Thursday 15 October 2020

Uzun Başlangıç - Express















Glasgow'a 2020 Ocak ayının sonunda, yeni bir başlangıç umuduyla geldim. “55 yaşında ne başlangıcı?” diyen olabilir. Cevabım: Bilmiyorum. Uzun zamandır, iktidardakilerin çok sevdiği tabirle “Yeni Türkiye”de, iliklerine kadar “Eski Türkiyeli” biri olarak acı çekiyordum. Tanıdığım, bildiğim, sevdiğim, yaptığım, sevdiğim insanların yaptığı her şey suya gömülüyordu. Elimden yazıp çizmekten, film çekmekten başka hiçbir şey gelmiyordu... Boşunalık, çaresizlik duygusu insanı hasta ediyor. Biraz uzakta olmak iyi gelir diye düşündüm. Geldi de. Glasgow, yorgun bir adama Glaswegian aksanıyla “hoşgeldin” dedi, ilk günden hoş buldum.

Rivayet o ki, yıllar önce ilk defa Glasgow'u gören bir İskoç delikanlı, çok etkilenmiş ve köyüne dönünce “Orada gökyüzü yok, bütün şehri camla kaplamışlar” diye anlatmış. Meğerse 19. yüzyıldan kalma kocaman cam bir bina olan Merkez İstasyonu'ndan hiç çıkamamış. İstanbul gibi 24 saat çalkantılı devasa bir metropolden geldiğim için, aynı şaşkınlığı yaşamadım elbette. Ama yine de şaşıracak ve sevecek çok şey buldum.

Glasgow 18. yüzyıldan itibaren “İskoç Aydınlanması”nın parçası olmuş. Glasgow Üniversitesi 15. yüzyılda kurulmuş. Türkiye'de “İngiliz” olarak tanıdığımız birçok bilim insanı ya da sanatçı aslında İskoçyalı, bir çoğu da Glasgowlu. Glasgow sokaklarında, meydanlarında siyasetçi ya da askerden daha çok, ya da en az onlar kadar şair, yazar, düşünür, bilim insanı heykeli görebileceğiniz bir şehir.

Clyde ırmağının İrlanda denizine açılan kıyısında kurulu Glasgow bir dönem dünya deniz trafiğinin en işlek limanlarından biriymiş. 19. yüzyılda, Londra'dan sonra Britanya'nın ikinci büyük şehriymiş. Gemi yapımı, tekstil, kimya, metal sanayiinde çok ilerlemiş. (John Berger Boğaz'da hikayesinde İstanbul'da bindiği eski vapurlardan birinin Glasgow yapımı olduğunu yazar.) Sonraları deniz ticareti nehirlere sığmayan dev tonajlı gemilere kaydıkça doklar ıssızlaşmış, 1950'lerde denizcilik bitmiş. Zaman içinde dünyanın ağır sanayi önderi olarak Almanya ve Japonya yükselmişler, buralarda sanayi zayıflamış. 1980'lere gelindiğinde, Glasgow'da ciddi bir işsizlik krizi hüküm sürmüş ve nüfusu çok azalmış. Şehir bakımsızlaşmış, alkol ve uyuşturucu büyük sorun haline gelmiş. Sonraki yıllarda kalkınma destekleriyle hayata döndürülmüş, bir iş merkezine ve kültür ağırlıklı bir şehre dönüşmüş. Tersane işçilerinin çocukları, torunları beyaz yakalı olmuşlar. Şehrin önemli bir kısmı “gentrification”dan geçmiş, yenilenmiş ve hala yenileniyor. Müreffeh liman şehri döneminin izlerini kimi semtlerde Viktoryen mimari örneği sarı ya da kızıl kumtaşından sıra sıra evlerde, kamu binalarında, köprülerde, kiliselerde görmek mümkün. 

Salgın öncesinde, İstanbul'da göremediğimiz birçok ünlü grubun konser verdiği, müzelerinin dolup taştığı, çok canlı bir tiyatro hayatı olan bir şehirdi. Türkiye'de hayal bile edilemeyecek bir şey yapmışlar: Eski kalabalık cemaat kalmadığı için kullanılmayan birçok dev kilise içinde barı, tiyatrosu, toplantı salonları olan birer kültür merkezine dönüştürülmüş. Elbette her yerde olduğu gibi gelir adaletsizliği sürüyor. Şehrin doğu bölgelerinde Britanya'nın en yoksul kesimlerinin yaşadığını okudum, o semtlere henüz gidemedim. Zaten altı ayda Glasgow'un çok az bir kısmını görebildim. Nişantaşı-Taksim-Beşiktaş arası kadar bir alanı biliyorum. Çünkü geldikten kısa süre sonra salgın kabusu başladı.

İlk geldiğim günlerde İskoç bir arkadaş “Glasgow'da Mutlaka Görmeniz Gereken 111 Şey” adında bir kitap hediye etti. Vakit oldukça, yolum düştükçe sırayla kitabın izlerini takip ediyordum. Derken uzaktan kara bir duman gibi gözüken salgın (Yangın mı var – Galiba ama çok uzak, korkma bir şey olmaz bize) inanılmaz bir hızla hayatı ele geçirdi. Türkiye'den daha önce, martın ilk yarısında hijyen ve sosyalleşme konusunda uyarılar başladı. Derken 23 Mart'ta “lockdown” (temel ihtiyaçlar haricinde her yerin kapalı olduğu, sokağa çıkmanın yasak değil ama kısıtlı olduğu bir karantina) başladı. Eve kapandık, Glasgow benim için birden yatak odası, salon, mutfak, banyo ve bir arka bahçe manzarasından ibaret hale geldi. Dışarıda göze görünmez bir tehlike vardı.

Glasgow'a gelmeden, salgın başlamadan önce de dışa dönük biri değildim. Büyükada'da yaşıyordum. Bir çekim ya da hazırlığı yoksa gün içinde çıkıp yürüdüğüm bir iki saat dışında evde masa başında, yarı münzevi bir hayat sürüyordum. Şikayet de etmiyordum. Ama karantina başlayınca, önce doğal olarak dehşet ve endişe, ardından da dışarıdaki her şeye ama her şeye bir hasret başladı: Eski hayatımı, İstanbul'u, ailemi, arkadaşlarımı, hatta hayatımdan çıkardığım insanları bile özler oldum. Boğaz'ı, vapurları, sevdiğim lokantaları, adayı, ufak evimizi, kedimizi her şeyi özledim. İstanbul 3000 km uzaktaydı, ben Glasgow'daydım ama Glasgow'u da özlüyordum. Alçacık turuncu vagonları, şehir merkezinde bir daire çizen tek hattıyla ilk görüşte lunapark oyuncaklarına benzettiğim metroyu özledim. Ücretsiz gezebileceğiniz zengin müzeleri özledim. Kaldığım eve çok yakın olan 500 yıllık üniversiteyi, üniversitenin 12 katlı dev kütüphanesinde kaybolmayı özledim. (Sadece edebiyat bölümü bile kendi başına bir kütüphane.) Yeşil parkları, ırmak kıyısı yürüyüşlerini özledim. Yol sorduğunuzda üşenmeden işini bırakıp sokağın sonuna kadar yürüyen, oradan yön tarif eden, az buçuk tanıdığım İngilizlere hiç benzemeyen alçakgönüllü İskoçları özledim. Pubları, cafeleri, lokantaları, kalabalıkları, koşturmacayı, şehrin kokusunu özledim. Buranın da ırkçısı, cahili, magandası, trafiği, kötü kokan sokakları, inşaat gürültüsü yok mu, var. Ama insan iyi şeyleri özlüyor işte.

Tabii insan kutuplarda, deniz dibinde ya da bir yanardağ eteğinde bile yaşamaya alışabilen hayvandır. Biz de karantina koşullarına alıştık. Maskelere, el dezenfektanlarına, dışarı çıkınca hiçbir şeye dokunmamaya (hele yüzümüze hiç), insanların uzağından geçmeye hatta kaldırım değiştirmeye, eve dönünce ayakkabıları dışarıda çıkarmaya, kapı kollarını telefonları silmeye, market alışverişini bahçede bekletmeye ya da yıkanabilecekleri yıkamaya, aynılaşan günlere alıştım. 2015'te başka türlü bir sıkışmışlık içindeyken, her gün çizerek “Mahlukat Bahçesi” adını verdiğim bir dizi desen yapmıştım. Burada da “Maskeler” adında bir desen dizisi için her gün çizmeye başladım. İstediğim kadar iyi okuyamıyorum ama desenler, yemek denemeleri, Zoom sohbetleri ile idare etmeyi öğrendim. İki dizi önerisi yazdım ve Glasgow'da geçen bir senaryo yazmaya başladım. Zoom üzerinden senaryo atölyeleri yaptım, öğretmen değilim ama“ders” vermek insana hem çok şey öğretiyor hem de sosyalleşme ihtiyacını biraz karşılıyor.

Evde uzun süre kapalı kalınca özlemin yanında, bir de geçmişin insanın içini cız ettiren anları itildikleri kuytu köşelerden başlarını çıkarıyorlar. Ülkemden geçmişimden bunca uzağa gelmişim, 1+1 bir eve kapanıp kalmışım ama hala 30 - 40 sene önce yaptığım haksızlıkları, kırdığım herkesi tek tek hatırlıyorum. Hepsini bulup özür dilemek istiyorum. Tersi de var: Bana yan bakan, alay eden, omuz silkip geçenler... Kazık atan, canımı yakan, terkeden, paramı vermeyen, beynimde bir inşaat çivisi gibi yer eden bir laf edip sonra susanlar... Hepsinden intikam almak istiyorum. Hayat benim “yeni başlangıç” planlarımla alay eder gibi her şeyi askıya aldırdı, “Sen önce bi dur, bi düşün, eskileri bi tart” dedi sanki. Tabii ki, koskoca hayatın benimle ne derdi olacak, belki de zihnim geleceğin bu kadar belirsiz olduğu bir durumda, dengede kalabilmek için can simidi olarak geçmişe sarılıyor.

Derken hep böyle gitmez dedik, tuhaf bir güven de geldi ve yavaş yavaş sokaklara açıldık. Uzun yürüyüşlere çıkmaya başladım. Önce evin çevresinde bomboş sokaklarda ufak daireler çizdim. Sonra daireler genişledi ve en sevdiğim şeyi sık sık yapmaya başladım: Bilmediğim bir yabancı şehirde kaybolmak. Sabah çok erken çıkıyordum. Sokaklar distopik film dekoru gibi bomboş oluyordu. Her yer kapalı, trafik yok, trafik ışıklarına bakmadan yolları geçiyorum. Bir köprünün üzerine pankart asmışlar “Glasgow Endures” (Glasgow dayanıyor). Kimse reklam vermediği için reklam alanları, reklam olmayan alternatif afişlere kalmış: “Kapitalizm öldürür” diyor kocaman el yapımı bir afiş. “Her çağın kendi faşizmi var” diyor bir başkası. Bir de muhteşem bir bahar bastırmasın mı? Salgın öncesi yağan buz gibi yağmurlara inat, her gün pırıl güneş açmasın mı? Her yerde bahara selam duran tomurcuklanmış ağaçlar. Ama hiç insan yok. Belki uzaktan geçen koşu yapan bir adam. Sabahlığıyla pencerede bebeğini avutan bir kadın. Ben, kendim ve boş şehir. Rüya gibi. Her patikasına kadar iki büyük parkı ve yaşadığım semtin her sokağını, böyle böyle avucumun içi gibi ezberledim. Dört aydır metroya, otobüse binmedim. İki üç saat yürüyüş mesafesinden daha uzak hiçbir yere gitmedim.

Salgın dünyanın birçok ülkesinde hız kesmeden sürüyor. Yeni dalgalara karşı uyarılar kesilmiyor, belirsizlik ve endişe aynı yoğunlukta devam ediyor. Ama bugünlerde İskoçya normale dönüyor gibi. Ölümler neredeyse sıfırlanmış, vakalar çok azalmış. İskoçya Başbakanı Sturgeon düzenli açıklamalar yapıyor, birçok ülkenin tersine müthiş bir açıklıkla bilgi paylaşıyor. Virüsün her an hortlayabileceği biliniyor. Her zaman önlemler teşvik ediliyor, yurt dışı seyahatler önerilmiyor ve “Gerekmiyorsa yola çıkmayın” deniyor. İnsanlar da ikna oluyor ve çoğunlukla kurallara uyuyorlar. Sokağa çıktığınızda önlemlere rağmen yaşayan bir şehir buluyorsunuz. Parklar, marketler, alışveriş caddeleri canlı. Salgın (ve içimize saldığı korku) bir gün elbette tamamen bitecek ama o bahar sabahları uyurgezer gibi içinden geçtiğim kıyamet sonrası haliyle bomboş Glasgow aklımdan çıkmayacak.

Belki yakında Glasgow'u okuyarak ve ilgili ama çekingen bir gözlemci gibi uzaktan izleyerek değil, içine karışarak tanıyabilirim. Belki de Glasgow'da geçen senaryom birgün filme dönüşür. Belki o zaman gerçekten yeniden başlayabilirim.



Express, Güz 2020