Tuesday 16 August 2022

based istanbul

 Based Istanbul & Ümit Ünal Röportaj Soruları 


Aşk, Büyü vs.” ilk bakışta unutulmayan bir çocukluk aşkının tekrar alevlenmesi gibi görünse de aslında derinlerde mesafeler, göç, sınıf çatışması gibi pek çok sosyolojik etmeni de barındırıyor. Filmden önce hikâyeden başlamak istiyorum, aslında çok tanıdık, izleyene geçmişten bir şeyler hatırlatan bir konu. Hikâyeyi nasıl kurguladınız, nelerden ilham aldınız?


Hikayenin kökleri eski işlerimde de bulunabilir. Daha önce de adalet duygusu, adaletsizlikle hesaplaşma , haksızlığa itiraz temaları çevresinde dolaşan hikayeler anlattım. Aklım bu konularla çok meşgul oluyor yıllardır. Doğaüstü unsurlar da (kendim doğaüstü olaylara hiç inanmasam da) filmlerimde romanlarımda sıklıkla yer alır. Doğaüstü unsurları gündelik gerçekliğe olan inancımızı sorgulayabileceğimiz araçlar olarak kullanıyorum. 2016 başında Büyükada'ya taşındım ve sürekli orada yaşadım. Hikaye oranın sokaklarında yürürken, adanın mimarisine, doğasına hayranlıkla bakıp düşünürken şekillendi. 


Toplum baskısı, farklılıkların yadırganması, dışlanma, yönelim sorgulamaları, zorla normalleştirilmeye” çalışılma… Tüm bunlar günümüzde hâlâ baş etmeye çalıştığımız meseleler, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Filmde bu motifleri hangi perspektiften ele aldınız?


Ülkemiz cinsellik konusunda korkunç bir iki yüzlülük içinde. Uygar toplumların çok uzun zaman önce geçtiği ve geride bıraktığı yerlerde boğuluyoruz. Baskıcı bir ahlak anlayışı, kadınlara, erkeklere, LGBT+ insanlara hayatı zehir ediyor; tek tip insan, tek tip cinsellik yaratmaya ve geri kalan her şeyi yok etmeye çalışırken hasta bireyler ve hasta bir toplum oluşmasına yol açıyor. Bunun kısa vadede çözümü yok, sonuçta toplumun olgunlaşmasıyla, zamanla ilgili. Ama iyileşmeye yönelik adımlar, ancak her şeyin açıkça konuşulması, tartışılması, farklılıkların görünür olmasıyla mümkün bence. Hiçbir şeyi kabus, tabu, yasak haline getirmezsek; her şeyi açık açık konuşursak belki bugün yaşanan cinayetleri, mutsuzlukları, hastalıkları biraz azaltabiliriz. Benim çabam bu yönde. 


Film boyunca aşk ve büyünün karşılaştırılması, zaman zaman birbirinin yerine geçmesini izliyoruz. Belki de hepsi kafamızda bitiyor, bir yanılsamadan ibaret. Sizce?


Dediğim gibi ben büyüye vb inanmıyorum. Elbette büyü gerçek değil. Ama aşk ne kadar gerçek? O da sonuçta bir varsayıma, kafamızdaki bir inanca dayanıyor. Filmin hikayesinin temelindeki sorular bunlar. Seyircinin kafasında böyle sorular yaratarak, kendi hayatlarını da sorgulamalarını sağlamak istiyorum.


Hayat basıldığımız gün durdu asılı kaldı”, “Üstümden 20 yıl geçti”, Dünyada kimse kimseyi böyle özlememiştir” gibi göründüğünden ağır anlamlar taşıyan cümleler aslında çok şey ifade ediyor. Film ve hikâyenin edebi anlamda da çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Bu konuda referans noktalarınız nelerdi?


Bir yönetmen olarak, en büyük ilham kaynağım sinemadan çok edebiyat oldu. Çok hayran olduğum büyük yönetmenler var elbette ama sevdiğim yazarları gözümde daha çok büyütüyorum ve kendimi, yaptığım işleri onlara göre ölçüyorum. Buraya kadarı doğru. Ama açıkçası filmlerde kullandığım cümlelerin diyalogların "fazla edebi" bulunması biraz da sinemamızdaki edebiyat eksiliği, iyi diyalog yazarı eksikliğinden diye düşünüyorum. Seyircinin kulağı Türkçe filmlerin, dizilerin çoğunda ya çeviri kokan, çok düz ve manasız ya da aşırı ağdalı, şairane konuşmalar duymaya alışmış.  O yüzden normalde olması gereken "iyi diyalog"la karşılaşınca bir çok seyirci şaşırıyor. Filmdeki diyalogları dile getiren ben değilim, gerçek hayatta böyle cümleler kurmam. Reyhan ve Eren gibi insanların böyle konuşacağına inandığım için böyle yazdım.


Filmde en "edebi" kısımlar, Reyhan'ın mektuplarından "alıntıladığım" yerler. Orada da konuşan ben değilim, edebiyata hevesli, okuyan eden, 18 yaşında bir kızın aşk mektubu dilini yaratmaya çalıştım. "Şairane" metin duygusunu abartarak, altını çizerek yazdım.


20 yıl sonrasında buluşan karakterler onca seneyi adeta bir güne sığdırmaya çalışıyorlar. Onca senenin tek bir günde telafi edilmesi mümkün değil belki ama bir günün 20 seneye bedel olması mümkün olabilir mi?


Ara filmimde bir sahnede iki çok yakın arkadaş yirmi yıldan uzun bir sürenin hesabını 10 dakika içinde, bir masa başı konuşmasında keserler. Bazen bir aşkı ya da bir dostluğu bitirmeniz tek bir cümleye bakar. Bardağı taşıran son damla meselesi... Böyle şeyler herkesin başına gelir sanırım. 


20 yıl sonra bir araya gelen iki çocukluk aşkı, yaşadıklarının “çocukluk yaramazlığı” mı yoksa bunca senedir yaşadıkları her şeyden daha mı gerçek olduğunu çözmeye çalışıyorlar. Bu bambaşka hayatlar yaşamış iki insan için çok cesurca bir hareket. Bu noktada cast seçiminize değinmek istiyorum. Zira başroldeki iki oyuncu da gerçekten o karakterler olduğuna ikna eder güçte. Oyuncu seçimlerinizde nelere dikkat ettiniz? 


Selen Uce ve Ece Dizdar uzun zamandır tanıdığım, arkadaş olduğum insanlar. Selen'le daha önce çalıştık, Ece ile çalışmamıştık, ama ikisinin de oyunculuğunu çok takdir ediyorum. Bu senaryoyu yazarken en baştan itibaren onları hayal ettim, senaryoyu onlara göre yazdım. Çekim öncesi aylara yayılan bir süreçte, uzun uzun provalar yaptık ve senaryonun kimi yerleri o provalara göre de bir parça değişti. İkisinin de çok iyi oyunculuk çıkardığına inanıyorum. 


Yeşilçam filmlerinin günümüz uyarlaması olarak görebileceğimiz Aşk, Büyü vs. 22 Mayıs tarihinden itibaren MUBI’de izlenebiliyor. Yeşilçam dönemindeki film izleme alışkanlıklarına kadar eskiye gitmeye gerek yok belki ama, eskiden bir film sadece sinemada izlenebiliyordu. Sizin bu çevrimiçi dönüşüm hakkındaki görüşleriniz nedir? 


Ülkemizde pandemi sinema salonlarına büyük bir darbe vurdu ama pandemi öncesi de hatırlarsanız, yapımcılar ve dağıtımcılar/salon sahipleri arasında anlaşmazlıklar vardı. Seyirci sayısında da bir düşüş yaşanıyordu. Zaten 85 milyonluk bir ülkede en çok iş yapan filmin gişesi 5-6 milyon kişi ise bence ciddi bir pazarlama, dağıtım, sunum sorunu var demektir. Bence bizimki kadar büyük bir ülkede normalde ticari bir filmin 20-25 milyonu bulması lazım. Olmuyor, çünkü insanların ekonomisi elvermiyor, çoğunluk evlerinde dijital ortamda (çoğunlukla da korsandan) izlemeyi tercih ediyor. Mubi'nin, yanılmıyorsam 20 TL olan aylık ücretini bile karşılayamayan ve "Aşk, Büyü vs'yi çok merak ediyorum ama seyredemiyorum" diye korsana düşmesini bekleyen insanlar var, Twitter'a yazıyorlar bunu. Ülkemizin bu alandaki en büyük sorunu korsan sektör ama bütün dünyada da filmleri salonda izlemek yerine evinde, bilgisayarından, dijital ortamda seyretmeyi tercih eden insanlar çoğalıyor. Maalesef sinema salonları kitlesel araçlar olmaktan çıkıyor ve sadece "meraklısına", seçkin bir kitleye hitap eden yerler olmaya doğru gidiyor. 


https://www.basedistanbul.com/bir-ada-masali/

Sunday 14 August 2022

Oğuz!












Oğuz ölmüş. İki kelime, dokuz harf. Ama yazması, telaffuz etmesi çok zor.

Oğuzhan Tercan, 1981 yılında girdiğim sinema okulunda en iyi arkadaşlarımdan biriydi. O zamana kadar tanıdığım insanlar içinde en çok okuyan ve okuduğunu en iyi anlayıp özümseyebilen insandı. İlk yılımızda 12 Eylül düzeniyle yönetilen öğrenci yurdunda aynı katta kalırdık. Her gece etüd odasında Nietzsche, Camus, Kafka ve en çok da Dostoyevski kitaplarına gömülmüş, deli gibi çay sigara içip kargacık burgacık notlar alırken hatırlıyorum onu. (İki üç yıl önce kitaplığımda her nasılsa bende kalmış Oğuz'a ait bir kitap buldum: "Büchner, Oyunlar". Kitaba aldığı notlar, gözlemleri bugünkü bakışımla da çok derinlikliydi.) Bazen kantinde, okul bahçesinde birileriyle  uzun uzun tartışırdı. Onun kadar ateşli düşünen, ateşli konuşan biriyle tanışmamıştım daha önce. Bazen bütün gün hiç konuşmadan oturur, ileri geri sallanıp gözlerini kırpıştırarak düşünürdü. Ama konuşmaya başlayınca önünde engel yoktu. Bazen de konuşurken sesi yükselir ve aniden parlayıverirdi. İçinde her an patlamaya hazır bir bomba vardı sanki. Ülkenin o dönem geçirdiği çalkantıları birebir yaşamış, hapse girip çıkmış, çok genç yaşta taşıması zor ağır tecrübeler edinmişti. Ben 12 Eylül öncesi siyasete karışmamış, karışamamış, tecrübesiz biriydim. Bu uzun saçlı, anlaşılması zor çocuğa yarı ürkerek, yarı hayranlıkla bakıyordum.


Her sabah yurttan okula birlikte yürürdük. Ben 16, o 18 yaşındaymışız. Ama bize dünyayı fethetmeye hazırmışız gibi geliyordu.


Okulun en parlak zihinlerinden biriydi. Yaptığı kısa filmler bence o dönemde bizim okuldan çıkmış en güzel filmler arasındaydı. Bir tanesinde kameraman olarak ben de yer almış ve senaryosuna yardım etmiştim. Özellikle 8 mm el kamerasıyla çektiği "Bir Denizin Yitirdiği Bütün Kıyılarda" bence sadece bir öğrenci filmi değil, kendi hayatıyla, yaşadığı bir aşkla hesaplaştığı, bugün izlesem yine seveceğim gerçek bir sanat yapıtıydı. Umarım emin bir yerlerde hala duruyordur. 


20'li yaşların saçma sapan fırtınalarından geçerken hep birlikteydik. Okul sırasında aşık olduğum biri bana feci bir kazık attığında Bornova tren istasyonunda deliler gibi gibi ağlarken Oğuz vardı yanımda. Evden aldığım harçlık bittiğinde köfte ekmek ısmarlayan oydu. Babasının ölüm haberini aldığı gece sabaha kadar uyumayıp birlikte oturmuştuk. İlk yıldan sonra ikimiz de yurttan ayrıldık. Ben anne babamın evinde kalmaya devam ettim, o arkadaşı Erol'la Bayraklı'da tek göz bir gecekondu tuttu. Eve dönmeye üşendiğimde, o odada üçümüz kalırdık. Led Zeppelin, Pink Floyd, Yes dinlerdik. Müzik dinlerken neredeyse bir tür vecd hali yaşardı. Bir çok parçanın inceliklerini onun sayesinde keşfetmişimdir. "Bak şimdi gitar neler yapacak?" der, nefesini tutup dinlerdi. David Gilmour'un "Dogs" parçasındaki olağanüstü soloya, Steve Howe'un "Going For the One"da kılıktan kılığa giren gitarına onun sayesinde dikkat ettim. Her dinleyişte de onu hatırladım. Hamsi buğulama yapmayı o evde, Oğuz'dan öğrenmiştim. 


Birbirimize kısa filmlerde yardım eder, yazdığımız hemen her şeyi karşılıklı okur, fikir verirdik. Son sınıfta yazdığım "Teyzem"in 30-40 sayfalık ilk halini ona okutmuş ve çözümlemelerine hem hayret etmiş hem de hayran olmuştum. 














Fotoğraf: Hüseyin Harmandağlı




Sonra İstanbul'a geldik. İş bulmaya, sinema (ya da herhangi bir film işi) yapmaya çalıştık. Oğuz asistanlık döneminden sonra reklam filmleri çekmeye başladı, oldukça genç yaşta da, ilk uzun metrajını çekti. Abdi İpekçi cinayetini konu alan "Uzlaşma" ucuz prodüksiyon kalitesine rağmen çarpıcı kurgusuyla ve finaliyle dikkat çekici bir filmdi.


Sonraki yıllarda yollarımız ayrıldı. Maalesef çok aralıklı görüştük. Oğuz türlü çeşit zorluklar yaşadı. Ödüllü reklamlar, diziler, piyasa filmleri çekti ama okul günlerindeki hayallerini, bir çok yönetmenden çok daha ileride gördüğüm birikimini bir şekilde hayata geçiremedi. Asıl istediği filmleri yapamadı. Engel  neydi, bilmiyorum: Ülke? Piyasa şartları? Kader? İş dünyasında başına gelen korkunç haksızlıklar? Kendi mükemmelliyetçi tavrı? Belki hepsi... Okulda o müthiş kısa filmleri çeken genç adam, hayalindeki filmleri çekebilse neler izleyecektik kim bilir? Onun yapamadığı ve artık asla yapılamayacak filmler hepimizin, ülke sinemasının kaybıdır.


Nedense geçmişte onca anının içinden şu an bir şekilde geliverdi şimdi: 1981'de bir sabah yurttan okula yürürken kampüste bir top sahasının yanından geçtik. Bir grup genç futbol oynuyordu. Geçerken bir tuhaflık farkettik, tam anlayamadık, kısa bir an durduk. Çünkü oyun tamamen sessizdi, tuhaflık buydu. Normalde bağıra bağıra oynanan futbol tamamen sessiz bir ortamda oynanıyordu. Herhalde yakında bulunan İşitme Engelliler Okulu'nun öğrencileriydi bunlar. Bu rüya sahnesini bir süre izledikten sonra döndük ve sessizce yürümeye devam ettik, bir şey söylemeye gerek yoktu. Önümüzde uzun bir yol, keşfedilecek bir dünya vardı.