Wednesday 3 October 2018

Varlık - Eylül 2018 sayısından. Röportaj: İsmail Doruk.




Varlık dergisi olarak bu ayki sinema ve edebiyat köşesinde sizinle söyleşi yapmak istedik. İlk olarak sinemaya girişinizi ve senaristlikten yönetmenliğe geçişinizi anlatır mısınız?

1981-85 yılları arasında İzmir 9 Eylül Üniversitesi'nde sinema okudum. Sinemaya okulda yaptığım kısa filmlerle başladım denebilir. İlk senaryom Teyzem'i de kendi hayatımdan esinlenerek okuldayken yazdım. Profesyonel manada ilk işim 1986'da, Atıf Yılmaz'ın Adı Vasfiye filminde reji asistanlığıydı. Teyzem'i sette Müjde Ar'a sonrasında da Ertem Eğilmez'e okutmayı başardım. Onların beğenmesi ve desteklemesi sonucunda Teyzem 1986'da Halit Refiğ'in yönetmenliğinde filme çekildi. Başarılı olunca ardından peşpeşe diğer senaryolar geldi. Yönetmenliğe geçiş, sinemaya yazar olarak girmekten çok daha zor oldu, uzun zaman aldı. İlk filmim 9'u kendi kısıtlı imkanlarımla ancak 2001'de çekebildim.

Yeşilçam’dan bu yana sinema üretmeyi sürdürüyorsunuz. O dönemle şimdiki dönemi kıyasladığınızda film yapmak ile ilgili neler değişti ve bu değişim Türk sinemasını nasıl etkiledi?

1985'te girdiğim sinema dünyası ile bugünün sineması arasında deyimin tüm ağırlığıyla dağlar kadar fark var. O günlerde Yeşilçam, kendi yağıyla kavrulan, ufak ama Barış Pirhasan'ın deyişiyle “vahşi” bir endüstriydi. Ticari filmler şimdiki büyük gişe rakamlarına asla ulaşamıyordu. Bağımsız sinemamız yoktu, henüz fikri bile yoktu. Elbette yurt dışında saygınlık kazanmış yönetmenlerimiz vardı ama bunlar iç piyasanın vahşi koşullarını değiştiremiyordu. Yeşilçam 1990'ların başında öldü ama ticari Yeşilçam zihniyeti şimdi TV dünyasında yaşıyor. Sinemanın üretim biçimleri Yeşilçam'dan çok farklı artık. Bu ölüme üzülüyorum diyemem, ömrünü tamamlamış bir yapıydı ve bitti. Ama diğer yandan, bir tür gönül bağıyla kendimi borçlu hissettiğim bir Yeşilçam var. Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ gibi ustalarla birebir tanışıp çalışabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sonraları yönetmen olarak yaptığım sinemanın onların sinemasıyla ilgisi yok ama temel teknik bilgileri, ekonomik çalışmayı o ustaların yanında öğrendim. Onlardan sadece teknik bilgi değil, çalışma hayatına dair insani ipuçları da edindim.

Sinemaya senaryo yazarlığı ile başladınız ve çoğunlukla kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz. Bu durum size gelen senaryolarda gördüğünüz eksiklerden mi kaynaklanıyor yoksa tamamen kendi hikayelerinizi çekmek istemenizden mi?

İkincisi. Kendimi “hikayeci” olarak tarif ediyorum. Kafam sürekli karakterler, diyaloglar, tuhaf dramatik anlar, durumlar üretip duruyor. Sinema yapamadığım zaman hikayeler, romanlar yazdım ve yine kendi dertlerimi anlattım. Ya da çizdim ve yine “hikayeli” resimler yaptım. O yüzden başkalarının hikayelerini anlatmak çok çekici gelmiyor, öncelikle kafamın içinde gün ışığına çıkmak için bekleşen hikayelerden kurtulmam gerek. Ama yapımcılardan teklif geldiğinde elbette okuyorum ve değerlendiriyorum. Bir başkasının hikayesini kendi dünyama yakın bulursam çekiyorum. Gölgesizler ve Ses filmlerim öyle gerçekleşti.

Son dönemlerde Türk sinemasının senaryo sorunundan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz; okuduğunuz senaryolarda en sık rastladığınız kusurlar nelerdir bir senarist kendini nasıl geliştirmelidir bunun bir formülü var mı sizce?

Türk sinemasının en temel eksiği yaslanacak bir dramatik geleneğin olmaması. Edebiyatımızda birbirinden beslenen, ya da birbirine karşı çıkarak, isyan ederek var olan kuşaklardan bahsedilebilir ama sinemamızda büyük bir gelenek boşluğu var. Biz çok özel bir iki örnek dışında kendi özgün dilini yaratamamış anonim bir sinemadan; minimalist, kişisel, hikaye karşıtı bir “sanat” sinemasına atladık. Arada ciddi bir kopukluk yaşandı. Birkaç sıradışı iyi örnek dışında “sanat sinemamız”ın neredeyse karikatürize kalmasının, seyirciden kopmasının temel sebebi bu.
Bir sinemacı kendisini sadece sinemayla sınırlamamalı, edebiyatı, tiyatroyu da çok iyi öğrenmeli, takip etmeli. Kendini ülkenin ve dünyanın sanatında bir perspektife yerleştirebilmeli. Dünyada neler olduğunu elbette bilmeli ama bu ülkenin yetiştirdiği sanatçıları ve sadece günün meşhurlarını değil eski büyükleri de dahil ederek değerlendirebilmeli. Sinemayı sadece sinemadan öğrenerek yetişen, referansları sadece filmler olan yönetmenler genellikle yüzeysel, teknik insanlar oluyorlar.

Filmlerinizi hikaye anlatma üzerine kurduğunuzu görüyoruz, bazı filmler ise bir atmosfer yansıtma üzerine odaklanıyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve böyle bir ayrıma nasıl bakıyorsunuz?

Böyle bir ayrım var elbette. Amerikan sineması tamamen hikaye anlatmaya yönelik kuralları olan bir sinema, köklerini Anglo-Sakson edebiyat ve tiyatro geleneğinde bulmuş. Avrupa'da ise geleneksel dramatik hikaye karşıtı, daha çok atmosfere, karakter çözümlemelerine yaslanan, dramatik kurallara başkaldıran bir alternatif doğmuş. Ben daha önce de söylediğim gibi, hikayeciyim. Sevdiğim,anladığım ve yapabildiğim sinema hikaye sineması. Ama Hollywood gibi kurallara, formüllere bel bağlamıyorum, içimden gelen hikayeleri aklıma nasıl eserse öyle anlatmaya çalışıyorum.

Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanını başarılı bir biçimde sinemaya uyarladınız. Gölgesizler filmini çekme sürecini anlatır mısınız? Sizi cezbeden şey neydi?
Gölgesizler'i film yapmak aslında yapımcı ve oyuncu Hakan Karahan'ın hayaliydi. Hakan beni çevirmen arkadaşım Lucy Wood aracılığıyla buldu ve filmi çekmeyi önerdi. Daha önce Hasan Ali Toptaş okumamıştım. Gölgesizler'i ilk okuduğumda çarpıldım ama sinemaya uyarlanması çok zor bir metindi. Çok katmanlı, farklı bakış açılarına, yorumlara açık, uzun bir şiir gibiydi bence. İlk tanışmamızda Hakan Karahan'a bu romanın ancak bir katmanından serbest bir uyarlama yapabileceğimi söyledim. Filmi çekerken verdiğim her röportajda da bunun benim Gölgesizler “cover”ım olduğunu, yani bu romandan çıkabilecek yorumlardan sadece biri olduğunu, başka bir yazar/yönetmenin bambaşka bir film çekebileceğini söyledim. Hasan Ali'nin metnini büyük bir saygıyla ele aldım ama romanda yakaladığım politik katmanı ve olay örgüsünü öne çıkararak yeniden yazdım. Senaryoda bulduğum çözümlerin, edebiyat uyarlamaları açısından oldukça ilginç ve özel olduğunu düşünüyorum, bu zamanla anlaşılır umarım. Sonuçta ortaya çıkan film, romanın sıkı hayranlarını memnun etmedi. Şahsen çok sevdiğim yanları var, elimden kaçırdığım ve hiç sevmediğim yerleri var. Kendi filmografim içinde ayrıksı bir yere oturdu, diğer filmlerimden farklı bir yerde duruyor.

Uyarlamadan söz açılmışken, ülkemizdeki edebiyat sinema ilişkisini yeterli buluyor musunuz ve uyarlamalarda sizce eserin özünün tam yansıtılması mı önemli, eserdeki hikayeye yönetmenin bakış açısını eklemesi mi?

İyi uyarlama filmler için ölçüt, kaynak aldığı edebiyat yapıtını unutturabilmek olmalı. Sonuçta sinema ve edebiyat apayrı sanatlar. Kullandıkları araçlar başka, dilleri başka. Bir romandaki parlak bir cümle, binlerce okurun kafasında apayrı imgeler canlandırır. Bir filmin bunları tek tek yansıtabilmesi imkansız. Yönetmen ancak o romandan anladığı temel bilgiyi kullanarak, kendi bakış açısına göre bir film yapabilir. Kendi bakış açısını katmak, zaten kaçınılmaz bir durum, tersi imkansız. Ama bu bakış açısı romanın kendisini aratmayacak bir derinliğe, özgünlüğe varabiliyor mu, mühim olan o.

Sinema edebiyat ilişkisini iyi bilen birisi olarak sizce şiirin sinemaya bir katkısı var mı?
Zorda kaldığım, sıkıldığım dönemlerde dua okur gibi içimden tekrar ettiğim şiirler var. Şiir bize hayat hakkında başka türlü anlatılamayacak, başka hiçbir yerde bulunamayacak sırlar fısıldar. Büyük şiirler dev “hayat bilgisi” kitapları gibidir. Bir de, şiir bize dilin sınırlarını zorlamayı öğretir. Şiir dilin eğilip büküldüğü, zorlandığı, şairin başka kimsede olmayan kendi sesini bulduğu yerlerde başlar. Aynen sinemada da, sadece düzgün sinema dili kullanarak iyi yönetmen olunmaz, sinema dilini zorlamak kendi sesini bulmak gerek. Bunun yolu bence iyi bir şiir okuru olmaktan geçer.

Gündelik hayatınızda edebiyatla ilişkiniz nasıl; sürekli takip ettiğiniz yazarlar ve dergiler var mı; ne tür kitaplar ilginizi çeker?

En çok kurmaca okuyorum. Roman, hikaye, oyun. Kimi sevdiğim yazarları tekrar okuyorum. Sait Faik'in, Leyla Erbil'in, Bilge Karasu'nun kimi hikayeleri neredeyse ezberimdedir. Bazen popüler bilim kitapları, özyaşam öyküleri, söyleşi kitapları da ilgimi çekiyor.

Birbirine bağlantılı kısa filmlerden oluşan Anlat İstanbul ve konusu yemek olan sanırım ilk Türk filmi Sofra Sırları gibi özgün işlere imza attınız. Bu tür projelerde gişe beklentisi bir engel olarak çıkıyor mu ve bunu nasıl aşıyorsunuz?

Genelde çok kısıtlı bütçelerle film çektim. Bazen de bütçesiz, herkesin gönüllü çalıştığı işler yaptım. 9, Ara, Nar gibi filmlerimde kimse para kazanmadı ama ekipçe gerçekten zevk aldığımız ve yıllar sonra bile gurur duyduğumuz işler yaptık. Sofra Sırları da piyasadaki diğer filmlere göre çok küçük bütçeli bir işti. Büyük gişe beklentisiyle girişilmiş bir iş değildi zaten. Filmlerim gişe rakamlarıyla anılmadı hiç, izleyicisini uzun vadede bulan filmler yaptım. Ama her biri de bir şekilde kendi masrafını çıkardı, filmlerim yüzünden kimse batmadı. Gişe, satış gibi işler yapımcının gücüne, girişkenliğine, ticari zekasına bağlı şeyler. Bir yönetmen bunlarla kafasını yormamalı, yorsa da bir şey fark etmiyor zaten.

Son olarak üzerinde çalıştığınız bir proje var mı, sıradaki eserinizden bahseder misiniz?

Farklı yapımcılarla konuştuğum farklı projeler var. Ama ülkenin gündemi, ekonominin göstergeleri sürekli hareketli olunca şirketlerin karar vermesi de zorlaşıyor. Bir yandan da yine 9, Ara gibi bütçesiz bir senaryo yazıyorum. Diğer işler olmazsa sıfır bütçeyle onu çekeceğim.