Tuesday 12 July 2011

Lolita 50 yaşında! - Ümit Ünal




Başlık kendi içinde çelişkili, bir oksimoron gibi görülebilir. Kendisinden sonra dünyaya gelen bütün küçük “su perileri”ne adını veren Lolita 50 yaşında olabilir mi?

Olamaz tabii. Vladimir Nabokov’un yarattığı en etkileyici karakterlerden biri olan Dolores Haze, ya da daha meşhur adıyla Lolita, “kitabın başkenti” Gray Star kasabasında öldüğünde 17 yaşındadır. Bir kelebek kadar kısa ve acıklı bir ömür sürmüş ama çok ender bulunan değerli bir kelebek gibi yakalanıp cam altına iliştirilmiştir. Sonsuza kadar genç kalacaktır. Nabokov dünyaca ünlü bir lepidopterist, bir kelebek bilimcidir.

Kahramanı sonsuza kadar genç kalsa da, “Lolita adındaki kitap”, 50 yaşında. Lolita ilk kez 1955’te Paris’te basılmıştı.

Lütfen resme tıklayın.
Nabokov Lolita’yı yazmaya başladığında 49 yaşındaydı. Devrim sonrası Rusya’dan çocuk denecek yaşta kaçmış ve bir daha ülkesine dönmemişti. Berlin, Cambridge, Paris gibi şehirlerde göçmen hayatı yaşadıktan sonra ailesiyle birlikte Amerika’ya yerleşmiş, bir üniversitede ders vermeye başlamıştı. Çevresindeki insanların çoğu onun bir yazar olduğunu bilmiyordu ama Nabokov çoğu anadili Rusça yazılmış 11 kitap bırakmıştı arkasında. Lolita, “Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı”ndan sonra İngilizce yazmaya giriştiği ikinci kitaptı. Gerçi çok küçük yaştan beri bu dille içiçe olmuştu ama Lolita’ya başladığında önünde İngilizce’yi ve Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi zorlu bir yolculuk vardı. Kitabın yazılması 5 yıl sürdü. Ama yayımlanması daha da zor oldu. Lolita yetişkin bir adamın 12 yaşında bir kıza duyduğu büyük aşkı ve arzuyu anlatıyordu. Zamanın Amerikan yayıncıları için ise üç büyük tabu konu vardı: “Diğer ikisi: Çoluk çocuk ve torunlarla sonuçlanan mutlu bir zenci-beyaz evliliği ve faydalı bir hayat sürdükten sonra 106 yaşında, döşeğinde huzur içinde ölen bir ateist.”

Lolita, tüm yayınevleri tarafından geri çevrildi ve ancak 5 sene sonra Paris’te basılabildi. Kitap ilk yıllarında yoğun bir sessizlik sonra da sert eleştirilerle karşılandı. İsmine ve vaat ettiği konuya bakıp umutlanan porno okuyucuları büyük hayal kırıklığına uğramışlardı, Nabokov’un neyi nasıl anlattığını anlamayan püriten teyzeler ve “kuzucukları” da  dehşete kapılmışlardı. Eleştiriler bir pedofili haklı göstermeye çalışmaktan, Amerikan karşıtlığına kadar uzanıyordu.

Ama çevresindeki sessizliğe rağmen kitaba ulaşıp okuyanlar ve irkiltici konusuna rağmen kitabın üslubunu, kurduğu dünyanın canlı ayrıntılarını, olağanüstü dil kullanımını, zengin edebi göndermelerini anlayabilenler de az değildi. Lolita 1958’de Amerika’da yayınlandı ve yarattığı çelişkili tepkilerle bir anda ünlü oldu. “Lolita kasırgası Florida’dan Maine’e ortalığı kırdı geçirdi”. Nabokov 58 yaşında keşfedildi ve dünyaca üne kavuştu. Lolita, kitabı bilmeyenler için bile bir deyime dönüştü, yarım yüzyılda bir dünya klasiği oldu.

Ben bu yarım yüzyılın son 22 yılına yetişebildim. Üniversite sırasında okuduğum bu kitap bana hem Nabokov’un diğer kitaplarına hem de başka yazarlara giden yolu açtı. 18 yaşımdan bu yana edebiyat zevkim değiştikçe pek çok kitabı geride bırakmama rağmen, sanki Lolita da benimle beraber değişti ve her bakışta yeni ayrıntılar keşfettiğim bir kitap oldu.

Lolita çocukluğunu kaybeden iki kişi hakkındadır. Birincisi, Humbert Humbert, hayatının en büyük aşkını küçük bir çocukken bulmuş ve kaybetmiştir. Çocukluğunun “bal rengi tenli” su perisini karşısına çıkan bütün kadınlarda arar ve Amerika’da küçük bir kasabada, 12 yaşındaki Lolita’da bulur. Onu elde edebilmek için “Sapıkları anlatan bir kitabı niye okuyayım?” diyen manasız okuru irkiltecek herşeyi yapar, Lolita’yı kaçırıp Amerika boyunca bir yolculuğa çıkarır. İkinci kayıp çocukluk, Lolita’nınki olacaktır.

Humbert Humbert, çok bilgiç, klasik edebiyatı sık sık gönderme yapacak kadar iyi tanıyan, birkaç dilde şaka yapabilen biridir. Eski Dünya’nın eksiksiz bir temsilcisidir. Nabokov, ona konuşturduğu dilin aniden kara mizaha dönüşen şiirselliğiyle, buluşlarının inceliğiyle ilk sayfalardan bizi büyüler ve ahlaki yargıları farkına varmadan askıya aldığımız bir dünya kurar. Burası ahlaki önyargıların değil, “sanatın (ya da merak, incelik, şefkat ve vecdin) tek ölçüt olduğu” yerdir. Yazının başından beri ve bundan sonrasında tırnak içine aldığım sözler, Nabokov’dandır.

“Görüntülerle düşünüyorum, sonra birden bir beyin dalgasıyla Rusça ya da İngilizce bir deyiş haline geliveriyor, hepsi bu.” Kötü yazarlar başkalarından duydukları, başka yerlerde gördükleri gözlemleri, tasvirleri kendilerine mal eder ve yazdıkları şeyleri klişelerle doldururlar. Binlerce roman ve hikayede güneş hep aynı umutla doğar, bülbül hep aynı hasretle öter, yağmur hep aynı hüzünle yağar, telefon hep aynı telaşla çalar, vs. Gitgide incelen ve bazen ilk bakışta anlaşılamayan bu klişe saplantısı kendi kötü okurunu da yaratmıştır. Dünyayı yeni gözlerle görmek istemeyen tembel okur, bir yerden hatırladığı klişeyi bir başka yerde yeniden görünce rahatlar, edebiyat bilgisinin sınanmasına gerek kalmamıştır. Oysa Nabokov mucizevi bir gözlemcidir. Dünyaya inanılmaz bir dikkatle bakar. Kitapları yepyeni, gerçek ve sadece Nabokov’a özgü gözlemler ve ayrıntılarla doludur. Sanki kelebek avcısı Nabokov, nadir anların ve daha önce hiç görülmemiş ayrıntıların avına çıkmıştır. Nabokov metinleri sanırım bu yüzden 50 yıl sonra bile okunduğunda taptaze dururlar ve görsel bir etki yaratırlar. Belki de bu yüzden Lolita’dan uyarlanan filmlerin ikisini de sevemedim. Her iki film de ıskaladıkları bir sürü şeyle birlikte romanı farklı yapan doğal ve görsel ayrıntıları ıskalıyordu. Bu pek çok kitap için söylenir ama Lolita filme çekilmesi gerçekten imkansız bir kitap. Tabii ki, bir sinemacının Lolita’dan esinleneceği çok şey ve alacağı çok ders var: Derslerin birincisi, iyi edebiyatla sinemanın tamamen ayrı şeyler olduğu ve Lolita’nın diline ve yarattığı dünyaya saygı duyup rahat bırakmak gerektiği. Tavsiyem, romanı okumadan filmleri görmeyin.

Nabokov’un sonraki romanı “Ada ya da Arzu”da kitabın ana fikri ve malzemesi haline getirdiği görsel ayrıntı tutkusu, Lolita’da da tabii ki hayati unsurlardan biridir. 1940’lar sonu, 50’ler başında Amerika, taşra kasabaları, yolları, ucuz otelleri ve herşeyiyle elle tutulur bir sahicilikte çizilir. Ama Nabokov bir doğalcı değildir. Onun gerçeğe olağanüstü yakınlıktaki ayrıntıları şiirsel bir etki bırakır ve –evet hep böyle olur, ben neden daha önce bunu fark etmedim?- dedirtir insana. Yüzlerce sayfadır  Humbert ile aynı şeyleri gördüğünüzü, hissettiğinizi – bir pedofil! – farkeder ve ürkersiniz.

Ama Nabokov ilk hayranlık uyandıran hamlesini bu özdeşleşme noktasında yapar ve gerçek aşkla, kullanıp atmaya dayalı cinsel sömürüyü gayet belirgin çizgilerle ayırır: Romanın asıl “sapık”ı, kötü adamı, Humbert Humbert değil tüm yolculukları boyunca Lolita ve Humbert’in peşinde olan bir başka yetişkindir. Ve maalesef Lolita ona kelimenin en kirli, en saf, en karmaşık, en düz manasıyla aşık olan Humbert’i değil rakibini;  peşlerindeki esrarengiz adamı seçer ve onunla kaçar. İki yıl kadar sonra Humbert onu bulduğunda, Lolita genç, cahil ve sağır bir işçiyle evlidir ve hamiledir. Aşık olduğu, çocuk pornosuna meraklı zengin ve ünlü adam tarafından elbezi gibi kullanılıp atılmıştır ama her an ona dönmeye hazırdır. Humbert’i ise hiç bir zaman sevmemiş, anlamamıştır. “O benim kalbimi kırdı, sense sadece hayatımı mahvettin”.

Burada Nabokov’un gözkamaştırıcı son hamlesi, romanın temel manevrası gelir. Hayatı boyunca kadınlardan tiksinmiş ve küçük kızları arzulamış olan Humbert Humbert şimdi büyümüş haliyle bile, olabilecek en kadınsı haliyle bile Lolita’ya aşıktır. “İlk bakışta, son bakışta, her bakışta aşıktır.” Küçük bir kız ya da “su perisi” olduğu için değil Lolita olduğu için aşıktır.

Okuduğum herşey içinde bende hala isyan isteği uyandıran tek aşk hikayesi budur.

Romanın son sahnesinde polis tarafından yakalanan Humbert bir okul bahçesinden gelen cıvıltılı sesler duyar. Yüzlerce çocuk oyun oynamaktadır. Tam bu noktada Humbert roman boyunca sık sık sığındığı kara alay tonunu bırakır ve romanı ahlaksızlıkla suçlayan önyargılı tutucuların hayal bile edemeyeceği bir sesle konuşur: “O anda, işte onda anladım ki, umarsızlığı en belirgin olan şey, Lolita’nın benim yanımda bulunmayışı değil sesinin aşağıdaki o çocuk sesleri arasında olmayışıdır.”

Dünyanın bilgisi sonsuz büyüklükte, bulutsu bir yığındır. Genç bir okur olarak o buluta girmeye çalıştığımda büyük bir şans eseri, Lolita vardı yanımda. Herkese bir başlangıç, bir dayanak, bir kıyas noktası gerekir. Benim için Lolita, iyi edebiyatın ölçütlerinden biri, iyi edebiyatla kötü edebiyatı, giderek iyi sinemayla kötü sinemayı, sahtekarlarla sanatçıları ayırmayı öğrendiğim kitap oldu. Ondan öğrendiğim herşeyi unutup sadece verdiği şiirsel zevk için, zihnimde yarattığı akli müzik için tekrar takrar okuduğum kitap oldu. Önümüzdeki 50 ya da 250 yılda da pek çok insan için öyle olacağını sanırım.

Radikal 17.09.2005