Monday 24 December 2012

Sübyenin tarih içindeki yolculuğu - Tijen İnaltong

 (Bu makaleyi İzmir'de subye ile tanışmamı sağlayan Nesim Bencoya gönderdi. Teşekkür ederim.)


Ege’nin kimi kent ve kasabalarında bugün hâlâ sıcak yaz günlerinde yudumlanan sübyeyi bilir misiniz? Dr. Eren Akçiçek, “Dünden Bugüne Şerbetçiliğimiz” başlıklı yazısında sübyeye ve şerbetçiliğimize şöyle değinir: “İzmir’in çarşısı Kemeraltı’nda özellikle han girişlerinde ve çeşitli yerlerinde pek çok şerbetçi ve çeşitli şerbetler bulmak mümkündü. Özellikle badem sübyesi, kavun çekirdeği sübyesi, koruk, karadut, şeftali, demirhindi şerbetleri İzmir’de çok sevilen şerbetlerdendi.” Yaz günlerinde Kemeraltı’na gittiğinizde seyyar arabalarla sübye satan bir kaç şerbetçiye rastlarsınız belki ama şerbetçi sayısı eskisi kadar çok değildir. Boyalı gazozlar geleli evlerde de pek yapılmaz olmuştur sübye. Oysa İstanbul’da yaşıyorsanız yolunuzu Kadıköy Çarşısı’na, çarşıdaki Çiya Sofrası’na düşürmeniz yeterli. Mevsimiyse bilin ki bir bardak soğuk sübye yudumlayabilirsiniz.

Bir kaç yıl önce Nedim Atilla’dan duyup İzmir Kemeraltı’nda arandığım, oralarda bulamayıp Çiya’da yudumladığım sübyeye Gökçen Adar’ın Mutfakta Dört Mevsim ve bir grup İzmirli hanımın hazırladığı İzmir Sefarad Mutfağı kitaplarında rastlamış, Meyve Ağacından Hikâyeler’i yazarken sübyeyi kavunla yapılan tariflere eklemiştim: “İki su bardağı yıkanıp kurutulmuş kavun çekirdeğini 4 bardak su ve 3/4 bardak toz şekerle birlikte blendere koyup 10-15 dakika, iyice püre haline gelip bembeyaz olana kadar karıştırın. Büyükçe, çukur bir kâsenin üzerine süzgeç koyun. Süzgecin üzerine de büyükçe bir tülbent. Hazırladığınız karışımı dökün ve süzülmeye bırakın. Tamamen süzüldüğünde şekerini kontrol edin, soğutarak servis edin.”

Neden sonra Kaliforniya’da yaşayan arkadaşım Fethiye Akbulut sübyeye merak salacak, kitaptaki tarifi uygulayacak, neyin nesi diye araştırırken Meksikalıların da “horchata” adını verdikleri bir kavun çekirdeği içeceğine rastlayacaktı. Sonrasında da beni bir düşünce alacaktı. Acaba sübyenin doğum yeri neresi idi? Meksika mı, İzmir mi? Yoksa Sefaradlarla birlikte İspanya’dan mı gelmişti? İşte bu merakla başladım araştırmaya ve bu yazı ortaya çıktı.

İzmir Sefaradları için Yom Kipur’la özdeş olan sübye oruç bozarken içiliyor. İzmir Sefarad Mutfağı kitabında içecek olarak hazırlanan sübye ve “sütlaç de subya” tarifi var. Sübye ile yapılan bir nevi pelte bu. Bu bilgi üzerine Sefarad mutfağının köklerini araştırırken Janet Amateau’nun hazırladığı Sephardic Cooking adlı sitede bu sefer “pepitada”ya rastladım. Pepitada, Ladino dilinde “meyve çekirdeğinden yapılan” anlamına geliyor. Katalanlar ise “horchata” veya “orxata” diyorlar bu içeceğe. Tarif yukarıda verdiğim gibi, ancak kavunlar kokulu değilse içeceğe aroma vermesi için gülsuyu veya portakal çiçeği suyu eklenebiliyor, biraz bal veya bir kaç dal nane sübyeyi hem güzelleştiriyor, hem de hoş bir koku veriyor.

Kaynaklar, “horchata”nın Meksikalılar’ın geleneksel içeceklerinden biri olduğunu, eskiden “chufa” denen bir bitkinin köklerinden çıkan yumruyla, bazen de badem, kavun veya balkabağı çekirdeğiyle hazırlandığını, ancak günümüzde daha çok pirinçle yapılıp misket limonu ve tarçınla tatlandırıldığını (kimi zaman demirhindi de ilave ediliyormuş) belirtiyor. Prof. Dr. Turhan Baytop Türkçe Bitki Adları Sözlüğü’nde chufa’yı şöyle tanıtıyor: “Cyperus rotundus L. Kara topalak. Çok yıllık, yumrulu ve otsu bir bitkidir. Yumruları taze iken yenir. Eş anlamlısı Arap topalağı, gecebiten, topalak. Cyperus esculentus L. Abdülleziz, topalağ. Yumruları yenir.” İlk evcilleştirilen bitkilerden biri olan ve Mısır’da firavun mezarlarında rastlanan chufa (Charles Perry, Arapça’da “su’d” denen chufa’nın bir kaç ortaçağ Arap tarifinde yer aldığını belirtiyor), bugün de Mısır ve Sudan’da bol miktarda kullanılıyor ve İspanya’ya Mağribiler tarafından götürüldüğü düşünüyor. “Yukarı Nil bölgesinin simgesi olan, ayrıca fındıkotu ya da çayır fındığı adıyla da bilinen saz türü Cyperus esculentus’un gevrek ve tatlı küçük yumruları” için Phyllis Pray Bober, Kültür, Sanat ve Mutfak’ta şunları söylüyor: “En eski kültürlerin bundan mutfakta yararlanmasına şaşmamak gerek. Belki de İspanyolların bugün hâlâ yaptığına benzer biçimde bu ‘fındıkları’ rendeleyip ferahlatıcı bir içecek yapıyorlardı. Dahası, Macaristan’daki gibi, çekirdekleri kaynatılarak kahve gibi bir içecek yapmakta kullanıldığını bilmemekle neler yitirdiklerini Mısırlılar bilemezlerdi!”

Chufa, kavun veya karpuz çekirdeği, badem, pirinç…
Dünyanın çeşitli bölgelerinde sevilerek tüketilen, yaz aylarının serinletici içeceğinin (sübye, subiyya, horchata, pepitada…) ana malzemeleri.

İzmir, Tire, Bergama ve Milas’ta yapılıyor, Sefaradlar özel bayram kahvaltılarında sofraya getiriyorlar, İspanya’da sevilerek tüketiliyor, Meksika’ya yolculuk edip orada da gelenekselleşiyor. Kimlerdi bu içeceği yanlarına katanlar? Tarık Dursun K.’nın dediği gibi göçmenler mi: “Ege’de, özellikle de İzmir’de yemek konusunda çok kültürlülük hemen kendini gösterir. Çünkü göçeri de, ‘mübadil’i de çoktur, insan değiş tokuşu inanılmaz sıklık ve bollukta gerçekleştirilmiştir. Egemen kültür, Ege’nin ‘karşı yaka’sından gelenlerin getirdiklerindedir. Bunlara bir de ara kültür insanınkiler (sözgelişi, azınlıkta da olsalar, Ermeniler, Selanikliler, Yahudiler, Trakya göçmenleri ve Boşnaklar) eklenir. Boyoz, fırında yumurta, ayva ve kavrulmuş kavun karpuz çekirdeği, döğülmüş kavun çekirdeğinden çıkarılan sübye gibi…”

Peki ya kim icad etti sübyeyi? Kimdi ilk akıl eden? İşte bu soruyu tarihçi Charles Perry’ye yönlendirdim. Yanıt 13. yüzyılda yazılmış bir Arapça yemek kitabındaydı ona göre. Kitab al-Wusla ila al-Habib’de “subiyya yamaniyya” denen bir içecek vardı ve şöyle yapılıyordu: “Beyaz şekeri koyulaştırarak şurup haline getirin. Unu suyla karıştırıp yoğun bir asida (bir tür muhallebi) elde edene kadar pişirin. Piştiğinde bir leğene alıp elle çırpın. Şurubu yavaş yavaş asida’ya ekleyin. Ne kadar çok çırparsanız o kadar köpüklenir ve harira (süt veya yağla pişirilen un çorbası) yoğunluğuna gelir. Çırpılmış fuqqa khurji’yi (fukka, tahıl ve baharatla yapılmış bir tür az alkollü bira. Khurj ise bir tür deri çanta. Charles Perry fuqqa’nın deri bir torbada fermente edilmiş olabileceğini düşünüyor) şerbetli un karışımına ekleyin. Mısır’da aqsima (balla karıştırılmış sirke, sirkencübin) kullanırlar. Sulu bir kıvama geldiğinde bir kaba alın. İçine soyulmuş (doğranmış?) havuç, nane, baharatlar, gülsuyu ve misk koyun. Sıcak bir ortamda sıkıca kapatarak bekletin. Köpük köpük olduğunda için. Bu en iyi içeceklerden biridir. Tarifine birebir uyulmalıdır ancak tadıyla sertliğini kendi zevkinize göre ayarlayın. Kabardığında bir cam bardağı aloe (sarısabır) ve huqq yamani (ne olduğu belirtilmemiş) ile parfümleyin, içeceği koyup servis edin.”

Bir başka tarif de şöyle: “Yukarıda verilen tarifi haşlanmış pirinçle çoğaltın. Bu da başka bir tür olur ve subiyya, pirincini de yiyebileceğiniz bir çorbaya dönüşür. Bazıları suda eritilmiş pirinç suyuyla pişirirler ki bu daha güzel olur. Ayrıca ne kadar köpüklü olursa o kadar başarılı bir sonuç elde etmiş olursunuz.” (Charles Perry’nin notu: Bu hem sübyenin, hem de sübye sütlacının atası gibi görünüyor. Ancak bugün yapılan sübye burada tarifi verilen içecek gibi fermente edilmiyor. Aradaki fark bu. Eğer adına bakarsak bu tarif Yemen’den gelmektedir.) Charles Perry, bir sonraki e-mektubunda sübyenin Arapça’da sadece yukarıda adı geçen kitapta yer aldığını, ancak ortaçağda en popüler yemek kitabı olması nedeniyle en az on elyazması kopyasının bulunduğunu ve bir kısmının da Türkiye’de olduğunu bildirdi. Sübye İspanya’da o dönemlerde yazılan Arap yemek kitaplarında yer almamakla birlikte İspanya’da biliniyor olabilirmiş çünkü Arap dünyasının yiyecekleri İspanya’da seviliyor imiş. (Meraklı okurlar için Muhammed bin Mahmûd Şirvani’nin günümüz Türkçesi’ne uyarlanmış haliyle yayımlanan kitabının -15. Yüzyıl Osmanlı Mutfağı- 138. sayfasında yer alan bal şerbeti ile yine aynı sayfada yer alan pirinç bozasının “subiyya yemeniye” ile benzerlikler taşıdığını söyleyelim.)

Tarihçi ve Arap dünyası uzmanı Paul Lunde, “Yeni Dünya’da Müslümanlar ve Müslüman Teknolojileri” adlı yazısında konuyu bizim için biraz daha aydınlatıyor: “1609-1614 yılları arasında, Granada’nın Hristiyanlar tarafından zapdedildiği 1492 yılından sonra ülkede kalan (özellikle Endülüs’te) 300 bin kadar Müslüman İspanya dışına çıkarıldı ancak çoğunluğu çiftçi olan Müslüman Araplarla birlikte Protestan, Yahudi ve Çingeneler’in de Amerika kıtasındaki İspanyol topraklarına yolculuk etmeleri yasaklandı.” Yine de Paul Lunde’nin belirttiği gibi Amerika kıtasına göç eden İspanyolların arasında pek çok Müslüman Arap vardı. Anlayacağınız 1492 önemli bir tarih. O yıllarda İspanya’da yaşayan Sefaradların pek çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış ve Anadolu topraklarına yerleşmişlerdi. Öyleyse Charles Perry’nin düşündüğü gibi sübyenin Arap ülkelerinde yapıldıktan sonra hem seferler yoluyla Anadolu’ya, hem de Emevilerle birlikte İspanya’ya göç ettiğini, Amerika kıtasına giden İspanyolların (Arap veya değil) bu içeceği Latin Amerika’ya tanıttığını, Türkiye’ye gelen Sefaradların İspanya’da edindikleri alışkanlıkları burada da devam ettirdiklerini düşünebiliriz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki pek çok kültürde tohum, yağlı yemiş ve tahılların ezilmesiyle hazırlanan yiyecek ve içecekler yapılmaktadır. Yani benzer içecekler birbirinden bağımsız olarak farklı topraklarda yaratılmış da olabilir.

Araştırmacı Anne Mendelson’un bildirdiğine göre, Nuevo Cocinero Mexicano en Forma de Diccionario adlı 1888 basımı yemek kitabında horchata şu şekilde yer alıyor: “Yıkanıp dövüldükten sonra suyla karıştırılıp şekerle tatlandırılan kavun çekirdeği içeceği.” Yine aynı kitapta yer alan bir başka tarifte ise kavun, karpuz, balkabağı ve salatalık çekirdekleri birlikte dövüldükten sonra su ve şekerle karıştırılıyor. Ülkede bugün çok sevilen pirinçli horchata ile ilgili bilginin bu kaynakta olmaması nedeniyle bu türün daha sonra geliştiğini veya daha yöresel bir tarif olduğu için kaynaklara girememiş olduğunu varsayabiliriz.

Şimdi gelelim bizdeki kaynaklarda sübyenin nasıl yer aldığına. Priscilla Mary Işın, Fatih Sultan Mehmet için kırmızı kuru üzümden sübye yapıldığını ve Redhouse’un 1890 baskısında “sübiye”nin “ezilmiş badem, kavun veya hıyar çekirdeğinden yapılan tatlı bir içecek” olarak yer aldığını bildirdi. Yine Mary’nin belirttiğine göre Ev Kadını adlı yemek kitabının 1882 yılı baskısında sübye şu şekilde kayda geçirilmiş: “İçi dolgun kavun çekirdeğinin gerek mevsiminde tazesi ve gerek kurusunu temiz yıkayub ıslak ıslak havanda dövdükden ve su ile karışdırub el ile oğdukdan sonra süzmeli. Eğer çekirdeklerde iç kalmış ise tekrar döüb yine bir mikdar su ile oğmalı bu suretle kamilen kabuklardan içi elendikde şekerini karışdırub durdurmalı posası altına indikde üstünden sübyesini alub ve süzüb matlub ise çiçek suyu karışdırmalı.” Bir sonraki maddede badem sübyesi tarifi var ki “badem şurubu tertibinde olub fakat ateşe gösterilmeden sulandırmakdan ibaretdir.”

İlk basılı Türkçe yemek kitabı olarak kabul edilen Melceü’t Tabbâhîn’de (basım 1844) Mehmet Kâmil, badem şurubu ve badem harisesine yer veriyor (hariseyi Charles Perry’nin verdiği bilgilerden hatırlayacaksınız). Badem şurubunun tarifi şöyle: “Yüz dirhem tatlı badem ve üç dirhem acı bademi haşlayıp iç kabuğunu çıkardıkta mermer havanda gereği gibi dakkedip halloldukta içine yüz dirhem su koyup iyice karıştırıp sıkça astardan süzdükte posasını yine havanda tekrar dakkedip yine yüz dirhem su ilâvesiyle karıştırıp astardan süzeler. Hasılı bademden az posa kalır. Onu terk edeler. Ba’dehu bir tencere içine bir kıyye şeker ve sıkılıp hasıl olan sübyeleri dahi üzerine izafe edip karıştırıp bir taşım kaynadıkta indirip astardan süzüp bokallere ba’de’l-vaz’ ağzını kapayıp hıfz oluna. Hîn-ı iktizada sulandırıp şurboluna. Pek midevî, latîftir. İşbu şurubu punççu dükkânlarında somada tabir ederler.” (Marianna Yerasimos Osmanlı Mutfağı kitabında Mehmet Kâmil’in açıklamasına yer verip “Günümüzde bademin bol olduğu ve Girit mübadillerinin yaşadığı yörelerde bu şurup hâlâ yapılıyor ve somada deniliyor. Somada insana hem serinlik hem ferahlık veren şuruplardan biridir” diyor.) Yine aynı kitapta yer alan badem harisesi için ise kabuğundan ayrılıp dövülen bademler elekten geçiriliyor, gülsuyu ve şekerle bir taşım kaynatılıp tarçınla salep gibi ikram ediliyor.

Mahmud Nedim bin Tosun’un Aşçıbaşı adlı kitabında ise hem badem şerbeti-sübye, hem de kavun çekirdeği şerbeti tarifleri yer alıyor. Badem şerbeti yukarıda tarif edilen şekilde hazırlanıyor, çiçek suyu eklenip soğutulduktan sonra servis ediliyor. Bu içeceği sıcak içmeye kalkarsak da letafeti değişiyor, içeceğin adı “sübye” oluyor. Kitapta yer alan kavun çekirdeği şerbeti ise şöyle yapılıyor: “Kavun çekirdekleri güzelce yıkanarak bir taş havanda incerek dövülüp kaynar suya boşaltılmalı. Bir iki taşım kaynadıkta bunun da rengi badem şerbetine döneceğinden süzgeçten süzüp tülbentten geçirerek şekeri ilave olunur. Kepçe ile biraz da savruldukta soğuk iken bardaklara taksim olunmalı. Pek latif ve hafif olur.”

Görüldüğü gibi Mahmud Nedim bin Tosun kavun çekirdeği şerbetini biraz pişirerek yapmamızı öneriyor. Sofra Nimetleri kitabında Abdullah Cerrahoğlu sübye tarifini kavun çekirdeği, şeker ve suyla verirken tarifin sonuna şu cümleyi ekliyor: “Sübyeyi sanat haline getirip satanlar granit üstüvanelerden yapılmış bir makinadan birkaç kere geçirmek suretiyle daha kolaylıkla sübye yaparlar.” Bilmem bugün hâlâ “granit üstüvaneden yapılmış makina” kullanan şerbetçi var mı? Pek şerbetçi de kalmadı ya belki İspanya’daki, Meksika’daki örnekler bize ders olur ve nice yolculuklar yapıp nice kültüre mal olmuş bu ucuz, leziz, besleyici ve serinletici içecek yeniden ağzımızı tatlandırır, geçmişi anımsatır.


(Bu yazının hazırlanmasına katkıda bulunan Charles Perry, P. Mary Işın, Ahmet Uhri, Nedim Atilla, Fethiye Akbulut, Sharon Peters, Anne Mendelson, Janet Long-Solis, Nancy Jenkins, Rachel Saltzman, Gary Allen ve Michael McKernan’a teşekkür ederim.)
Bu yazı Metro-Gastro dergisinin 34. sayısında (Temmuz-Ağustos 2006) yayınlanmıştır.
Kaynakça
Adar, Gökçen, Mutfakta Dört Mevsim/İlkbahar-Yaz, Epsilon Yayınları, İstanbul, 2004.
Akçiçek, Eren, ‘Dünden Bugüne Şerbetçiliğimiz’, Yemek Kitabı, Hazırlayan: M. Sabri Koz, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2002.
Antebi, Ester ve arkadaşları, Kaybolan ve Yaşayan 100 tarifiyle: İzmir Sefarad Mutfağı, Freelance Group Reklam Ajansı, İstanbul, 2004.
Baytop, Prof. Dr. Turhan, Türkçe Bitki Adları Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1997.
Bin Tosun, Mahmud Nedim, Aşçıbaşı (Hazırlayan: Priscilla Mary Işın), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999 (2. baskı).
Brober, Phyllis Pray, Sanat, Kültür ve Mutfak, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003.
Fahriye Hanım, Ev Kadını, Ofset Yapımevi, İstanbul, 2002.
K., Tarık Dursun, ‘Otlar ve Otseverler’, Yeni Asır gazetesi, 2 Mayıs 2006.
Kâmil, Mehmet, Melceü’t-Tabbâhîn (Hazırlayan Cüneyt Kut, Editör: Ali Pasiner), UNIPRO ve Duran Ofset basımı, İstanbul, 1997.
Lunde, Paul, ‘Muslims And Muslim Technology In The New World’, Saudi Aramco World magazine, Volume: 43, Number 3, May/June, 1992.
Şirvani, Muhammed bin Mahmûd, 15. Yüzyıl Osmanlı Mutfağı (Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Dr. Müjgân Çakır), Bilimevi Basın Yayın, İstanbul, 2005.
Yerasimos, Marianna, Osmanlı Mutfağı, Boyut Kitapları, İstanbul, 2002.

Tuesday 18 December 2012

the naming of cats - t. s. eliot



The Naming of Cats is a difficult matter,
It isn't just one of your holiday games;
You may think at first I'm as mad as a hatter
When I tell you, a cat must have THREE DIFFERENT NAMES.
First of all, there's the name that the family use daily,
Such as Peter, Augustus, Alonzo or James,
Such as Victor or Jonathan, George or Bill Bailey—
All of them sensible everyday names.
There are fancier names if you think they sound sweeter,
Some for the gentlemen, some for the dames:
Such as Plato, Admetus, Electra, Demeter—
But all of them sensible everyday names.
But I tell you, a cat needs a name that's particular,
A name that's peculiar, and more dignified,
Else how can he keep up his tail perpendicular,
Or spread out his whiskers, or cherish his pride?
Of names of this kind, I can give you a quorum,
Such as Munkustrap, Quaxo, or Coricopat,
Such as Bombalurina, or else Jellylorum-
Names that never belong to more than one cat.
But above and beyond there's still one name left over,
And that is the name that you never will guess;
The name that no human research can discover—
But THE CAT HIMSELF KNOWS, and will never confess.
When you notice a cat in profound meditation,
The reason, I tell you, is always the same:
His mind is engaged in a rapt contemplation
Of the thought, of the thought, of the thought of his name:
His ineffable effable
Effanineffable
Deep and inscrutable singular Name.

Tuesday 11 December 2012

"Palto" ve Biz Ne Yapalım?

Bir anı: 1984 olmalı. Üniversiteden bir arkadaş, Didim'de bir kafenin yazlık işletmesini almış, benden kafenin duvarına dekoratif bir resim yapmamı istedi. Gittik baktık; upuzun beyaz bir duvar. Ben bir-iki taslak hazırladım, birini beğendi. Hayatımda duvar resmi filan yapmadığım için uygulaması kolay bir şey seçmiştim. Sonra bir başka haftasonu gittik, boyalar aldık, ölçtük biçtik duvara resmi uyguladık ve boyamaya giriştik. 

İyi kılıklı ama biraz ürkütücü görünüşlü, kalın bıyıklı adamın biri gelip kafede bir masaya oturdu ve çay içerken bizi seyre koyuldu. Resmi pek beğenmediği belliydi. Suratını buruşturup duruyordu bakarken. 


YVES TANGUY, M LOS CINCO EXTRANOS 1941 

Soyut, sonsuz bir fonda birtakım renkli nesneler diye tarif edeyim yaptığım resmi. 19 yaşımın akılsızlığıyla, Miro ve Tanguy'a özenen, bir de onları hiç utanmadan dekoratif amaçlı kullanmaya kalkan basit bir işti. Ama o sırada, hayatta ressam olamayacağımı bilmiyordum, yaptığım işi kendimce ciddiye alıyordum. 


O yüzden de bıyıklı adam yanıma gelip de "Abicim şuraya şöyle çeşme başında bekleyen güzel bi köylü kızı çizsen fena mı olurdu?" dediğinde bozuldum. Cevap vermeden pis pis baktım. Adam bana daha pis baktı. Mekanı işletmeye hazırlanan ve nazik olmaya çalışan arkadaşım adamı nazikçe başımdan alıp idare ederek yolladı. 

Sanat yapmak zor bir iştir. Kendi başınıza, hiç kimse karışmasa da çok zor bir iştir. Üstünüzde oluşturulmuş baskıları, utançları, korkuları kıracaksınız, kendi içinde bütün ve özgün bir iş ortaya koymaya çalışacaksınız, üstelik bunu özgün bir dille yapmaya uğraşacaksınız, sizden önce yapılmış işleri anlamış ve hazmetmiş olacaksınız, vesaire. 

Bugünkü gözle bakınca yaptığım o duvar resminin kötü olduğunu anlayabiliyorum. Ama devam etseydim belki resimlediğim beşinci kafe olağanüstü bir yer olabilirdi. Belki de olamazdı, bu işin garantisi yok. İşimizin doğası bu, iyi işler çıkması için özgürce, sınırsız üretim şart. On kötü sanatçı çıkacak, yüz tane çöpe giden eser üretecek, on birinci sanatçının yüz birinci işi bir başyapıt olacak ve alanında tarihe geçecek, insanların hayatını değiştirecek, manevi bir yol gösterici ve kendinden sonra gelen işlere bir ölçüt olacak. (Ha, kötü ve ucuz sanat zevk vermez mi, bazı insanlara iyi vakit geçirtmez mi? Tabii ki öyle. Eminim o yaz o kafeye gelenlerden benim dandik resmime bakıp hoşlananlar da olmuştur. Kötü sanat yapıtlarının da yaşama hakkı var.) 

Ama o bıyıklı adamın memleketin sanat otoritesi olduğunu, sizin işiniz konusunda tek karar verici olduğunu düşünün. Geliyor ve diyor ki: "Bu ne? Sil bunu, yerine güzel bir şey yap!" Neye göre güzel? Kime göre? Onun kafasına göre. Çeşme başında bir köylü kızı ya da ona benzer bir şey. 

Çoktan geride bıraktığımı sandığım, zaman zaman arkadaşlarıma gülerek anlattığım yukarıdaki anı bugün Türkiye'yi özetleyen bir şey oldu. 

Son haber, İzmir'de Gogol'ün "Palto"sunu sahneleyen bir grubun üyelerine "halkı askerlikten soğutmak" suçuyla hapis cezası verilmiş. Evet "Palto". Dostoyevski'nin "biz hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık" dediği palto. 

Bir önceki gündem maddesi Türkiye'nin en popüler dizisinin tarihi kişiliklere hakaret ettiği gerekçesiyle yasaklanma girişimiydi, ki büyük olasılıkla girişim olarak kalmayacak. Sonra mesela, RTÜK'ün "Simpsons" oynatan kanala ceza vermesi var, unutulmaz... Daha öncekiler de herkesin malumu "ucube", vb. 

Herkes bilir: Türkiye'de sanatçılar toplum ve devlet tarafından kısıtlandıkları, çok dikkatli davranmaları gerektiği önbilgisiyle doğar ve bunu içselleştirerek yaşar. Her sanatçı ensesinde o "köylü kızı resmi" isteyen bıyıklı adamın varlığını hisseder. Ama para kazanmak için ama bacağından vurulmamak için ama hapse düşmemek için "otosansür" uygular. Bir Türk sanatçısı otosansür uygulamadığını söylüyorsa yalan söylüyordur. Bu ülkede, örneğin; devlet, ordu, din, mezhepler, mafya vb. bir çok "hassas" konuda yazmak ve konuşmak için hep çok ölçülü adımlar atmak gerekti. "Ölçü" dışına çıkan sanatçılar hapse atıldı, sansürlendi, işini yapması engellendi. Sanat hep marjinal bir alanda tutuldu. Bu genlerimizde yazılı, hazırlıklı olduğumuz bir durum. 

Ama sıra Gogol gibi klasiklere ve izlenme rekoru kıran ultra-pop dizilere geldiyse yeni bir durumla karşı karşıyayız. Evet, "Yeni Türkiye"nin yeni şartları. Bendeniz "eski moda" kalmış zavallı kafamla "Yeni Türkiye"nin sansür standartlarını anlayamıyorum. Eğer özgürlük aralığı bu kadar daraldıysa, dünyaca bilinip sevilen klasiklerin yeniden üretimi kadar, ticari bir soap-opera kadar bile hayal etme şansımız yoksa biz, bu ülkenin sanatçıları, yazarlar çizerler ressamlar sinemacılar tiyatrocular ne yapacağız? Bu işleri bırakalım mı? Susup oturalım mı? Suya sabuna dokunmayan maskaralar mı olalım? Kimsenin ne dediğini anlamadığı, alıcısı olmayan, içine dönük bir sanata mı kapanalım? Milli ve dini menkıbelerden mi ilham alalım sadece? 

Gogol kendisinden sonra gelen bir kuşağı etkilemiş yol göstermiş. Dostoyevski "Biz onun Palto'sundan çıktık" diyor. Biz nereden çıkalım? 

Bunca yıldır iyi kötü yaptığım şeyleri izlemiş insanlara, seyircilere soruyorum: 

Ne yapalım?

Wednesday 5 December 2012

Orson Welles'in son filmi. "The Spirit of Charles Lindbergh"



Bu kısa film, Orson Welles'in ölmeden önce çekilen son görüntülerinden biri. Hayatta tamamladığı son film.

Sözlerini kendimce çevirdim, altyazı yapamadığım için:


"Ağlama canım, lütfen.

Sayıları çok az ama bu dünyaya, geniş ufuklara odaklanmış olarak gelen adamlar var. En uzak ufkun ötesine onlar hiç zorlanmadan bakabilir, henüz keşfedilmemiş o ülkeyi onlar görebilir: Biz buna gelecek diyoruz.

İşte bu sözler öylesi bir adamdan. Ben de yine öyle bir adama adamak istiyorum:
Senin için Bill.

Charles Lindbergh'in büyük “Spirit”i tarihe geçmek üzere uçuyor. Bunlar da o sırada yazdığı satırlar:

“Bir saat içinde ineceğim. Tuhaf ama hiç acelem yok. Hiç uykum yok. Vücudumda bir ağrı da yok. Gece serin ve güvenli. Kokpitte sessizce oturmak ve şu biten uçuşun tadını çıkarmak istiyorum. Sanki nadir bir çiçeğin peşinde, bir dağa tırmanış mücadelesinden sonra, tam bulup elimi uzatacakken anlamışım gibi: Asıl mutluluk ve tatmin onu bulmaktadır, koparıp elde etmekte değil. Koparmak ve yok etmek aynı şey. Nerdeyse, Paris birkaç saat daha uzakta olsun istiyorum. İnmeye yazık. Gece bu kadar berrakken... Depomda böyle çok yakıt varken...”

Senin için Bill."


http://en.wikipedia.org/wiki/The_Spirit_of_Charles_Lindbergh







Wednesday 28 November 2012

Eski güzel günler...

Bu resim 1968'de çekilmiş olmalı. Yenifoça'da kaldığımız öğretmen lojmanının kapısının önünde kardeşim ve ben poz veriyoruz, babam çekmiş. Yıllar içinde çok sevip birkaç yerde paylaştım. 

Geçen hafta sonu, İzmir'de olmayı fırsat bilerek, üniversite yıllarından arkadaşım Zafer Özden'in çok çok hora geçen yardımıyla bir kişisel tarih turu yaptım. Yenifoça elbette çocukluğumun sakin köyü değil artık, her yere beton dökmüşler, "yatırım" ve "hırs" her yeri sarmış. Yine de öğretmen lojmanları, sayısız tamire rağmen, aynı kalmış. 

Ben de yaklaşık 45 sene sonra aynı kapının önünde resim çektirdim. (Tamamen tesadüfen bir karabaş ve yavru bir kedi tam biz resim çekerken gelip kadra girdiler.)

Geçmişe özlem duymak, kendi geçmişimizi aramak, geçmiş unsurlarımızla karşılaşınca sarsılmak acaba bugünün dünyasında mutsuz olduğumuz için mi? 

Bu sıralar sanal dünyada çok fazla insanın geçmişe dair resimlerini, çocukluk/ gençlik anılarını paylaştığını gözlüyorum. Belki de kendimizi bugüne ait hissedemediğimiz için, sisin pusun içinde "eski güzel günleri" arıyoruz...



Tuesday 27 November 2012

A Thanksgiving Prayer - William Burroughs


Şükran Günü Duası
Şükranlar olsun, yaban hindileri ve güvercinlere, Amerikan bağırsaklarında boka dönüşecekler.
Şükranlar olsun, koca bir kıtaya, zehre bulayıp içine edildi.
Şükranlar olsun, kızılderililere, tetikte tuttular sizi bir süre.
Şükranlar olsun, sürüler dolusu bizona, yüzüldü derileri, çürüdü gitti cesetleri.
Şükranlar olsun, kurtların ve çakalların bolluğuna.
Şükranlar olsun, Amerikan rüyasına.
Bayağılaştırıp çarpıtıldı iyice
ki çıplak yalanlar iyice görünsün.
KKK için şükranlar olsun. 
Her kelle için bir çentik atan zenci katili polislere.
Kötücül yüzleri yamrulmuş, acılaşmış kilise müdavimi kadınlara.
"İsa adına bir ibne gebert" afişlerine şükranlar olsun.
Laboratuar ürünü AIDS için şükranlar olsun.
Şükranlar olsun içki yasağına ve uyuşturucuya karşı savaşa. 
Kimsenin kendi yoluna gidemediği bu ülke için şükranlar olsun.
Şükranlar olsun bu sahtekarlar diyarına.
Evet, şükranlar olsun hatıralara - peki aç kollarını bakalım!
Hep başağrısıydınız, hep fena can sıkıntısıydınız.
Şükranlar olsun, sonuncu ve en büyük ihanetiniz için, 
insanlığın sonuncu ve en büyük rüyasına. 

Çev: Ümit Ünal



A Thanksgiving Prayer :
Thanks for the wild turkey and the passenger pigeons, destined to be shit out through wholesome American guts.
Thanks for a continent to despoil and poison.
Thanks for Indians to provide a modicum of challenge and danger.
Thanks for vast herds of bison to kill and skin leaving the carcasses to rot.
Thanks for bounties on wolves and coyotes.
Thanks for the American dream,
To vulgarize and to falsify until the bare lies shine through.
Thanks for the KKK.
For nigger-killin' lawmen, feelin' their notches.
For decent church-goin' women, with their mean, pinched, bitter, evil faces.
Thanks for "Kill a Queer for Christ" stickers.
Thanks for laboratory AIDS.
Thanks for Prohibition and the war against drugs.
Thanks for a country where nobody's allowed to mind their own business.
Thanks for a nation of finks.
Yes, thanks for all the memories-- all right let's see your arms!
You always were a headache and you always were a bore.
Thanks for the last and greatest betrayal of the last and greatest of human dreams.


Wednesday 7 November 2012

Once in Europa - John Berger




"Before the poppy flowers, its green calyx is hard like the outer shell of an almond. One day this shell is split open. Three green shards fall to the earth. It is not an axe that splits it open, simply a screwed-up ball of membrane-thin folded petals like rags. As the rags unfold, their colour changes from neonate pink to the most brazen scarlet to be found in the fields. It is as if the force that split the calyx were the need of this red to become visible and to be seen."

Tuesday 6 November 2012

From the last page of "On the Road" - Kerouac



"So in America when the sun goes down and I sit on the old broken-down river pier watching the long, long skies over New Jersey and sense all that raw land that rolls in one unbelievable huge bulge over to the West Coast, and all that road going, and all the people dreaming in the immensity of it, and in Iowa I know by now the children must be crying in the land where they let the children cry, and tonight the stars'll be out, and don't you know that God is Pooh Bear? the evening star must be drooping and shedding her sparkler dims on the prairie, which is just before the coming of complete night that blesses the earth, darkens all the rivers, cups the peaks and folds the final shore in, and nobody, nobody knows what's going to happen to anybody besides the forlorn rags of growing old, I think of Dean Moriarty, I even think of Old Dean Moriarty the father we never found, I think of Dean Moriarty." 

Monday 29 October 2012

Yağmur - J. L. Borges


Nihayet ferahlıyor akşam aniden
Dışarda usul usul yağmur yağıyor
Yağıyor mu, yağmış mı? Yağmur daima
Geçmişte yaşanan bir şeydir zaten

İngilizce'den çeviren: Ümit Ünal 
(Borges'in şiirinin bu ilk kıtasını Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan 
"Işık Gölge Oyunları" kitabımın girişinde bu çeviriyle kullandım.)







Sunday 28 October 2012

Baba Olmak - Barış Pirhasan



















Baba olmanın yollarını arıyorum
Bir ara nerdeyse...
Olmadı ama, otuz yıl geçiverdi
Geçiverdi çocuklar yanımdan
Biyolojik baba, saçları dökülen eti gevşeyen
Kırık derin bir çizgi eklenen alnına
Alt bezleri, süt ve ezilmiş sebze
Rendelenmiş elma
Ninniler gibi hüzünlü
Baba
Herşeyi yapmış olmak neye yarar
Ne demek yani ben de ateşlenmiştim onunla
Öksürük şurubu, fitil, sanrılar
Büyütülmüş bir rüya
Gibi büyüdü gitti çocuklar
Ben baba
Baba olamadan
Kırmadan elime tutuşturulmuş kalemi
Bir mecaz cinayetin bile sahibi olamadan
Zaman geçti

Baba olmanın yollarını arıyorum
Bir kadın gerekir mi illa
Ya da mümkün mü bir kadın
Evde dolaşıp kafanın tüm çekmecelerini karıştırırken
Kafanı toplayıp baba olmak
Yarını ve parlak güneşi düşünerek girmek yatağa
Bir ailenin mimarı
Silahlı kuvvet komşular için
Ve onlara karşı
Sandıklarda banka cüzdanlarında korumak
Sıcak
Rutubetli yuvayı
Anne olmak varken
Kandırıp sonsuza kadar sana güvenmiş bir kadını
Çocukları kandırıp
Arkadaş olmak

Baba olmanın yollarını arıyorum
Israrla anneler günümü kutluyorlar
Kimi ciddi kimi alaylı
Ama hepsi emin
Kemik testlerimin hepsi haklı çıkartacak onları
Büyüttüğüm çocuk şeffaf
Ispatı olmayan bu çocuk
Akıl almaz oyunlar oynuyor babacığına
Uzun saçları, otuz iki dişi ve güçlü omuzlarıyla hazır babasından doğmaya
Saklıyorum onu
Ayışığına saklıyorum
Yeraltı sularına saklıyorum
Korku filmlerine saklıyorum
Otel odalarında saklıyorum
Kıyamet haberlerinin satıraralarına
Ters dönmüş güneşin siyah ışınlarına
Herkesin ortasındaki ıssızlıkta
Kaybolan türler gibi
Baba oğul
İmkansız bu dar sokakta
Son oyunlarımızı oynuyoruz


Saturday 13 October 2012

ECEGİLLER - Ece Ayhan



Samyeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş
eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine
nasıl bir ağaçdıysak çocukken
tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde
turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da.
1957

Tuesday 9 October 2012

15 Million Merits - Speech (Black Mirror Series)



"I haven't got a speech I didn't plan words I didn't even try to, I just knew I had to get here, to stand here and I knew I wanted you to listen, to really listen. Not just pull a face like you're listening like you do the rest of the time, a face that you're feeling instead of processing."

"You pull a face and poke it towards the stage, and we lah-di-dah, we sing and dance and tumble around. And all you see up here, it's not people, you don't see people up here it's all fodder. And the faker the fodder, the more you love it, because fake fodder's the only thing that works any more. Fake fodder is all we can stomach. Actually, not quite all; real pain, real viciousness, that, we can take."

"Yeah, stick a fat man up a pole and we'll laugh ourselves feral, because we've earned the right. We've done cell time and he's slacking, the scum, so ha-ha-ha at him! Because we're so out of our minds with desperation, we don't know any better. All we know is fake fodder and buying shit. That's how we speak to each other, how we express ourselves is buying shit."

"What, I have a dream? The peak of our dreams is a new app for our Dopple, it doesn't exist! It's not even there! We buy shit that's not even there. Show us something real and free and beautiful. You couldn't. Yeah? It'll break us. We're too numb for it. I might as well choke. It's only so much wonder we can bear. That's why when you find any wonder whatsoever; you dole it out in meagre portions."

"And only then until it's augmented, packaged, and plumped through 10,000 pre-assigned filters till it's nothing more than a meaningless series of lights, while we ride day in day out, going where? Powering what? All tiny cells and tiny screens and bigger cells and bigger screens and fuck you!"

"Fuck you, that's what it boils down to. It's Fuck you for sitting there and slowly making things worse. Fuck you and your spotlight and your sanctimonious faces. Fuck you all for thinking the one thing I came close to never meant anything. For oozing around it and crushing it into a bone, into a joke. One more ugly joke in a kingdom of millions. Fuck you for happening. Fuck you for me, for us, for everyone. Fuck you!"


Sunday 7 October 2012

Reality Check



Gerçeklik kontrolü: Dünyayla ve gerçeklikle bağlantıyı kontrol edip kendine gelmek. Her insanın, ama özellikle cennet vatanımızda yaşayan herkesin; sabah ve akşam olmak uzere günde en az iki kere "reality check" yapması şarttır. 
Derin bir nefes alıp hayatın en temel gerçeklerini saymak (Adım şu, yaşım bu, işim bu. Su 100 derecede kaynar. 2 kere 2, 4 eder, son 5-6 aydır kendim dahil kimseye yalan soylemedim. Kimseye borcum yok. Dört iyi arkadaşım var. vs.) nerde durduğumuzu bir gözetmek, kısa bir hesaplaşma yapmak çok zor değildir.

Kahvaltıdan sonra diş fırçalamak kadar kısa sürer. Ama ruh sağlığı için daha elzemdir.
Mesela, gelin dünya ahvali hakkında kısa bir “reality check” yapalım:
Dünyada batı-doğu yoktur. Zenginler ve fakirler vardır. Ezenler ve ezilenler, haklılar ve haksızlar, zalimler ve mazlumlar vardır.

Ve bunlar dünyanın her ülkesinde vardır. Batı diye örnek aldığımız, insan hakları konusunda örnek gösterdiğimiz ülkeler de her türlü haksızlığı, zulmü işlemiş, yer geldiğinde işleyen ülkelerdir.

Ama hasbelkader, insan aklının en özgürlükçü ürünleri de batıda çıkmıştır: İnsan hakları, akılcılık, özgür düşünceye saygı vs. Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, batı ülkelerinin kendi içinde de bu "batı kriterleri"ni karalamaya çalışanlar vardır.
İnsan hakları kavramı batıda doğmuştur. Fransız ihtilali sırasında, her insanın, sadece Fransız olanların değil herkesin, eşit haklarla doğduğu, bu dünya üzerinde bildiğimiz kadarıyla ilk kez dile getirilmiştir ve bu ilke evrenseldir. İnsan haklarına bağlı tüm kriterleri tabii ki evrensel saymak zorundayız. Bugün dünyanın herhangi bir ülkesinde bu kriterler ihlal ediliyor olabilir. Bunların hepsine karşı durmak zorundayız. Kendi ülkemizdekilere de.
“Batı” dediğimiz şey tek bir merkezden karar veren bir bütün değildir. Kendi içinde çatışan, savaşan bir sürü güçten oluşur.

Yaşadığımız ülkede nasıl cahiller, hırsızlar, haydutlar, zorbalar varsa bol miktarda "batı ülkeleri"nde de vardır onlardan. Ama burada nasıl akla, sağduyuya inananlar varsa, batıda da vardır. Bu insanların önce birbirlerini anlamaları sonra da güçlerini birleştirmeleri zorunludur.

Çatışma doğu ve batı arasında değildir. Çatışma akıl/akıldışı, zalim/mazlum, zengin/fakir, ezen/ezilen arasındadır.

Zorbalar, hırsızlar, yol kesip adam soyanlar işte bunu anlamamızı istemiyorlar. Batı olsun doğu olsun başka ülkelerde aynen benzerimiz insanların yaşadığını bilmemizi istemiyorlar. Birbirimizi anlamamızı ve güçbirliği yapmamızı istemiyorlar. Çünkü her ülkenin kendi içindeki “kapalı düzen” kapalı kalsın, düzen sürsün istiyorlar. O yüzden "batı" diyorlar, “doğu” diyorlar.

Sadece ülkeleri ayırmak yetmiyor. Bazen ülke içinde de o din bu din, o ırk bu ırk diyorlar. Mezhep diyorlar. Akla kara diyorlar.
Halbuki akın da karanın da iyileri kötüleri, zenginleri fakirleri, zalimleri mazlumları var.
Kötüler ve zalimler ak da olsalar kara da olsalar birbirlerini gayet iyi anlıyorlar ve çoğu zaman gayet güzel işbirliği yapıyorlar. En güzel işbirliğini de mazlumların, iyilerin, fakirlerin kafasını karıştırmak için yapıyorlar.
Bu hafta bir film festivali için Almanya'daydım. Üç Türk arkadaşla yürüyorduk. Uluslararası bir futbol maçı vardı. Bulunduğumuz ufak şehir polis ve futbol kalabalığı kaynıyordu. Futbol kalabalığının çoğunluğu “neo-nazi” denebilecek tiplerdi. Bir birahane kalabalığından “Almanya Almanlarındır, Yabancılar dışarı” diye bağırdılar bizim tarafa doğru. İşsiz güçsüz üç Alman genci birahaneden çıkıyorlardı. Biri bize baktı ve iki eliyle makineli tüfek işareti yapıp bizim Türk grubunu “taradı”sarhoş sarhoş sırıtarak.
Almanya'da milyonlarca zavallıya başlarına gelen işsizliğin, yoksulluğun, harcanan gençliklerinin sebebinin Almanya'daki Türkler olduğu öğretilmiş. Türklerden kurtulsalar iş bulacaklarını, mutlu olacaklarını ve belki maçı da hep alacaklarını sanıyorlar.
Tanıdık gelmiyor mu biraz?
Tabii ki Almanya sokaktaki neo nazi gençlerden ibaret değil. O akşam film gösterimi için sinema salonunda buluştuğumuz insanlarla, herhangi bir ülkedeki insanlar kadar yakındık ve aynı dilden konuşuyorduk. Türkiye'de çok mütevazi koşullarda yapılmış bir film üzerine daha önce Londra, Tel Aviv, Beyrut, Ankara, Antalya, Gaziantep, İstanbul ve daha bir sürü şehirde neler konuştuysak onları konuştuk. Herkes filmi anlamıştı, anlamaktan öte hissetmişti. Sokaktaki serseri gençlerin hiç bilemeyeceği bir dilden anlaştık. O akşam Türk ya da Alman değildik. Sinemaya inanan, hikayelerin gücüne inanan bir avuç insandık.
Bir gün dünyanın her yerinde birbirini anlayabilecek, güç birliği yapabilecek insanların sabah kalkıp bir “gerçeklik kontrolü” yaptığını hayal edin. Üstümüze üstümüze gelen karanlığı yırtacak bir güç oluşturabilir miydik? Evet diyenlere “naif”, “hayalci” diyenler çıkacak biliyorum. Neyse ki dünya naif hayalciler sayesinde ayakta kalıyor. 
(Bu yazı Boxer dergisi 2012 Ekim sayısında yayınlandı.)

Friday 7 September 2012

Wislawa Szymborska - En Tuhaf Üç Kelime


En Tuhaf Üç Kelime


Gelecek kelimesini telaffuz edince
ilk hece zaten geçmişte kalıyor.

Sessizlik kelimesini telaffuz edince
Yok ediyorum onu.

Hiç kelimesini telaffuz edince
Hiçlikten fazla bir şey yaratıyorum.



Wislawa Szymborska 

Çeviri: Ümit Ünal



The Three Oddest Words


When I pronounce the word Future,
the first syllable already belongs to the past.

When I pronounce the word Silence,
I destroy it.

When I pronounce the word Nothing,
I make something no non-being can hold.








Friday 31 August 2012

Boxer Röportajı. Eylül 2012


















- Hollywood’tan yapımcılar geliyor. Beyoğlu’nda salaş bir kafede buluşuyorsunuz. Türk kahveleri de geliyor. Adamların biri diyor ki; ‘’Size 100 milyon dolar bütçe ayırdık, bize şöyle fantastik, ekşın dıkşınlı bir Türk filmi çek. Hollywood’tan 3-5 tane yıldız bizden olsun’’ siz ne yapardınız?

“Benim adım Kırmızı”dan harika bir film çıkardı. Ama o günlerin İstanbul’unu minyatürlere benzeterek yeniden kurmak falan gibi hayli pahalı hayallerim var o konuda. Ancak Hollywood filmi olur gerçekten. Bir de Borges’in “Ölüm ve Pusula” hikayesini İstanbul’a uyarlayıp çekme hayalim var. Bence “Seven” filmine ilham vermiş bir polisiye hikaye. Mükemmel bir kara film olur. Okumamış olan herkese tavsiye ederim.

- Işık Gölge Oyunları hayatınızın özellikle 25 yıllık sinema kariyerinizin derin bir özeti ve iç hesaplaşması… Neden böyle bir kitap yazıldı?

İlk senaryom “Teyzem”, 1986’da çekildi. Yani 21 yaşımdan beri profesyonel olarak sinemanın içindeyim. Genelde yönetmenler böyle kitapları yaşlanınca yazarlar ama benim anlatacak çok şey birikti. Bir “ara toplam” yapıp geçmişle ödeşmek ihtiyacı hissettim.

- Zaman makinesi olsa hangi filminizin setine dönmek isterdiniz? Ve en çok kimlerle çalışmayı özlediniz?

1985’te ilk asistanlık yaptığım “Adı Vasfiye”nin Urla’daki seti çok güzeldi. Oraya dönmek isterdim. Urla, Alaçatı, mandalin ve zeytin bahçeleri, harika bir ekip. Bir de Teyzem’in setine dönüp o günlerin heyecanını yeniden yaşamak güzel olurdu. Arada setten kaçıp o günlerin İstanbul’unda bir tur atmak da. Eski dönemlerde çalıştığım insanlardan en çok Şener Şen’i özlüyorum. Yönetmen olarak (bir-iki reklam dışında) hiç çalışmadık ama çok büyük bir oyuncu.

- Hayatınızda hiç sinema veya edebiyat olmasaydı ne yapardım diye düşündünüz mü?

Düşünmedim. Öyle şeyler düşünecek vakit olmadı pek. Yazmak, çizmek ve film çekmek dışında bir iş bilmiyorum. Garsonluk bile yapamam. “Vasıfsız işçi” olurdum herhalde.

- Gelmiş geçmiş yerli-yabancı hangi yönetmenle veya oyuncu ile röportaj yapmak isterdiniz?

Hem yönetmen hem oyuncu ekibi olarak Monty Python grubuyla tanışmayı ve sohbet etmeyi çok isterdim. Ama seksenlerdeki halleriyle.

- Filmlerini takip ettiğiniz yönetmenler var mı? Veya ‘’ulan bu herife dünya para veriyorlar yine de film çekemiyor’’ dediğiniz…

Son on sene içinde en sevdiğim yönetmenler Alfonso Cuaron(Children of Men, Y tu Mama Tambien) ve Michel Gondry (Son filmi hariç). Nefret ettiğim ve nasıl hala film çekebildiklerini anlamadığım çok yönetmen var. Hem burada hem yurtdışında . Ama elbette isim vermem.

- Kendinizi bir filmdeki karakter olarak görseniz bu hangi film olurdu?

Toy Story. (İlk film.) Oyuncak olduğunu bilmeyen ve hikaye içinde öğrenen robot Buzz Lightyear en sevdiğim hayali kahramanlardan biri.

- Hem kitap hem bu röportaj sinema üzerinden ilerliyor ama Ümit Ünal normal hayatta başka ne yapar?

İşim dışında ilginç bir hayatım yok. Okumak film seyretmek vs işimin parçası sayılır. Yolculuklara çıkmayı severim. Festivaller sayesinde çok ülkeye gittim. Param ve vaktim çok olsa, sürekli yolculuk yapabilmek isterdim. Yemek yapıp arkadaşlarımı çağırmaya bayılırım, aşçılığım arkadaşlar arasında meşhurdur. “Gece hayatım” yok. Birkaç şişe şarap ve iyi sohbet eden 3-4 arkadaş benim için en değerli ve mükemmel eğlence demek.

- Futbolla aranız nasıl? ‘’Bu akşam maçım var, kramponlarım nerede?’’ diye bir diyolağa girdiniz mi hiç? Ne olacak bu Fener’in hali?

Kitapta bahsettim, genelde sporla özelde futbolla ilişkim sıfır. Türkiye’de bunu demek, insanı sohbetlerin yarısından koparıyor ve neredeyse bir “uzaylı” ya da “özürlü” konumuna düşürüyor. Ama maalesef böyle. Futbolu hiç sevmedim, anlayamadım. Futbol heyecanlı oyun ama insanların aidiyet ihtiyacını sömürüp dev bir endüstriye dönüşmüş ve masum bir spor olmaktan çıkmış. Futbol çevresinde dönen astronomik paraları ve sahtekarlıkları düşününce, safiyane heyecanlarla, takım aşkıyla aylık kazancından ayırıp maçlara koşan milyonlarca insana acıyarak bakıyorum. Türkiye’de son bir sene içinde ortaya dökülen pislikler, sonra hepsinin örtbas edilişi. Ama insanlar hala taraftar, hala ölesiye heyecanlı. Demek ki kimse ortadaki apaçık gerçekleri bile göremiyor.

- Türkiye garip bir ülke… O kadar çok mesele arasında bir sene boyunca şike davasıyla yattık kalktık… Hiç futbol filmi çekmeyi düşündünüz mü?

Futbol çevresinde dönen entrikaları anlatan “Baba” benzeri çok güzel bir “güçlerin çatışması” hikayesi yazılabilirdi. Ama öyle bir senaryoyu yazıp çekecek ve olan biten pislikleri açıkça anlatabilecek cesur bir babayiğit var mı bilmem. Benim canım tatlı, bir film yapacağım diye dayak yemek ya da bacağımdan vurulmak istemem.

- Politikayla pek ilgili görünmeseniz de filmlerinizde politik bir alt metin hep var. Şu anki Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünyada büyük bir denge değişimi ve yeni bir paylaşım savaşı var. Ortadoğu da yeniden şekilleniyor. Yani buralarda uzunca bir sure  yıkım ve inşaat var ve verdikleri rahatsızlık yüzünden özür dileyecek kimse yok. Çevremizdeki savaş aynı zamanda korkunç bir ideolojik bombardıman ve kirlilik yaratıyor. Şu an kimin ne dediği, kimin doğru söylediği, kimin hain, kimin kahraman olduğu belli değil. 20-30 yıl içinde tüm Ortadoğu’nun iklimi, coğrafyası değişecek. Sonra ortalık durulacak. Yaşarsak ve aklımız yerinde olursa her şeyi daha açık görebileceğiz o zaman.

- Medyanın durumu da aşikar. Her medya organı kendince taraf ve artık bunu aleni ve kör gözün parmağı şeklinde yapıyorlar. Aynı haber, hangi tarafa ne kadar uygunsa, nasıl uygunsa o şekilde servis ediliyor. Bundan rahatsız mısınız? Yoksa yeni dünya sisteminde çark böyle işliyor mu diyorsunuz?

Medya yukarıda belirttiğim ideolojik kirliliğin bir parçası sadece. Her söz bir simge ve pozisyon belirleyici bir şey. Her lafın, her simgenin sahibi var.

- Televizyonla, dizilerle aranız nasıl? 

Bir dönem Tv dünyasından uzak kaldım. En son Star TV’de yayınlanan “Çıplak Gerçek” dizisini yazdım ve yönettim. 16 bölümlük bir yaz dizisi.

- Teknolojiyle pek aram yoktur diyorsunuz ama internetle az da olsa haşır neşirsiniz… Facebook ve twitter, yeni trendler ne kadar vakit ayırıp, takip edersiniz?

Teknolojiyle aram iyidir. Sinema teknik bir sanat, teknik düşünmeden, bilmeden film yapmak zor. O cümleyi kitapta “teknoloji fetişisti” biri olmadığımı anlatmak için söylemiştim. Bazı yönetmenler kullandıkları aletlere, kameraya objektiflere, ışıklara vs içerikten ya da oyunculardan daha fazla önem verirler. Ben onlardan değilim. Benim için önemli olan “ne anlattığım”.

 İnternet konusu içimde bir yara çünkü son 6-7 senedir benim için ciddi bir bağımlılık haline geldi. İşim olmadığı zamanlar sürekli bilgisayar başındayım. Bazen işi bile tehdit edebiliyor. Kurtulmaya çalışıyorum.

- 1980’lerdeki aşk ilişkileriyle 2010’lardaki kadın-erkek ilişkilerindeki en büyük fark sizce ne? 1980’lerden bir genci şimdiye getirsek kendisine kız arkadaş bulur mu?

Aslında bütün zamanlar, farklı ahlak ve yaşam anlayışları bir arada yaşıyor. Ülkelerin yaşam tarzı topyekün değişmiyor, değişim çok yavaş ve kademeli gerçekleşiyor. Aynı sokakta  (ama gizli ama açık) 2010’ları yaşayan insanlar da var 1910’ları ya da 1810’ları da.  Ben bu açıdan bakınca geçmişle çok fark göremiyorum. Yine de mesela bugünün genç kadın ve erkeklerinin çok yaygın bir şekilde internet üzerinden kurdukları ilişkiler ve ilişkilerin tükenme hızı 30 sene önce hayal bile edilemezdi diyebilirim.

Röportaj: Murat Nedim Koca, Boxer Eylül 2012 sayısından







Thursday 9 August 2012

ölüm ve kedi

           2006.                                                                     Büyük görmek için resme tıklayın.

Saturday 21 July 2012

Tabiatın Yüzleri - Robert Graves



Tabiatın Yüzleri - Robert Graves

Kayalık yamaçlar, bol yapraklı ağaçlar 
Bulutlar mulutlar bir an durur
Insan suratına benzer ya,

Ne güzellik bulunur 
Bu acayip şekillerde
Ne de huzur

Şişkin burun, gömük çene,
Ağız yayvan,
sersem sırıtır.

Tabiat hep böyledir 
Bakın,
Aklındaki tek şeydir

Yel

Boşlukta dolanan
Aptal otları uçusturan
Kuzuların tüylerini üfüren

Zevki nedir ki?
Sıçsın, çomaklasın, 
Yıksın, emsin,
Mahmur mahmur yalansın.

Yas tutmaz, bazen durulur.
Çiçekleri alıktır.
Suları şaşkındır.
Kuşları taşkındır.
Balıkları, balıktır.


Çeviren: Ümit Ünal



Nature's Lineaments - Robert Graves


When mountain rocks and leafy trees
And clouds and things like these,
With edges,

Caricature the human face,
Such scribblings have no grace
Nor peace-

The bulbous nose, the sunken chin,
The ragged mouth in grin
Of cretin.

Nature is always so: you find
That all she has of mind 
Is wind,

Retching among the empty spaces,
Ruffling the idiot grasses,
The sheep's fleeces.

Whose pleasures are excreting, poking,
Havocking and sucking,
Sleepy licking.

Whose griefs are melancholy, 
Whose flowers are oafish,
Whose waters, silly,
Whose birds, raffish,
Whose fish, fish.