Sabah ezanı okunurken kendime geldim. Önce bulunduğum yeri tanımam biraz zaman aldı. Sonra Fırat'ın Teşvikiye'deki evinde, salondaki divanın üzerinde yattığımı anladım. Fırat'ın iki ufak kırmızı balığın sıkıntıyla yüzdüğü bakımsız akvaryumu, rahatlatıcı kabarcık sesleri çıkarıyor, salonu yeşil-mavi ışığıyla aydınlatıyordu. Her yanım ağrıyordu. İlk düşündüğüm çok tuhaf bir rüya gördüğüm oldu. Sanki çok önceden olduğu gibi, Asaf'la Emel ve Kaya'yla tanışmadan önceki bir gece, Fırat'ın evinde kalmıştım, akşam televizyon seyredip sohbet ettikten sonra burada uyumuştum. Sonra bir önceki gecenin anıları sökün etti. İçimi yakıcı bir utanç kapladı. Belki de hepsini melekle birlikte hayal etmiştim. Yoksa olan olmuş muydu? Beni buraya getirmişlerdi demek. Neden evime götürmemişlerdi.
Kalktım. Üstümdeki hiç bir şeyi çıkarmadan, olduğum gibi uzatıvermişlerdi divana. Çok sessiz hareketlerle mutfağa gittim, mide bulantım dayanılmaz bir hal alıncaya kadar su içtim. Çöp kutusunun açık kapağından kanlı pamuk parçaları görülüyordu. Koridorun sonundaki odadan Fırat'ın horultusu geliyordu. Birinin daha düzenli nefes alıp verdiği duyuluyordu. Kimdi acaba içerideki? Gülsen miydi? Düz, heyecansız ama içten bir sevgiyle, ezan sesiyle karışan düzensiz nefesleri dinledim. Bütün bunlardan sonra hala beni koruyan, alıp evine getiren arkadaşlarım vardı demek.
Ayakkabılarımı giyerken Fırat'ın üzerlerine kan bulaşmış spor ayakkabılarını gördüm. Hemen yanında uysal uysal Gülsen'in sandaletleri duruyordu. İki çift ayakkabı. Birbirlerine çok yakışıyorlardı.
Yarın: Temizlik