Monday 18 July 2011

Dokunmanın Coğrafyası (Amerikan Güzeli'nden)



















Sadece göz için değil, deri için de, eller ve ağız için de bir haritacılık düzeni olmalıydı. Buna “Dokunmanın Coğrafyası” derdim ve seninle geçirdiğimiz saatleri belki bu coğrafyanın sözcükleriyle anlatabilirdim. Çünkü senin inanılmaz aşk imkanlarıyla dolu bedenin zihnimin bir yerinde görerek ve ölçüp biçerek değil, karanlıkta dokunarak ve hayal ederek tasarlanmış, görsel karşılıklarını bulamayacağım ama elimle havaya çizebileceğim, en ince ayrıntısına kadar aslına uygun üç boyutlu bir harita, bir anı haritası artık.

Yağmurlu yaz günleri. Seni sevdiğim günlerdi bunlar. Haziranın sonuna gelmemize rağmen hava hep kapalıydı. Bebek sırtlarında, eski bir fransız yapısından bozma pansiyonun kaldığım küçük odasında, ahşap penceremde dikilir aralıklarla yağan yağmuru seyrederek seni beklerdim. Önümde dağınık, bakımsız bir bahçe uzanırdı. Bir kiliseye ait olan bu yapının ve bahçenin topu topu yüz yıllık bir geçmişi vardı. Ama her şey, bir köşedeki paslı çan, Meryem ve Çocuk İsa’lı sunak, devrilmiş demode bir demir sandalye, hatta çiçek açmış ortancalar bile üzerlerinden sessiz bir lanet geçmiş gibi ıssız ve çok eski görünürlerdi. Sunağın kirli bir suyun biriktiği ufak havuzuna, çanın, sandalyenin ortancaların üzerine, Meryem’in dökme demirden ellerine, sakin ama kuşları deliklerine kaçırmaya yeten bir yağmur inerdi. Pencerede sigara içip seni bekler, teypte hep aynı içli şarkıları çalardım. Bir ara güneş şöyle bir yüzünü gösterir, kuşlar ortalığa çıkıp cıvıldaşırdı. Sonra yine yağmur başlardı.

Sonra sen gelirdin. Yani bazen söz verdiğin halde gelmez, beni bekletir, bazen de hiç haber vermeden çıkıp gelirdin. Seni beklediğimi belli etmemeye, çalışıyormuş gibi görünmeye uğraşırdım. Çünkü atalarımız “Aşkını gizlemelisin” demişlerdi. Odamda, tek kişilik yatağımın üzerinde oturur, bana bıraktığın kokulu çayı demleyip içerdik. Sana yazdığım hikayelerden sahneler anlatır ya da parçalar okurdum. Çoğunlukla müzik dinlerdik.

“Onu seviyordum hakim bey. Ama o bir başkasına aşıktı. Bir an gözlerim karardı. Sonrasını hatırlamıyorum. Çok pişmanım ama artık çok geç. Sevmek suç mu hakim bey?”

Bu ilk saatler naz saatlerimizdi. Seni kıskançlık yüzünden öldürmüşüm de hayali bir mahkemede ifade veriyormuşum gibi saçmalardım. Sonra “Başını eğeceksen aşk için eğ” i düşünür, aşkımı gizlemeyi anlamsız gururu bir yana bırakır ve “Sizi nasıl seviyoruz, nasıl bir bilseniz” derdim. Sen bıyık altından gülerek saçlarımı okşardın. “Siz tam bir koçsunuz beyefendi, ne garip bir sahip olma hırsınız var öyle”...

Bu sizli bizli konuşma da naz saatlerinin bir parçasıydı. Doğal bir tonda söylemeye utandığımız ancak bu türden bir tırnak içine alınınca sarfedebileceğimiz sözler için kendiliğinden gelişmişti bu konuşma.

Benimle birlikteydin ama gerçekten bir başkasına aşıktın. Biliyordum. Bana anlattığın kadarıyla, hayatına üç adam girmişti. bunların birincisi sıkıcı bir bağımlılık şeklinde üç yıl kadar sürmüştü. Ben üçüncüydüm. Seninse aklın hala ikincideydi. Bu adam seninle çok kısa bir süre için birlikte olmuş ve seni hiç sevmemişti.

“İnsan ilişkileri insan ilişkileri” derdi bir arkadaşım, “Bıktım artık bu insan ilişkilerinden. Nereye gitsem bu konuşuluyor. Kim kiminle ne yapmış, kimin eli kimin cebinde? Halbuki hayatta kafa yorulacak bin türlü ilişki var. İnsan-Eşya, insan-Mekan, İnsan-Bitki, İnsan-Şehir ilişkileri örneğin”...

Geçmişinin önemli bir bölümünü daha ilk gece ilan-ı aşk ettiğimde anlatmıştın. Kalabalık bir grupla içmiş, hayli sarhoş eve dönmüştük. Yine hafif hafif yağmur atıştıran bir bahar gecesiydi. Elinden tutup, pansiyona çıkan merdivenlerde, kilisenin kapısı önünde oturtmuştum. “Seni seviyorum” dediğimde Yüzünden bir beyazlık geçmiş ve almanca bilmediğin halde “Ich liebe dich, ha?” demiştin. Sonra kısaca hikayenden bahsetmiştin. “Seni sevemem” diyordun ama beni kırmamaya çalışıyordun. O güne kadar iyi dostluk etmiştik. Bense konuşmanı kesip öpmüştüm seni. Yanımızdan geçen bir çift ateş böceğine gülmüştük. Hikayene filan boşverip “Artık çocuk da değiliz” demiştin. Bu sözle ne kastettiğini hala anlamadım. Sabah olurken odama çıkmıştık.

Yabancı bedenlerin hem birbirini tanımaya hem de geceyi berbat etmeden karşılıklı zevk almaya çalıştığı o ilk sevişmeler... Bir ilişki ilk gecesiyle kalsa insan bundan zevk aldığını bile düşünebilir. Oysa, kadınları bir geceliğine fethetmekle övünen Don Juan’lar ne der bilemem ama benim için asıl zevk sonradan gelir. Yani fetih savaşları, o kargaşa, itişip kakışma bitip, yerini bir ayin kadar tanıdık ve güvenli ama bir ayin kadar heyacan verici sevişmeler aldığında...

Sabah çok az konuştuk. Sonraki birkaç gün de beni hiç aramadın. Telefonla sana ulaşmaya çalıştım ama başaramadım. Sonra ortak arkadaşımız bir çiftin evlerinde karşılaştık. Arkadaşlardan biri tarot falına meraklıydı. İkimizin de geleceğini okumaya kalktı.

Beni temsil edecek kartın “Knight of Cups” olduğunu söyledi ve kestiğim kartları bir haç biçiminde açtı.

Falımda talihime çapraz bir engel oluşturan, muhtemelen aşk konusunda bana rakip, bir “King of Swords” görülüyordu.

Sonra sıra sana geldi. Sen bir “Queen of Wands”dın ve kartlar açıldığında tarot’ya inanmayanları ikna edecek bir biçimde şu benim Kılıç Kralı, meş’um yüzünü senin geçmiş hanende gösterdi. Biz şaşkınlıktan gülümseyerek birbirimize bakarken, falcımız aramızdaki macerayı bilmediği halde fallarımız arasındaki bağlantıdan bir mana çıkardı. Bana çapkınca parmak salladı. Sonra senin gelecek hanendeki kartı açtı. Bir de ne görelim efendim: Bir “Knight of Cups”.

Fallara, burçlara duyduğun safdil inançla tipik bir yengeçtin sen. Gelecek hanendeki Kupa Atlısı’nın ben olduğuma inandın ve sık sık odama gelmeye başladın.

Gerçi bana gelişinin tek nedeni tarot değildi. Üstelik dünyada, sonradan anlayacağımız gibi, milyonlarca Kupa Atlısı vardı. Yine de seni bana gönderdiği için tarot’ya teşekkür ettim. İyi bir Kupa Atlısı olmaya ve Kılıç Kralını unutturmaya çalıştım.

Bütün o naz saatlerinin, aramızdaki gerilimin nedeni buydu işte. Oturup çay içerken, havadan sudan konuşurken bile Kılıç Kralı’nın ülkesindeydik. Ortamızda duruyor ve sakalını kaşıyarak bizi seyrediyordu. Yüzünde pis bir gülümseme vardı.

Derken nasıl olduğunu tam da anlamadan, küçük iğnelemeler ve acıtıcı kelime oyunlarıyla dolu naz saatleri biter ve kendimi sana çok yakın bulurdum. Sihirli bir süreçten geçerek giysilerimizden kurtulurduk.

İşte o zaman “Dokunmanın Coğrafyası” hüküm sürmeye başlardı.

Açıkçası, ilk bakışta güzel olduğun söylenemezdi. En azından hayallerimin kızı değildi. Ama seni sevmeye başladığımda ya da sen beni sevmeye başladığında, başka türlü birşey, göze görünenden başka birşey oluverirdin. Parmak uçlarımın ve ağzımın gözleriyle bambaşka görünen bedenin sevdikçe açılır, sevdikçe büyür, ancak düşlerde ortaya çıkabilecek bir araziye, bir maceralar ülkesine dönüşürdü.

Bir keşif yolculuğuydu bu:

Göğüslerinin arasını öpüyordum/
bilinmedik kokulu meyvalarınyetiştiği bir bahçeydi orası/
karnını öpüyordum/
karın çukurunun iki yanında, iki küçük şeker tepeceği gibi iki çıkıntı yükselirdi/
birini öpünce bütün bedenin sarsıntı geçirirdi/
boynunu öptürüyordun/
boynunu öpüyordum/
kar sularının eriyerek ince ince aktığı ve ılık bir gölcükte toplandığı bir bahar vadisi olmaya yatkındı/
boynun ve omuzların/
dirseklerinin içi/
mavi çaylar vardı orada/
tenini saran ince tüyler/
kıvıltılı renkler ve ürpertici seslerle dolu bir bitki örtüsü içinde/
üstü çürümüş yapraklarla kaplı yüz yıllık su birikintileri/
ve tehlikeli sürüngenlere basmamaya çalışarak/
ilerleyen bir kayıp yolcu/
ydum ben.../

İçindeyken bazen gözlerimin içine bakıp “Daha derine” diye fısıldardın. İşte o zaman dünyanın bütün kralları bütün kılıçlarını kuşanıp gelseler benimle başedemezlerdi.

Tam o tropik ormanda iyice kaybolduğumu sandığım bir anda/
yedi canlı tırtıl parmakların/
ve sıfat yakıştıramadığım ağzınla/
en canalıcı yerlerimi uyararak/ elimden tutar/
ve bir çırpıda beni/
herşeyi kuşbakışı görebileceğim bir tepe/
ye/
çıkarırdın/
orada sevinçten hay/
kırarak/
hiç erimeyen karın/
ve çıplak/
güneş/
in/
ışık/
larıyla/
gözler/
imiz görmez/
oluncaya kadar/
kamaşarak/
bir/
kaç/
san/
iyelik/
za/
ferimiz/
i/
kut/
la/
r/
d/
ı/
k/...

Sonra yine kendimi yatağımda, senin yanında, kaslarımdaki her lif çözülmüş gibi soluk soluğa bulurdum. Yine Kılıç Kralı’nın ülkesine dönmüş olurduk. Bana sarılıp uyurdun. Dışarıda yağmur devam ederdi. Meryem’in ellerinin hala ıslandığını görür gibi olurdum.

Bu yağmurlar, seni beklemeler, naz saatleri, keşif yolculukları ancak bir ay kadar sürdü.

Birgün uzun bir aradan sonra her zamanki gibi geldin. Ama o gün naz saatleri hiç bitmedi. Aramızda şuna yakın bir konuşma geçti:

BEN- Sizi nasıl seviyoruz, (avuç içini öperek) nasıl bir bilseniz...

SEN- (Durgun) Biz de sizi seviyoruz, ama görüyorsunuz, olmuyor.

BEN- Sizi seviyoruz...

SEN- (Hep durgun) Ama bu böyle gitmez beyefendi.

BEN- Seviyoruz.

SEN- Böyle gitmez diyoruz. Seni bir arkadaş olarak çok seviyorum ama...

BEN- (Elini bırakıp yukarıda bir yerlere bakarak) Hakim bey, bunu daha önce de söylemişti. Sadece arkadaşım olmak istiyordu. Oysa benim bir sürü arkadaşım vardı. Hiçbiri onun gibi değildi. Onu sevgilim olarak istiyordum. Bir an gözlerim karardı..

SEN- (Bıkkın keserek) Yeter n’olur...

BEN- (Hala alaycı) Sevmek suç mu hakim bey?

SEN- (Kesin bir edayla) Sevgilin olamam.

BEN- (Gayet ciddi) Ama neden? Sizin için hergün dişlerimi fırçalamaya bile başladım.

SEN- (Zoraki gülerek) Biz öyle istiyoruz diye değil, kendi sağlığınız için yapmalısınız bunu. (Birden sesini yükselterek) Niçin anlamıyorsun? Çok ters bir zamanda karşılaştık. Ben her şeyden yoruldum. Yalnız kalıp kararlar vermem gerek.

BEN- Hakim bey artık saçmalamaya başlamıştı.

SEN- Bu benim için çok önemli, sınav gibi bir şey.

(Kısa sessizlik)

BEN- (Bu sefer gerçekten ciddi) Ya şu Kılıç Kralı?

SEN- (Başını eğerek) Artık yok o... Bitti. Onunla birlikte olamayacağımı zaten biliyordum. Üstelik, sen de gördün, geçmiş hanemde kaldı.

BEN- Tamam gelecek hanesinde de ben çıktım ya...

SEN- Falı malı bırakalım artık. Seninle sevgili olamam.

(Uzun sessizlik)

BEN- (Ciddi) Sevgilim olamayacaksan hiç bir şeyim olma.

SEN- (Gülmeye çalışarak) Ama seni kaybetmek de istemiyorum.

BEN- (İyice ciddi) Hiç-bir-şe-yim!

(Senin yüzünde kızgın bir ifade belirir. Karşılıklı uzun bakışma. Sonra herkes gözlerini kaçırır. Sessizlik).

Böylece beni bırakıp gittin. Yalnızlığın önemini yeni anladığın için arkandan yarı küçümseyerek, yarı gıptayla baktım. Belki Kılıç Kralı’ndan kurtulmanı sağlamıştım ama Kupa Atlısı bir kraldan kalan boşluğu dolduramamıştı.

Gittin. Seni beklemeyi bıraktım. Sonra yağmurlar dindi. Yaz bütün haşmetiyle İstanbul’un üzerine çöreklendi. Senin Kılıç Kralı’na dönmediğini ama yalnız da kalamadığını öğrendim. Bana doğru dürüst “Seni sevmiyorum” diyeceğine karar-marar, yorgunluk-morgunluk ayaklarına yattığın için sana kızdım ama sonradan düşününce bu işlerin hep böyle yürüdüğüne inandım.

Seni sevdiğim günlerde, bütün o keşif yolculukları boyunca aklımdan bir daha hiç çıkmayacak bir anı haritası dokuduğumun farkında değildim.

Günlerce zavallı ellerimi kullanarak kendimi avutmaya çalıştım. Beni götürdüğün tepenin eteklerinde dolaştım durdum. Kendi kokumun, kendi ormanımın içinde, kendi hırsımla boğuştum.

Yatakta tembellik ettiğimiz birgün bir sürü fotoğrafını çekmiştim. Çıplak bedeninden çok yakın ayrıntılar, neresi olduğu anlaşılmayan görüntüler... Deklanşörün her sesinde gülüp, “Kamera öpücüğü bunlar...” demiştin. Sonra makinanın içinde bir arıza olduğunu ve bütün resimlerin üstüste gelip yandığını öğrendim.

Bu kötü bir hikaye oldu biliyorum. Bütün bunları yazmaya oturduğumda bunlarla kim ilgilenir diye çok düşündüm. Ama sanırım asıl sorun okuyucu kitlesinden çok dilin olanaklarıyla ilgiliydi.

Sadece göz için değil, deri için de, ten ve eller için de bir haritacılık düzeni olmalıydı. Buna “Dokunmanın Coğrafyası” diyebilmeliydim ve belindeki çıkıntılar için ŞEKER TEPESİ yerine, boynun ve omuzların için BAHAR VADİSİ yerine, ARAZİ yerine, BİTKİ ÖRTÜSÜ, SU BİRİKİNTİSİ, BAHÇE, ÇAY yerine bu coğrafyanın sözcüklerini kullanabilmeliydim.

Çünkü ancak bu şekilde bu hikaye biraz güçlenip canlanabilir, ayakta durabilirdi. Ancak bu şekilde seninle yaşadıklarımız komik dedikodular, herkesin başından geçen cinsten konuşmaların özetleri ve kuru, demode mecazlar yerine aşkın gerçek deyimleriyle anlatmak mümkün olurdu.

Çünkü bizim aşkımız
naz saatlerinde ne kadar çocukça
hikaye edildiğinde ne kadar basit
ikili konuşmalarda geçmişin gerilimleriyle ne kadar tedirgin
ise
yatakta
keşif yolculuklarında
o kadar olgun
derin
uyumluydu.

Çünkü senin inanılmaz aşk imkanlarıyla donanmış bedeninle biz başka bir dilden konuşuyorduk. Çünkü o harikalar diyarı, zihnimin bir yerinde görerek ve ölçüp biçerek değil
milim milim
dokunarak tasarlanmış
görsel karşılıklarını bulamayacağım
ama elimle havaya çizebileceğim
en derin
yerlerine kadar aslına uygun
üç boyutlu bir harita
bir anı
haritası artık...

1988 İstanbul