Thursday 26 November 2015

"Sinema Neyi Anlatır?" Derleyen: Ayşen Oluk Ersümer


Ayşen Oluk Ersümer'in derlediği "Sinema Neyi Anlatır" kitabında "Sinemanın Dili" adında bir makalem yer alıyor. Bu makale, son yıllarda çeşitli kurumlarda düzenlediğim atölyelerde paylaştığım fikirlerin bir özeti. Burada makalenin sonuç bölümünü alıntılıyorum:


"Elde ya da omuzda hareketli kamera genellikle “öznel açı” etkisi yaratmak için kullanılır demiştik. Kamera kahramanımızı uzaktan, serbest hareketli bir şekilde izliyorsa otomatikman birinin onu izlediği fikrine kapılırız. Ama sinema dilinin bu unsurunu bir şair/yönetmen nasıl kullanmış, örnek vermek isterim:

Yolcu (The Passenger) filminin final sekansını anlatmak istiyorum: (Filmi görmemiş olanlar için bundan sonrası filmin hikayesini ele veriyor, isterseniz gördükten sonra okuyun.) Yolcu'nun baş kahramanı Locke, hayatından sıkılmış, “başkası” olmak isteyen, “özgür” olmak isteyen bir gazetecidir. Birgün karşısına çıkan çok tuhaf bir fırsat sayesinde gerçekten başkası olmayı başarır. Afrika'nın ortasında bir otelde, yan odasında ölen bir adamla kimliklerini değiştirir. Tüm dünya ertesi gün meşhur gazeteci Locke'un öldüğünü öğrenir, kendisi ise çaldığı kimlikle Avrupa'da serseri bir tura başlar. Otosotopçu bir Fransız kızla tanışır. Başta eğlenir gibi olsa da boyundan büyük bir işe kalkıştığını kısa zamanda anlar: Kimliğini çaldığı adam bir silah tüccarıdır. Peşinde onu yok etmek isteyen silah sattığı gruplar, gizli servisler vs vardır. Locke kısa sürede köşeye sıkıştığını, kaçışı olmadığını anlar ve İspanya'da ıssız bir otelde teslim olmaya karar verir. Yol arkadaşı kızı yollar. Ölümü beklediği odada demir parmaklıklı bir pencere vardır. Locke yatağa yatar ve sigara içerek bekler. Dışarıda sıcak bir yaz gününde, ıssız bir İspanyol köyünün günlük sesleri, yaramazlık yapan bir çocuk, oturan bir dede vardır. Kamera elde, yavaş yavaş pencereye yaklaşır. Kız Locke'u bırakmak istemez, meydanda amaçsızca dolaşır. Daha önce gördüğümüz katiller bir arabayla gelirler, biri otele yönelir. Birazdan odada bir gürültü, kısa bir boğuşma sesi duyulur. Kamera odayı göstermeden pencereye yaklşamayı sürdürür. Giderek demir parmaklıkların arasından süzülür ve çıkıp kurtuluverir. Meydanda serbestçe dolaşmaya başlar. Bu sırada Locke'un öldüğüne inanmayan ve peşine düşen İngiliz eşi, polislerle gelir. Otele girerler. Kamera serbestçe dönerek otelin pencerelerini taramaya başlar. Bir odada Locke'un bulunduğu yan odaya geçmek için kilitli kapıyı zorlayan otostopçu kızı görürüz. Locke'un ölü yattığı, biraz önce çıktığımız pencereye gelir ve dururuz. Parmaklıklar yerindedir. Locke'un karısı ve polisler içeri girerler.

Bu tek planlık sekans bence sinema dilinin yaratıcı, şiirsel kullanımına çok özel bir örnektir. Kamera ele alınıp serbestçe dolaştığında bir “öznel açı” etkisi yaratıldığını söylemiştik. Peki burada kamera kimin öznel açısıdır? Otel odasında pencereye yaklaşan, sonra parmaklıkların arasından süzülüp çıkan, sonra da dönüp çıktığı pencereye bakan kimdir, kamera kimin bakışını temsil eder? Antonioni bu sahnede bize ne demek istiyor?

Elbette bu Locke'un bakış açısıdır. Şiirin güzelliği özetlenemez ama özetlemeye çalışırsam, Antonioni bize Locke'un istediği manada özgürlüğün imkansız olduğunu, bunun ancak ölümle gerçekleşebileceğini söylemek istiyor sanırım. Başkası olmak mümkün değildir. Can kafesinden kaçış yoktur. Kafesin parmaklıkları ancak ölümle aralanır.

Bu yedi dakikalık kesintisiz plan/sekansta Antonioni bir sinema dili unsurunu alıyor ve ona herkesin verdiğinden farklı, özel, kişisel, şiirsel bir anlam kazandırıyor. Yaptığı şey ancak sinemada, sinemanın olanaklarıyla yaratabilecek bir şey. Yazıya dökülemiyor. Büyük sinema budur. Sinemada şiir yaratmak budur.

Evet sinemanın kendine özgü bir dili vardır. Ama bir yönetmen bu dili en iyi şekilde öğrense ve uygulamayı bilse de bu onu büyük bir yönetmen ya da sanatçı yapmaya yetmez. İyi bir katip nasıl yazar değilse, sadece sinema dili bilen bir sinemacı da özgün bir sanatçı değildir. Özgün bir sanatçı olmak isteyen birinin elindeki dilin olanaklarını, varolan klişelerin dışında kullanabilmesi şarttır. Kendi dilini, kendi sinemasını kurması şarttır." 


Wednesday 11 November 2015

#storyboards


A new series: 

Storyboards. 

Despite what the title suggests, there's no plot or story continuation here. Just some imaginary landscapes with some tiny people lost in them. 

Please contact me to buy any of the paintings in the series.

****

Yeni bir dizi:

Storyboards. 

Başlığın tersine, aslında burada bir olay örgüsü ya da hikaye devamlılığı yok. Hayali manzaralarda, küçük kayıp insanlar. 

 Bilgi edinmek ya da satın almak için benimle bağlantı kurabilirsiniz.

30x42 cm Aquarelle kağıt üzerine karışık teknik.
21x30 cm kağıt üzerine karışık teknik.

30x42 cm Aquarelle kağıt üzerine karışık teknik.


21x30 cm kağıt üzerine karışık teknik.






































18x25 cm kağıt üzerine karışık teknik.




Add caption

30x40 cm
30x40 cm
21x30 cm
30x40 cm
30x40 cm

30x40 cm
30x40 cm
30x40 cm
30x40 cm
50x70 cm
50x70 cm

50x70 cm
50x70 cm
50x70 cm
50x70 cm.
  • If there will be fire in our skies and on the ground 
  • let it be just firecrackers and bonfires. 
  • (31st December 2015)
Instagram

Friday 6 November 2015

İzmir Life - Kasım 2015 sayısından bir söyleşi




Üniversite yıllarınız İzmir'de geçti... O dönemde İstanbul'a gitmeyi düşünüyor muydunuz? Sinemacı olmak her zaman aklınızda var mıydı?

Her sinema okuyan genç gibi ben de yönetmen olmayı hayal ediyordum elbette. Sinema sektörüne girebilmek için de İstanbul'a gitmekten başka yol yoktu. 1985 yazında okulu bitirir bitirmez kendimi İstanbul'da buldum.

İlk senaryonuz Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması'nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi. Ardından sekiz senaryonuz filme çekildi. 2001 yılında yazıp yönettiğiniz 9 filmi 2003 yılında Yabancı Film Oscar'ı için Türkiye'nin adayı seçildi ve çeşitli festivallerde ödüller aldı. Kariyerinizin bu kadar büyük adımlarla başlaması bugün geldiğiniz noktaya nasıl etki etti?

Bazen, çok gençken her şeyin çok çabuk ve kolay olmuş olması beni biraz kolaycılığa itti, yeterince çaba göstermeyen biri oldum diye düşünüyorum. Şansıma ve “yeteneğime” çok fazla güvendim ve hep ilk zamanlardaki gibi kolay olacak sandım. Şans ve yetenek elbette sinemada başarılı olmak için gerekli ama aynı zamanda sürekli deli gibi çalışmak gerek. Ben geçmişte bazı dönemlerde eski öğretmenlerin “zeki ama tembel” dedikleri gibi biri oldum, bazı dönemlerimi ciddi vakit kaybı olarak görüyorum.

Yazanların, çizenlerin hep bir derdi var. Siz ne için yazıyorsunuz? Yazmak size ne ifade ediyor, yazarken nasıl bir ruh haline bürünüyorsunuz?

İlk senaryomdan beri beni yazmaya ve film yapmaya iten şey sanırım bir tür haksızlık ve isyan duygusu. Yakın çevremdeki insanlardan başlayarak her anlamda haksızlık yaşayan insanları anlatmaya, savunmaya çalıştım diyebilirim.

Teyzem, gerçek bir hikayeden alınmış bir film... Bu hikayeyi bir de sizden dinleyelim.

Teyzem gerçek hikayeden alınmadı ama “esinlendi” diyelim. Pek çok olay gerçek teyzemin ve bizim ailemizin hikayesine benziyor ama insan yazarken hikayeyi ister istemez yeniden uyduruyor, düzeltiyor, sıfırdan yazıyor. Olaylar olduğunda ben filmdeki çocuk kadar küçük değildim, dayım filmdeki Niyazi gibi biri değildi, dedem astsubay değildi, olaylar İstanbul'da geçmiyordu vb. Ama film, gerçek hikayenin duygusu ve acısını büyük başarıyla seyirciye geçiriyor.

Teyzem filmine Ertem Eğilmez destek olmuş. Bu konuda bize daha detaylı bilgi verebilir misiniz? Ertem Eğilmez ile yollarınız nasıl kesişti?

Ertem Eğilmez ile Müjde Ar sayesinde tanıştım. Film ikisinin desteği ve katkısıyla yapılabildi. O zaman için fazla “uçuk” bir senaryoydu. Müjde ve Ertem Abi arkasında durmasalar çekilemezdi.

Anlat İstanbul filmi bize İstanbul'da yaşayan insanların hikayelerini masal tadında anlatıyor. Bu filmdeki beş yönetmenden biri de sizdiniz. Bu proje nasıl gelişti? Masallara yapılan atıf çok ilginç bir detay... Bunu yazma düşüncesi nasıl oluştu?

90'lı yıllarda o zaman çok küçük olan kızıma Külkedisi masalını okurken ilk fikir canlandı. Bu masalın ve diğer Grimm Kardeşler masallarının batı kültüründeki derinlemesine etkisini düşündüm ve bu masallardaki tüm kişi ve olayların dünyanın her yerinde kolayca anlaşıldığını farkettim. O dönemde, özellikle Fransa'da Türkiye'nin Avrupalı olup olmadığı tartışılıyordu. “Avrupalı olmak nedir?” diye sorabilmek için Türkiye'de, doğunun bir zamanlar kalbi olmuş İstanbul'da geçen bir Grimm masalları uyarlaması hayal ettim. Borges'in Shakespeare'in Julius Caesar sahnesini Buenos Aires'in kenar mahallelerine uyarlaması gibi, bu masalları İstanbul'a uyarladım.

Anlat İstanbul'da olduğu gibi farklı şehirlerin farklı hikayelerini de kurgulamayı düşünüyor musunuz? Örneğin filmlerinizde İzmir'e yer verme düşünceniz var mı?

Taa okul yıllarımdan beri İzmir'de geçen fantastik bir aile hikayesi hayal ederim. Bir ara senaryosunu da yazmaya başlamıştım. Ama başka projeler araya girdi olamadı. Birgün olur belki.

2008 yılında Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler adlı romanını senaryolaştırıp yönetmenliğini yaptınız. Bu tarz bir proje daha olacak mı ilerde?

İyi edebiyatı sinemaya uyarlamak çok çok zor bir iş. Gölgesizler gibi çok iyi yazılmış kitapları, sadık okurlarını mutlu edecek şekilde uyarlamak daha da zor, belki imkansız. Ben kendi özgün hikayelerimden film yapınca daha özgür ve mutlu oluyorum açıkçası. Bundan sonra da böyle devam etmeyi planlıyorum. Ama bizim işlerde plan yapmak manasız, her an fikir değiştirebilirim.

Ara, Harold Pinter'ın İhanet adlı oyunundan bir alıntıyla başlıyor. İhanet oyununda da iki ayrı çiftin aşk ve ihanet ilişkilerini anlatıyor. Pinter'ın metniyle Ara filminin bir bağı var mı?

Harold Pinter en sevdiğim yazarlardan. İhanet (Betrayal) oyunu da beni çok etkilemişti. Elbette Ara'nın hikayesi, derdi, anlatım şekli çok farklı ama bir imrenme ya da “ruh akrabalığı” var sanırım.

Dokuz filminde sıkça 6 ve 9 sayılarına ve bu sayıların tersten bakınca birbirinin aynısı olmasına gönderme yapılır. Sizin anlatmak istediğiniz tam olarak neydi burada?

Bir olaya farklı açılardan bakınca farklı görünümlere ve sonuçlara ulaşırsınız. 9'da tam da bunu yapmaya çalıştım. Bir cinayet çerçevesinde bir mahallenin hayatına farklı perspektiflerden bakmak.

Yazdığınız ya da yönettiğiniz filmlerde anlatmak istediğinizi seyirciye tam olarak yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Bazı filmlerde evet, bazısında hayır. Bir yönetmenin filmin efendisi olduğu sanılır ve filmdeki her ayrıntıdan o sorumlu tutulur. Bu bazı filmlerde öyledir, yönetmen her şeyi kontrol edebilir. Ama bazı filmlerde yönetmen sadece bir yapının parçasıdır, yapımcı, oyuncu vb eşit ağırlıkta söz söyleyebilir. Ben bazı filmlerimde o kontrolü kaybettim. İstediğim kadar özgür hareket edip, hayal ettiğim her şeyi yapamadım. Özellikle Anlat İstanbul ve Gölgesizler filmlerimde itiraz ettiğim, “bunlar böyle olmasa çok daha iyi olurdu” dediğim bazı şeyler var. Bazen de hiç olmayacak bir hayale kapılıp, bir basiet bağlanmasıyla, imkansız koşullarda film yapmaya kalkışıyor insan... Bir iş kazasına dönüşen Kaptan Feza filmimi hiç yapmamış olmayı isterdim. Ama mesela 9, ARA, NAR filmlerimde her ayrıntının, her sözün arkasında durup hesabını verebilirim.

Filmlerinizdeki oyunculara gelirsek... Çok önemli isimler görüyoruz filmlerinizde. Özellikle çalışmaktan keyif aldığınız, aynı şeyleri anlattığınızı düşündüğünüz bir oyuncu var mı? Örneğin bazı isimler birkaç filmde çıkıyor karşımıza...

Yazdığınız bir karakteri iyi bir oyuncuyla paylaşmak, onun o karaktere kattığı ayrıntıları görmek hayatta en zevkli, en heyecan verici şeylerden biri. Bana gerçekten ilham veren, yazma isteği uyandıran oyuncular var. Hangi birini saysam diğerinin hatırı kalır.

İzmir'i film sektörü açısından değerlendirirsek...

İzmir ulaşım kolaylığı, iklimi vb açısından sinema için vazgeçilmez bir merkez olabilir aslında. Bence şu an en büyük eksikliği bir film festivali. Antalya ve Adana yıllardır Türk sinemasını toplayan büyük festivalleri sürdürüyor. İzmir'in bunca yıldır bir festival geleneği oluşturmaması büyük eksiklik. Oysa ülke çapında ya da Akdeniz ülkeleri çapında bir büyük film festivali yapmak için ideal bir şehir. Türk sinema çalışanlarını buluşturan bir festival düzenlense, şehri daha iyi tanıyan sinemacıların gelecekteki bir çok projede İzmir'i merkez edineceğinden eminim.

Senaryo yazmak, film yönetmek... Ve bunlar dışında 4 kitabınız var. Bunlardan bahsedelim biraz da... Yeni bir kitap gelecek mi?

Ben “film yapamadığı zamanlarda yazan bir yazar” oldum. Edebiyatçı olabilmek için kendinizi bu işe adamanız ve gerçekten yoğunlaşmanız gerek. Ben sinemadan edebiyata ara sıra kaçtım ama istediğim kadar yoğunlaşamadım. Yine de çekmecelerde bekleyen birkaç kitap fikri var, onlara da sıra gelecek.

Gelecek projeleriniz neler?

Hülya Avşar, Burak Sergen, Alican Yücesoy gibi oyuncuların yer alacağı "Sofra Sırları" adında bir filme hazırlanıyorum. 2016 yazında çekilecek. Başka gelişen projeler de var elbette ama onlardan bahsetmek için erken.
























Bu söyleşi İzmir Life dergisinin Kasım 2015 sayısında yayınlandı.


Wednesday 14 October 2015

Karantina Dergisi - Eylül/Ekim 2015 Sayısından Bir Röportaj

    Büyütmek için üzerine tıklayın.
    Sizi sinemaya yönelten duygu neydi?

    Çocukluğumdan beri hikaye anlatmak ve resim yapmak tutkuyla sevdiğim şeylerdi. Ressam olmayı hayal ederdim. Kısa resimli hikayeler çizmeye, Karagöz figürleri ya da bez kuklalar yapıp oynatmaya bayılırdım. Sinemanın hayatta sevdiğim ne varsa, hepsini birleştiren bir alan olduğunu gördüm ve sinema okumayı istedim. Ama bizi yazmaya-çizmeye, sanat yapmaya iten “duygu” nedir, bilemeyiz, gerçekten bilen sanatçı var mıdır, emin değilim.

    Uzun yıllar senaristlik yaptıktan sonra ilk filminizi 2001 yılında çektiniz. Bu sürecin bu kadar uzun sürmesinde neler etkili oldu? 

    Olaylar sorunsuz aksaydı daha erken yönetmen olabilirdim ama sinemamız 1980'lerin sonunda uzun bir kriz dönemine girdi. Ben de hayatımı sürdürebilmek için reklam yazarlığına başladım. Sinemaya yıllarca ara verdim. O arada peşpeşe ekonomik krizler yaşadı ülke. Senaryolar yazıp hayaller kurmak, reklam filmleri çekmek ve tekniğimi geliştirmek dışında sinemadan uzak kaldım. 

    Senaristlikten yönetmenliğe geçişin size en büyük katkısı ne oldu?

    Senaryo bence bir filmin en temel öğesi. Filmin iskeleti, mimari planı, yol haritası. Senaryoculuktan gelen bir yönetmen ilk tasarım aşamasından itibaren filmin her adımında işe daha hakim olabilir sanırım.

    Senaryolarınız birçok yönetmen tarafından filmleştirildi, peki en çok hangi yönetmeni kendi kurgu dünyanıza yakın hissediyorsunuz?

    Çalıştığım yönetmenlerden Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ'i ustalarım sayarım. Film yapmayı ve senaryo yazmayı, sette insanları idare etmeyi onların yanında öğrendim. Ama “kendi kurgu dünyam”, ya da yaptığım filmler onların dünyasından, onların filmlerinden çok çok farklı.

    İlk senaryonuz Teyzem’in bir yarışmada ödül alması ile bilinirliği artmıştı. Son dönemde birçok senaryo ve film yarışmaları düzenleniyor. Bu yarışmaların 80’lerdeki kadar etkili olduğunu düşünüyor musunuz? 

    Teyzem'in çekilmesini sağlayan şey aldığı ödül değildi. Film üzerine görüşmeler yapılmıştı, zaten 86 Haziran'ında çekilecekti, Mayıs ayında aldığım ödül onun üzerine tatlı ve büyük bir sürpriz oldu. Ödüller o günlerde senaryonun ticari filme dönüşmesi konusunda etkili değildi, bugün de etkili olabildiğini sanmıyorum. Yine de, ödülün tanıtım sağladığı ve büyük bir moral (ve bazen maddi) katkı yaptığı göz ardı edilemez.

    Bu yıl 22.si düzenlenecek Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nin jüri başkanlığını üstleniyorsunuz. Ülkemizde düzenlenen festivaller sinemamıza yeni isimler kazandırmada ne kadar etkili acaba?

    Son 20-25 yılda sinemamızın bir çok önemli yönetmeni, ilk çıkışlarını festivallerde yaptılar. Festivaller, bağımsız sinemacılara yeni filmler yapmak için kaynak yarattı, filmlerini göstermek ve yurt dışına açılabilmek olanağını da festivallerde yakaladılar. Festivallerin etkisi elbette çok büyük.
    Festivallerde uygulanan sansürleri doğru buluyor musunuz?

    Yaş sınırı haricinde hiç bir sansürü doğru ve haklı bulmuyorum.

    Türk sineması 100. yılında birçok filmle izleyenleri mutlu ederken 101. yılında sönük kaldı ve sinemaseverler yabancı yapımlara yöneldi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, senaryo üretmekte sıkıntı mı çekiliyor? 

    Ticari sinemanın pazarlama bunalımı ve yaratıcı insanların sıkıntıları çok farklı şeyler. Sebepleri ve çözümleri bambaşka. Karıştırmamak gerek.
    Filmlerinizde kadın karakterlere birçok yönetmene oranla daha farklı yer veriyorsunuz. “Sinema ve kadın” desek, ne söylemek istersiniz bizlere?

    Sadece kadınları değil, “erkek” çoğunluğun dışında kalan herkesi, bu erkek egemen toplumda haksızlığa uğrayan ve kırılan bir çok farklı insanı anlatmaya çalıştım. Erkek yönetmenlerin elinde genelde karikatürize edilen, düşmanlaştırılan, ötekileştirilen, ezilenleri anlatmaya çalıştım, çalışacağım. Bu elbette dünyaya, cinsiyet konularına bakışımla ilgili. 

    Hasan Ali Toptaş'ın "Gölgesizler" romanını filmleştirme fikrinin ortaya çıkışını anlatabilir misiniz? Romanda en çok ne hoşunuza gitmişti? 

    Gölgesizler bana yapımcı Hakan Karahan tarafından teklif edildi. Romanın filmleştirilmesi aslında onun hayaliydi. Ben romanın derinliğinden, katmanlı yapısından ilk başta biraz ürktüm ama yapımcıyla romanın sadece bir tarafını, hikayenin bir katmanını ele almak konusunda anlaştık. Romandaki politik altyapıyı çok beğendim ve o katmanı işleyip uyarladım.

    Ümit Ünal, Hasan Ali Toptaş dışında kimleri okur acaba?

    Herkesi okumaya çalışırım ama tekrar tekrar okuyup hayran olduklarım: Bilge Karasu, Sevim Burak, Leyla Erbil, Sait Faik, Latife Tekin, Orhan Pamuk, Barış Bıçakçı.. şu an fazla düşünmeden aklıma gelenler. (Tabii Türkçe yazanlar içinde.) 

    Sosyal medya sinemamızı ne derece etkiliyor? 

    Sosyal medyaya çok fazla takılan biriyim, internet bağımlısı olduğum bile söylenebilir. Ama yaptığım filmler, yazdığım senaryolar üstünde sosyal medyanın bir etkisi yok, haydi gazeteler, dergiler kadar var diyelim. Bazen de bir arkadaş sohbeti yerine geçebiliyor. Ama bu benim görüşüm başka yönetmen ya da yapımcılar farklı bakıp, daha fazla etkileniyor olabilir.

    Yaptığınız çizimlere çeşitli sosyal medya sayfalarında yer veriyorsunuz, çizime ilginiz ne zaman başladı? 

    İlk cevabımda söylediğim gibi, çocukluğumdan beri birşeyler çizerim, boyarım, kolaj vs yaparım. Resim ve sanat tarihi üzerine de çok okudum. Ama resim üzerine teknik-formel bir eğitim almadım. Çizmekten zevk alabildiğim zaman çiziyorum. Bazen kağıda fırlayan tuhaf mahlukata ben de hayretle bakıyorum.

    Son filminiz Nar’a 2011, son kitabınız  Işık Gölge Oyunları’na ise 2012’de imza attınız. Pekâlâ, yakında yeni bir kitap ya da film çalışması olacak mı? 

    “Sofra Sırları” adında Hülya Avşar'ın oynayacağı bir film için çalışıyoruz. Bakanlık kredisi aldı, ortak yapımcılar bulunuyor, olağanüstü bir durum olmazsa 2016'da Rota-Net yapım şirketi ile çekeceğim. İlerletmeye çalıştığım başka projeler de var.

    İçinize en çok sinen "işte yaptığım en güzel iş" dediğiniz film hangisi?

    “Güzel” elbette izafi bir kavram ama 9, Ara ve Nar filmlerimin hiç bir mazerete sığınmadan arkasında durabilir, her yaptığımın hesabını verebilirim. Diğer filmlerimde de çok çok sevdiğim şeyler var ama aynı zamanda birçok “ah, keşke!” de var. O “keşke”lerin her birinin sebebi farklı, hikayesi uzun. Bir yönetmen her filminde tamamen özgür olamıyor, hayal ettiklerini her zaman hayata geçiremiyor.

    Son olarak Karantina okurlarına ne söylemek istersiniz?
    Ülkemiz ve dünya çok zor günlerden geçiyor. Elbirliğiyle aklımıza, sağlığımıza, hayatımıza mukayyet olmalıyız. Bizi delirtmelerine izin vermeyelim. Sevdiğimiz filmlere, kitaplara, şarkılara, insanlara sahip çıkalım.

Bu söyleşi Ağustos 2015'te yapılıp, Ekim 2015'te yayınlandı.

Wednesday 7 October 2015

A Portrait From the Catalogue of 22th. Golden Boll International Film Festival - Yeşim Tabak


Click on the photo to enlarge.
Film critic Yeşim Tabak penned this article for the catalogue of the 22th. Golden Boll International Film Festival where I was heading the jury of the National Films Competition.


Film critics love to make generalizations in order to refer to the sociology of a specific period or trends in cinema. This is the very reason why you won’t always find Ümit Ünal mentioned in pieces that summarize the recent history of Turkish cinema under particular movements. Quite simply, we don’t know where to place Ünal. We can’t easily pin him down or class him together with a group of other filmmakers. Although he came into our lives as a Yeşilçam screenwriter in the 1980s, we would be wrong, for example, to describe him as ‘an ambassador of the Yeşilçam tradition’. Similarly, it would be hard to identify him with the spirit of the 1980s. After all, it is the same person who resurfaces at the beginning of the 2000s as the director of 9, a feature both independent and experimental in terms of form, style and production setup. It was also the first Turkish film to be shot entirely in digital format.

Ümit Ünal is like a grown-up (because he can empathize) child in a country of adult children (seemingly serious on the outside but stuck in a narcissistic phase on the inside): he is prepared to experiment, to explore unknown avenues; he is a multitalented artist (who is actively involved in literature and illustration, as well as having dabbled with theatre and music) eager to follow his imagination and content to remain in a ‘state of becoming’ rather than conform to a rigid schema. Despite this eternally youthful outlook, we see even in Teyzem (My Aunt), which he wrote when he was just 21, and in his other best films a screenwriter aware of the complexity of feelings. My Aunt won Ünal a place in the hearts of the Turkish public at the point where art house and commercial cinema overlap. With heart wrenching authenticity, the drama builds a world from tragicomic manifestations of halfway modernization, from individualization thwarted by hypocritical social morality, womanhood disabled by neighbourhood pressures, and the amalgam of ‘best friend / half mother/ lover of sorts’ that defines the aunt-nephew relationship. The film brought to light a wound that we knew was there, but hadn’t named.

The success of My Aunt gave Ünal the chance to gain experience as the writer (or co-writer) of numerous films in the twilight years of the Yeşilçam era during the late 1980s and early 1990s. Even more significantly, it allowed him to work with masters of the older generation, such as Atıf Yılmaz, Şerif Gören and Ertem Eğilmez. The results include Milyarder (The Billionaire), Hayallerim, Aşkım ve Sen (My Dreams, My Love and You), Arkadaşım Şeytan (Devil, My Friend), Piano Piano Bacaksız (Piano Piano Kid), Amerikalı (The American) and Berlin in Berlin.

Yeşilçam’s masters were used to working fast with limited production budgets. They represent a kind of filmmaking that sometimes produced masterpieces, sometimes churned out commercial fare with only sparse pleasing qualities, and alternated between the idealistic artist and the humble labourer. One of the things Ünal gained from working with these masters was the need for practicality regarding the production process. Anyone who has worked on one of his film sets will confirm that when constrained by circumstances Ünal knows how to focus on a solution rather than take it out on his cast and crew. His career is quite unlike most others in the present-day Turkish film industry inasmuch as it follows a zigzagging path that has enabled him to take on different roles (as just screenwriter, just director or ‘auteur’, but also as a TV drama series or commercials director), and projects that are sometimes entirely personal, sometimes manifestly commercial. Another aspect in which Ünal shares common ground with the older generations is his ability to construct a classic narrative where events follow on from one another on the principle of action and reaction. Ümit Ünal is above all a storyteller. Rather than obsessively rework a theme, he produces all kinds of stories that demand very different production setups. If you try asking what is in the pipeline, you will find scores of astonishing projects awaiting the appropriate conditions, some of which may never be made.

Perhaps the most successful of Ünal’s many and varied projects are those films where his auteur presence is strong and the production is defined by a minimal cast and crew, limited locations and a low budget. The most obvious examples that come to mind are 9, in which he digs the dirt on the occasionally romanticized ‘traditional Turkish neighbourhood’, and then Ara and Nar (The Pomegranate), where he explores characters with desirable careers in the city who aspire to the bourgeoisie yet represent a state of ‘inbetweenness’ on the matter of modernization. These three pictures expose a sense of decay fuelled by social morality and anxieties about image; and they are fiercely critical. That said, Ünal’s concern is not to judge or be critical. He accepts his characters with their various flaws; he builds empathy with them, while not necessarily feeling the need to show sympathy. What the director really finds interesting and significant is how the flaws of the different characters interact, how they trigger one another off, and what kind of conundrums they create. Views concerning his other work as a director are various. But each of these films have added colour to Turkish cinema history in respect of the subject matter they deal with.

Gölgesizler (The Shadowless), an adaptation of the eponymous novel by Hasan Ali Toptaş, deals with the relationship between time and place in a surreal structure that roams the boundaries of the mind. The film also presents possibly the most courageous example of contemporary cinema in the formal sense. Understanding or not understanding the picture and liking or not liking it are issues that have been much discussed. Yet whichever way you decide, Ünal has created an atmosphere that is sure to be remembered. In Anlat İstanbul (Istanbul Tales), he adapts western fairy tales to present-day Istanbul and brings together a team of five directors, including himself. This is a film where he has the chance to combine being experimental with high-budget filmmaking and an all-star cast. Inspired by the fantastic B movies of 1970s and 1980s Turkish cinema, Kaptan Feza (Captain Feza) fits into the same unsophisticated B-movie mould itself. On the other hand, with Ses (The Voice), which was written by Uygar Şirin, Ünal successfully raises the bar of the Turkish thriller genre, which has all too often been condemned to cheap populism.

For Sofra Sırları (Secrets of Turkish Cuisine), which he will begin shooting next year, Ünal has cast Hülya Avşar, the diva of Turkish popular culture, in the role of a serial killer. Ünal’s career, like many of his characters, epitomizes different extremes and features many instances of ‘inbetweenness’. But it is also evidence of the very broad perception of the world that can go hand in hand with not being any single, clear-cut thing. Looking back on his 30-year background in cinema, you can’t help but look forward impatiently to his upcoming films.

Altın Koza Film Festivali Katalogundan: Ümit Ünal - Yeşim Tabak


22. Adana Altın Koza Film Festivali'nde 9, Ara, Anlat Istanbul, Nar ve Gölgesizler topluca gösterilecekti. Maalesef, yarışma filmleri dışında tüm gösterimler iptal olunca, benim retrospektif de ancak festival katalogunda kaldı. Yeşim Tabak katalog için bir portre yazısı kaleme almıştı. Yazıyı paylaşıyorum:

Büyütmek için resme tıklayın.

Sinema yazarları, dönemlerin sosyolojisine ve filmlerdeki eğilimlere değinmek adına genellemeler yapmayı sever. Tam da bu yüzden, Türk sinemasının yakın tarihini belirgin akımlar altında özetleyen yazılarda, Ümit Ünalın adını her zaman görmeyiz. Ünalı nereye koyacağımızı bilemeyiz çünkü. Bir grup sinemacıyla aynı çatı altında sabitleyemeyiz kolayca. 80lerde bir Yeşilçam senaristi olarak hayatımıza girmiş olmasına rağmen, Yeşilçam geleneğinin temsilcisidir diyemeyiz örneğin. Ya da birebir 80lerin ruhuyla özdeşleştiremeyiz. 2000lerin başlarında, tamamen dijital çekilmiş ilk Türk filminin, hem biçimi hem de yapım koşulları açısından son derece bağımsız ve deneysel 9un yönetmeni olarak karşımıza çıkan da aynı kişi çünkü.

Çocuk kalmış (dışı pek ciddi görünse de içi narsistik evrede sıkışmış) yetişkinlerin ülkesinde, olgun (zira empati kurabilen) bir çocuk gibidir Ümit Ünal: Sonucun garantili olmadığı yollara girmeye, deneyler yapmaya hazır; hayal gücünün peşinden gitmeye hevesli ve katı bir çerçeveye ayak uydurmak yerine hep oluş halinde, (edebiyat ve illüstrasyonla da uğraşan, ucundan tiyatro ve müziğe bulaşmış) çok yönlü bir sanatçı. Bu daima genç duruşa rağmen, henüz 21 yaşındayken yazdığı Teyzemde bile, ve diğer en iyi filmlerinde, duyguların karmaşasına vakıf bir senaristi görürüz. Ünalı sanat sinemasıyla ticari sinemanın kesiştiği yerden Türk halkının gönlüne yerleştiren Teyzem, teyze-yeğen ilişkisinin en iyi dost / yarı anne / bir nevi sevgili karışımı doğası, mahalle baskısıyla sakatlaştırılan kadınlık, ikiyüzlü toplum ahlakının ket vurduğu bireyleşme ve yarım kalmış modernleşmenin traji-komik tezahürlerinden yürek burkan sahicilikte bir dünya kurmuş; bildiğimiz ama adını koymadığımız bir yarayı görünür kılmıştı.

Teyzemin başarısı, Yeşilçamın son yılları diyebileceğimiz 80ler sonları ile 90lar başlarında birçok filmin senaristi (veya ortak senaristlerinden biri) olarak deneyim kazanma, üstelik Atıf Yılmaz, Şerif Gören, Ertem Eğilmez gibi eski kuşak ustalarla çalışma fırsatı tanıdı Ünala: Milyarder; Hayallerim, Aşkım ve Sen; Arkadaşım Şeytan; Piano Piano Bacaksız; Amerikalı; Berlin in Berlin.

Yeşilçamın ustaları, kısıtlı prodüksiyon koşullarında hızlı çalışmaya alışkındır; kimi zaman başyapıtlar çıkaran, kimi zaman da araya serpiştirilmiş hoşluklarla yetinmiş ticari işler üreten, idealist sanatçı ile mütevazı emekçi arasında gidip gelen bir sinemacılığı temsil ederler. Bu ustalarla çalışmanın Ünal’a kazandırdıklarından biri, film yapım sürecine dair bir pratiklik olmalı. Setinde çalışmış olanlar teyit edeceklerdir ki, Ünal şartlar sıkıştırdığı zaman gerginliğin faturasını ekibine çıkarmak yerine çözüme odaklanmayı bilir. Kariyeri, günümüzün Türk filmciliğinde pek rastlanmayan biçimde farklı görevleri (sadece senarist, sadece yönetmen ya da auteur sinemacı; TV dizisi veya reklam filmi yönetmeni) üstlenebildiği, bazen tamamen kişisel bazen ticari kaygıları ön plana aldığı, zikzaklı bir çizgi ortaya koyar. Ünalın eski kuşaklara yakın durduğu bir diğer yönü de, etki-tepki prensibinde olayların olayları kovaladığı klasik bir öyküleme oluşturmadaki becerisidir. Her şeyden çok bir hikayecidir Ümit Ünal. Bir temanın takıntılı biçimde tekrarı yerine, birbirinden çok farklı prodüksiyon koşulları gerektiren, türlü türlü hikayeler çıkarır önümüze. Sırada hangi proje var? diye sormaya kalkarsanız, uygun koşulları bekleyen, bir kısmı belki de hiçbir zaman gerçekleşme fırsatı bulamayacak, bir sürü şaşırtıcı projesi olduğunu fark edersiniz.

Envai çeşit proje arasında belki de en başarılı oldukları, auteur kimliğiyle karşımıza çıktığı, küçük bir kadro, kısıtlı mekan ve düşük bir bütçeyle kotardığı filmler: Zaman zaman romantize edilen geleneksel Türk mahallesinin kirli çamaşırlarını ortaya çıkardığı 9 ve modernleşme konusundaki arada kalmışlığımızı temsil eden, büyük şehirde cazip meslekleri icra eden, burjuva kesimi oluşturmaya talip karakterleri incelediği Ara ile Nar. Bu üç film de, toplumsal ahlakın ve imajlara dair kaygıların körüklediği bir çürümeyi açığa çıkarır; ciddi eleştiriler getirir. Ancak Ünalın meselesi, eleştirel olmak ya da yargılamak değildir. Ünal, karakterlerini defolarıyla birlikte kabul etmiştir; ille de sempati gösterme ihtiyacı duymadan empati kurmuştur onlarla. Yönetmenin asıl ilginç ve kayda değer bulduğu, farklı karakterlerin defolarının birbiriyle nasıl ilişkiye girdiği, birbirini nasıl tetikleyip ne gibi düğümler yarattığıdır.

9la başlayan yönetmenlik dönemindeki diğer işleri hakkındaki görüşler muhteliftir. Ancak bu filmlerin her biri, ele aldıkları konular itibarıyla Türk sinema tarihine zenginlik katmış çalışmalardır. Hasan Ali Toptaşın romanından uyarladığı Gölgesizler, zaman-mekan ilişkisini gerçeküstü, zihnin sınırlarında gezinen bir yapıda ele alır ve biçimsel anlamda güncel Türk sinemasının belki de en cesur yaklaşımını ortaya koyar. Bu filmi anlamak / anlamamak, beğenmek / beğenmemek üzerine bolca tartışılmıştır. Ancak son kararınız ne olursa olsun, mutlaka hatırlanacak bir atmosfer yaratmıştır Ünal. Batı masallarını günümüz İstanbuluna uyarladığı ve kendisi dahil beş yönetmeni bir araya getirdiği Anlat İstanbulda, büyük bütçeli / yıldız oyunculu sinemacılığa deneysel olma şansını tanımıştır. 70ler ve 80ler Türk sinemasının fantastik B-filmlerinden ilham alan Kaptan Fezada, bizzat B-filmlerin naif çerçevesine girmiştir. Senaryosunu Uygar Şirinin yazdığı Seste ise, sinemamızda çoğu kez ucuz bir popülizme mahkum kalan gerilim türünün çıtasını yükseltmiştir.

Çekimlerine önümüzdeki yıl başlayacağı Sofra Sırlarında, Türkiye popüler kültürünün divası Hülya Avşara, bir seri katili oynatacak. Ünalın, birçok kahramanı gibi arada kalmışlıkları barındıran, farklı uçları temsil eden kariyeri, tek ve net bir şey olmamanın nasıl da zengin bir dünya algısı yaratabileceğinin kanıtı. Otuz yıla varan sinema geçmişine bakınca, sıradaki filmlerini merakla beklememek elde değil.

Friday 25 September 2015

Annus Mirabilis - Mucizeler Yılı - Philip Larkin


Annus Mirabilis

Philip Larkin

Sexual intercourse began
In nineteen sixty-three
(which was rather late for me) -
Between the end of the Chatterley ban
And the Beatles' first LP.

Up to then there'd only been
A sort of bargaining,
A wrangle for the ring,
A shame that started at sixteen
And spread to everything.

Then all at once the quarrel sank:
Everyone felt the same,
And every life became
A brilliant breaking of the bank,
A quite unlosable game.

So life was never better than
In nineteen sixty-three
(Though just too late for me) -
Between the end of the Chatterley ban
And the Beatles' first LP.

Mucizeler Yılı


Cinsel birleşme başladı
Bin dokuz yüz altmış üçte
(bendeniz biraz geç kalmıştı) -
Chatterley yasağı yeni kalkmışken
İlk Beatles uzunçaları çıkmadan.

O zamana kadar herşey
Bir çeşit pazarlıktı,
Yüzük uğruna bir dalaş,
Bir utanç, on altısında başlayan
Ve her şeye bulaşan.

Sonra birden kavga yatıştı:
Sanki herkes aynıydı,
Herkesin hayatı dönüştü
Mükemmel bir soyguna,
Yenilgisiz bir oyuna.

Hayat hiç öyle güzel olmadı
Bin dokuz yüz altmış üç gibi
(Bendeniz çok geç kalmıştı) -
Chatterley yasağı yeni kalkmışken
Çıkmadan daha ilk Beatles uzunçaları

(Bu çeviriyi, bir şiir çevirisinden çok, İngilizce bilmeyenlerin de şiiri biraz anlamaları için ufak bir yardım gibi görüyorum, burada o yüzden tutuyorum. Maalesef şiirin özgün halinin güzelliğini çeviride yansıtmayı başaramadım. Bazen şiirin tınısı Türkçede de mucize gibi tutuveriyor. Bazen de yukarıdaki gibi tutmuyor. Yine de şiirin ne anlattığını aktardığımı umuyorum.)

Thursday 12 March 2015

Mahlukat Bahçesi - Garden of Oddities


Click to enlarge.

Do the squirrels, hyenas, foxes, owls 
and other strange creatures have something to say? 
Portraits of oddities from an endless garden.
This is an ongoing series of drawings 
by director/writer Ümit Ünal.

Please contact me if you like to buy any of them.
The ones labelled with a (*) have been sold. 

....
Sincaplar, sırtlanlar, tilkiler, baykuşlar 
ve diğer acayip mahlukat bize bir şey mi demek istiyor? 

Sonsuz bir bahçeden mahluk portreleri...
Yönetmen/Yazar Ümit Ünal'dan 
sürekli bir desen dizisi.

Satın almak için lütfen bağlantı kurun.
(*) İşaretli desenler satılmıştır.

.

"I told you not to call me a CUTIE PIE again. Didn't I? I did."
"If they ask me what I learned in this life,
YOU MUST STAND UP STRAIGHT ON YOUR TWO FEET!
This I learned from elders."
(*)
"Human life forms vary: Some are like seaweed.
Some are like clouds, some are like tigers."
(*)
"For as far back as I can remember,
I've been a vegetarian. Sometimes fish, maybe."
"I didn't notice anything unusual. Then wifey told me
there was some hard patch on my forehead.
Then it happened and we realized it was too late.
Thank goodness, we got used to it."
(*)

"My aunt used to call this herb sumthin'...
Begins with a T.
Man, on the tip of my tongue but I can't remember."
(*)
"Times are bad mate! Times are bad!
Don't trust anyone, if you get silly
you'll get backstabbers right behind you."

"I never knew what love is, it only exists in films and books.
The whole thing is a dirty bargain,
what you give what you get, are you ripped off?...
That's all what it is about."
"Yes, I am a LEO. How did you guess?"
"I am actually quite sociable.
If you call me an introvert or stuff like that, go look in the mirror."
"I'm fed up with your silly excuses.
You only come up with excuses, then I'm called the bad guy...."
(*)
"I never eat cats! Ever!".
"Don't drink! Ok, I won't.
But how am I supposed to cope
with the heavy burden of the evenings?"
"I never tell my dreams anyone.
Dreams of other people always scare me."
"I've tattooed BLACK DRAGON on my back. In CHINESE."
"That's not the issue, mate. The ISSUE is something else!"
"My childhood was a land of fairy tales. I was a fan of BEE GEES."
"So, she didn't come! It wouldn't work with her anyway,
she kept writing YOUR for YOU'RE."
"There is no you and me! There is us. And who are we?
We are the men with a.. err... a good CAUSE."
"We grew up without a FATHER. 
If we had some proper helping hand, we could have been big time."
"I'm telling you, it was a SLIP OF TONGUE.
I meant to say 'Don't touch it!'
not 'Pick it up and eat as you like', honest."
"Yes. When our God was creating the Earth
we were all there in the FIRST THREE DAYS.
But then things got awry."
"Nothing is just BLACK AND WHITE, is that clear bro?"
"No problem, mate! I'm perfectly c..calm."
"Now listen, I can say TO-MAY-TOES and I can say TO-MAH-TOES."
"Most people think that I look like like my mum.
Pity that I never saw her. I don't even have a photo of her."
"Loneliness is a tough racket."


"They push wounded kids into adulthood
but those wounds never heal."
"Those big thoughts don't fit
in 140 characters limit, unfortunately."
(*)
"One can touch ETERNITY on the body of a loved one.
If only eternity wasn't that short lived."
"It is impossible to describe some fears."
"From now on, there will be ONLY ONE PERSON allowed to talk.
When everyone speaks up I get confused."
(*)
"The most important thing in a relationship is TRUST."
"My mind is clear, my standpoint has always been the same."
"Don't start me up..."
"Every springtime, I fall in love."
(*)
"Enough with the CHANGES!"
"I'm a free person. I never learned to obey ORDERS."
"I'm an orderly person".
(*)

"Tell me, I'm all ears."
"No news from good old friends... I guess we all died out."
(*)
"Describing happiness is not so hard. I am HAPPY, that's all."
(*)

"This country needs new traditions."
(*)

(*)


(*)














(*)





(*)
(*)

"I think I'm done."

Instagram

Click here for Instagram link.