Thursday 15 October 2020

Uzun Başlangıç - Express















Glasgow'a 2020 Ocak ayının sonunda, yeni bir başlangıç umuduyla geldim. “55 yaşında ne başlangıcı?” diyen olabilir. Cevabım: Bilmiyorum. Uzun zamandır, iktidardakilerin çok sevdiği tabirle “Yeni Türkiye”de, iliklerine kadar “Eski Türkiyeli” biri olarak acı çekiyordum. Tanıdığım, bildiğim, sevdiğim, yaptığım, sevdiğim insanların yaptığı her şey suya gömülüyordu. Elimden yazıp çizmekten, film çekmekten başka hiçbir şey gelmiyordu... Boşunalık, çaresizlik duygusu insanı hasta ediyor. Biraz uzakta olmak iyi gelir diye düşündüm. Geldi de. Glasgow, yorgun bir adama Glaswegian aksanıyla “hoşgeldin” dedi, ilk günden hoş buldum.

Rivayet o ki, yıllar önce ilk defa Glasgow'u gören bir İskoç delikanlı, çok etkilenmiş ve köyüne dönünce “Orada gökyüzü yok, bütün şehri camla kaplamışlar” diye anlatmış. Meğerse 19. yüzyıldan kalma kocaman cam bir bina olan Merkez İstasyonu'ndan hiç çıkamamış. İstanbul gibi 24 saat çalkantılı devasa bir metropolden geldiğim için, aynı şaşkınlığı yaşamadım elbette. Ama yine de şaşıracak ve sevecek çok şey buldum.

Glasgow 18. yüzyıldan itibaren “İskoç Aydınlanması”nın parçası olmuş. Glasgow Üniversitesi 15. yüzyılda kurulmuş. Türkiye'de “İngiliz” olarak tanıdığımız birçok bilim insanı ya da sanatçı aslında İskoçyalı, bir çoğu da Glasgowlu. Glasgow sokaklarında, meydanlarında siyasetçi ya da askerden daha çok, ya da en az onlar kadar şair, yazar, düşünür, bilim insanı heykeli görebileceğiniz bir şehir.

Clyde ırmağının İrlanda denizine açılan kıyısında kurulu Glasgow bir dönem dünya deniz trafiğinin en işlek limanlarından biriymiş. 19. yüzyılda, Londra'dan sonra Britanya'nın ikinci büyük şehriymiş. Gemi yapımı, tekstil, kimya, metal sanayiinde çok ilerlemiş. (John Berger Boğaz'da hikayesinde İstanbul'da bindiği eski vapurlardan birinin Glasgow yapımı olduğunu yazar.) Sonraları deniz ticareti nehirlere sığmayan dev tonajlı gemilere kaydıkça doklar ıssızlaşmış, 1950'lerde denizcilik bitmiş. Zaman içinde dünyanın ağır sanayi önderi olarak Almanya ve Japonya yükselmişler, buralarda sanayi zayıflamış. 1980'lere gelindiğinde, Glasgow'da ciddi bir işsizlik krizi hüküm sürmüş ve nüfusu çok azalmış. Şehir bakımsızlaşmış, alkol ve uyuşturucu büyük sorun haline gelmiş. Sonraki yıllarda kalkınma destekleriyle hayata döndürülmüş, bir iş merkezine ve kültür ağırlıklı bir şehre dönüşmüş. Tersane işçilerinin çocukları, torunları beyaz yakalı olmuşlar. Şehrin önemli bir kısmı “gentrification”dan geçmiş, yenilenmiş ve hala yenileniyor. Müreffeh liman şehri döneminin izlerini kimi semtlerde Viktoryen mimari örneği sarı ya da kızıl kumtaşından sıra sıra evlerde, kamu binalarında, köprülerde, kiliselerde görmek mümkün. 

Salgın öncesinde, İstanbul'da göremediğimiz birçok ünlü grubun konser verdiği, müzelerinin dolup taştığı, çok canlı bir tiyatro hayatı olan bir şehirdi. Türkiye'de hayal bile edilemeyecek bir şey yapmışlar: Eski kalabalık cemaat kalmadığı için kullanılmayan birçok dev kilise içinde barı, tiyatrosu, toplantı salonları olan birer kültür merkezine dönüştürülmüş. Elbette her yerde olduğu gibi gelir adaletsizliği sürüyor. Şehrin doğu bölgelerinde Britanya'nın en yoksul kesimlerinin yaşadığını okudum, o semtlere henüz gidemedim. Zaten altı ayda Glasgow'un çok az bir kısmını görebildim. Nişantaşı-Taksim-Beşiktaş arası kadar bir alanı biliyorum. Çünkü geldikten kısa süre sonra salgın kabusu başladı.

İlk geldiğim günlerde İskoç bir arkadaş “Glasgow'da Mutlaka Görmeniz Gereken 111 Şey” adında bir kitap hediye etti. Vakit oldukça, yolum düştükçe sırayla kitabın izlerini takip ediyordum. Derken uzaktan kara bir duman gibi gözüken salgın (Yangın mı var – Galiba ama çok uzak, korkma bir şey olmaz bize) inanılmaz bir hızla hayatı ele geçirdi. Türkiye'den daha önce, martın ilk yarısında hijyen ve sosyalleşme konusunda uyarılar başladı. Derken 23 Mart'ta “lockdown” (temel ihtiyaçlar haricinde her yerin kapalı olduğu, sokağa çıkmanın yasak değil ama kısıtlı olduğu bir karantina) başladı. Eve kapandık, Glasgow benim için birden yatak odası, salon, mutfak, banyo ve bir arka bahçe manzarasından ibaret hale geldi. Dışarıda göze görünmez bir tehlike vardı.

Glasgow'a gelmeden, salgın başlamadan önce de dışa dönük biri değildim. Büyükada'da yaşıyordum. Bir çekim ya da hazırlığı yoksa gün içinde çıkıp yürüdüğüm bir iki saat dışında evde masa başında, yarı münzevi bir hayat sürüyordum. Şikayet de etmiyordum. Ama karantina başlayınca, önce doğal olarak dehşet ve endişe, ardından da dışarıdaki her şeye ama her şeye bir hasret başladı: Eski hayatımı, İstanbul'u, ailemi, arkadaşlarımı, hatta hayatımdan çıkardığım insanları bile özler oldum. Boğaz'ı, vapurları, sevdiğim lokantaları, adayı, ufak evimizi, kedimizi her şeyi özledim. İstanbul 3000 km uzaktaydı, ben Glasgow'daydım ama Glasgow'u da özlüyordum. Alçacık turuncu vagonları, şehir merkezinde bir daire çizen tek hattıyla ilk görüşte lunapark oyuncaklarına benzettiğim metroyu özledim. Ücretsiz gezebileceğiniz zengin müzeleri özledim. Kaldığım eve çok yakın olan 500 yıllık üniversiteyi, üniversitenin 12 katlı dev kütüphanesinde kaybolmayı özledim. (Sadece edebiyat bölümü bile kendi başına bir kütüphane.) Yeşil parkları, ırmak kıyısı yürüyüşlerini özledim. Yol sorduğunuzda üşenmeden işini bırakıp sokağın sonuna kadar yürüyen, oradan yön tarif eden, az buçuk tanıdığım İngilizlere hiç benzemeyen alçakgönüllü İskoçları özledim. Pubları, cafeleri, lokantaları, kalabalıkları, koşturmacayı, şehrin kokusunu özledim. Buranın da ırkçısı, cahili, magandası, trafiği, kötü kokan sokakları, inşaat gürültüsü yok mu, var. Ama insan iyi şeyleri özlüyor işte.

Tabii insan kutuplarda, deniz dibinde ya da bir yanardağ eteğinde bile yaşamaya alışabilen hayvandır. Biz de karantina koşullarına alıştık. Maskelere, el dezenfektanlarına, dışarı çıkınca hiçbir şeye dokunmamaya (hele yüzümüze hiç), insanların uzağından geçmeye hatta kaldırım değiştirmeye, eve dönünce ayakkabıları dışarıda çıkarmaya, kapı kollarını telefonları silmeye, market alışverişini bahçede bekletmeye ya da yıkanabilecekleri yıkamaya, aynılaşan günlere alıştım. 2015'te başka türlü bir sıkışmışlık içindeyken, her gün çizerek “Mahlukat Bahçesi” adını verdiğim bir dizi desen yapmıştım. Burada da “Maskeler” adında bir desen dizisi için her gün çizmeye başladım. İstediğim kadar iyi okuyamıyorum ama desenler, yemek denemeleri, Zoom sohbetleri ile idare etmeyi öğrendim. İki dizi önerisi yazdım ve Glasgow'da geçen bir senaryo yazmaya başladım. Zoom üzerinden senaryo atölyeleri yaptım, öğretmen değilim ama“ders” vermek insana hem çok şey öğretiyor hem de sosyalleşme ihtiyacını biraz karşılıyor.

Evde uzun süre kapalı kalınca özlemin yanında, bir de geçmişin insanın içini cız ettiren anları itildikleri kuytu köşelerden başlarını çıkarıyorlar. Ülkemden geçmişimden bunca uzağa gelmişim, 1+1 bir eve kapanıp kalmışım ama hala 30 - 40 sene önce yaptığım haksızlıkları, kırdığım herkesi tek tek hatırlıyorum. Hepsini bulup özür dilemek istiyorum. Tersi de var: Bana yan bakan, alay eden, omuz silkip geçenler... Kazık atan, canımı yakan, terkeden, paramı vermeyen, beynimde bir inşaat çivisi gibi yer eden bir laf edip sonra susanlar... Hepsinden intikam almak istiyorum. Hayat benim “yeni başlangıç” planlarımla alay eder gibi her şeyi askıya aldırdı, “Sen önce bi dur, bi düşün, eskileri bi tart” dedi sanki. Tabii ki, koskoca hayatın benimle ne derdi olacak, belki de zihnim geleceğin bu kadar belirsiz olduğu bir durumda, dengede kalabilmek için can simidi olarak geçmişe sarılıyor.

Derken hep böyle gitmez dedik, tuhaf bir güven de geldi ve yavaş yavaş sokaklara açıldık. Uzun yürüyüşlere çıkmaya başladım. Önce evin çevresinde bomboş sokaklarda ufak daireler çizdim. Sonra daireler genişledi ve en sevdiğim şeyi sık sık yapmaya başladım: Bilmediğim bir yabancı şehirde kaybolmak. Sabah çok erken çıkıyordum. Sokaklar distopik film dekoru gibi bomboş oluyordu. Her yer kapalı, trafik yok, trafik ışıklarına bakmadan yolları geçiyorum. Bir köprünün üzerine pankart asmışlar “Glasgow Endures” (Glasgow dayanıyor). Kimse reklam vermediği için reklam alanları, reklam olmayan alternatif afişlere kalmış: “Kapitalizm öldürür” diyor kocaman el yapımı bir afiş. “Her çağın kendi faşizmi var” diyor bir başkası. Bir de muhteşem bir bahar bastırmasın mı? Salgın öncesi yağan buz gibi yağmurlara inat, her gün pırıl güneş açmasın mı? Her yerde bahara selam duran tomurcuklanmış ağaçlar. Ama hiç insan yok. Belki uzaktan geçen koşu yapan bir adam. Sabahlığıyla pencerede bebeğini avutan bir kadın. Ben, kendim ve boş şehir. Rüya gibi. Her patikasına kadar iki büyük parkı ve yaşadığım semtin her sokağını, böyle böyle avucumun içi gibi ezberledim. Dört aydır metroya, otobüse binmedim. İki üç saat yürüyüş mesafesinden daha uzak hiçbir yere gitmedim.

Salgın dünyanın birçok ülkesinde hız kesmeden sürüyor. Yeni dalgalara karşı uyarılar kesilmiyor, belirsizlik ve endişe aynı yoğunlukta devam ediyor. Ama bugünlerde İskoçya normale dönüyor gibi. Ölümler neredeyse sıfırlanmış, vakalar çok azalmış. İskoçya Başbakanı Sturgeon düzenli açıklamalar yapıyor, birçok ülkenin tersine müthiş bir açıklıkla bilgi paylaşıyor. Virüsün her an hortlayabileceği biliniyor. Her zaman önlemler teşvik ediliyor, yurt dışı seyahatler önerilmiyor ve “Gerekmiyorsa yola çıkmayın” deniyor. İnsanlar da ikna oluyor ve çoğunlukla kurallara uyuyorlar. Sokağa çıktığınızda önlemlere rağmen yaşayan bir şehir buluyorsunuz. Parklar, marketler, alışveriş caddeleri canlı. Salgın (ve içimize saldığı korku) bir gün elbette tamamen bitecek ama o bahar sabahları uyurgezer gibi içinden geçtiğim kıyamet sonrası haliyle bomboş Glasgow aklımdan çıkmayacak.

Belki yakında Glasgow'u okuyarak ve ilgili ama çekingen bir gözlemci gibi uzaktan izleyerek değil, içine karışarak tanıyabilirim. Belki de Glasgow'da geçen senaryom birgün filme dönüşür. Belki o zaman gerçekten yeniden başlayabilirim.



Express, Güz 2020

Tuesday 13 October 2020

Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine - Bantmag

 

Bağımsız, zamansız bir şiir arayışı: Ümit Ünal ile “Aşk, Büyü, vs.” üzerine

Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü…  

Röportaj: Yiğit Atılgan – İllüstrasyon: Saydan Akşit

Büyükada dekorunda, sınıf perspektifi üzerinden, lezbiyen bir aşkın ve geçmişle hesaplaşmanın öyküsü… Ümit Ünal’ın incelikli anlatısıyla buluştuğumuz son filmi Aşk, Büyü, vs., pandemi koşulları altında gerçekleşen 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma filmleri arasındaydı ve büyük ödülün sahibi oldu. En İyi Senaryo Ödülü de Ümit Ünal’a giderken, filmin başrol oyuncuları Selen Uçer ve Ece Dizdar, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştılar. Aşk, Büyü, vs. Antalya Film Festivali’nden de En İyi Kadın Oyuncu (Selen Uçer), Behlül Dal Jüri Özel Ödülü ve SİYAD En İyi Film Ödülü ile dönmüştü. Ümit Ünal ile 12 günde çektiği filmini konuştuk ve önümüzdeki günlere dair ne gibi üretimler tasarladığı konusunda tüyolar aldık. 

“Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum, bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum.”

Aşk, Büyü, vs. öykünün tasarlanış aşamasından beri bir ada hikâyesiymiş. Reyhan (Selen Uçer) ile Eren’in (Ece Dizdar) bir adada âşık olup sonra tekrar bir adada bir araya gelmeleri ne ifade ediyor?

Bu bir aşk hikâyesi ama aynı zamanda bir geçmişe dönüş, geçmişle hesaplaşma hikâyesi. Bu tür bir hikâye için dönülen yerin kendi içine kapalı bir ortam olması şarttı. Küçük bir kasaba, bir taşra şehri de olabilirdi belki. 2016 başından itibaren Büyükada’da yaşadım. Hikâye orada şekillendi. Ada hem şehre çok yakın hem de şehirden çok ayrı, kendi atmosferi ve kültürü olan bir yer. Bu hikâye için çok uygun bir dekor oluşturdu. 

Her ne kadar birçok filminizde eşcinsel karakterler var olsa da LGBTİ+ haklarının özellikle saldırı altında olduğu bir dönemde iki kadının aşkı etrafında bir film kurmak sizi ne açıdan heyecanlandırdı? Sinemada bu konunun işlenişine dair nasıl bir izlek geliştiğini düşünüyorsunuz?

Ülkemiz cinsel suçların korkunç yoğunlaştığı, kadınların, LGBTİ+ bireylerin sürekli tehdit altında olduğu bir ülke. Hasta erkeklik, sadece kurbanların hayatını değil, erkekleri de mahvediyor. Herkesin iyiliği için cinsellikle ilgili her şeyin daha görünür olması, açık açık konuşulması, tabu olarak bilinç dışına itilen her şeyin ortaya dökülüp tartışılması şart. Ama bu filmi sadece bir sosyal fayda ya da politik tavır gözeterek yapmadım. İnsanın her işinde bir şekilde yakalamaya çalıştığı bir büyü var. Güncel meselelerden, mevcut ortamdan bağımsız, zamansız bir şiir yakalamaya çalışıyorum aynı zamanda, o şiirin işçisiyim. Bazı filmlerde veya kitaplarda, resimlerde onu yakalıyorum; bazısında elimden kaçıveriyor. Bu filmde yakaladığımızı sanıyorum. Seyredenlerden, seyredecek olanlardan önyargılarını bırakıp o büyüye ortak olabilmelerini isterdim. Filmden sosyal bir anlam, bir mesaj çıkarmak isteyenler de hoş gelirler, hoş bulurlar umarım.

Reyhan ve Eren’in aşkı kendi dinamikleri sebebiyle değil, otorite figürlerinin baskısı sebebiyle sona ermiş. Otorite altında kendini var edememe, var oluşunu tanımlayamama ve başka bir şeye dönüşme olgusu Sofra Sırları’nın Neslihan’ı da dâhil olmak üzere birçok filminizin karakterlerinde görünür. Bu tema sizin için kişisel olarak nereye oturuyor ve filmlerinize nasıl yansıyor?

İlk senaryomdan son filmime kadar hemen her işimde haksızlığa isyan teması ortaya çıkıyor. Teyzem, 9, Nar, Sofra Sırları; şimdi Aşk, Büyü, vs, hepsi otoriteyle derdi olan, haksızlığa uğrayan insanları konu ediniyor. Hepsinde bir itiraz ve isyan var. Bunu, bir kariyer planına göre baştan düşünüp inşa etmedim, yıllar içinde kendiliğinden gelişti. Gerçek hayatta aktif bir politik konumum olmadı, politikaya karışmak için fazla tembel ve çekingenim sanırım ama yaptığım işlerin bu manada politik olduğunu düşünüyorum.

Film, Reyhan ve Eren arasındaki ilişkiyi sınıf perspektifinden işliyor. Karakterlerin birbirlerine ithamları, kabullenişleri hatta geçmişi anımsayışları hep bu kavram üzerinden. Bu çatışmalar sinema üretiminizde nereye oturuyor? Aşk da her şey gibi sınıfsal bir olgu mu?

Elbette içine doğduğumuz ve yetiştiğimiz sınıf hayattaki her şeyimizi belirler. Yaşam kalitemiz, sağlığımız, eğitimimiz, bulduğumuz iş, hatta nasıl öldüğümüz bile sınıfsal ölçütlere bağlı. Aşkı ve cinselliğimizi nasıl yaşadığımız da sınıfsal. Filmde zengin ve güçlü bir aileden gelen Eren çok daha özgür bir cinsel hayat yaşarken, Reyhan’ın hayatı sadece cinsel kimliği yüzünden harcanmış. Bu milyonlarca insan için böyle.

“Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda ‘Fakir kız zengin kıza tutulur’ dediğinde yaptığı şaka kadar benim için.” 

Zengin ve yoksulun aşkı teması aslında Yeşilçam’da ve hâlâ yaz dizilerinde sıkça denk geldiğimiz bir tema. Siz bu gelenekten nasıl besleniyorsunuz ve var olan çerçeveleri ne yönlere esnetiyorsunuz?

Filmi birkaç yerde anlatırken “Yeşilçam’ın melodram kalıplarından yola çıktım” gibi laflar ettim ama bunu aslında mecazi manada anlamak gerek. Film evet zengin-fakir aşkını anlatıyor, bir yasak aşk durumu, bir “kötü” erkek kahraman var. Ama her şey bildik melodram evreninin tamamen dışında. Filmin eski melodram kalıplarıyla bağı Reyhan’ın bir diyalogda “Fakir kız zengin kıza tutulur” dediğinde yaptığı şaka kadar benim için. Gerçek bir melodram bu filmdeki gibi gelişmez, böyle bitmez. Ama eskinin “Türk Filmi” hâlâ genlerimizde taşıdığımız bir şey. Filmdeki bazı diyalogları üstünden bir yıl geçip de yeniden seyredince biraz melodramatik buluyorum: “Seni unutabilmek için nefret etmek zorunda kaldım” gibi. 

Filmde bir erkek gözü de var, Reyhan’ın adada birlikte yaşadığı Gökhan (Uygar Özçelik) heyula gibi filmin arkasında geziyor. Öyle ki filmin sonunda krediler akana kadar endişe duygusu izleyicide yok olmuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmeye çalışıldığı, erkeklerin şiddetleri ve erkeklikten kaynaklanan her türlü imtiyazlarıyla kadınlar üzerinde baskı kurduğu bir hayattan edindiğimiz ezberler Reyhan ve Eren’in öyküsünü algılayışımızı da etkiliyor. Bu konuda ne düşünürsünüz?

Gökhan bu iki kadın arasındaki büyünün bir anda dışında kalan, dışarıdan izlemek zorunda kalan erkek bakışını temsil etsin istedim. Filmin bir noktasında Gökhan’ı görmeyi de bırakıyoruz, kamera Gökhan’ın gözü oluyor ve seyirci de iki kadını onun gözüyle, uzaktan izliyor sadece. Senaryonun ilk versiyonunda Gökhan, final sahnesinde tam da korkulan, tahmin edilen şeyi yapıyor ve saldırganlaşıyordu. Başta oyuncular, senaryoyu okuyan fikrine değer verdiğim herkes o sahneyi basmakalıp buldu. Yeniden ele aldım ve kimsenin tahmin etmediği açık uçlu bir final yapmayı tercih ettim. Film Reyhan’ın iç çektiği bir anda, bir nefeste, âni bir kesmeyle bitiyor. Bu hâlini çok daha fazla seviyorum. 

Gölgesizler’de bir büyücü, Nar’da bir falcı vardı. Büyü kavramı bu sefer filmin ismine girmiş, çok sert olabilecek bir dramı hafifletmiş, mizahi ve doğal kılmış. Bu olguya bu kadar sık dönmenizin sebebi sizce ne? Edebi ilgileriniz ve ilhamlarınız bu durumda rol oynuyor mu?

Nar üzerine konuşurken her yerde söylerdim: Benim metafizik inançlarım yok. Hatta “eski moda bir pozitivist” olduğum söylenebilir. Ortak görülen rüyalara, hayallere, hayaletlere, büyü ve fal gibi şeylere inanmam. Ama bunlar birçok işimde var. Çünkü bu doğaüstü unsurlar, sadece edebi/sinemasal araçlar olarak ilgimi çekiyor. Filmlerde inanç sorunlarıyla uğraşmak, ya da kahramanları kendi inançlarıyla çarpıştırmak hoşuma gidiyor. Büyüye inanmayan bir karakteri “ya varsa” ikilemine taşımak, inanan diğer karaktere “ya yoksa” diye sordurabilmek hoşuma gidiyor. Aşk da aslında büyü gibi soyut, elle tutulamayan bir şey. Eren’in gelişi gerçekten büyü yüzünden mi, büyü diye bir şey yoksa aşkları ne kadar gerçek? Böyle sorular sordurmak istedim. Hem karakterlere hem seyirciye…

Aşk, Büyü, vs. diyaloglarının hakikiliği ve oyuncularının performansları ile sivrilen, tutumlu bir bütçe içerisinde kısa zamanda çekilmiş bir film. Bu maddi ve zamansal kısıtlar bolca omuz kamerası ve uzun plan kullanımı gibi görsel tercihlerinizi nasıl etkiledi? Elinizde sınırsız kaynak olsa hem öyküye hem de görsel dünyaya dair neleri değiştirirdiniz?

Filmde elde taşınan bir DSLR kamera ve çok az ışıkla çalıştık. Genelde bulunduğumuz mekânın kendi ışıklarını, lambaları güçlendirerek, kullandık. Daha çok, doğal gün ışığından yararlandık. 12 günde çektik. Normalde film ekibi kamyonlarla gelen, her yere yayılan kalabalık bir ordu. Biz her yere yürüyerek giden, görünmez bir ekiptik. Hem çok az kişi olduğumuz için, hem de normal filmlerdeki gibi dev alet edevatımız olmadığı için, çoğu zaman film çektiğimiz fark edilmedi bile. Sokaklarda figürasyon değil gerçek kalabalığı kullandık mesela, vapurda ya da lokanta sahnesinde gerçek insanların arasında çektik. Bütün bunlar filmin gerçeklik duygusunu artıran unsurlar oldu sanırım. Elbette vinç, şaryo, drone gibi araçları ya da güçlü ışıkları, kalabalık figürasyonu kullanacak bir bütçemiz olsa filmin görsel dili daha farklı olurdu. Sofra Sırları ya da Gölgesizler gibi filmlerimi görenler, normal bütçe olduğunda farklı bir dil kurabileceğimi bilir. Ama Aşk, Büyü vs’de yarattığımız doğal havayı, serbest vezin dili çok seviyorum. Filmde gönüllü çalışan, harika bir ekip vardı, hepsine tek tek teşekkür borçluyum. Herkes her şeyi yaptı. Ben yazdım, yönettim. Ezgi Altıner’in son jenerik şarkısı hariç müzikleri yaptım. Jenerik yazılarını yazdım, afişleri tasarladım. Yeri geldi ofisboyluk ve set işçiliği de yaptım. Eksikliğini hissettiğim tek şey, hava görüntüleri belki. Adanın kuş bakışı birkaç görüntüsünü eklemek isterdim. Bir de belki 12 gün yerine 4-5 haftamız olsa, bazı ufak teknik aksaklıklar olmazdı. Onun dışında yaptığımız işten memnunum. Bütçe büyük olunca, yönetmenin işine karışan da çok oluyor, o zaman bu filmdeki özgürlük ve samimiyet duygusu eksik kalıyor.

“Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır.”

Reyhan ve Eren’in ziyaret ettikleri bir evde rastladıkları yarı-kâhin bir adamdan dünya hâlini dinliyoruz. Televizyonda bir zombi filmi açık. Bu imge etrafında örülmüş uzun bir edebi ve sinema literatürü mevcut, zombilerin birer kurbandan ziyade düşman olarak temsil edildiği bu literatür pandemi döneminde emekçi sınıfların kendilerini buldukları durumu anımsatmakta. Bu imge sizin için ne ifade ediyor?

Zombi, bir toplumun unuttuğunu sandığı şeylerin kalkıp geri gelişi, kendini zorla hatırlatışıdır. Eski zombi filmlerinde şimdiye kıyasla çok az sayıda zombi olurdu. Şimdiki filmlerde dünya çapında zombi kıyametleri, yüz binlerce zombi şart. Demek ki, göz yumulan, bastırılan, unutulmak istenen suçlar çok artmış. Zombiler arı oğulu ya da karınca yuvasını andıran şekillerde birbirinin üzerine tırmanan, şekilsiz yığınlar olarak tanımlanıyor. Dünyada böyle hastalıklı, filmdeki deyişle “iflah ve ıslah olmaz” temizlenmesi gereken kalabalıkların varlığına inandırmak istiyorlar bizi. Paylaşım savaşlarında yüzlerce, binlerce insanın bir seferde yok edilişini haklı çıkarmaya çalışıyor, zihnimizi yeni büyük katliamlara hazırlıyorlar. Filmde bunları yarı meczup bir karakter söylüyor, aslında “kehanet”le pek alakası yoktu sahnenin, zaten var olan bir durumu anlatıyordu. Ama pandemi sırasında tüm dünyada yaşanan inanılmaz kâbuslar sahneye farklı bir anlam kattı. 

Pandemi dönemini eski günlerini arayan bir emekçi kenti olan Glasgow’da geçirmişsiniz. Bu dönemi kişisel olarak nasıl geçirdiniz? Dünya hâline dair daha önce fark etmediğiniz ve bu süreçte görünür olan şeyler oldu mu? İzolasyon sanatsal üretiminizi nasıl etkiledi?

Glasgow’a üniversiteden bir arkadaşımın davetiyle, “bir ayağım İstanbul’da olacak” diyerek gelmiştim. Ama salgın yüzünden altı aydır bulunduğum semtten bile nadiren çıktım. Mart başından beri toplu taşıt kullanmadım, dışarıdan yemek yemedim. Yürüme mesafesi dışında bir yere gitmedim. Olağanüstü duruma alışıp, ilk günlerin panik ve endişesi geçtikten sonra bir yapımcı arkadaşla Bana Göre Kıyamet romanımdan bir uyarlama geliştirmeye çalıştık. Henüz akıbeti belirsiz. İlk filmini çekecek bir arkadaşım için yeni bir senaryo yazıyorum. Bir de kendim için Glasgow’da bir Türk kadının macerasını anlatan İngilizce bir uzun metraj yazıyorum, şimdiki büyük hayalim onu buranın olanaklarıyla çekebilmek. Henüz üniversiteden birkaç tanıdık dışında kimseyle bağlantım yok ama umudum var.  Vakit bol olunca sürekli desenler çizdim, çiziyorum. Baharda Istanbul Concept’te yeni bir sergi yapacağız, her şey yolunda giderse. Bir yandan da çevrimiçi atölyeler yaptım. Yüz yüze çok az insan gördüm ama bilgisayar başında, atölye katılımcılarıyla uzun sohbetler ettik. Kendi küçük dünyam çok az değişti ama dışarının hâli internette karşılaştığım, Gramsci’nin ünlü sözünü hatırlatıyor (Zizek’in serbest çevirisiyle): “Eski dünya ölüyor. Yeni dünya doğamıyor. Şimdi canavarlar zamanı.”


https://bantmag.com/bagimsiz-zamansiz-bir-siir-arayisi-umit-unal-ile-ask-buyu-vs-uzerine/

“Sanat bir varolma biçimi, hayatta kalma aracı” - Bağımsız Sinema

 

Ümit Ünal: “Sanat bir varolma biçimi, hayatta kalma aracı”


Usta yönetmen Ümit Ünal ile son filmi Aşk, Büyü, vs., bağımsız film çekmenin zorlukları ve Türk Sineması’nın dünü, bugünü ve yarını üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Hem Yeşilçam’a hem de günümüz sinemasına tanık olmuş bir sinemacı olarak, o dönemden bugüne iyi veya kötü yönde ne gibi değişiklikler oldu sizce?

Yeşilçam zanaat sistemine dayalı, kendi içine kapalı bir endüstriydl. Görkemli günler görmüştü ama ben Istanbul’a geldiğimde zor ayakta duruyordu. 80’lerde o sırada evlerde moda olan video dağıtımın yardımıyla hayatta tutulan bir hastaydı, 90’ların başında da öldü. Yeşilçam şimdi bir zihniyet olarak TV dizilerinde yaşıyor belki ama üretim biçimleri, alışkanlıkları bitti. Bugün ister ticari ister bağımsız olsun, sinema filmleri bambaşka şekilerde tasarlanıyor, finanse ediliyor, çekiliyor. Şu an iyi bir durumda olduğumuzu söylemek zor. Pandemi her şeyi durdurmuş durumda. Bunun ne kadar süreceği de belli değil. Pandemi öncesi de açıkçası çok parlak olduğu söylenemezdi. Cem Yılmaz, BKM gibi büyük ticari isimler bile bir tür tekel haline gelen dağıtımcılarla çatışma yaşıyordu. Sinema ticari açıdan parlak bir 20-25 yıl geçirdi ama bunu dağıtım tekeli ve salgın bitirdi. Gelecek bence oldukça belirsiz. Tabii iyi tarafından bakarsak 80’lerde hayal bile edilemeyecek bir bağımsız sinema, filme dönüşmeye can atan bir yaratıcı enerji var. Ama bu yakın gelecekte kendini gerçekleştirecek ortamı bulabilecek mi, seyirciyle buluşabilecek mi bilemiyorum.

Yeşilçam döneminde Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ pek çok usta yönetmenle çalışma imkanı buldunuz. Birlikte çalıştığınız ustalar arasında bugünkü sinema dilinize en çok etkisi olduğunu düşündüğünüz yönetmen hangisi?

1985-90 arası Onlarla çalıştığımda 20’li yaşların başındaydım, onlardan sadece sinemaya dair değil, hayata, insan olmaya dair, ülkemize dair çok şey öğrendim. Atıf Abi’nin planlı, sıkı ön hazırlıklı, ekonomik çalışma tarzından çok şey aldım. Yeşilçam’ın yazan, yaratıcı fikri olan insanlara saygı duyan bir ahlakı vardı. Benden çok daha tecrübeli, olgunluk dönemindeki bu insanlar bana son derece saygılı ve açık davrandılar. Onlardan öğrendiğim şeyleri hala uyguluyorum. Üçünü de ustam sayarım ama sinema dilime etki ettiklerini söyleyemem, yönetmen olarak yaptığım filmler, bu ustaların filmlerinden çok çok farklı bence.

Pandemi şartlarında yaşam, sanat çalışmalarınızı ne yönde etkiledi? Karantina sürecinin yaratıcılığınız üzerinde olumlu/olumsuz etkileri oldu mu?

Benim hayatım temelde çok değişmedi. Büyükada’da yaşıyordum ve zaten daha çok evde oturup yazmak çizmek üzerine kurulu bir hayatım vardı. Salgının hemen öncesi İskoçya’ya geldim. İlk kez geldiğim yabancı bir ülkede hayatım değişecek, çok insanla tanışıp çok yere gideceğim; oyunlar, filmler, konserler ve sergilerden çıkmayacağım diye düşünüyordum. Ama salgın yüzünden, aynı adadaki gibi yaşıyorum. Her gün 1-2 saat yürüyüş, sonra yine ev ve masa başında kafayı kırmak. Bir sürü proje gelişiyor, çok çalışıyorum, yazıyorum-yazışıyorum, çok online toplantı yapıyorum. Pandeminin en büyük etkisi online değişim oldu. Zoom, Google Meet vb. uygulamalar hayatımızın merkezine yerleşti. Eskiden çeşitli kurumlarda yüz yüze yaptığım senaryo atölyelerini evimden online yapmaya başladım. Daha fazla katılım oldu tuhaf bir şekilde.

Gelelim Aşk, Büyü, vs. filminize… Film fikri ortaya nasıl çıktı ve senaryo yazım süreci nasıl ilerledi? LGBTİ+ hem ülkemizde hem de dünyada halen tartışmalı bir konu. Senaryo yazım süresince bu konuda karşılaşabileceğiniz tepkilere dair endişeleriniz oldu mu?

En büyük endişe finans bulamamak. Büyük yapımcılar LGBTİ+ temalardan kaçınıyor. Bu yüzden filmi başlangıçtan beri çok küçük bütçeli bir iş olarak tasarlamıştım, aradığım miktar çok ufaktı zaten. Bu filmi yarıda kalmadan hayata geçirebilir miyim endişesi dışında endişem olmadı. Bundan sonrası için gelebilecek tepkiler çok umurumda değil açıkçası. Aşkı, aşkın sahiciliğini, aşka duyduğumuz inancı tartışan bir film bu. Aşk yaşayanların iki kadın olmasına, filmdeki ölçülü cinselliğe sabrı olmayanlar kendi zavallı ahlak anlayışlarını gözden geçirsin. Zaten ülkemiz öyle bir yer oldu ki, sadece eleştirel akıl sahibi olmak, hakikate dayalı bir fikir geliştirmek ve bunu dile getirmek cinnete ve lince yol açıyor. Herhangi bir konuda, cinsel, politik, ekonomik, kültürel vb ne olursa olsun, eğer çoğunluğun söylediğinden bir milim farklı bir fikriniz varsa ve bunu açıkça dile getiriyorsanız hemen muhalif damgası yiyorsunuz ve saldırıya uğruyorsunuz. Türkiye’de şu an düşünen ve düşündüğünü söyleyebilen insan istenmiyor. Eskiden zararlı fikirler diye bir şey vardı, artık fikir denen şeyin kendisi zararlı sanki. Susup köşende oturmaya ya da maskaralığa izin var sadece. Ama sanatçı denen insanlar bu işi sadece para kazanmak ya da göz önünde olup hava atmak için yapmıyor, sanat bir varolma biçimi, hayatta kalma aracı. İki yol var: 1. Düşündüklerimizi söyleyeceğiz. 2. Delirip öleceğiz. Tabii ki birinciyi tercih ederim.

Aşk, Büyü, vs. Büyükada’da geçiyor. Filmin çekimleri nasıl geçti? Ada halkının filme olan tepkisi veya genel katkısı nasıldı?

Adalılar bizim pek farkımıza varmamış olabilir. Çok ufak bir ekiptik, dev ışıklarımız, kamyonlarımız, karavanlarımız vs yoktu. Sesçi arkadaşın ‘boom’u dışında film ekibini çağrıştıracak bir görünümümüz yoktu. Sokaklarda, vapurda vs insanları durdurmadık, oyuncuların önünden yoldan gelip geçenleri de çektik. Kafe ve lokantalarda bir masaya yerleşip sessizce çalıştık mesela, diğer müşterileri kaldırmadık. Filmde arka planda gördüğünüz kalabalıklar figürasyon değil gerçek insanlar.

Karakterleri Ece Dizdar ve Selen Uçer’i düşünerek mi yazdınız? Oyuncu seçim süreci nasıl ilerledi?

Evet baştan beri aklımda Selen ve Ece vardı. İkisi de çok sevdiğim oyuncular ve arkadaşlarım. Hatta senaryonun yarısında konuşmaya başladık ve yazdıklarımı onlarla paylaştım. Sonrasında da uzun uzun provalar yaptık. Ayşenil Şamlıoğlu ve Emrah Kolukısa da çekimden uzun süre önce belliydi. Sadece Uygar Özçelik son anda cankurtaran gibi katıldı diyebilirim. O rolü oynayacak arkadaşın başka bir filme sözü vardı, bizim proje biraz ertelenince ona gitmek zorunda kaldı.

Ümit Ünal
Ümit Ünal
9’dan Aşk, Büyü, vs filmine dek birçok bağımsız filme imza attınız. Hem ülkemizde hem de dünya sinema endüstrisinde bağımsız yapımlar, yapım öncesi, sırası ve sonrasında sektör filmlerine nazaran çok daha fazla emek, fedakarlık ve özveri gerektiriyor. Bağımsız film çekmenin bütçe, çekim ve dağıtım süreci açısından zorlukları neler?

Anlat İIstanbul, Ses, Gölgesizler gibi büyük bütçeli işler de yaptım. Ama kendi içimden gelen sese göre, kendi kafama göre takılmak isteyince küçük bütçeli bağımsız filmlerden başka seçenek yok şu an. Sinemada bütçe en çok bir atasözü üzerine şekillenir: “Vakit nakittir.” Yani sinemada zaman para demek. Bunu en iyi film çekerken anlarsınız. Sette geçirdiğiniz her gün, her saat para harcıyorsunuz. Dolayısıyla küçük bütçeli filmin en zor tarafı, zamandan kısmak zorundasınız, çok daha hızlı çalışmak zorundasınız. “Normal” bütçeli bir film ülkemiz koşullarında, diyelim 6 haftada çekiliyorsa siz 2-3 haftada çekmek durumundasınız. Senaryo-tasarım aşamasında insanı en zorlayan şey bu. Bir çok şeyden feragat etmek durumunda kalıyorsunuz. Dağıtım apayrı, kanser olmuş bir konu, uzun bir hikaye ama az önce dediğim gibi gişede çok başarılı olmuş isimlerin bile dağıtımla ilgili sorunları var, bağımsız filmler için iş iyice zor.

İçinizde ukde kalan, “tutku projem” dediğiniz bir film ya da dizi çalışması var mı aklınızda?

2017’de roman olarak basılan “Bana Göre Kıyamet”i kitabın öncesinde bir uzun metraj senaryo olarak yazmıştım. Ama o da iki kadın aşkından yola çıkan bizim ticari sinemamıza “aykırı” bir hikaye ve maalesef küçük bütçeli değil. Kısa zamanda çekemeyeceğimi anlayınca romana dönüştürdüm. Hayallerimden biri onu birgün çekmek. Bir diğeri de Teyzem’e konu olan hikayeyi yeniden çekebilmek. Teyzem, yaşanmış bir hikayeden esinlenmişti, benim ve ailemin hikayesi. Ama o dönemin yapım koşulları yüzünden bence çok teknik eksiği olan bir işti. Hikayeyi çağdaş bir teknikle, daha iyi yapım şartlarında çekmek, teyzeme, aileme ve kendi gençlik hayallerime borcum gibi. 34 yıl sonra bugünün seyircisine de çok şey verebilecek bir hikaye bence. Senaryosunu ilk düşündüğüm haline daha yakın ama yeni bir yorumla, yeni bir isim vererek bir daha yazdım. Onu da umarım bir gün çekerim.

Netflix, Amazon Prime, Blutv, MUBI gibi dijital platformlar yaşamımızın önemli birer parçası haline geldi. Bu tarz platformların yapım ve dağıtım süreçlerine getirdiği radikal değişim, sinemacılar arasında fikir ayrılıklarına neden oldu. Siz bu tartışmanın hangi tarafındasınız? İleride dijital platformlarla işbirliği yapmayı düşünür müsünüz?

Scorsese’den Cuaron’a kadar dünyanın en saygın yönetmenleri bu platformlarla çalışıyor. Dağıtımcıları, salon sahiplerini bilemem ama bu konuda yaratıcı taraf açısından fikir ayrılığına düşecek bir durum yok bence. Şahsen elbette fırsat bulursam herhangi biriyle çalışırım. Beyazperde özellikle biz ve bizden büyük kuşaklar için ayrı bir aşk tabii… Filmlerinin karanlıkta parlayan dev perdeye odaklanmış seyirciler tarafından izlenmesini her yönetmen ister. Ama dünya çapında seyircinin ezici çoğunluğu, bizim arzularımızı takmıyor ve filmleri evinde internetten izlemeyi tercih ediyor, bu konuda yapacak bir şey yok. Salonda dev perdeden izleme alışkanlığı hemen bitmez, beyazperdeyi isteyen özel insanlar azalsa da daha uzun bir süre var olacaklar bence ama galiba bundan sonra ana dağıtım/finans kanalı dijital platformlar olacak.

Son olarak gelecek projeleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?

Glasgow’da geçen İngilizce bir senaryo yazıyorum, burada bir Türk kadının hikayesi. Şu an en büyük hayalim onu burada hayata geçirebilmek. Buralı bir yapımcıyla tanıştım, hikayeyi beğendi, bakalım senaryo bittikten sonra olaylar nasıl gelişecek? Onun dışında Türkiye’den bir yapımcıyla bir mini dizi geliştirmeye çalışıyoruz. O da yazım aşamasında, ilginç bir proje çıkabilir. Bir de biraz zamana yayarak, ilk uzun metrajını çekecek bir yönetmen arkadaşım için kendi hikayemden bir senaryo yazdım, bugünlerde bitti bitecek.

https://www.bagimsizsinema.com/umit-unal-sanat-bir-varolma-bicimi-hayatta-kalma-araci.html