saçma sapan şeyler yapmamam için sürekli kontrol ediyordu beni. Sonunda elbiseler ve ayakkabılar bitti. Nasip’in ölümü yüzünden on gün hiç çalışmayıp sadece iki gecede hepsini bitirdiğim halde üzerinde o kadar güzel durdular ki...

Mezuniyet balosu için elbise diktiğim tek kız sen değildin. Ama en güzelleri sendin. Tabii ki ben de davetliler arasındaydım. Şehrin zenginleri, ileri gelenleri, askerler, eşleri ve çoluk çocuklarıyla sıkıcı bir hayvanat bahçesi görünümü içinde lisenin baygın kokulu bahçesini dolduruyorlardı. Dört bir yanda kurulu sofralar ve yemek tezgahlarında bu çirkin hayvanların nefsini köreltecek yiyecekler hazırlanıyordu. Bir yanda et kızartılan tezgahlar, bir yanda fondü masaları, kötü renkli ışıklar altında geleneksel tatlılar ve avrupa usülü hafif pastalar...Ayrıca kimisinin adını bile bilmediğim bir sürü içki... Lisenin yabancı öğretmenleri velilerden garip bir saygı görüyor, kendi ülkelerinin taşralarından geldikleri için karşılaştıkları abartılı nezakete nasıl karşılık vereceklerini bilemeyip çareyi sarhoş olmakta buluyorlardı.

Sınıf birincilerinin ve çeşitli kulüp üyelerinin kazandığı ödüllerin dağıtılmasından sonra - en iyi kompozisyon yazan kızımız, yüz metreyi şu kadar saniyede koşan kızımız, tenis ve satranç şampiyonlarımız, Avrupa’da burs kazanan üç kızımız- liseli kızlar korosu sahneyi aldı ve Strauss’la Chopin’den bedevi ağıtlarına uzanan bir repertuarı seslendirdi.

Bütün bunlar süresince beni seyrediyordun. Ben de seni kendi diktiğim elbiseler içinde daha bir güzelleşmiş olarak görünce verdiğin mektubu bir kez daha hatırlamış ve bu gece için iyi bir oyuncak olabileceğini düşünmüştüm. Aslından balo sonrası için yabancı öğretmenlerden birine verilmiş sözüm vardı.

Bir ara sana yaklaşıp konuşma fırsatı buldum. Masasında iyice sarhoş olan babanla selamlaştık. Yaygın ünümden dolayı kızı için en küçük bir tehlike oluşturmadığımı düşünüyordu sanırım. Gevrek gevrek gülüp kadehini kaldırdı.

Yaklaşık yarım saat sonra balo için düzenlenmiş sütunlu orta bahçeden uzakta, hanımelleri, akşamsefaları ve palmiyelerin arasında lisenin arka bahçesindeydik. Bana çok yakın yürüyordun. Kollarımız birbirine değiyordu. Konuşarak birbirimizi tanımaya çalışıyorduk.

Küçükken çok yaramaz olduğunu anlatıyordun. Annen sen beş yaşındayken ölmüştü. Dadılar senin yaramazlığına yetişemiyorlardı. Oğlanlarla her konuda yarışırdın. Ağaca çıkma ve en çok nar toplama yarışı yaptığınız birgün düşmüş ve yaralanmıştın. Kaşının kenarındaki iz o zamandan kalmaydı.

Nasıl da nefessiz kalır gibi heyecanla konuşuyordun. Ağzımdan çıkan her lafı bekleyişin, her kelimeyi sanki ezberlemek ister gibi içinden tekrar edişin...

15.
Seni ilk öptüğümde bir an çok eskilerden bir anı; insanın içini ezen, hayattaki herşeyin boşluğunu, zamanın ezici bir hızla üzerimizden geçtiğini anlatan; insanın gözlerini dolduran, boğazına bir yumru tıkayan bir anı canlandı sanki... Sanki çok eskiden yediğim birşeyin artık çoktan unutulmuş tadını ya da çok eski bir kokuyu yeniden yakalar gibi oldum.

Öyle tatlı gülümseyerek öpüyordun ki beni, ağzın öyle sıcak öyle tatlıydı ki nefesin, bir an kendimi tutamayıp sevişirken kimseye söylemediğim bir şeyi sana fısıldadım: “Canım”... Daha da tatlı gülümsedin. Yüzümü ellerinin arasına alıp daha da sıcak öptün beni. Sonra nasıl olduğunu anlamadan geçmişin o bir an süren tatlı anısı kayboluverdi. Bugüne, bahçenin baygın kokularına, kollarımdaki tecrübesiz, aşka hazır küçük kıza döndüm. Bir çeşit başdönmesiyle nefes nefese, yüzümü saçlarına gömdüm. Ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık.

Geceyi senin matematik öğretmenliğini yapmış bir rusla geçirdim.

16.
Baban seni kuzeydeki bir şehre, bir yaz kampına göndermek istemişti. Senin kesinlikle karşı çıkmanı anlayamamış, bütün yazı bu doğup büyüdüğün şehirde geçirmek istemeni garip bulmuştu.

Çünkü balonun ertesi günü ve daha sonraki günler babanı ikna edebildiğin, evden çıkabildiğin her fırsatta bana geliyordun. İlk sevişmemiz olağan gündelik işlerden biri gibiydi. Kanı güvenle gülümseyerek, hayatında yepyeni bir şey bulmuş gibi gülümseyerek karşıladın.

Tıpkı ilk sevgilimin bana yaptığı gibi sana vücudun gizli zevklerini keşfettirdiğimi sanıyordum. Çalıntı saatlerimiz boyunca kadınlardan ve erkeklerden öğrendiğim herşeyi senin üzerinde uyguluyordum. Hoyratça, onlardan kaptığım sözcükleri deniyordum seninle: “Acıttım mı?”, “Oldun mu?”, “Geliyorum”... Çok yeni birşeydi bu. O güne kadar karşılaştığım herkes cinsel açıdan benden daha tecrübeliydi. Oysa sen üzerine herşeyi kazıyabileceğim boş bir plaka gibiydin, o güne kadar bana yapılan herşeyin intikamını alabileceğim bir masumiyet anıtıydın.

Senin bambaşka biri olduğunu daha önce hayatıma giren hiç kimseye benzemediğini, kalbindeki zembereğin vücudunun iklimiyle hiç uyuşmadığını anlamam ise uzun zaman aldı.

Aşkı keşfetmek istiyordun. Beni gerçekten sevdiğini sanıyordun. Ama aşkın keşif alanı, vücudun, mühürlenmiş gibiydi. Bacaklarının arasında görünmez kilitler vardı. İlk günlerin gayreti bir süre sonra yerini bıkkınlığa bıraktı ve sadece beni mutlu etmek için zevk alır görünmeye çalıştın. Oysa her sevişmemiz katlanılmaz acılarla doluydu senin için.

Bunları yaz sonuna doğru birgün aniden itiraf ettiğinde hayretler içinde kaldım. Seni anlamaktan, anlamaya çalışmaktan nasıl da uzaktım... Odama, Nasip’ten kalan o çift kişilik yatağın üzerine, bu aşka, öyle farklı yollardan geçerek gelmiştik ki... Çırılçıplak, aramızda terden başka birşeyin girmediği anlarda bile geçmişin kirli anılarıyla öyle kalabalıktık ki... Seni anlamama, sana yardım etmeme imkan yoktu.

Canının acısına dayanamayıp çığlık çığlığa beni durdurduğun o yarım kalan sevişmeden sonra bütün buluşmalarımız benim için de bir kabusa dönüştü.
Öğleden sonraları geliyordun. Ben yorucu bir gecenin ardından yataktan henüz çıkmamış oluyordum. Duyulur duyulmaz bir tıkırtıyla kapıyı çalıyordun. Yiyecekler getirmiş oluyordun ya da okunacak bir yabancı dergi... Kahvaltıyla ya da okuyarak sevişmeyi ertelemeye çalışıyordun. Benimse dostluğa ayıracak vaktim yoktu. Akşam güneşi, pancurların arasından odayı hala aydınlatırken, çarşının gürültüsü dışarıda devam ederken biz sevişmeye uğraşıyorduk. Önce dikkatle, o ilk öpüşmemizde yakaladığım tadı arayarak, bir kuyumcu dikkatiyle çalışıyordum vücudunun üzerinde. Sen gayret ediyor ama git gide daha çok kasılıyordun. İçine girdiğimde acıyla inliyor, beni dışarı atmaya çabalıyordun. “Çabuk, n’olur çabuk”... Derken meme uçlarının son umutlarımla beraber söndüğünü ve tamamen duyarsızlaştığını görüyor ve kuduracak hale geliyordum. Sonunda herşey bir itişip kakışmaya dönüşüyor ve sözde sevişmemiz benim herşeyi daha sefil bir hale getiren boşalmamla bitiyordu.

Sen yorgun üstünü başını topluyor, bacaklarının arasını acı içinde kuruluyor ve başını göğsüme yaslayıp “aşk”ının karşılığını istiyordun. Birkaç sevgi sözü birkaç okşayış... Bense hırslı, ne olduğunu, neden olduğunu bir türlü anlayamamış ve gerçek manada boşalamamış bir halde yanında duramayıp birşeyler içmeye kalkıyordum.

Akşam seni geçirdikten sonra genelevdeki kızların yolunu tutuyordum. İçlerinden birini, onbeş yaşlarında bir göçebe kızını sana benzetmek için elimden geleni yaptım. Senin kokunun aynısından alıp ona sürüyordum. Lekeli, kötü kokulu çarşafların üzerinde senin utangaç hallerinle sevişmesi için onu zorluyordum. Ama dudakları sert ve incecikti. Teninin senin teninin derinliğiyle ilgisi bile yoktu.

Gitgide her sevişmede biraz daha uzaklaşıyordun benden. Vücudun sevdikçe ulaşılmaz, yakından baktıkça tanınmaz bir hale geliyordu. İçimde korkunç bir fethetme duygusu kamçılanıyordu. İçimdeki “erkek”, kadınlar ve erkekler tarafından binlerce defa aşağılanmış ve hevesi kırılmış olmasına rağmen son kez başkaldırıyor ve seni istiyordu.

17.
“...biz erkeği güçlü ve dölleyici yarattık. Hatta onu çoğalmaya çalışırken görenlerin gözleri korkar. Onu eşine işkence ediyor sanırlar. Oysa ki onun aşkını göstermek ve eşinden aşk dilemek ve bu ıssız dünyada yalnızlığını gidermek için tek yolu budur. Meğer ki kendine göre bir eş bulsun. İşte onlardan bazılarına günahlarına mukabil cezaların en kötüsü layık görülür. Onlardan bazı erkekler narin, çocuksu, isteksiz eşlere aşık ve mahkum edilirler. Ki önlerinde kırbaç halini almış erkeklikleriyle masum eşlerini değil kendi kendilerini dövsünler, ki ne kadar yalnız ve ufak olduklarını anlasınlar. İşte erkek soyundan olanlara Tanrının kurduğu tuzak budur. Artık nasıl inkar edersiniz, Tanrı en iyi tuzak kurandır...”

18.
Küçükken, dokuz yaşındayken evinizde bahçıvanlık yapan bir işçi ırzına geçmeye çalışmıştı.

O , iri siyah gözlü afacan kız, bir kedi merakıyla bahçedeki seraya girmişti birgün. Bahçıvan onu gözlüyordu. Seranın tozlu bir köşesine sıkıştırıp pantolonunun önünü açıvermişti. Küçük kızın gördüğü ilk erkeklik organıydı. Donup kalmış, rüyalardaki gibi sesi bile çıkmamıştı. Adam kötü kötü kükürt kokuyordu. Üstü başı bitkileri ilaçlamakta kullandığı kükürtle kaplıydı neredeyse. Kızın üstüne abanmış, belirmemiş göğüslerini bir iki ısırmış, dudaklarından öpmeye çalışmış, sonra da içine bile girmeden bacaklarının arasına boşalıvermişti. Bir dişinde küçük, beş köşeli bir yıldız kakması olduğunu ancak işini bitirip gülümsediğinde farkedebilmiştin. Birkaç gün içinde, evden çaldığı yükte hafif pahada ağır birkaç parça eşyayla birlikte ortadan kaybolmuştu.

Yıllarca bu kükürt kokulu, ılık ve tozlu anıyla, yakıcı bir pislik duygusuyla yaşamıştın.

19.
Bacaklarının arasındaki görünmez kilitlerin nedeni buydu. Seni öperken, okşarken, elinden tutarken kabul edebiliyordun beni. Ben o kükürt kokusunun temsil ettiği herşeyin tersi, sevdiğin, temiz aşkındım.

Ama beni içinde hissettiğinde, içinde, kollarının arasında gidip gelmeye başladığımda, yavaş yavaş O’na, çocukluğunun o korkunç hayaletine dönüşüyordum. Sonunda, artık gemi azıya almış bir hayvan gibiyken, ben olmaktan çıkıyor, O oluyordum.

Eylül’dü. Sıcaklar bitmişti artık. Odamda hava daha erken kararıyordu. Seviştikten sonra bir örtüye sarınıp yatmak zorunda kalmıştık. Dişinde yıldız kakması olan bahçıvanı anlatıp sarsılarak ağlamaya başlamıştın. Hayatımda hiç bu kadar samimi gözyaşları görmemiştim. Birden kendimi sana çok yakın hissettim. Sanki aynı kaderi paylaşıyorduk.

İçimde bir çözülme oldu. O güne kadar hiç yapmadığım birşey yaptım ve sana kendi hikayemi anlatmaya başladım. İlk sevgilimi anlattım önce, onun bana yaşattığı tecrübeyi, seninle sevişirken bile hala arasıra onu hayal ettiğimi, hayatımdaki ilk kadın olduğunu, onun yüzünden nelerden vazgeçtiğimi. Sonra Nasip sayesinde nasıl başka bir zevk alanına girdiğimi, nasıl erkeklerle düşüp kalkmaya başladığımı anlattım. Nasıl zengin olduğumu öğrendiğinde gözlerin büyüdü. Ağlamayı kesmiştin. Taş kesilmiş gibi beni dinliyordun. Genelevdeki göçebe kızdan bahsettim, beni hergün gördüğün halde evde yazıp getirdiğin aşk mektuplarını o kıza yüksek sesle okuttuğumu anlattım. “Gördün mü” diyordum, “kimse yeterince temiz olamaz, herkesin kirli bir tarihi vardır”...

Yataktan fırlayıp banyoya koşturdun. Kustuğunu duydum.

Banyodan çıktığında bir yabancıydın artık.



20.
Evime gelmeye ve beni sevmeye devam ettin. Ya da ben öyle sandım. Hergün geliyordun. Sevişmeden, soyunmadan öylece yatıyorduk. Geceleri birlikte olduğum fahişelerden bahsediyordum sana. Hiçbir kıskançlık belirtisi göstermeden, ifadesiz bir yüzle dinliyordun. “Kıskanmıyor musun?” diyordum, şefkatle kollarına alıyordun beni “Canım benim, ne alakası var? Ben seni seviyorum. Dünyanın en pis hayvanıyla bile yatsan yine severim seni”... Bense anlamıyordum, hiçbirşey anlamıyordum.

Bir sabah uyandığımda yatakta doğrulamadım. Gece yazdan kalma alışkanlıkla pencereyi açık bırakıp çıplak yatmıştım ama hava çok soğumuştu. Çok kötü üşüttüğümü anladım. Ateşim yükselmişti. Vücudum kırılıyordu. Öğleden sonra geldiğinde sana kapıyı açmak için ilk defa ayağa kalktım. Zor bela kapıya kadar indim, açar açmaz kucağına yığıldığımı hatırlıyorum.

Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı. Başucumda duruyordun. Elinde bir bez vardı. Bir tastaki soğuk suda bezi ıslatıp alnıma, göğsüme, kollarıma bastırıyordun. Soğuk suyun verdiği rahatlıkla gülümseyip birşeyler söylemek istedim ama başaramadım. Parmağını ağzına götür sus işareti yaptın. Alnımı okşadın.

Bir kere daha kendime geldiğimde gecenin çok geç bir saati olmalıydı. Kendimi çok iyi hissediyordum. Yanımda değil yerde yatıyordun. Baban nasıl olmuş da seni aramamıştı. Ateşim düşmüştü, beni iyileştirmiştin. Yerde çok garip bir biçimde, yüzükoyun, ellerini başının altına toplamış, ayaklarını neredeyse diz çöker gibi iyice büzmüş yatıyor ve rüya gören bir köpek gibi inliyordun. Seslendim. Birden neredeyse bir hırıltı çıkararak, sıçrayarak uyandın. Beni tanımadan öylece, dört ayak üzerinde, yüzünde o güne kadar hiç görmediğim bir ifade, baktın bana. Sonra yüzün yavaşça değişti. Sürünerek yanıma geldin ve ağlamaklı bir sesle kötü bir rüya gördüğünü söyledin.

21.
O geceden sonra yaklaşık bir hafta gelmedin. Seni aramak için evinizin önünde dolaştım ama bir türlü göremedim. Garip bir kırgınlık ve isteksizlik çökmüştü üzerime. Kimseyi istemiyordum. Ne bir kadını, ne bir erkeği. Artık sadece seni istiyordum. Sevişmeyi beceremesek bile iyi bir çift olduğumuzu, hayatımda bana senden daha iyi davranan kimse çıkmadığını ve çıkmayacağını anlamıştım.

Bir gece sokaklarda manasızca dolaşırken şehre ilk geldiğim günlerde karşılaştığım kaçık dilenciyi gördüm. Hala burada olduğumu görünce lanetler okumaya başladı. “Git buradan, kurtar kendini. Hem kendini hem herkesi kurtar. Bu şehir lanetli. Görmüyor musun. Son fırsatı kaçırma!”

Yaklaşık bir hafta sonra, yine bir öğleden sonra aniden geliverdin. Yüzün bembeyazdı. Adet görmüyordun. Hamile kalmıştın.

Bu konuda çok az konuştuk. Hayatımda ilk ve son defa bir çocuk sahibi olmanın ne manaya geldiğini derinlemesine düşündüm. Sen ve ben. Bir de çocuk. Bir aile!

Şehrin kenar mahallelerinden birinde bulduğum bir kadın bizi çadırına kabul etti. Parasını peşin aldıktan sonra seni çadırın ikinci bölmesine götürdü. Korkuyor muydun? Belli etmemeye mi çalışıyordun? Yüzün öyle boş, öyle boştu ki.

Çadırın bir köşesinde yalnız kalmıştım. Dışarıda, çadırın önünde bu yoksul göçebe mahallesinin çocukları oynuyorlardı, sesleri gelip beni buluyordu. Yan bölmeden garip bir takım otların buğulu kokusu geliyordu. Kadının bir dua okuduğunu senin ince, kesik kesik iniltiler çıkardığını duyuyordum. Yarım saat kadar sonra kadın kapıyı araladı ve “Sana el sallayacakmış” dedi. Keçe kapının aralığından yerdeki pis bir yatakta yattığını gördüm. Gözbebeklerin biraz kaymıştı. Bir çarşafın altında aralık tuttuğun bacakların hala titriyordu. Gülümsemeye çalışarak bana baktın ve el salladın. Ama gözlerin, yüzünden, yüzünün gösterdiğinden bambaşka birşey anlatmak ister gibiydi. Gözlerin senin gözlerin değil, yüzüne takılmış bir korku maskesinin gözleriydi sanki.

O çaresiz bakışı, “Çok mu çirkin oldum şimdi? Bana ne oldu böyle” bakışını bir kere daha görmek için çok beklemeyecektim.

22.
Baban neler olduğunu daha o akşam anladı. Bebeğimizi çadırında terkettiğimiz kadın yeterince yetenekli değildi. Gece acıyla çığlıklar atarak uyandın. Odana koşturduklarında seni bacakarandan sızan kanla deliye dönmüş olarak buldular.

Tabii konuşmadın. Başına gelenlerden kimin sorumlu olduğunu söylemedin. Baban doktorlar gittikten, tedavin birkaç gün içinde bittikten sonra da seni odana kapattı ve dışarı çıkmanı yasakladı. Kimseyle konuşmuyordun, hizmetçiler sana zorla bile olsa yemek yediremiyorlardı. Kim olduğuma dair hiçbir ipucu vermeden sayfalarca mektup yazdın bana. Hepsini bir torbaya dolduruyordun. Bazen başın çatlayacak gibi ağrıyordu. O zaman kimseyi tanımayacak hale geliyordun. Bir sabah çok sevdiğin maymunun Fethullah’ı boynu kırık, göğsünde bir delikle yatağının yanında buldular. Sen hiçbirşey olmamış gibi yatağında oturuyor, elinde Fethullah’ın kalbini tutuyordun. O zaman hiç olmazsa evde serbestçe dolaşmana izin verildi.

O gece kapı o her zamanki duyulur duyulmaz tıkırtılarla çalındığında önce kulaklarıma inanamadım. Seni görmeyeli iki aydan fazla olmuştu. Babanın gazabından korktuğum için evinizin yakınına bile gidemiyordum.

Kapıyı açtığımda hemen üstüme atıldın ve sımsıkı sarıldın bana. Bir an için nefessiz kaldım. Çabuk çabuk konuşmaya başladığında sesinin çatlak çatlak çıktığını farkettim, gözlerinde inanılmaz bir pırıltı vardı. Bir an için delirmiş olduğunu düşündüm. Evden kaçmıştın. Üzerinde sadece ipek geceliğin vardı. Elinde bana yazdığın mektupların bulunduğu torbayı sıkı sıkı tutuyordun. O yumuşak ürkek kız gitmiş, yerine çocukluğundaki yaramaz, ele avuca sığmaz yaratık gelmişti sanki. Nefes nefese beni öperek, ağzın ağzıma değerken konuşmaya çalışarak mutlaka şehirden kaçmamız gerektiğini yoksa babanın seni öldüreceğini söyledin. Kapıda bizi ahırlarınızdan çaldığın bir at bekliyordu. Delici bakışlarla gözlerimin içine bakıp beni sarsıyordun “Çabuk, vakit yok. Yalnız üstüme giyecek birşeyler ver bana. Bu gecelikle hiçbir yere gidemem”. Sana kendi şalvarlarımdan, gömleklerimden verdim. Saçlarını toplayıp bir fesin içine sıkıştırdık. Yolda karşımıza çıkacak milisler kesinlikle kız olduğunu anlayamazlardı.

Gece şehir pırıl pırıl dolunayın ve yıldızların altındayken kaçtık. Atımızı çöle sürdük. Sınırı geçebilirsek belki başka bir ülkede herşeye yeniden başlayabilirdik.

Yazdan kalma, ılık ve sakin bir geceydi. Sinema gösterilerinin yapıldığı bahçede o saatte iki zengin sarhoş Roma’nın safahatını anlatan siyah beyaz, sessiz bir film seyrediyorlardı. İki ağacın arasına gerilmiş çarşaftan beyaz perde rüzgarda hafif hafif sallanıyordu.

23.
Çölde bir saat kadar at koşturduktan sonra karşımıza çıkan bir vahada durduk. Atımız yorgundu. Küçük bir göl, iki üç palmiye ağacı vardı. Suyun başına yürüdük. Dolunayın sessiz ışığıyla pırıl pırıl aydınlanan çöl çevremizde uzanıyordu. Uzakta, şehrin parlak ışıklarını görebiliyorduk.

Yol boyunca hiç konuşmamıştık. Sadece bazen canımı acıtacak kadar sıkı, belime sarılmış, arasıra kahkahalar ve küçük sevinç çığlıkları atmıştın.

Atı su içerken bırakıp biraz yürüdük. Suyun çevresini dolandık. Son bir umutla sana sarıldım, yavaşça dudaklarından öptüm. Tıpkı ilk öpüşmemiz gibiydi. Çok tatlı gülümsedin ve “Beni hala seviyor musun?” diye sordun.

Başımı sallayarak, evet dedim. Sana karşı belki en samimi olduğum andı. Dudaklarını büktün ve “Seviyorsun ha, seviyorsun” dedin. Beni yavaşça ittin. Gözlerine yine o delici parlaklık yerleşmişti.

Suya doğru yürümeye başladın. Bir çocuk şarkısı mırıldanıyordun: “Tam ortasındayım yağmurun” diye başladığını hatırlıyorum. Suya girdin ve şalvarın ıslanmasına aldırmadan ilerledin. Su ortalarda beline kadar yükseliyordu. Dümdüz karşıya geçtin. Atın yanına vardığında uzaktan tekrar gülümsedin bana. O zaman yorulduğumu, adım atacak halim kalmadığını farkettim. Oracığa çöktüm.

Gözlerimi açtığımda sabah olmak üzereydi. Hala suyun karşı kıyısındaydın. At yere yatmıştı. Sen de onun yanında diz çökmüş, atın karnının hizasında, sırtın dönük duruyordun. Bana yazdığın mektuplar darmadağın çevrenize yayılmıştı. Güldüğünü duyuyordum. Doğruldum ve dikkatli bakınca yanındaki sırtlanı farkettim. Ağzı kan içinde atın deşilmiş karnında kendisine yiyecek bir lokma arıyordu. Deli gibi bağırarak yerden bir taş kaptım ve sırtlana doğru fırlattım. Hayvan taşı yiyince acı bir çığlık attı ve iki üç adım öteye kaçtı.

Bir hırıltıyla bana doğru döndün.

Kanım dondu. Atın kanına bulanmış yüzün değişmiş, bir vahşi hayvan yüzüne benzemişti.

Ansızın çıkan bir rüzgar suyu titretmeye, palmiye yapraklarını ve giysilerimizi uçurmaya başladı.

Vücudunun biçim değiştirdiğini ve aslında oturmayıp ayakta kalmaya çabaladığın halde, neredeyse dört ayak üzerinde durduğunu gördüm. Gömleğinin yırtılan yerlerinden kıllar fışkırıyordu. O güzelim saçların şimdi sert tüylü bir yele gibi görünüyordu.

Rüzgar giderek artmaya, kumları, mektuplarını havalandırmaya başlamıştı.

Bağırarak suya atıldım ve sana doğru gelmeye çalıştım. Uzun dişlerini ve tırnaklarını göstererek tekrar hırladın ve geriye çekildin. Sırtlan beni kolluyordu.

Bir vahşi hayvan gibi beni korkutmaya çalışıyordun ama hala aynı kalan gözlerinde o yaşlı kadının çadırında gördüğüme benzeyen bir ifade vardı: “Çok mu çirkin oldum şimdi? Bana ne oldu böyle?”

Yanına yaklaşmaya çalıştım tekrar. Korkunç bir sesle uluyarak iyice uzağa kaçtın. Sırtlan da seni izledi. Taa uzaktaki bir kum tepesine kadar birlikte koşturdunuz. Orada birden sırtlanın artık sırtlan olmadığını ama gezici kumpanyadan arkadaşım Mazlum olduğunu ve ayağa kalkıp bana el salladığını gördüm. Sen de dört ayak üzerinde son defa dönüp baktın bana. Son defa adını haykırdım. Ama o kelime artık senin adın değildi. Arkamda patlayan bir gürültüyle dönmek zorunda kaldım. Uzakta, şehrin üzerinde inanılmaz büyüklükteki yoğun bir kum bulutunun içinde yıldırımlar patlıyordu.

Bu o dilencinin sözettiği, yıllardır beklenen kum fırtınasıydı işte. Şehir kumlara gömülüyordu. Çöl şehrin üzerini örtüyordu.

Birden arkamdan boynuma sarılan birini hissettim. Gırtlağıma soğuk, sert birşey dayandı. Canım acımadı ama bir saniye içinde boğazımın kesildiğini anladım. Kan oluk gibi fışkırdı. Elim bir refleksle gidip boğazımı tuttu. Ama kana engel olmak imkansızdı.

Katilim gülümseyerek karşıma geldi. Üzerinde bir işçinin, daha doğrusu bir bahçıvanın kıyafetleri vardı ama dişindeki yıldız biçimi kamayı görüp yoğun kükürt kokusun aldığımda onu tanıdım. Efendimdi bu...Yere diz çökmüştüm. Dikkatle bana bakıyordu.

“Bu sefer de başardık, aferin sana!” dedi. Geri dönüp kuma gömülen şehre bakarak bir kahkaha attı.

Tekrar bana döndüğünde Nasip olmuştu. Sevgiyle, merhametle gülümsüyordu şimdi. Üzerime eğildi. “İşimiz bitti, haydi şu sefil vücudu bırak da gidelim” ölmemi kolaylaştırmak için elimi boğazımdan çekti. Kum yere fışkıran kanı, o damarlarımı tutuşturan sıvıyı hemen emiyordu. Uzun sarı saçları yüzüme değdiğinde onun aslında ilk sevgilim olduğunu, beni aşkla ilk tanıştıran kadın olduğunu gördüm. Bana yaptıklarının sadece bir oyun, zamanın başlangıcından beri hep oynadığımız ve zamanın sonuna kadar da oynayacağımız bir oyun olduğunu anlıyordum. Evet hayatıma giren ve hikayemizi yönlendiren insanların hepsi oydu. Efendim, kılık değiştirmelerin ustası. İkinci en iyi tuzak kuran.

Yüzler birleşmiş, hikaye tamamlanmıştı. Herşeyin hatırlandığı andı bu.

Ben yirmi yıldan biraz fazla geçirdiğim o vücudu terkedip yükselirken efendim son kez kendi yüzüyle baktı bana. Onu bir kere daha memnun etmiştim. Bir kere daha seni koruyucusu olduğun şehirden kaçırmış, onun rehberliğinde seninle bir hikaye daha yaşamıştık işte.

Şehrin üzerinden geçtim. Pazar yerinde oradan oraya koşuşturan insanları gördüm. Çoğu sığındıkları yerden çıkar çıkmaz birkaç adımdan sonra yere yıkılıp hareketsiz kalıyordu. Nasip kılığındaki efendimle oturduğumuz, seninle saatler geçirdiğimiz evin camları yerle bir olmuş, içeri kumlar doluyordu.

O güzel eviniz de sessizce kumlar altında kalmıştı. Seni ilk defa öptüğüm lisenin bahçesini kumlar çoktan örtmüştü. Göçebelerin oturduğu mahalle darmadağın olmuştu.

Birtek eğlence yeri, birtek kervan, birtek hayvan, birtek insan kurtulamadı oradan. Tanrının gazabının önünde hiç bir engel yoktu artık.

Şehre son defa baktım ve buna benzer bir hikayeyi bir kere daha yaşamak zorunda olduğumu ve şansıma nerenin düşeceğini sordum kendime.

Sonra aşağıdaki herşey karanlığa ve kumlara gömüldü.

24.
Herşey böyle oldu. Hatırlıyorum. Çölü de hatırlıyorum, daha öncekileri de... İstanbul’da geçen son hikayemiz de küçük birkaç değişiklikler dışında buna benziyordu ne dersin?

Seninle kaç kere karşılaştığımızı hatırlıyor musun? Ben efendimin emrinde kör, geçmişlerinden habersiz bir görevli; sen tanrının günahkar şehirlere yerleştirdiği masum koruyucu olarak böyle kaç hikaye yaşadık? Kaç kimlik, kaç yüz, kaç isim, kaç aşk, kaç dönüşüm, kaç doğum, kaç ölüm gördük?
İstanbul’da seni son defa sevdim. Seni son defa baştan çıkarıp son defa büyüttüm. İçindeki canavarları uyandırıp seni son defa bir canavara dönüştürdüm. Senin yüzünde gerçek aşkı da gördüm saf nefreti de. Korkuyu gördüm, insanın kanını donduran.

Bu şehri de bir çöle dönüştürmeyi başardık. Yeryüzündeki bu son görevimi tamamladığımı biliyorum ve her zaman olduğu gibi her şeyi hatırlıyorum artık. Ama henüz efendim ortaya çıkıp beni bu vücuttan kurtarmadı. Geçmişin yüzlerce hikayesini hatırlamanın acısıyla bir hayalet gibi dolaşıyorum gri sokaklarda. Şehri dolduran insanlar da sanki birşey olmamış gibi, sanki çöle alışkınlarmış gibi yaşayıp gidiyorlar. Çöldeyiz! Nasıl anlamıyorlar? Beni kaçınılmaz kaderimden kurtaracak tek şey, sevgin, yok artık. Bundan korkunç birşey olamaz. Nasıl dayanıyorlar?

Bu hikayenin bir benzerini bir daha yaşarsak, ki yaşayacağız, bu günleri hatırlayabilir miyim? Hatırlarsam bir kere için efendime baş kaldıracak ve seni koruyacak gücüm olur mu? Bilmiyorum.

Bildiğim, sen şimdi bu çölün, İstanbul’un kimbilir hangi köşesinde kaybolmuş durumdasın. Kaybolmuş, tanrı tarafından bir kere daha terkedilmiş, neye uğradığını anlayamamış bir melek. Benden birkaç ışık yılı uzakta bir melek... Bana gerçekten kızgın mısın?

Sana “müdahele” ettikleri odanın kapısından nasıl el sallamıştın hatırlıyor musun?

Biraz fazla öpüşsek dudakların morarıverirdi, hatırlıyor musun?

Ne zaman hasta olup ateşlensem serin ellerinle başımda beklediğin o geceyi hatırlıyorum, biliyor musun?

Biliyor musun, ilk sevişmemizden sonra “Biz şimdi sevgili mi olduk” deyişin aklımdan hiç çıkmıyor.

Telefon numaranı ne yapsam unutamıyorum. Bazen başka birini ararken kendiliğinden seninkini çevirdiğimi farkediyorum. Evde kimse yok. Yoksun. Kendi kendime “bip bip” sesleri çıkararak boş evde çalan telefonu hayal ediyorum. Artık üzülmeden sizin oralardan geçemiyorum. Artık “orkas” beni güldürmüyor. Kiraz şekerleri ağlamaklı yapıyor. Artık doğum gününü çok iyi hatırlıyorum. Seni bütün hayatlarımda hiçbirşeyi özlemediğim kadar çok özlüyorum.

1992, İstanbul