Thursday 26 November 2015

"Sinema Neyi Anlatır?" Derleyen: Ayşen Oluk Ersümer


Ayşen Oluk Ersümer'in derlediği "Sinema Neyi Anlatır" kitabında "Sinemanın Dili" adında bir makalem yer alıyor. Bu makale, son yıllarda çeşitli kurumlarda düzenlediğim atölyelerde paylaştığım fikirlerin bir özeti. Burada makalenin sonuç bölümünü alıntılıyorum:


"Elde ya da omuzda hareketli kamera genellikle “öznel açı” etkisi yaratmak için kullanılır demiştik. Kamera kahramanımızı uzaktan, serbest hareketli bir şekilde izliyorsa otomatikman birinin onu izlediği fikrine kapılırız. Ama sinema dilinin bu unsurunu bir şair/yönetmen nasıl kullanmış, örnek vermek isterim:

Yolcu (The Passenger) filminin final sekansını anlatmak istiyorum: (Filmi görmemiş olanlar için bundan sonrası filmin hikayesini ele veriyor, isterseniz gördükten sonra okuyun.) Yolcu'nun baş kahramanı Locke, hayatından sıkılmış, “başkası” olmak isteyen, “özgür” olmak isteyen bir gazetecidir. Birgün karşısına çıkan çok tuhaf bir fırsat sayesinde gerçekten başkası olmayı başarır. Afrika'nın ortasında bir otelde, yan odasında ölen bir adamla kimliklerini değiştirir. Tüm dünya ertesi gün meşhur gazeteci Locke'un öldüğünü öğrenir, kendisi ise çaldığı kimlikle Avrupa'da serseri bir tura başlar. Otosotopçu bir Fransız kızla tanışır. Başta eğlenir gibi olsa da boyundan büyük bir işe kalkıştığını kısa zamanda anlar: Kimliğini çaldığı adam bir silah tüccarıdır. Peşinde onu yok etmek isteyen silah sattığı gruplar, gizli servisler vs vardır. Locke kısa sürede köşeye sıkıştığını, kaçışı olmadığını anlar ve İspanya'da ıssız bir otelde teslim olmaya karar verir. Yol arkadaşı kızı yollar. Ölümü beklediği odada demir parmaklıklı bir pencere vardır. Locke yatağa yatar ve sigara içerek bekler. Dışarıda sıcak bir yaz gününde, ıssız bir İspanyol köyünün günlük sesleri, yaramazlık yapan bir çocuk, oturan bir dede vardır. Kamera elde, yavaş yavaş pencereye yaklaşır. Kız Locke'u bırakmak istemez, meydanda amaçsızca dolaşır. Daha önce gördüğümüz katiller bir arabayla gelirler, biri otele yönelir. Birazdan odada bir gürültü, kısa bir boğuşma sesi duyulur. Kamera odayı göstermeden pencereye yaklşamayı sürdürür. Giderek demir parmaklıkların arasından süzülür ve çıkıp kurtuluverir. Meydanda serbestçe dolaşmaya başlar. Bu sırada Locke'un öldüğüne inanmayan ve peşine düşen İngiliz eşi, polislerle gelir. Otele girerler. Kamera serbestçe dönerek otelin pencerelerini taramaya başlar. Bir odada Locke'un bulunduğu yan odaya geçmek için kilitli kapıyı zorlayan otostopçu kızı görürüz. Locke'un ölü yattığı, biraz önce çıktığımız pencereye gelir ve dururuz. Parmaklıklar yerindedir. Locke'un karısı ve polisler içeri girerler.

Bu tek planlık sekans bence sinema dilinin yaratıcı, şiirsel kullanımına çok özel bir örnektir. Kamera ele alınıp serbestçe dolaştığında bir “öznel açı” etkisi yaratıldığını söylemiştik. Peki burada kamera kimin öznel açısıdır? Otel odasında pencereye yaklaşan, sonra parmaklıkların arasından süzülüp çıkan, sonra da dönüp çıktığı pencereye bakan kimdir, kamera kimin bakışını temsil eder? Antonioni bu sahnede bize ne demek istiyor?

Elbette bu Locke'un bakış açısıdır. Şiirin güzelliği özetlenemez ama özetlemeye çalışırsam, Antonioni bize Locke'un istediği manada özgürlüğün imkansız olduğunu, bunun ancak ölümle gerçekleşebileceğini söylemek istiyor sanırım. Başkası olmak mümkün değildir. Can kafesinden kaçış yoktur. Kafesin parmaklıkları ancak ölümle aralanır.

Bu yedi dakikalık kesintisiz plan/sekansta Antonioni bir sinema dili unsurunu alıyor ve ona herkesin verdiğinden farklı, özel, kişisel, şiirsel bir anlam kazandırıyor. Yaptığı şey ancak sinemada, sinemanın olanaklarıyla yaratabilecek bir şey. Yazıya dökülemiyor. Büyük sinema budur. Sinemada şiir yaratmak budur.

Evet sinemanın kendine özgü bir dili vardır. Ama bir yönetmen bu dili en iyi şekilde öğrense ve uygulamayı bilse de bu onu büyük bir yönetmen ya da sanatçı yapmaya yetmez. İyi bir katip nasıl yazar değilse, sadece sinema dili bilen bir sinemacı da özgün bir sanatçı değildir. Özgün bir sanatçı olmak isteyen birinin elindeki dilin olanaklarını, varolan klişelerin dışında kullanabilmesi şarttır. Kendi dilini, kendi sinemasını kurması şarttır." 


Wednesday 11 November 2015

#storyboards


A new series: 

Storyboards. 

Despite what the title suggests, there's no plot or story continuation here. Just some imaginary landscapes with some tiny people lost in them. 

Please contact me to buy any of the paintings in the series.

****

Yeni bir dizi:

Storyboards. 

Başlığın tersine, aslında burada bir olay örgüsü ya da hikaye devamlılığı yok. Hayali manzaralarda, küçük kayıp insanlar. 

 Bilgi edinmek ya da satın almak için benimle bağlantı kurabilirsiniz.

30x42 cm Aquarelle kağıt üzerine karışık teknik.
21x30 cm kağıt üzerine karışık teknik.

30x42 cm Aquarelle kağıt üzerine karışık teknik.


21x30 cm kağıt üzerine karışık teknik.






































18x25 cm kağıt üzerine karışık teknik.




Add caption

30x40 cm
30x40 cm
21x30 cm
30x40 cm
30x40 cm

30x40 cm
30x40 cm
30x40 cm
30x40 cm
50x70 cm
50x70 cm

50x70 cm
50x70 cm
50x70 cm
50x70 cm.
  • If there will be fire in our skies and on the ground 
  • let it be just firecrackers and bonfires. 
  • (31st December 2015)
Instagram

Friday 6 November 2015

İzmir Life - Kasım 2015 sayısından bir söyleşi




Üniversite yıllarınız İzmir'de geçti... O dönemde İstanbul'a gitmeyi düşünüyor muydunuz? Sinemacı olmak her zaman aklınızda var mıydı?

Her sinema okuyan genç gibi ben de yönetmen olmayı hayal ediyordum elbette. Sinema sektörüne girebilmek için de İstanbul'a gitmekten başka yol yoktu. 1985 yazında okulu bitirir bitirmez kendimi İstanbul'da buldum.

İlk senaryonuz Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması'nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi. Ardından sekiz senaryonuz filme çekildi. 2001 yılında yazıp yönettiğiniz 9 filmi 2003 yılında Yabancı Film Oscar'ı için Türkiye'nin adayı seçildi ve çeşitli festivallerde ödüller aldı. Kariyerinizin bu kadar büyük adımlarla başlaması bugün geldiğiniz noktaya nasıl etki etti?

Bazen, çok gençken her şeyin çok çabuk ve kolay olmuş olması beni biraz kolaycılığa itti, yeterince çaba göstermeyen biri oldum diye düşünüyorum. Şansıma ve “yeteneğime” çok fazla güvendim ve hep ilk zamanlardaki gibi kolay olacak sandım. Şans ve yetenek elbette sinemada başarılı olmak için gerekli ama aynı zamanda sürekli deli gibi çalışmak gerek. Ben geçmişte bazı dönemlerde eski öğretmenlerin “zeki ama tembel” dedikleri gibi biri oldum, bazı dönemlerimi ciddi vakit kaybı olarak görüyorum.

Yazanların, çizenlerin hep bir derdi var. Siz ne için yazıyorsunuz? Yazmak size ne ifade ediyor, yazarken nasıl bir ruh haline bürünüyorsunuz?

İlk senaryomdan beri beni yazmaya ve film yapmaya iten şey sanırım bir tür haksızlık ve isyan duygusu. Yakın çevremdeki insanlardan başlayarak her anlamda haksızlık yaşayan insanları anlatmaya, savunmaya çalıştım diyebilirim.

Teyzem, gerçek bir hikayeden alınmış bir film... Bu hikayeyi bir de sizden dinleyelim.

Teyzem gerçek hikayeden alınmadı ama “esinlendi” diyelim. Pek çok olay gerçek teyzemin ve bizim ailemizin hikayesine benziyor ama insan yazarken hikayeyi ister istemez yeniden uyduruyor, düzeltiyor, sıfırdan yazıyor. Olaylar olduğunda ben filmdeki çocuk kadar küçük değildim, dayım filmdeki Niyazi gibi biri değildi, dedem astsubay değildi, olaylar İstanbul'da geçmiyordu vb. Ama film, gerçek hikayenin duygusu ve acısını büyük başarıyla seyirciye geçiriyor.

Teyzem filmine Ertem Eğilmez destek olmuş. Bu konuda bize daha detaylı bilgi verebilir misiniz? Ertem Eğilmez ile yollarınız nasıl kesişti?

Ertem Eğilmez ile Müjde Ar sayesinde tanıştım. Film ikisinin desteği ve katkısıyla yapılabildi. O zaman için fazla “uçuk” bir senaryoydu. Müjde ve Ertem Abi arkasında durmasalar çekilemezdi.

Anlat İstanbul filmi bize İstanbul'da yaşayan insanların hikayelerini masal tadında anlatıyor. Bu filmdeki beş yönetmenden biri de sizdiniz. Bu proje nasıl gelişti? Masallara yapılan atıf çok ilginç bir detay... Bunu yazma düşüncesi nasıl oluştu?

90'lı yıllarda o zaman çok küçük olan kızıma Külkedisi masalını okurken ilk fikir canlandı. Bu masalın ve diğer Grimm Kardeşler masallarının batı kültüründeki derinlemesine etkisini düşündüm ve bu masallardaki tüm kişi ve olayların dünyanın her yerinde kolayca anlaşıldığını farkettim. O dönemde, özellikle Fransa'da Türkiye'nin Avrupalı olup olmadığı tartışılıyordu. “Avrupalı olmak nedir?” diye sorabilmek için Türkiye'de, doğunun bir zamanlar kalbi olmuş İstanbul'da geçen bir Grimm masalları uyarlaması hayal ettim. Borges'in Shakespeare'in Julius Caesar sahnesini Buenos Aires'in kenar mahallelerine uyarlaması gibi, bu masalları İstanbul'a uyarladım.

Anlat İstanbul'da olduğu gibi farklı şehirlerin farklı hikayelerini de kurgulamayı düşünüyor musunuz? Örneğin filmlerinizde İzmir'e yer verme düşünceniz var mı?

Taa okul yıllarımdan beri İzmir'de geçen fantastik bir aile hikayesi hayal ederim. Bir ara senaryosunu da yazmaya başlamıştım. Ama başka projeler araya girdi olamadı. Birgün olur belki.

2008 yılında Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler adlı romanını senaryolaştırıp yönetmenliğini yaptınız. Bu tarz bir proje daha olacak mı ilerde?

İyi edebiyatı sinemaya uyarlamak çok çok zor bir iş. Gölgesizler gibi çok iyi yazılmış kitapları, sadık okurlarını mutlu edecek şekilde uyarlamak daha da zor, belki imkansız. Ben kendi özgün hikayelerimden film yapınca daha özgür ve mutlu oluyorum açıkçası. Bundan sonra da böyle devam etmeyi planlıyorum. Ama bizim işlerde plan yapmak manasız, her an fikir değiştirebilirim.

Ara, Harold Pinter'ın İhanet adlı oyunundan bir alıntıyla başlıyor. İhanet oyununda da iki ayrı çiftin aşk ve ihanet ilişkilerini anlatıyor. Pinter'ın metniyle Ara filminin bir bağı var mı?

Harold Pinter en sevdiğim yazarlardan. İhanet (Betrayal) oyunu da beni çok etkilemişti. Elbette Ara'nın hikayesi, derdi, anlatım şekli çok farklı ama bir imrenme ya da “ruh akrabalığı” var sanırım.

Dokuz filminde sıkça 6 ve 9 sayılarına ve bu sayıların tersten bakınca birbirinin aynısı olmasına gönderme yapılır. Sizin anlatmak istediğiniz tam olarak neydi burada?

Bir olaya farklı açılardan bakınca farklı görünümlere ve sonuçlara ulaşırsınız. 9'da tam da bunu yapmaya çalıştım. Bir cinayet çerçevesinde bir mahallenin hayatına farklı perspektiflerden bakmak.

Yazdığınız ya da yönettiğiniz filmlerde anlatmak istediğinizi seyirciye tam olarak yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Bazı filmlerde evet, bazısında hayır. Bir yönetmenin filmin efendisi olduğu sanılır ve filmdeki her ayrıntıdan o sorumlu tutulur. Bu bazı filmlerde öyledir, yönetmen her şeyi kontrol edebilir. Ama bazı filmlerde yönetmen sadece bir yapının parçasıdır, yapımcı, oyuncu vb eşit ağırlıkta söz söyleyebilir. Ben bazı filmlerimde o kontrolü kaybettim. İstediğim kadar özgür hareket edip, hayal ettiğim her şeyi yapamadım. Özellikle Anlat İstanbul ve Gölgesizler filmlerimde itiraz ettiğim, “bunlar böyle olmasa çok daha iyi olurdu” dediğim bazı şeyler var. Bazen de hiç olmayacak bir hayale kapılıp, bir basiet bağlanmasıyla, imkansız koşullarda film yapmaya kalkışıyor insan... Bir iş kazasına dönüşen Kaptan Feza filmimi hiç yapmamış olmayı isterdim. Ama mesela 9, ARA, NAR filmlerimde her ayrıntının, her sözün arkasında durup hesabını verebilirim.

Filmlerinizdeki oyunculara gelirsek... Çok önemli isimler görüyoruz filmlerinizde. Özellikle çalışmaktan keyif aldığınız, aynı şeyleri anlattığınızı düşündüğünüz bir oyuncu var mı? Örneğin bazı isimler birkaç filmde çıkıyor karşımıza...

Yazdığınız bir karakteri iyi bir oyuncuyla paylaşmak, onun o karaktere kattığı ayrıntıları görmek hayatta en zevkli, en heyecan verici şeylerden biri. Bana gerçekten ilham veren, yazma isteği uyandıran oyuncular var. Hangi birini saysam diğerinin hatırı kalır.

İzmir'i film sektörü açısından değerlendirirsek...

İzmir ulaşım kolaylığı, iklimi vb açısından sinema için vazgeçilmez bir merkez olabilir aslında. Bence şu an en büyük eksikliği bir film festivali. Antalya ve Adana yıllardır Türk sinemasını toplayan büyük festivalleri sürdürüyor. İzmir'in bunca yıldır bir festival geleneği oluşturmaması büyük eksiklik. Oysa ülke çapında ya da Akdeniz ülkeleri çapında bir büyük film festivali yapmak için ideal bir şehir. Türk sinema çalışanlarını buluşturan bir festival düzenlense, şehri daha iyi tanıyan sinemacıların gelecekteki bir çok projede İzmir'i merkez edineceğinden eminim.

Senaryo yazmak, film yönetmek... Ve bunlar dışında 4 kitabınız var. Bunlardan bahsedelim biraz da... Yeni bir kitap gelecek mi?

Ben “film yapamadığı zamanlarda yazan bir yazar” oldum. Edebiyatçı olabilmek için kendinizi bu işe adamanız ve gerçekten yoğunlaşmanız gerek. Ben sinemadan edebiyata ara sıra kaçtım ama istediğim kadar yoğunlaşamadım. Yine de çekmecelerde bekleyen birkaç kitap fikri var, onlara da sıra gelecek.

Gelecek projeleriniz neler?

Hülya Avşar, Burak Sergen, Alican Yücesoy gibi oyuncuların yer alacağı "Sofra Sırları" adında bir filme hazırlanıyorum. 2016 yazında çekilecek. Başka gelişen projeler de var elbette ama onlardan bahsetmek için erken.
























Bu söyleşi İzmir Life dergisinin Kasım 2015 sayısında yayınlandı.