Tuesday 9 July 2013

Nouvelle Magazine Röportajı - Esen Bahar Peker

Büyük görmek için tıklayınız.
Senaryolar, filmler, kitaplar… Sanat hayatınıza dair birçok birikim, ürün, yaratı arşivlerde, bellekte yer aldı. Peki, öncesi nasıldı? Üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a gitmek üzere yola çıktınız. Neler vardı aklınızda; nasıl sorular, istekler, hayaller? Nasıl karar verdiniz?

Okul biterken herkes gibi yönetmen olmak istiyordum ama o günkü koşullarda zor bir hedef olduğunu biliyordum. “Teyzem”in ilk versiyonunu okulun son yılında yazmıştım. Hayalim onun film olarak çekilmesiydi. Karar değil, mecburiyetten geldim İstanbul'a. İzmir'de kalsam, iş bulamayacağım kesindi.

İlk sinema deneyiminize Atıf Yılmaz gibi büyük bir ustanın yanında, başrolünün Müjde Ar olduğu, ‘Adı Vasfiye’ gibi döneme damgasını vurmuş, kült olmuş bir filmin setinde başladınız. Atıf Yılmaz ile tanışmanız ve stajyer olarak işe başlamanız nasıl oldu? Set ortamı nasıldı? Neler yaşadınız? Neler kattı bu size, neler getirdi?

1985 yazında Atıf Yılmaz'ın yardımcı yönetmeni Leyla Özalp ile tanıştım. Leyla yazdıklarımı okuyup beğendi ve önce Atıf Yılmaz'ın senaryo ekibinde yer almamı sağladı. Sonra da “Adı Vasfiye” için 4. asistan oldum ona. Kötü bir asistandım. Işıklara, mizansene, dekora bakarken kendi işimi unutuyordum. Yine de beni hoş görüp idare ettiler. Atıf abi'nin sıkı bir önçalışmaya dayalı çalışma tarzı, iş ahlakı-sevgisi, ekipteki herkese gösterdiği olağanüstü açık ve demokratik yaklaşım, pratik ve ekonomik çözümler bulma yeteneği beni çok etkilemiş ve örnek olmuştur.

Sonrasında sinema hayatınızda dönüm noktası olmuş ‘Teyzem’ filminin senaryosunu yazdınız. Halit Refiğ’in yönetmenliğini yaptığı film, sinema tarihi kadar kişisel tarihiniz içinde önemli olmalı. Anlatının gerçek bir hikaye olduğunu belirtmiştiniz. Gerçek hikâyeler de bükerek anlatılmış olaylar elbette ama merak ediyorum; Teyzenize ait, kurtardığınız notlardan yola çıkılarak mı yazıldı hikaye? Yazmaya nasıl karar verdiniz? Sonrası sizin için nasıl gelişti?

Teyzemin ben üniversitedeyken ölümü beni çok etkiledi ve dediğim gibi ilk versiyonu henüz okuldayken yazdım. Filmin hayata geçmesi Müjde Ar sayesinde oldu. Onunla “Adı Vasfiye” sırasında tanıştık. Senaryoyu okudu ve çok sevdi, çekilmesine önayak oldu. O günün koşullarında, Yeşilçam'da çok aykırı bir senaryoydu, Müjde gibi bir yıldız sahip çıkmasa çekilmesi imkansızdı. Senaryoyu aklımda kalan olaylardan, fotoğraflardan, bir iki hatıra defteri ve mektup sayfasından yola çıkarak yazdım. Senaryoda çocuk daha küçük ama ben gerçek olaylar yaşanırken, 17-18 yaşındaydım. Yaşananlar aklımda hala tazeydi. Yeniden yorumlamak ve kurmak (bütün acılı taraflarına rağmen) zor olmadı.

Filmi yeniden çekmeyi düşünüyordunuz, bununla ilgili planlara, çekimlere başladınız mı acaba? Bu filmde kimlerle çalışmayı düşünüyorsunuz?

Senaryoyu 1986'da ilk çekildiğinden beri yeniden, kendi yorumumla çekmeyi çok istedim. Halit Refiğ'e elbette büyük saygım var, usta bir yönetmendi. Ama doğal olarak her yönetmen gibi, filme kendi yorumunu getirirken değişiklikler yaptı, çok sevdiğim bazı şeyleri senaryodan attı. Bir de, filmde ciddi yapım hataları vardı. Çocuğun yıllar geçmesine rağmen büyümemesi gibi. Teknik aksaklıklar da eklenince film beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama bizim seyircimiz Türk filmlerine karşı hoşgörülüdür. Hikaye iyiyse teknik, prodüksüyon aksaklıklarını görmezden gelir çoğu zaman. Teyzem, 27 yıldır bir çok insanın sevdiği bir film oldu. Hikayesinde tüm zamanlara ve kültürlere seslenebilecek temel bir damar var bence. Bugünün tekniğiyle ve iyi bir yapım kalitesiyle çekilirse yeniden başarılı olacağından eminim. Senaryoyu bir kere daha kendi kafama göre yazdım. Bir büyük yapım şirketiyle, geçen sene bir süre görüştük ama sonra bütçesel şartlar yüzünden iptal oldu. Şu an rafta yine, ne zaman hayata geçer bilmiyorum ama sabrım ve heyecanım sonsuz o konuda.


9, Ara ve Nar’ı diğer filmlerinizden biraz daha ayrı özel bir yerde tutuyorsunuz. Bu filmleri sizin için özel yapan nedir?

Bu üç film tamamen hiçbir formüle bağlanmadan sadece “içimden gelen kızgın/üzgün/acılı sese” uyarak çektiğim filmler. Ayrıca üslup, teknik, anlatım vs açısından hesabını tam verebileceğim, iyisiyle kötüsüyle sahip çıkabileceğim işler. Diğer bazı filmlerde çeşitli sebeplerle üsluptan, mekandan, oyuncu kadrosundan, müzikten fedakarlık ettiğim, dış koşulların kaçınılmaz müdahelesiyle karşılaştığım durumlar oldu.

‘Nar’ senaryo, anlatım, kadro, değinilen dert ve meseleler açısından Türk Sineması için oldukça önemli bir film. İki kadın arasındaki ilişkiye, adalet sistemine, ahlakı yargılara, toplumsal değerlere, iktidar mücadelesine, iktidarın günlük hayattaki yansımalarına ve daha birçok konuya değiniyor. Burada asıl değinmek istediğiniz neydi? Meseleniz, anlatmak istediğiniz?

Bence Nar, 9 ve Ara ile kendiliğinden bir üçleme oluşturdu. Farklı şeyler anlatsalar da temaları ortak gibi. Üçünde de bir odanın içinden bütün bir Türkiye'ye bakma derdi var. Üçünde de “haksızlık”, “adalet arayışı” temel motifler. Nar'da bunlara belki “empati” eklenmiş olabilir. Türkiye'de son yıllarda toplumca empati yeteneğimizi kaybettiğimizi düşünüyorum. Empati olmayınca toplumun hastalanması, birlikte yaşayamaması, herkesin adaletsizlikten yakınması, kendi adaletini araması da doğal elbette.

Bunun dışında Amerikalı, Berlin in Berlin gibi filmlerin de senaryolarını yazdınız. Diğer filmlerinizden daha farklı bir çizgi ve anlatıma sahip… Bu filmlerin hayatınızdaki yeri nedir?

O senaryoları sadece günlük geçimimi sağlamak için yazdım. O günlerde başka işim, gelir kaynağım yoktu. İkisi de benim özgün fikrim değil, yönetmenleri tarafından ısmarlanmış senaryolardır. Her iki yönetmen de senaryoyu bir kenara koyup, kafalarına göre doğaçlama çektiler filmlerini. Jeneriklerinde adım var evet ama iki filmin de bitmiş halinde katkım çok çok az. Ben yazmasam da olurdu.

80’lerde sinemaya atılmış biri olarak Türk Sineması’nın birçok dönemine, kırılmalarına ve değişimlerine şahit oldunuz. Şu an 2000’lerde durum nasıl gözüküyor sizce? Ümit Ünal sinemasında nasıl değişimler oldu?

Yeşilçam'ın ölüm döşeğinde olduğu yıllarda sinemaya girdim. Görkemli bir şekilde ölüşünü gördüm. Sonra onun bıraktığı boşlukta eskisinden çok daha vahşi bir ticari sinemayla, büyük umut verici bir bağımsız sinema doğdu. O geçiş dönemini yaşadım. Ben ticari sinemada büyümüştüm ama sonra kendimi bağımsız sinema dünyası içinde var edebildim. Ticari sinema o kadar vahşileşmişti ki benim hikayelerimi bile kabul edemez hale geldi diyelim.

Elbette ne kadar eleştirirsem eleştireyim ticari sinemanın milyonlarla ifade edilen seyirci düzeyine ulaşması teknik bir başarı. Takdir etmek gerek. 80'lerde bu yoktu. Öte yandan bağımsız “sanat” sinemasının da yurt dışında elde ettiği başarılar çok heyecanlandırıcı.

“Teyzem”den beri aslında benzer hikayeleri anlatıyorum. Bulduğum olanaklara göre bazı filmler iyi oluyor, bazısı olmuyor. Sinemanın (genelde sanatın) en büyük cilvesi şu ki: Hiçbir şeyin, hiç kimsenin garantisi yok. Yaptığınız film başyapıt da olabilir, çöp de. Aradaki fark kılpayı. Bu en büyük yönetmenler için de böyle.

Sinema-edebiyat ilişkiniz hep iç içe oldu, edebiyat sizin en büyük besininiz olmalı… Bunun dışında film üretiminde nelerden ilham alıyorsunuz? Şarkılar, mekanlar, kokular, anılar, rüyalar, deniz, İstanbul…

Cevaplaması en zor soru. İlham nerden geliyor bilsek, ilhamsız kalınca gider ordan alırdık. Nereden geliyor bilmiyorum. İlham diye bir şey var mı onu da bilmiyorum. Bazı işler ilhamla değil, dediğim gibi, ısmarlama gelişiyor. Bazı işler de içimden atmak istediğim, iyi huylu ama acı veren bir ur gibi kendi kendine büyüyor ve patlayacak gibi olduğunda yazıp bir kenara koyuyorum; imkan bulunca da filmini çekiyorum.

Hasan Ali Toptaş’ın ‘Gölgesizler’ romanını sinemaya uyarladınız, sizin için önemli olan ve uyarlamak istediğini başka edebiyat eserleri var mı?

Okul yıllarımdan beri Shakespeare'in “Yazdönümü Gecesi Rüyası”nı Türkiye'ye uyarlama hayalim vardır. Komedi müzikal olarak. :) Bir de Gombrowicz'in “Pornografi” romanı ilk okuduğumdan beri hayalimde. Umarım sadece hayal olarak kalmazlar.

İşiniz, artık işiniz olmaktan çıkıp kendinizi ifade etme biçiminiz olsa da işi biraz kenara bırakalım… Neler yapıyorsunuz boş zamanlarınızda? En keyif aldığınız şeyler neler?

Yolculuk en eğlendiğim şey. Evde fazla oturunca sıkılıyorum. Neyse ki filmler, festivaller, dersler vs sayesinde çok yurt içi/yurt dışı yolculuk fırsatı doğuyor. Gittiğim şehirlerde müzeleri, kitapçıları, parkları, lokantaları keşfetmeye bayılıyorum. İstanbul'da olunca tek ilginç olabilecek tarafım işim, eğer çalışmıyorsam hayatım çok basit: Mutad şehir yürüyüşleri, evde çalışmak, arkadaşlara yemek yapmak... Yıllar önce çok çıkardım ama geceleri çıkmayı son yıllarda tamamen bıraktım. Yıllardır doğru dürüst TV seyretmiyorum. İnternet bağımlısıyım, sanal dünyada dolaşmaktan, sohbetten, okumaktan, müzik dinlemekten çok zevk alıyorum ama ondan da kurtulmaya çalışıyorum. Çok vakit çalıyor.

Uzun yıllar Londra’da yaşamışsınız, orada nasıl bir hayatınız vardı? İki kızınız hala orada yaşıyormuş. Merak ediyorum iletişiminiz nasıl, Ümit Ünal baba olarak nasıl biri? 

Eski eşim İngilizdi. 11 yıllık evliliğin son 3 yılını Londra'ya yarım saat mesafede bir banliyö kasabasında geçirdik. Ama bir ayağım hep İstanbul'da oldu. 2004'te ayrıldık. Ayrılık sonrası hayatım çok değişti. “İdeal” bir baba olduğumu sanmıyorum, bence hiçbir baba “ideal” olamaz zaten. Ama kızlarımı düzenli görüyorum, iyi bir ilişkimiz var, birlikte güzel vakit geçirip uzun uzun herşeyi konuşabiliyoruz.

Bu sayımızın dosya konusuna gelelim. Cesaret… Hayatınızda yaptığınız en cesur şey neydi? Hayatınıza değiştiren kendi devriminizi yaratan en cesur hamle…

20 yaşımda cebimde o zamanın 20 bin lirasıyla İstanbul'a taşınmak hayli cesur bir hamleydi. Ondan sonraki yıllarda da, gözü kapalı uçurumdan atlamaya benzeyen birkaç hayati adım attım. Ama en cesur hamlemi belki de henüz yapmamışımdır.

Son olarak hayalleriniz, istekleriniz ve gelecek projelerinizden bahseder misiniz?

Her zaman çekmecemde fikir aşamasında, ya da yarım kalmış, ya da bitse de henüz çekilememiş birkaç senaryo oluyor. Şu anda da öyle. Hangisi öne geçecek bilmiyorum.

Hayallerim elbette var ama fazla bahsetmiyorum çünkü hayallerin çoğu gerçekleşene kadar başkalarına gülünç görünür.

Bu hafta itibariyle 48 yaşındayım. Uzak geleceğe dair şimdilik tek planım (ya da umudum) 30-40 yıl daha aklen ve bedenen sağlıklı kalmak ve son ana kadar emekli olmamak. Başka plan yapmak gerekli mi, bilmem.

Teşekkürler

Esen Bahar Peker



Hayatınızın dönüm noktası? 
Hayatımda birkaç büyük değişim oldu. O yüzden tek bir dönüm noktası yok.
En büyük hayal kırıklığınız? 
Genellikle kötülerin kazandığını anlamak. 
Asla unutamadığınız? 
Bakışlar unutulmuyor. Aklımda çakılı kalmış birkaç bakış var, çok farklı insanlardan. 
Sizin için özel olan şarkı? 
Summertime - Gershwin 
Kendinizle ilgili en iyi keşfiniz? 
Pek iyi bir keşfim yok. Dışarıdan çok sakin ve uyumlu görünürüm ama sürekli kendimle kavga ediyorum. 
Başucu kitabınız? 
“Alemdağ'da Var Bir Yılan”- Sait Faik, “Göçmüş Kediler Bahçesi” -Bilge Karasu, “Lolita”- Nabokov. Çok var aslında: http://asyadada.blogspot.com/2011/08/basucu-kitaplarim.html 
Gizli kaçış yeriniz? 
Çocukken denizde 2-3 metre derinde, her dalışta dokunduğum bir kaya vardı. Çok sıkıldığım zamanlar o kayaya doğru daldığımı hayal ederim. 
Hayat mottonuz? 
“Özlü sözlere fazla güvenme.”



Wednesday 3 July 2013

Kafka'nın Kitapları





Kafka 1904'te, arkadaşı Oskar Pollak'a şöyle yazmıştı: "Sadece bizi ısıran, canımızı yakan kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza bir darbe indirip bizi uyandırmıyorsa , okumaya ne gerek var? Mutlu etsin diye mi yoksa? Tanrım, hiç kitabımız olmasa daha mutlu olurduk aslında; bizi mutlu edecek kitapları kendimiz de  kolayca yazabilirdik. Asıl ihtiyacımız olan bize kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi feci bir felaket halinde çarpacak kitaplar, bize sanki ormana insanlardan çok uzağa bir intihar gibi sürgüne gitmişiz hissi verecek kitaplar. Kitap dediğin, içimizdeki donmuş deniz için bir balta olmalıdır. Ben buna inanıyorum." 

Aklın Kabusu: Franz Kafka'nın Hayatı kitabından. Ernst Pawel


‘Altogether,’ Kafka wrote in 1904 to his friend Oskar Pollak, ‘I think we ought to read only books that bite and sting us. If the book we are reading doesn’t shake us awake like a blow on the skull, why bother reading it in the first place? So that it can make us happy, as you put it? Good God, we’d be just as happy if we had no books at all; books that make us happy we could, at a pinch, also write ourselves. What we need are books that hit us like a most painful misfortune, like the death of someone we loved more than we love ourselves, that make us feel as though we had been banished to the woods, far from any human presence, like a suicide. A book must be the axe for the frozen sea within us. That is what I believe.’  From The Nightmare of Reason: A Life of Franz Kafka by Ernst Pawel