“...her yere yayılmış yokluğun.
Sanki sen bir ülkeye dönüşmüşsün,
hatların da ufuk olmuş.
Bir ülkede yaşar gibi
yaşıyorum içinde.
Sen her yerdesin. Ama seninle
asla yüzyüze gelemiyorum.”
John Berger, “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar
Kadar Kısa Ömürlü”den.
SUMMERTIME
Bu şarkının Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong’un birlikte söyledikleri eski bir yorumu hayatımın belirsiz bir evreye girdiği o zor günlere sesinin rengini verdi. Kazancı Yokuşu’nda oturduğum karanlık apartman dairesinde mono bir teypten, sokaktaysam ‘walkman’den durmaksızın Summertime’ı dinliyordum. Summertime beni içine alıyordu, beni kışkırtıyordu, düşlere sürüklüyordu. Her seferinde parçanın ortasına doğru “Tamam bu son, artık dinlemem” diyordum ama Ella Fitzgerald son defa “Hush little baby” deyip arkadaki büyük orkestra son notaları çıkarınca, sıcak bir kucağa geri döner gibi yeniden başa alacağımı ve sonsuza kadar bu şarkının ılık havasına kapanıp yaşamak istediğimi anlıyordum.
BEN
sakallı, yuvarlak gözlüklü, şişmandım. İzmir’deki bir sinema okulunu bitirmiştim. O günlerde, hep ünlü yıldızların oynadığı ve hep başkaları tarafından çekilen filmler için senaryolar yazıyordum. Kafayı Summertime’a taktığım günlerde beni askere çağırmışlardı. Hayat tabii ki bu yüzden zordu. 23 yaşındaydım, hayatta ne yapacağımı tam bilememekten kaynaklanan bir kararsızlığım vardı ve onu hergün belli saatlerde Rumeli Hisarı otobüs durağında görürdüm.
O
amerikalıydı. Sarışın, uzun saçlıydı. Saçını atkuyruğu yapıp arkasına salıyor, ekose etekler, soket çoraplar ve düz ayakkabılar giyiyordu. En çok 11-12 yaşında olduğunu tahmin ediyordum. 6o’ların masum Hollywood kızlarını hatırlatan garip bir güzelliği vardı. Çevresindeki arkadaşları, diğer amerikalı çocuklar, gürültücü aksanlarıyla bağıra çağıra ortalıkta hoplayıp zıplarlardı. Ama o başkaydı. Sanki başka bir zamandan, çok üzgün bir çağdan geliyormuş gibi otobüs durağının demirine yaslanır, uzaklara bakardı. Ancak kendisine birşey sorulursa konuşur, çok az gülerdi. Tabii ki ona aşıktım.
HİSAR KAHVE,
Rumeli Hisarı’nın oldukça yakınında, eski vapur iskelesinin karşısındaydı. Hemen hergün giderdim. Aslen arap olan kahve sahibinin, balıkçıların ve oraya takılan Boğaziçi’li öğrencilerin muhabbeti bazen sıkıcı olurdu ama çalışmak için evin karanlığından daha iyiydi. Pencerenin kıyısında bir masaya oturur, buğusu akan camların ardından kurşuni kış denizini seyreder ve ünlü şiiri düşünürdüm: “Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır”.
Yazmaktan sıkıldığım ya da muhabbetlerden tıkandığım bir anda saate bakar ve sevinçle onun durağa iniş vakti olduğunu görürdüm. Hergün saat dörde doğru durağın yanındaki merdivenden inerlerdi. Sanırım yukarıda bir amerikan okulu vardı. Beni beklerken görür ama gördüğünü belli etmemeye çalışırdı. Birbirimizi iyi tanıyorduk.
Otobüsü beklerken onun binlerce çille kaplı yüzüne, çocuksu bir öfkeyle yukarı kıvrılan üst dudağına, narin omuzlarına, ayak bileklerine bakardım. Çok inceydi. Bu incelik ona kırılgan bir güzellik veriyor ama aynı zamanda, insanda ölüme yakın olduğu duygusunu uyandırıyordu. Hatları hafifçe karanlıkta kaybolan bir Rambrandt figürü gibiydi. “Flu” bir kızdı. Onu güldürmeyi çok istiyordum. İngilizcem buna yeter miydi bilmiyorum. Tabii ki ingilizceden önce bir cesaret sorunuydu bu. Konuşacak cesaretim yoktu. Sadece izliyordum.
Hangi otobüs gelirse gelsin binerdik. Otobüste de onu izlerdim. Bebek’te iner, onu herkesten farklı yapan yalnızlığı içinde bir yokuşta kaybolur giderdi.
LOLITA
‘da buna benzer bir aşk vardı. Küçük amerikalım tam da Nabokov’un “su perisi” diyebileceği bir kızdı. Ama ben nedense kendimi Lolita’nın Humbert Humbert’ından çok Venedik’te Ölüm’ün imkansız aşığına benzetme eğilimindeydim.
Galiba onu ilk defa okullarının açıldığı bir güz günü görmüştüm. Bir kış boyunca günde sadece onar dakika izleyerek yüzünün ve vücudunun her çizgisini ezberledim. Ona isimler ve hayat hikayeleri yakıştırdım. Kazancı Yokuşu’nda şehrin en ağır ve lekeli sevişmelerinin yaşandığı geceler boyunca onu düşledim. Başka bedenlerde onu çocuksu beyazlığını aradım.
O GECE
İstanbul’da askere gitmeden önceki son gecemdi. Ertesi gün, bundan sonraki altı ayımı geçireceğim askeri birliğe teslim olmam gerekiyordu. Kendimi asker olarak hayal bile edemiyordum. Yaşadığı “sivil” toplumun kurallarından bile sıkılan benim gibi biri için, orduya uyum sağlamak çok zor olacaktı. Ben İstanbul’da kalmak, küçük amerikan güzelimle günde on dakikalar geçirmek, filmler yazmak, yapmak istiyordum. Oysa beni ışık yılları ötesinde haki renkli bir erkek kalabalığının içine gönderiyorlardı. Üstelik ülkenin çevresi ateşler içindeydi. Açıkçası korkuyordum. Basit bir “hikaye anlatıcı”ydım ben, orada işim neydi?
Birkaç arkadaşımla birlikte artık kullanılmadığı için kilitli duran Hisar İskelesi’ne girip kanyak içerek sarhoş olmaya çalıştık. Hafta sonu olduğu için küçük amerikalımı göremeyeceğimi biliyordum. Otobüs durağı ıpıssızdı. Kısa zamanda sarhoş olmayı başardık. Geçen gemilerin ışıklarını ve sahil yolunu dolduran “çıs-tap”lı arabaları seyrederken neredeyse neşelenmeye başlamıştım. Arkadaşlardan biri “Ülkenin gerçek yüzünü göreceksin, fena mı?” diyordu. Bu söz bizi güldürmeye yetiyordu. Sonra Taksim’deki otobüs yazıhanesine doğru yola çıktık. Gidişime az kalmıştı.
Kendimi otobüs şirketinin bekleme salonunda beyaz plastik sandalyelere oturmuş bir halde bulduğumda arkadaşlarımdan yeni ayrılmıştım, feci şekilde sarhoştum ve tabii ki kulağımda takılı kulaklıklardan Summertime’ı dinliyordum. İstanbul-İzmir hattı dışında ilk uzun yolculuğumdu bu. Çevremdeki insanların görünüşleri hatta aksanları oldukça farklıydı.
Sol avcumun ortasına tükenmez kalemle bir göz resmi çizmeye başladım. Bunu arkadaşlara şaka olsun diye sık sık yapardım. Göz çizili elimi kaldırıp gerçek gözümün üzerine koyunca garip bir görüntü olurdu. “Gözüm kapalı ama hala seni görüyorum”. Müslüman bir arkadaşım bunun kutsal bir imge olduğunu söyleyip günah işlediğim konusunda beni uyarmıştı. Çevresi arapça yazılar ve arabesk süslerle dolu kesik bir el resmi göstermişti. Elin ortasında kapkara gözbebekli bir göz vardı. Ben de eskiden gördüğüm bu imgeyi tekrarlıyordum belki. Ona yaptığım bu şakanın dinle bir ilgisi olmadığını söylemiştim.
Gözün son çizgilerini çizerken Summertime bitti. Kulaklıkları çıkardım. Geri sarma düğmesine basacakken ince bir ses duyuldu:
“I KNOW YOU”.
Sese döndüm. Kasıklarımdan karnıma doğru bir sıcaklık yükseldi. Küçük amerikalım yanımda oturuyor ve ilk defa, dünyanın en harika gülüşüyle gülüyordu bana. Kıpkırmızı olmuştum. İçki kokusunu duyurmamaya çalışarak, “Otobüs durağında karşılaşırdık” dedim. Gülümsedi ve elime ne çizdiğimi sordu.
Göz çizili elimi kaldırdım ve sol gözümün üzerine koyarak sözde şakamı yaptım. “Uu, korkunç oldun” dedi. Bu sırada bize doğru gelen bir yaşlı kadını, çok tipik bir amerikan ninesini gördüm. Küçük arkadaşıma bir bardak su ve bir hap verdi sonra küçümseyen ama meraklı bir bakışla bana doğru döndü. Amerikan güzelim onun bakışlarına aldırmadan “Nereye gidiyorsun?” diye sordu bana.
“Kastamonu’ya, beni askere alıyorlar da. Yarın asker olacağım”. Dertli dertli baktığımı görüp “Ne var ki bunda?” dedi, “Benim babam da asker. Sinop’ta”. Sinop’u bir sincap sevimliliğiyle burun deliklerinin oynamasına sebep olacak şekilde telaffuz etmişti. “Babam orada Amerikan Üssü’nde çalışıyor. Müthiş değil mi? Tam altı aydır görmüyordum onu”.
Yaşlı kadın karışma gereği duydu: “Arkadaşını tanıştırmadın bana”... Su perim hain bir bakışla ona döndü “Biz de yeni tanıştık büyükkanne”. Tekrar bana döndü, bu sırada ben elinde oynayıp durduğu plastikten küçücük bir bebeğe takılıp kalmıştım. “Bak, bu benim oğlum” dedi bebeği kaldırarak, “Onu ben doğurdum, dokuz ay karnımda taşıdım”...
“Alice!” diye bağırdı yaşlı kadın. Daha fazla dayanamamıştı anlaşılan. Daha sonra söylediği şeylerin çoğunu anlayamadım.
ALICE.
Adı buydu. Alice...Yüzü tekrar o çok iyi tanıdığım öfkeyle dolmuş, üst dudağı yukarı kıvrılmıştı. Başını eğdi, birşey söylemeden hızlı hızlı bacaklarını salladı.
Büyükkannesi bana bakmamaya çalışarak kolundan tutup kapıya doğru sürükledi onu. Otobüs kapıya yanaşmıştı bile. Otobüse bindiler. Alice son defa dönüp bana baktı. Oradaydı işte. Bunu bir hikayede ya da filmde yazmaya kalksam kimseler inanmazdı. Ama Alice oradaydı, benim de birazdan bineceğim otobüste...
Bu olayı bir yerde yazıyor olsam şimdi hemen onu uzak bir memlekete kaçırabileceğimi düşündüm. Buradan uzağa. Bu otobüs terminallerinden, zalim büyükkannelerden, askerlikten, bu pis sarhoşluktan uzağa. Çocuk resimlerine benzeyen, daha yumuşak renkli bir kayıp harikalar diyarına...
Zavallı ingilizcemle onu avutup dünyada yalnız olmadığını anlatabilir miydim? Geceler boyu onu düşlediğimi bilse korkar mıydı? Yoksa sevinir miydi? İnsan onun yaşında cinsel bir ilgi duyar mıydı? Ben nasıldım o yaşta? Zayıf bedeni benim tutkuma cevap verebilir miydi? Sadece parmak uçlarını, çilli alnını öpmek beni doyurur muydu?
“Hemşo, uyuyor musun, nesin?” dedi bir ses. Otobüsün muaviniydi. “Şu bavulunu verecek misin? Ağaç olduk burada...”
Otobüsün ön koltuklarından birine, şöförün arkasına oturdum. Geri baktığımda Alice’in büyükannesini görebiliyordum ama Alice koltuğun arkasında kalıyordu. Yaşlı kadın beni görünce hemen dönüp uzaklara baktı.
Boğaz Köprü’sünden geçerken uzakta Hisar’ın ışıklarını gördüm. İşte bu şehirden birlikte olmak isteyeceğim tek insanı da götürerek ayrılıyordum. Bir çeşit mucizeydi bu...
YOL ARKADAŞIM
genç, otuzlarında bir adamdı. Sol eli tamamen sarılıydı. Saçları üç numara traşlıydı. Dost olmaya çalıştım: “Askerden mi geliyorsunuz?”
Bilgiç bir havada gülümseyerek beni süzdü. “Hayır, içeriden”... “Ha öyle mi, suçunuz neydi peki?” dedim aptal gibi.
“Suçum yoktu” dedi, “İstanbul’da okuyordum. Ben kazara biraz çok okudum, anlarsınız ya. O kadar işte. Bir gösteride almışlardı. Yedi yıl mahkemem sürdü. sonra ‘masum’ bulup bıraktılar. Ama İstanbul’da yapacak birşeyim kalmadı artık. Bitti. Babamın evine dönüyorum. Bundan sonra n’aparım bilmem”...Acı bir gülümsemeyle bana bakarak sustu kaldı. Söylediklerinden birşey anlamadığımı düşünmüş olmalıydı. Önümüzde karanlık bir yol uzanıyordu. Teypten yükselen Küçük Emrah’ın şarkısını dinlerken şöförün üstünde asılı dijital saatin göz kırpmalarını izledim.
BİR DÜŞ
gördüm. Bir anıydı.
Küçükken okuduğumuz köy ilkokulunun bahçesinde eski bir bina vardı. Eskiden okulmuş ama o günlerde depo olarak kullanılıyordu. Amerikan yardımıyla gelen süttozu, soyayağı ve sabunlar fakir köy çocuklarına dağıtılmadan önce burada saklanırdı. Parlak teneke kutuların üzerinde tokalaşan biri türk biri amerikan iki el ne manaya gelir anlamazdık. Köy çocuklarını eğiten öğretmen anne babam da söylememişlerdi.
Aslında eski okulun daha ilginç hikayeleri vardı. Eski okulun arkasında birini mi öldürmüşler ne, yerde kalan kanı hala bağırırmış. Öyle derlerdi. Aslında köyün delisi kediyiyen Mahmut dışında duyan olmamıştı kanın sesini.
Hoş, biz çocuklar umursamıyorduk kanı manı, amerikan yardımını... Çünkü eski okulun arkasında daha hayati şeyler bulmak mümkündü. Çopur bir oğlan bana, eski okulun arkasında hayatın en mühim sırlarını açık açık anlatan resimler ve yazılar olduğunu söylemişti. Bir pazar günü kızkardeşimle bahçede oynarmış gibi yaparken yavaşça eski okulun arkasına dolandık. Bir resmin peşindeydik.
Sıvası dökülmüş bir duvarın üzerinde, yosunların ve ayıp yazıların arasında bulduk onu. Mağaralardan kalma bir üslupla bir dişi bir erkek organ içiçe çizilmişti. Ama neyin ne olduğu belliydi. Kızkardeşimle ben, anlayamıyorduk, neden kadınlarla erkekler böyle birşey yaparlar? Hem bacaklarımız arasındaki kedi yavruları duvardaki temsillerine göre ne kadar küçüktü. İşte tam bu sırada
kanın sesi
ni duyduk. Kanın sesi, eski okulun arkasından, bodrumdan geliyordu.
Kanın sesi.
Yalnız biz duyduk.
Kan
bağırıyor.
Kan bağırıyor,
bağırıyordu.
Gözlerimi açtım.
Otobüs bir mola yerinde durmuştu. Ağzım kupkuruydu. Saatime baktım. Üçü geçiyordu. Ne kadar uyumuştum? Otobüsün içinde bir bebek durmadan ağlıyordu. Kalktım, benden, bebek ve annesinden başka kimse kalmamıştı içeride. Alice ve büyükannesi de çıkmışlardı herhalde.
Otobüsten indim. Mola yeri bir felaketti. Renkli floresanlar ve küçük ampullerle aydınlatılan bir ‘restorant’ kısmı, Elvis Presley ve Marilyn Monroe’lu resimlerle süslü halılar satan bir hediyelik eşya dükkanı, bir benzin istasyonu... Bir kızlar korosu aynı tondan çok tuhaf bir ingilizce şarkı söylüyordu. Dikkat edince bunun arabesk bir şarkının tarzanca çevirisi olduğunu anladım.
‘Restorant’a bir göz attım. Başörtülü kadınlar ve bıyıklı karanlık adamlar koyu çaylar içerek hayaletler gibi oturuyorlardı içeride. Videoda Bülent Ersoy’un bebek emzirdiği bir film oynuyordu. Alice tabii ki yoktu ama bir köşeden bizim otobüs muavininin iki adam beni gösterdiğini gördüm. Adamlardan biri lacivert takım elbiseli diğeri pardesülüydü. İkisini de tanımıyordum. Benden ne istiyor olabilirlerdi?
Alice ve yaşlı kadın ilgilenmiş olabilirler diye hediyelik eşya dükkanına bile baktım. Yorgun bir tezgahtar çocuk uyukluyordu içeride. Marilyn Monroe arabesk süslerin ve halı ilmeklerinin arasından ona bakıyordu.
Benzin pompalarının yanına yanaşan bir volkswagen minibüs gördüm. Üstü çiçek resimleri ve barış işaretleriyle boyanmıştı. Arabanın önünde uzun saçlı sakallı, 70’lerin hippileri gibi giyinmiş iki adam vardı. Sanki o yıllardan beri kılıklarını değiştirmemişlerdi. İkisi de en az kırk yaşlarındaydılar. Biri diğerine, “Burası mı, emin misin?” diye sorduğunda türk olduklarını anladım.
Hala sarhoştum, başım dönüyordu, tuvalete gittim.
Yüzüme defalarca çarptığım soğuk su kendime biraz gelmemi sağladı. Bir ses “Sarhoşsun ha?” dedi.
Doğruldum. Yol arkadaşım genç adam pisuarların yanında dikiliyor, nedense aşağılayıcı bir havada bana bakıyordu.
Gülerek, “Evet, çünkü askere gidiyorum” dedim, “Adettenmiş biliyorsunuz. Askere teslim olmadan önce herkes böyle sarhoş olurmuş”.
“İçin bakalım” dedi, “ Ben hapse girdiğimde sizin yaşınızdaydım biliyor musunuz? Biz sizin gibiler için hayatımızı feda ettik. Size yepyeni bir hayat verelim diye. Siz n’aptınız? Bizi unuttunuz. Okullarda size iyi çocuklar olmayı öğrettiler. Oldunuz. Bizi hafızanızdan sildiniz. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın, bizi kafanızdan atamazsınız. Tarih, bilinçaltınızı dürtüp durur, rahatsız eder. Suçlusunuz. Yani suçsuz olduğunuz için suçlusunuz. Bu yüzden içmek hakkınız. İçin!”
Öylece bakıp kalmıştım söylediği şeylere. “Yanılıyorsunuz” diye kekeledim, “Ben o sizin bahsettiğiniz hafızasız kuşaktan değilim. Sizin yaptıklarınızı, sizin neler yapıldığını biliyorum. Üstelik bir gün gelecek bunların hepsini anlatacağım. Herkes herşeyi o zaman anlayacak”...
Güldü. Aynaya bakarak ezberden, çok çabuk ingilizce birşeyler okumaya başladı: “Fury said to a mouse, that he met in the house: ‘Let us both go to law, I will prosecute you. Come I take no denial. We must have a trial. For really this morning I have nothing to do’. Said the mouse to the cur: ‘Such a trial dear sir, with no jury or judge, would be wasting our breath’. ‘I’ll be judge, I’ll be jury’ said cunning old Fury, ‘I’ll try the whole cause-
burada bana döndü-
..and condemn you to death’”...(*)
“Ne demek istediğinizi anlamıyorum” dedim.
Tekrar güldü, “Alice diyarında harikalar” diye mırıldandı, “Wonders in Aliceland”...
İyice rahatsız olmuş bir halde, son birşey söylemek için ellerimi iki yana açtım. Birden gözü sol elime takıldı. Dikkatle baktı. Çok şaşkın, yanıma yaklaştı, elimi tuttu. Çekmek istedim, bırakmadı. Avucumu çevirip ortasına çizdiğim gözü inceledi. Tekrar bana baktı. Birşey söylemek ister gibi dudakları kıpırdadı. Tekrar göze baktı. “Bilmiyordum” diye mırıldandı sonunda, “Özür dilerim kardeşim, demek sen de bir hikaye anlatıcısın”...
“Evet ama bunun bu gözle ne ilgisi var?” diyecek oldum.
Sevgiyle gülerek sargı içindeki elini gösterdi, “Seninle aynı cinsten insanlarız anlamıyor musun?”
Sağlam elini omzuma koydu. “Ah kardeşim, sen de aynı çileli yollardan geçeceksin. Ama dışarı çıkmayı başarabilirsen...”
“Dışarı?” diye sözünü kestim.
“Dışarı çıkmayı başarabilirsen, eğer seni severse, seni anlatıcı olarak seçtiyse...”
“Kim?” dedim, söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.
İyice yaklaştı “Söyle, doğumun yakın mı?”
Benim yerime tuvaletin kapısından bir ses cevap verdi: “Çok uzak moruk be, çok uzak”...
İkimiz de kapıya döndük. Otobüs muavinine benim hakkımda birşeyler soran iki adam kapıda duruyorlardı. Yüzlerinde çok saldırgan bir ifade vardı. İkiz robotlar gibi hareket ederek hızla yanımıza geliverdiler. Yol arkadaşım korkudan buz kesmiş gibi onlara bakıyordu. Adamların kel kafalı olanı sol elimi tuttu, göze dikkatle baktı. Onu itip kurtulmak istedim. “N’oluyoruz?” Bıyıklı olan şak diye silahını çekti. “Kıpırdama pezevenk!”, o da elimdeki göze baktı, “Tamam bu iş” diye mırıldandı.
“N’apıyorsunuz yahu?” diye bağırdım.
Yol arkadaşım acı dolu bir yüzle, “Konuşma sakın!” diye bağırdı. Fakat sözünü tamamlayamadı. Bıyıklı adam silahının kabzasıyla yol arkadaşımın çenesine sert bir darbe attı. Arkadaşım bayılarak yere yığıldı kaldı.
“Siz kimsiniz? Ne hakla...” diye bağırıyordum ki, kel kafalı suratıma sert bir tokat attı. “Kes lan vatan haini köpek! Her şeyi biliyorsun, her şeyi anlatacaksın ha?” Bir tokat daha şakladı. İçimden inanılmaz bir ses yükseliyordu.
Yol arkadaşımın elini tutan bıyıklı, “Sonunu görmek ister misin?” dedi ve elin sargısını ucundan tutarak bir hamlede açıverdi. Eli kaldırıp bana gösterdiğinde dehşet içinde kaldım. Yol arkadaşımın sol avucunda artık kapanmaya başlamış bir yara izi vardı. Avcu tam ortasından delinmişti. Bıyıklı, eli sallayarak “İşte biz vatan hainlerine, kendi kafalarından hikayelere uyduran köpeklere böyle yaparız” dedi, “Akılsız herifler, bu güzelim memleketin sizden çektiği yetmedi mi? Ne istiyorsunuz?”
“Birşey istediğim yok” diye kekeledim, “Yarın askere teslim olacağım, bırakın beni”...
“Asker?” diye kahkaha attı kel kafalı adam, “Bununla askerlik yaptırırlar mı sana be?” Elime çizdiğim gözü gösteriyordu.
“Bunun ne manası olabilir ki” diye güldüm, “Bu sadece bir şaka, şaka olsun diye çizdim”...
Kel kafalı gülmeye başladı: “Tamam tamam hayecanlanma. Biz de şaka yapıyoruz zaten”, sonra birden ciddileşti “Ama artık şaka bitti”.
Birden elimi bilekten tutup duvara bastırdı. “Vatana ihanetten suçlu bulundun. İki şahit eşliğinde cezan hemen verilecek”.
Bıyıklı olanı yanımıza seğirtip beni sıkı sıkı tutarken kel kafalı, silahının namlusunu elimin ortasına gözün tam üzerine bastırdı. Korkudan kıpırdayamıyordum. Gözlerimi kapadım. Boğazımdan ulumaya benzer bir ses çıktı. Silah patladı.
Hiç acı duymamıştım. Gözlerimi açtım ve kel kafalı adamın şakağında kırmızı bir leke, ağzından kan sızarak faltaşı gibi açık gözleriyle bana baktığını gördüm.
Herşey ağır çekim bir şiddet filmi gibi oluverdi sonra: Bıyıklı adam silahına davrandı ve kapıya döndü. Ancak o zaman daha önce gördüğüm yaşlı hippilerden birinin kapıdan ateş etmiş olduğunu farkettim. Hippi ondan hiç beklenmeyecek bir çeviklikle kendisini yere attı ve ikinci bir el daha ateş etti. Bıyıklı adam tetiğini çekmeye fırsat bulamadan göğsünden vuruldu ve geri geri gidip duvarı kan içinde bırakarak pisuarların yanına yığıldı, kıpırtısız kaldı.
Sanırım daha sonra yaşlı hippi beni dışarıda bekleyen minibüslerine götürdü. Beynim durmuş gibiydi. Sağlıklı düşünüp rahat konuşabilmem için bir süre geçmesi gerekti. İki kişiydiler. Biri önde minibüsü kullanıyordu. Diğeri, minibüsün karavan gibi döşenmiş arka kısmında benimle birlikteydi. Teypten Grateful Dead’in bir şarkısı duyuluyordu.
Başımda duran kurtarıcım gülümsedi ve dostça “Artık korkma, hepsi bitti, şansın varmış” dedi.
“Siz kimsiniz? Onlar kimdi? Kim bizi böyle..” diye sorulara başlamıştım ki, kurtarıcım sözümü kesti: “Biz dostuz, onlar da düşmanlarımızdı”. Sonra gülerek ekledi, “Adım Tahir”.
Direksiyondaki hafifçe arkaya döndü. “Ben de Mahir”...
“Hikayeyi biliyorsun” dedi Tahir, “Kedi Fury ile ondan nefret eden fare milletinin hikayesini... Olay o kadar basit”. “Fare milleti” diye tekrar etti Mahir.
“Artık hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey anlamıyorum” dedim.
“Sen çok önemli bir görev için seçilmiştin” dedi Tahir. “Bu yüzden peşine düşmüşlerdi”. “Önemli bir görev için” diye tekrar etti Mahir.
“Ne görevi yahu?” diye isyan ettim. “Kim bana ne görevi verir? Elimden yazı yazmaktan başka iş gelmez benim. Biraz da çeviri yaparım ama”...
“Görevin de bu” dedi Tahir. “Kendi işini yapacaksın. Bildiklerini gördüklerini anlatacaksın. Bu memleketin senin gibi hikayecilere ihtiyacı var. Anlat herşeyi ona”.
“Ona herşeyi anlat” dedi Mahir.
“Kime?” diye bağırdım, “Kime ne anlatayım?”
“Annemize tabii ki” dedi Tahir. “Annemize” dedi Mahir.
Tahir gayet ciddi, “Annemiz seni çağırıyor” dedi, “Senin hikayelerine ihtiyacı var. Kendini daha iyi anlamak, hem kendini hem bizi kurtarmak için... Seni dışarı almaya karar verdi. Birazdan doğuracak seni”...
“Doğuracak” dedi Mahir.
Sakin görünüp sesime ciddi bir hava vermeye çalışarak “Bakın, fazla vaktim yok. Zaten acayip şeyler oldu. Ama benim yarın Kastamonu’da askeri birliğime teslim olmam gerekiyor” dedim.
Tahir şakadan kızıyormuş gibi “Yahu ne biçim adammışsın kardeşim” diye bağırdı, “Biz sana ne anlatıyoruz, sen ne diyorsun. Unut askerliği maskerliği, bitti hepsi. Hem sen değil miydin hep ‘Birgün bunların hepsini anlatacağım, hepsi o zaman anlaşılacak’ diyen? İşte sonunda isteklerin gerçekleşiyor. Annemiz..”
“Kimmiş bu annemiz?” diye sözünü kestim, “Nasıl bulacağım onu?”
“Sana bu yol gösterecek” dedi Tahir ve ceketinin cebinden küçük plastik bir maskot çıkardı. “Bu çocuk yolu iyi biliyor”.
Bu daha önce Alice’in elinde gördüğüm maskottu.
“Nereden buldunuz onu?” diye heyecanlandım, “Bu...”
“Annemizin ilk oğlu” diye tamamladı Tahir. “Herşey yolunda inan, herşey çok iyi olacak. Keşke senin yerinde biz olsaydık”...
“Keşke biz olsaydık” dedi Mahir.
“Siz gidin o zaman” diye güldüm. “Ben yorgunum, doğum moğum kaldıracak halim yok”...
“Biz dava adamıyız oğlum” diye iç geçirdi Tahir. “Biz ancak taşıyıcı olabiliriz. Bu yolda senin gibi kaç kişiyi dışarı kaçırdık. Ama biz çıkamadık. Çünkü bizde gerçekleri gören gözden yok. Sizin gibilerin şansı böyle bir kabiliyetle doğmuş olmanız”. Avucumdaki gözü işaret ediyordu.
“Bu sadece şaka olsun diye çizdiğim birşey” diyerek yeniden başlayacaktım ki, Mahir arkaya döndü ve “Geldik!” diye bağırdı. Tahir bana baktı, ve omzuma dostça vurarak, “Tamam buraya kadar, haydi sana bol şans, bizi unutma” dedi.
Minibüsün ön camından bir tünele doğru yaklaştığımızı görüyordum. Birden Tahir ve Mahir kapıları açtılar ve dışarıya atladılar. Şöförsüz kalan minibüs hızla tünele ilerliyordu. Korkuyla bağırıyordum. Ama sesimi duyamıyordum. Tahir’in elime tutuşturduğu Alice’in maskot bebeği birden pembe bir ışıkla pırıldadı ve yumuşacık bir ses duyuldu: “Korkma çok kolay bir doğum olacak”. Sonra her yer karardı.
Gözlerimi açtığımda
iki küçük narin ayak gördüm. Biri başucumda dikiliyordu. Doğrulup bakmak istedim ama her yerim ağrıyordu. Bir mutfakta, yerdeki soğuk parkelerin üzerinde yatıyordum.
“Yeni Dünya’
na hoşgeldin” dedi tanıdığım bir ses. Alice’in sesiydi bu.
Kalkmaya çalıştım ve başucumda dikilen Alice’i gördüm. Çırılçıplaktı. Bir havluyla sakin sakin bacaklarının arasını kuruluyordu.
Birden benim de çıplak olduğumu farkettim. Utanarak ellerimle örtünmeye çalıştım. Alice gülümsedi ve “Utanma” dedi türkçe olarak “Sen benim oğlumsun, minik bebeğimsin benim”.
“Alice, türkçe konuşuyorsun” dedim ilk şaşkınlıkla. “Türkçe konuşmuyorum” dedi, “Sadece ikimiz de aynı dili konuşuyoruz artık”...
Artık sarhoş değildim. Aklım tamamen başımdaydı. Ama gece olanları çok zor hatırlıyordum. Buraya nasıl geldiğim hakkında en küçük bir fikrim yoktu. “Bize n’oldu Alice?” dedim, “Buraya nasıl geldik? O adamlar kimdi? O mola yeri...”
Gülümseyerek sözümü kesti: “Hepsi içeride kaldı. Unut artık onları! Artık dışarıdasın”...
“Giysilerim nerede? Nereye sakladın onları?” dedim Alice’e bir çocuk azarlar gibi. “Saklamadım” diye güldü, “Anlasana, hepsi içeride kaldı”.
“Neyin içinde?” diye bağırdım, “Bunlardan birinde olabilir mi?” Mutfağın metal dolaplarından birinin kapağını açtım.
“İçimde” diye seslendi bana, “Seni doğurdum canım. İki dakika önce... Sen saf, tertemiz bir bebeksin”.
En ciddi havamı takınarak yanına gittim ve yanağını okşadım. “Bak Alice, dün gece neler oldu bilmiyorum. Ama çok sarhoştum ve çok kötü rüyalar gördüm. Ama yarın Kastamonu’da olmam şart. Askere teslim olacağım biliyorsun. Haydi, iyi bir kız ol da şu giysilerimi ver”...
“Of bıktım senden” diye sızlandı Alice, “Askerlik maskerlik hala bunları mı düşünüyorsun? Seni doğurdum diyorum anlasana, seni seçtim, büyüttüm, yetiştirdim ve doğurdum”.
Birşey söyleyecektim ama birden sol elimi tuttu ve ondan beklemeyeceğim bir güçle çekerek bacaklarının arasına götürdü. “Nereden geldiğini görmek ister misin?”
“Bırak beni” diyerek ittim onu, “Şu an nerede olduğumuz daha mühim bir sorun”. Mutfağın kapısına koşturdum. Açıp dışarı çıktım. Burası bir McDonald’s mutfağıydı. Kapı geniş, loş bir salona açılıyordu. Zaman sabaha karşı olmalıydı. Restoran kapalıydı. Sandalyeler masaların
üzerine dizilmişti. Büyük pencerelerden geniş bir cadde, gökdelenler, yanıp sönen bir trafik lambaları grubu görünüyordu. Pencerenin önünde bir kaç evsiz ateş yaktıkları bir varilin çevresine toplanmış şakalaşıyor, şarkı söylüyorlardı. İçlerinden biri beni çırılçıplak camda dikilirken görür gibi oldu. Hemen geri çekildim, Alice’in yanına yaklaştım. Salonun ortasındaydık. Alice tekrar elimi tuttu. “Neredeyiz Alice?” diyebildim.
“Yeni Dünya’dayız” dedi, “özgürlük, macera ve fırsatlar ülkesinde. Birazdan işini bitirdiğinde seni dışarı salacağım. Eğer sebat edip iyi çalışırsan dünya çapında bir yönetmen olursun. Sana bağlı... Ama önce görevini yap”...
“Aklım almıyor, imkansız” dedim...
“Gel sana geldiğin yeri göstereyim” dedi, elimi tekrar bacaklarının arasına götürdü. Sert ve tüysüz organını avucumda hissettim. Birden bacaklarının arasından açık mavi bir ışık çıktı. Elim saydamlaşmış gibi pırıl pırıl parlıyordu. Sonra bir anda bir elektrik şoku gibi, gözlerimin önünde açıldı ülkemin haritası... Sanki uzaydaki bir uydudan Anadolu yarımadasını seyrediyordum. Bu görüntünün içine düşer gibi oldum. Bir flaş çaktı. Uçaktan gözler gibi elimin altında uzanan İstanbul’u gördüm. Hızla geri çektim elimi. Avucumda çizili göz hala mavi mavi pırıldıyordu.
“Kimsin sen?” diyebildim titreyerek.
“Anayurdunum
ben senin” dedi elimi bırakmadan, “Bunca zamandır içimde yaşıyordun”. “Bir ülkede yaşar gibi öyle mi?” dedim. “Tabii” dedi, “seni besledim, büyüttüm, eğittim, bu yaşa getirdim. Şimdi sana ihtiyacım var. Haydi!”
Onun zayıf kasıklarına, karnına baktığım zaman inanılmaz geliyordu ama galiba doğruyu söylüyordu. Alice’in içinden geliyordum. Alice diyarından. “Ne yapmamı istiyorsun, görevim nedir?” diye mırıldandım.
“İçimde neler oluyor, bilmem gerek” dedi, “Biliyorum, içim hasta, yavaş yavaş çürüyorum. Büyük bir işgal var içimde. Herşey birbirine karışmış, kimse kimseyi dinlemiyor. Kim işgalci kim yurtsever, kim benim ölümüm için çalışıyor, kim ayakta kalmam için, belli değil. Büyükannemden nefret ediyorum. Bana hergün haplar verip duruyor. Haplar, emirler, çalıştırıyor beni. Beni üzüyor, ağlatıyor. Beni kendi gençliği gibi giydiriyor. Hergün 60’lar kıyafet balosundan çıkmış gibi dolaşıyorum. Bazen içimden birini doğrup buraya getiriyorum, neler olup bittiğini bana anlatsın diye. Ama çoğu zaman işgal kuvvetleri yarı yolda yokediyor onları. Seni de engellemeye çalıştılar mutlaka”...
“Evet evet” diye onayladım, “o adamlar... Gözümü yoketmeye çalıştılar, yol arkadaşıma yaptıkları gibi”...
“Haydi bitir işlerini o zaman” dedi Alice, “ Anlat! Herşeyi! Yoksa onlar kazanacaklar, ben öleceğim”.
Elim bir kere daha kendiliğinden yolunu buldu. Bir kez daha organına dokundum. Aynı elektrik şoku, şakaklarıma ve dişetlerime varıncaya kadar kasılmama yol açtı. Tekrar binlerce görüntü hücum etti. Titriyordum. Alice sıcak, ıslak ağzıyla öptü beni. “Anlat, haydi anlat”...
Önce Tahir ve Mahir’in beni bıraktıkları tüneli gördüm. Tünelin içinde kayar gibi hızla ilerleyip sabah aydınlığına çıktım. Minibüs yolda hızla geri dönüyordu. Tahir ve Mahir görevlerini bitirmenin huzuru içinde ön koltukta oturmuş, Grateful Dead’in hareketli bir şarkısına eşlik ediyorlardı.
Elimi çok az kıpırdatmak bile bütün görüş açımı değiştirmeme yetti. Bir milim oynatınca otobüsümüzün mola verdiği yeri gördüm. Polis arabaları, koşuşturan insanlar vardı. Tuvaletten iki ceset bir yaralı adam çıkarılıyordu. Hediyelik eşya dükkanında çalışan çocuk, Elvis ve Marilyn halılarının önünde bütün olanları büyük bir şaşkınlıkla seyrediyordu.
“Haydi anlat!” diye kollarımın arasında kıvrandı Alice.
Elimi biraz daha kıpırdattım ve İzmir’i gördüm. Annem ve babam uzun zamandır burada yaşıyorlardı. Sabahın çok erken saatleriydi. Bizimkilerin evine doğru yaklaştım. Babam öğretmenlikten emekli olduktan sonra çiçeklere merak sarmıştı. Balkon çiçek doluydu. Kapanmaması için arasına bir terlik sıkıştırılmış balkon kapısında tül perde hafif hafif uçuşuyordu. Onlar için iyi bir oğul olamadığımı düşündüm ve aşağıya doğru seslendim: “Anne! Baba!”
Alice, “Onları seyretmeyi bırak” diye sızlandı, “Seni duyamazlar, daha mühim yerlere bak”...
İzmir’de kötü bir stadyumun ve eski fabrika hayaletlerinin arasına sıkışmış okulumu gördüm. İlk gençliğimin dört yılı burada sinema öğrenmekle geçmişti. Okul kapalıydı. Önünde bir jandarma bekliyordu. Dış kapının ışıkları hala yanıktı.
İstanbul’a döndüm ve Hisar Kahve’ye baktım. Kahve bomboştu, deniz kıyısında sadece kediler vardı. Otobüs durağı ıpıssızdı. “Seni hergün burada görürdüm Alice” dedim, gözlerim kapalı, gülmeye çalışarak... “Özel şeyleri bırak, genel bir bakış at yeter” dedi Alice.
Eminönü’nde insanlar işe gitmek için otobüs duraklarında bekleşiyorlardı. Rüya göremeyen zavallı böcekler gibi oradan oraya koşturuyorlardı. Onları bürolar, fabrikalar, terfiler, maaş farkları, katma değer vergisi fişleri bekliyordu. Hayat onlar için her geçen gün biraz daha zorlaşıyor, neye uğradıklarını anlamadan birbirlerine saldırıyorlardı. Hiçbiri gülmüyordu. Otobüsler, fabrikalar, hapishaneler adam almıyordu. Bir hapishanenin daracık beton bahçesinde sabah eğitimi zamanıydı. Kafaları traşlı, hepsi birbirine benzeyen “mahkum”lar bir askeri marş söyleyerek koşuyorlardı. Okullara yollanan küçük çocuklar gördüm. Balık yumurtası gibiydiler. Çok fazla, çok kolay harcanan cinsten... Okulda birşey öğrendikleri yoktu ama deli gibi uğraşıyorlardı. Sınav zamanları, her yıl binlercesi dökülür heba olurdu. Dökülenler fabrikaya, hapse, sokağa, hayatın en kıyısına ya da dışına sürülürdü.
Ben de zamanında onlardan biriydim. Ama şimdi bütün sınavları, bütün pasaport kuyruklarını, sınır kapılarını geçmiştim. Alice beni seçmişti. Gerçek gözüm yol arkadaşım gibi hadım edilmemişti. Anlatmalıydım.
Ama anlatamıyordum. Kollarımdaki eşsiz yaratığı sıkı sıkı tutarak inlemekten, kekelemekten anı parçaları görerek acı çekmekten başka birşey yapamıyordum.
“Anlat bana!” dedi Alice, “İşgal kuvvetlerinin karargahı neresi? Planları nedir? Şefleri kim? Ne kadar ömrüm kaldı?”
“Bilmiyorum” dedim, “Şu an sadece çok kişisel şeyler görebiliyorum. Oysa sen stratejik bilgiler istiyorsun”...
Birden hızla itiverdi beni geriye, “ Eğer anlatamazsan ölürsün. Başkasını doğururum, ağzı laf yapan birini”...
“Ben sadece bir hikaye anlatıcısıyım” dedim, “Benim hikayelerim de bu tür hikayeler işte. Ama bunlar da senin kurtulmana yardım edebilir. Hem”...
“Tamam tamam” diye sözümü kesti, “Yanlış adam seçmişim”...
Birden başıma dayanılmaz bir ağrı saplandı. Elimini pırıltısı sönmüştü. Diz üstü yere çökmek zorunda kaldım. “Alice, anayurdum, n’oluyor bana?”
“Ölüyorsun” dedi Alice, “Senin yüzünden bu saatten sonra bir başkasını doğuracağım. İşin bitti”. Başım çatlayacak gibiydi. Bütün vücudum dayak yemişim gibi kırılıyordu. Ölüyordum.
“Hayır!” diye haykırdım, “Bırak beni geri döneyim, ölmek istemiyorum”...
“İşte bu imkansız” dedi gülerek.
Birden üstüne atıldım ve onu yere yıkarak bacaklarını araladım. Organından içeri, geldiğim yere, ülkeme seslendim. “Anne! Babaaa! Kurtarın beniii!”
İzmir’de sesim gökte yankılanıyordu. Annemlerin aralık balkon kapısında hala uçuşan tülü gördüm. Ama beni kimse duymadı.
“Ölüyorum. Kurtarın beni!”
Otobüs bekleyen insanlar, hapishane bahçesinde sıraya giren mahkumlar, vardiya değişimindeki işçiler beni duymadılar.
“Ölüyorum!”
İstanbul’da deniz kıyısında bir film ekibi, doğan güneşin önünde dans eden bir kızı filme çekiyordu. Eskiden çalıştığım bir ekipti bu. Yönetmeni tanıyordum. “Kurtarın beniii!” diye haykırdım. Beni duymadılar. Yönetmen bağırdı: “Stop!”
Bir okul bahçesinde “Türküm doğruyum çalışkanım”ı okuyan yüzlerce çocuk gördüm. “Varlığım varlığına armağan olsun”... Sesim onların sesi içinde kaybolup gitti...
Alice kendini bırakmış, bacaklarının arasındaki başımı okşayarak kahkahalar atıyordu. “It’s all in vain. They won’t hear you. You’ll die baby”...
Birden bana doğru hızla yaklaşan büyük bir su kütlesi gördüm.
UYANDIM
demeyeceğim. Yine otobüsün önünde oturuyordum. Otobüs bir benzin istasyonunda durmuştu. Biri hortumla su sıkarak ön camı yıkıyordu. Su sanki üstümüze geliyor gibi fışkırıyor, ön camda kırılıyordu. Sabah olmuştu. Ağzımda çok kötü bir tat vardı. Bütün vücudum hep aynı şekilde büzülüp kalmaktan ağrıyordu. Yol arkadaşım bana baktı ve “Bütün yol boyunca uyudunuz, çok yorgundunuz herhalde” dedi. Gülümsemekle yetindim. Sol elime çizili gözü gördü ama umursamadı. Biraz doğrulup geriye Alice ve büyükannesine baktım. İkisi de uyuyorlardı. Alice acaba ne rüyası görüyordu? Şöför on dakika içinde askeri birliğime yakın bir yerde inebileceğimi söyledi.
ALICE
otobüsten indiğimde beni görmedi. Hala uyuyordu çünkü. Kastamonu’da şöförün askeri birliğe yakın bulduğu bir yerde yol üstünde inmiştim. Uzaklaşan otobüsün arkasından bakakaldım. Alice’le bir daha karşılaşamadık. Askerlik bittikten sonra günlerce Hisar otobüs durağında onu bekledim. Ama gelmedi. Belki ülkesine dönmüştü. Onu hiç unutmadım.
SUMMERTIME’
ın başka yorumlarını da dinledim sonradan. Bunların içinde en çok bir yaz gecesi 24-04 nöbetim sırasında, karanlığın ortasındaki bir nöbetçi kulübesinde kaçak olarak bulundurduğum transistörlü radyodan dinlediğim, Janis Joplin’in Summertime’ını sevdim.
UYANDIM
demeyeceğim. Bu hikayeyi böyle bitiremem.
KANIN SESİ
hayatım boyunca duyduğum ya da duyduğumu sandığım tek doğa üstü ses oldu. Ama büyüdükçe kanın sesini, kan seslerini duyduklarını söyleyen başka insanlarla da karşılaştım.
YOL ARKADAŞIM
gibi, Tahir ve mahir gibi insanlarla tanıştım. Bir kısmı dostum oldu. Çoğu benim ancak soluk bir çocukluk anısı olarak hatırladığım o sesle hayatlarını geçirmişlerdi.
O GECE
pek çok açıdan öğretici bir gece oldu benim için.
BİR DÜŞ
gördüm. Ama asla
UYANDIM
demeyeceğim. Çünkü düş bitmedi. Çünkü biliyorum, geldiğim yerde milyonlarca insanın kabusu, en derin uykularda sürüyor. Onların hayatından bir düşten uyanır gibi uyanıvermek imkansız. Biliyorum orada işgal hala devam ediyor. Orada, Alice diyarında herkes harika bir mucize için bekliyor.
1987-89 Berlin-İstanbul
* Lewiss Carrol’un Alice Harikalar Diyarında kitabından yaptığım bu alıntıyı şöyle çevirmeyi denedim: “Fury tutmuş bir fare/ demiş “Yürü mahkemeye/seni dava edeceğim./ Yürü istemem itiraz/illa görülecek davamız/zaten sabah sabah/ canım da sıkılıyor biraz”./ Fare zalime demiş:/ “Efendim olmaz ki mahkeme/hakimsiz jürisiz/ boşa nefes tüketiriz”./ “Hakim benim, benim jüri”/demiş kurnaz Fury/”Yapacağım ne lazımsa/mahkum edeceğim seni/idama.”
(Amerikan Güzeli kitabından. İlk Baskı: Oğlak Yayınları, 1993.)