Annemin anlatışına göre, yürümeyi yeni öğrendiğim sıralarda en çok korktuğum şeylerden biri gece havlayan köpeklermiş. Bebekçe nazlarıma karşı en geçerli silah köpek havlamalarıymış. Mamamı yemedim mi, ya da ne bileyim bir şeyi çok mu fazla istiyorum, “Havhav gelir seni alır” deyince durulurmuşum.
Buna karşılık gündüz, sokaktaki köpeklerle oynamaya bayılırmışım. Annem ya üşendiğinden ya da öyle etkili bir silahı kaybetmek istemediğinden “havhav”la sokaktaki köpeklerin aynı şey olduğunu söylememiş bana.
Ama bir gün, o güne kadar nasılsa sessiz kalan köpek arkadaşlardan biri gözümün önünde havlamış. Annem de dehşet içinde kalan oğluna bakıp itiraf etmek zorunda kalmış: “İşte havhav”...
Sevgi nesnesi gerçek köpeğin karşısında, o bebek kafasının içindeki “havhav” nasıl birşeydi acaba?
Bu ikisinin birleşiverdiği o müthiş karar, uzlaşma, tanışma anında kelime hazinesi “havhav”lardan, “mama”lardan oluşan bebek ne düşünebildi? Korkusunu kendi kendisine nasıl dile getirdi?
Birşeyi severken aynı anda korku duymak ve içinden çıkacak canavarları beklemek alışkanlığı bana o günlerden mi miras kaldı?
Böyle korkuları adlandırmanın ve belki yenmenin güçlüğü bu kadar eski olmalarından mı?