Friday 22 July 2011

Gelincik - Amerikan Güzeli'nden

 
 
 
 
 
 
“Aşk yıkıcıdır.
Bu yüzden biz insanlar için
aklın sınırlarından bir kurtuluş demektir.
Aşk yaratıcı bir ilişki olan dostluğa hiç benzemez. Aşık yoketmek ister.
Sevdiğiyle birlikte eriyip bir bütün olmak ister.
Bu,‘ölümün öte yanındaki görünmez kürelerle
turuncu ıslıkları tanıma isteği’dir.
Aşk her zaman karşılıksız ve imkansızdır...”
 
Warwick Hunt
“The Modern Image of Love: Is it Going to Focus?”
s: 213

l.
Dişi örümcekler gibi her sevişmeden sonra sevgilimizi ortadan kaldırabilseydik belki her şey daha kolay ve aşkın doğasına daha uygun olurdu.

Bunu şimdi bir düşün ya da bir daha seyredilmesi imkansız bir filmin kahramanları gibi belleğimin bir köşesinde kalan Gelincik yüzünden düşünmüştüm. Gençliğimin, çapraşık bir yalnızlık ve o meş’um “cinsel kimlik arayışı” yıllarının başkahramanı Gelincik yüzünden...

Demek ki zaman gerçekten çok çabuk geçiyor. Onu hatırlamaya çalışınca her şey dün gibi. Oysa Gelincik’in hayatıma girdiği günlerden bu yana ne çok şey olup bitti.

Yeryüzünden bir topyekün savaş daha geçti örneğin. Savaşın başladı-başlayacak-yok-canım-savaş-mavaş-çıkmaz günlerinde Gelincik hayatıma girmişti. Beni yurdumdan uzaklara, onu hayatın dışına savuran da o savaş oldu.

Bizimle birlikte milyonlarca insanın hayatını darmadağın eden o savaş şimdi yaşadığım bu soğuk ama korkunç huzurlu ülkeye ancak TV haberleri ve ufak çapta bir mali kriz şeklinde ulaşmış. Buranın yaşlıları, benim kuşağımdan olanlar az çok hatırlıyor olan biteni. Ama biraz daha gençler bizim çektiklerimizden tümüyle habersizler. Bazen mesela bir barda birini kıyıya çekip “Yahu” diyorum, “biz bunları bunları yaşadık, savaştan önce anayurdum şöyle şöyle bir yerdi”... Hemen yanımdan kaçıyorlar. Ülkemin dünya siyasi haritalarından silinmesine sebep olan savaş da, işgal, kan ve açlık yılları da sanki sadece benim kafamda olup bitmiş soluk birer anı artık.

Bir zamanlar yurdum dediğim o yerden aklımda güneş altında zeytin ağaçları, bağlar ve sıcak bir öğleden sonra dudaklarımda kuruyan deniz suyunun tadı kalmış. Bir de Gelincik var tabii... Gelincik dışında herşeyi, hergün artan bir hızla unutuyorum. Ana dilimi, bir tek fotoğraf bile kurtaramadığım çocukluk anılarını, ailemi, insanların ve şehirlerin yüzlerini, ev içlerinin kokusunu, müziği, yemekleri...

Hatırladığım bölük pörçük ayrıntılar da birkaç yarı deli tarihçi dışında kimsenin ilgisini çekmiyor. Gerçi bir yazar olmak beni bu toplumda da saygın bir yere getirdi. En azından diğer yurttaşlarıma göre çok iyiyim. Arasıra bir gazeteci evime uğrayıp yılbaşı için, halka neler dilediğimi soruyor; panellere çağırıp yarışmalarda seçici kurullara alıyorlar; liselerde konuk ediyorlar. Ama bir toplantıda şaka olsun diye ana dilimden bir sözcük ya da ne bileyim bir şarkı söyleyeyim diyorum, öylece bakakalıyorlar. Kimse gülmüyor bile. Beni artık biraz bunamış, iyi sayılabilecek ama önemsiz bir “yabancı yazar” olarak görüyorlar.

Bu kupkuzey ülkesinde altı ay süren beyaz geceler ve kara günler içinde çok yalnızım. Dünyanın dört bir yanına dağılmış halkımdan çok uzaktayım ve artık yurttaşım bir şairin yıllar önce dediği gibi “Denizim ben, batık aşklarla dolu” diyecek yaştayım.

2.
Aslında kendimi bir gece Gelincik’le aynı yatakta buluncaya kadar ona aşık filan değildim. Evet, ilk görüşümden başlayarak ondan çok hoşlanmıştım, tanışmak için günlerce fırsat kollamış, onu hayal ederek geceler geçirmiştim. Ama rastlantıyla aynı yatağa düşmeseydik, belki ona dokunmaya bile cesaret edemeyecektim. Böylece iz bırakmadan ya da ancak soluk bir iz bırakarak çıkıp gidecekti hayatımdan.

Oysa o gece Gelincik’in ince bedeni üzerinde bir aşkın bütün süreçlerinden geçtim. Aşık oldum, sevdiğimi istedim, son sınıra kadar gittim, umduğumu bulamayıp küstüm. Sabahleyin çoğu bitmiş aşktan sonra olduğu gibi eski sevgilimin, bir gecede eskittiğim sevgilimin yüzüne bakamayacak haldeydim. Çoğu bitmiş aşktan sonra olduğu gibi utanç ve pişmanlık doluydum.
Yine de Gelincik’i ve o geceyi ne zaman hatırlayıp yeniden kurmaya kalksam; bu utancı, sabah uyanıp beni yanında gördüğünde yüzünde beliren arsız gülümsemeyi değil; ilk karşılaşmamızda meraklardan en çocuksu bir merakla beni izleyişini ve yeni yetmelik çağımızda bizim kuşağı derinden etkileyen amerikan filmlerindeki serserileri taklit ederek “You’re curious boy, don’t be so curious” deyişini hatırlamak isterim.

“Şansım olsa, annemden kız doğardım” demişti. Erkeklerin çoğu erkek olmanın güçlüklerinden sıkılınca buna benzer laflar ederler. Ama o hemen eklemişti: “Ciddiyim yahu, bakma öyle suratıma”...

3.
Onu ilk gördüğümde, küçücük bir mutfaktaydık. O yıllarda dünya yeni savaşına hazırlanıyordu. Dolayısıyla ülkemizde askerlik hala zorunluydu. Gelincik’i gördüğüm ilk gün askerliğimi yapmak için gönderildiğim deniz birliğinde de ilk günümdü.

Ülkemin en büyük şehrinden geliyordum. Askere gitmek üzere oradan ayrıldığım gece, denizi, vapurları, üç dinin tapınaklarını barındıran sokaklarıyla, bu yoldan çıkmış güzel şehri bir daha göremeyeceğimi bilmiyordum. O küçük sahil kasabasına uzun ve karmaşık düşlerle dolu bir gece yolculuğundan sonra varmıştım. O günlerde film senaryoları yazıyordum. -Gülünç, o zamanın hikaye anlatan hareketli resimleri plastik bir film üzerine çekilirdi. Şimdi müzelerde gördüğünüz şeyler işte.- Yazdığım şeyleri kendim bile unuttum. - Neyse, ayrıldığım gün bir senaryom filme çekilmek üzereydi. Kız arkadaşım beni terketmiş, başkasını bulmuştu . Kısacası kuzeyin karanlık denizleri kıyısındaki bu kasabaya geldiğimde hala geride kalanları düşünmek ve derdime yanmak için yeterli nedenim vardı.

İnsan rüyadan uyandığında, gördüğü harika ülkeleri, rüyanın olay dizisini, seviştiği insanlarla boğuştuğu canavarları en yakın arkadaşına bile anlatamaz. Anlatmaya kalktığında bambaşka bir şey olduğunu farkeder. Çünkü rüyanın kendine özgü mantığı çoktan kaybolmuştur. Şimdi ben de herkesin unuttuğu ülkemin, unutulmuş kabuslarını anlatmaya çalışıyorum. O zamanlarda, istisnasız her erkek yurttaşımın üzerine çöken “askere gidiş” duygusunu nasıl anlatsam? Şöyle desem olur belki: Askerlik çocukluktan başlayıp gençliğe uzanan bir hadım edilme sürecinin son halkasıydı. Erkek çocuklar önce sünnet sırasında gerçek manada, sonra okulda ve askerlikte mecazi olarak hadım edilir ve vatana millete hayırlı, sessiz birer adam olmaları sağlanırdı.

Toplam on beş dakika içinde kasabada bir tur atılabiliyordu. İki turdan sonra sıkılıp bir kahveye oturdum. Deniz griydi. Yaz başı olmasına rağmen hava kapalı ve serindi. Kıyı, çocukluğumun geçtiği güneybatı kıyılarından nasıl da farklıydı. Sarp kayalar, yemyeşil tepeler birden kesilip uçurumlarla denize bağlanıyorlardı. Kahvedeki bir iki ihtiyarın uyuşuk sohbetine, mermer masanın üzerindeki çay lekesine yapışmış bir karıncaya bakarken uyuyakalmışım. Daha doğrusu bunu, uyandığımda anladım. Düşsüz, uzun mu kısa mı olduğunu ancak saate bakarak anlayabileceğiniz cinsten bir uykuydu bu.

Öğleden sonra saçımı sakalımı kestirmek için berbere gittim. Aynada bir başka adama dönüşmemi izledim. Sonra berber bundan sonraki altı ayımı geçireceğim topçu birliğini gösterdi, taa uzaktaki bir tepeyi işaret ederek. Karayolunda yürüyerek tepeyi tırmanırken beni “Şen Denizciler” dekorunun beklemediğine ikna olmuş durumdaydım.

4.
Karşısına çıktığım birlik komutanı önce gözlüklerime ve konuşma tarzıma bakınca, sonra da kimlik kartımı inceleyince şaşırmıştı biraz. Üniversite mezunu olduğum halde neden er olmayı seçtiğimi sordu. “Daha kısa olduğu için”. Gönüllü olarak er olmayı seçen subay adayları daha kısa askerlik yapıyorlardı. Güzel Sanatlar mezunu olduğumu görünce ne iş yaptığımı sordu. “Sinemada çalışıyorum. Senaryolar yazıyorum”... “Nasıl yani? Elle mi daktiloyla mı?”, “Tabii ki.. genellikle..daktiloyla”...

Bu iyiydi işte. Demek daktilo yazmayı biliyordum. Öyleyse burada da işime devam edecek ve birliğin bürosunda “katip” olacaktım. Çıkmamı, çavuş bilmemkimi bulup yatacağım yeri, dolabımı filan öğrenmemi emretti. Ben onun çiçek bozuğu yüzünü, tam bir büro gibi toz kokan odanın duvarlarında asılı şemaları, vesikalık fotoğrafları, sümenin üzerinde tıpırdatıp durduğu tombul parmaklarını incelerken; ha, bir de unutmadan, üniversite mezunu olmamın birlikteki erlerin yüzde sekseni cahil bile olsa bana bir ayrıcalık sağlamayacağını, tersine hareketlerime herkesten fazla dikkat etmem gerektiğini, beni hep izleyeceğini söyledi. Sonradan duyduğuma göre, beni bu uzak birliğe zorla sürülmüş biri, bir “siyasi” sanmış.

Çıkarken eğitim birliğinde öğrendiğim ve çocukça bir oyun gibi bellediğim asker selamını vererek “Emredersiniz komutanım!” dedim.

5.
Bahçede komutanın söylediği çavuşu sordum. Bu küçük tepede sis elle dokunulacak yoğunlukta hızla dolaşıyor, rüzgar insanın içine işliyordu. Sisin içinden birden yeşilimsi iş elbiseleri giymiş koca kafalı, kısa bacaklı, kocaman kara gözlü askerler çıkıyor, merakla sivil kıyafetle dolaşan beni seyrediyor, sonra tekrar sisin içinde kayboluyorlardı. Uzaktan bir takım komutlar ve düdük sesleri duyuluyordu.

Bulduğum çavuş beni sisten kurtarıp küçük bir mutfağa götürdü. “Akşam içtiması”na kadar burada beklemem iyi olacaktı. Akşam yemeği için kendisine özel birşeyler hazırlamaya girişirken bana da ocağın yanında bir sandalye verdi. Ocağın yanına, bacanın hemen altına iliştim. Çavuşun buranın eskisi olduğunu hemen belli eden rahat davranışlarına, kurallara hiç uymayan kılığına bakarken bana sorduğu soruları cevapladım.

Çavuş kuzeydoğudaki bir sınır köyündendi. Dağlı olduğu halde onu neden denizci yaptıklarını anlamıyordu. Birlikteki askerlerin çoğu gibi yüzme bilmiyordu. Yirmi yaşındaydı. Köyde bakkal dükkanları vardı. Evli ve iki çocuk babasıydı. Demek ben okumuş adamdım. Gözlüğüm beni ele veriyordu. Dedesinin gözlüğü benimkinden çok daha başkaydı. Güzel sanatlar okulundan çıkınca ne iş tutardı insan? “Senorya” ne demekti? “Şeyle” yatmış mıydım?- O zaman için çok ünlü olan bir film yıldızının adını hatırlamaya çalıştı.

Çavuşun sıvanmış paçalarından çıkan kalın bacakları, aylardır postallar içinde sıkışmaktan renk ve biçim değiştirmiş, şimdi plastik terliklere sığmayan ayakları; soğan doğradığı tahtanın çevresinde uçuşan ve her an soğana karışacakmış gibi görünen kara sinekler; mutfağın haşlanmış fasulye, yanık yağ, bulaşık suyu karışımından oluşan kokusu; içeri girip çıkan ürkek bakışlı bodur askerler, cevaplamak zorunda olduğum sorular içimi sıkmıştı. Burada kesinlikle altı ay geçiremeyeceğimi düşünmeye başlamıştım.

6.
İşte tam bu sırada içeri Gelincik girdi. Üst üste konmuş bir sürü kirli karavana tepsisi taşıyordu. Kirli metal tepsileri yanında oturduğum
fırının üzerindeki büyük, sıcak su dolu bir kazanın içine bıraktı. Kazandan üzerime biraz su sıçradı. Gelincik dönüp bana baktı.

Böyle numaraları artık kimse yapmıyor tabii. Ama eskinin filmlerine bakarsanız birgün, böyle mühim anlarda, anın altını çizmek için büyülü, belirli bir müzik kullanıldığını görürsünüz. Filmlerle fazla içli dışlı olan biri olarak ben de birden bire kulağımda öyle bir müzik duyuverdim. Çanlar, üçgenler çınladı. Hint flütlerinden uzun bir iç çekiş duyuldu. Onun buradaki herkesten farklı olduğunu ve bu zorunlu hapis hayatını beraberce bir kıyafet balosuna çevirebileceğimizi daha o an anlamış olmalıyım.

Kendi kendine konuşuyordu. Bana bakıp gözlerini kaçırdıktan sonra- aslında çok kısa sürmüştü bu an- şöyle bir gerindi ve ingilizce, “Shit!” dedi, “This is not what you’re suited, boy”... Sonra dönüp bir yerden sabun tozu çıkardı. Gözü ara sıra bana kaçarak sabun tozunu kazana döktü.

Uzunca boylu, zayıftı. Kızıl saçları buradaki herkes gibi kısacık kesilmişti. Ama saçlarının altından herkesten farklı olarak biçimli bir kafa çıkmıştı. Gözleri yeşildi. Birlik içinde giyilen iş elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Boynuna kadar yüzü ve elleri güneşten yanmıştı ama kirli bir atletten görünen, çiller ve henüz yetişkin bir erkek kadar belirgin olmayan tüylerle kaplı göğsü ve ince kaslı kolları bembeyazdı. Bol gelen tulum pantolonu kalça çizgisine kadar düşmüştü.

Gözgöze geldikten hemen sonra, ortada hiç bir neden yokken, elimde olmadan gülüverdim. Bana birkez daha dikkatle baktı. Bu defa ben bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım. Çanlar daha da hızlandı.

Mutfakta beklediğim yaklaşık bir saat boyunca, üstümdeki açık mavi gömlek ben farkına varmadan bacadan gelen kurumlarla benek benek lekelenirken Gelincik’i izledim. Mutfak sorumlusu yağlı yağlı kokan iri yarı askerin her söylediğini büyük bir uysallıkla yerine getiriyor, bir yandan da içinde bulunduğu durumu hiç umursamadığını göstermek ister gibi, şarkı söyler gibi, adamlara ingilizce küfürler savuruyordu. Çavuşun sorularına cevap verirken sesimi Gelincik’e de duyuracak bir biçimde yükselttim. Bakışlarını yakalamaya, söylediğin şeyleri anlıyorum manasında bakmaya çalışıyor, onunla hemen tanışmak istiyordum.

Tanışmamız vakit aldı. Ama hemen o gün adını öğrendim. Daha doğrusu takma adını... Gelincik’in dışarı çıktığı bir anda onu izlediğimi farkeden çavuş, “Gelincik’e mi bakıyorsun?” diye sordu. “Kime dedin?”, “Gelincik’e Gelincik’e... Ona Gelincik deriz burda”...

7.
Burada ana dilimden bahsetmeden duramayacağım. Gelincik sözcüğünün ana dilimde farklı manaları vardı:

gelincik a.l.bitb. Yazın kırlarda yetişen
kırmızı ve büyük çiçekli bitki
(papaver rhoeas). 2.hayb. Sansargillerden
ince uzun yapılı, sivri çeneli küçük bir
hayvan (muttela nivalis). (...)

Bunların yanısıra içinde taşıdığı gelin sözcüğü yüzünden de çok dişil bir ses bulurdum bu sözcükte:

gelin a.l. Evlenmek için süslenmiş,
hazırlanmış kadın. 2. Bir kimsenin
oğlunun karısı. 3. Aileye evlenme yoluyla
girmiş kadın.

Gelin-cik... Küçücük, tatlı bir gelin.

Çok sonra, çavuşa ona niçin Gelincik dendiğini sorduğumda, “Gelincik işte” demişti, “Lale yani, heriflerle ş’apmaktan orası lale gibi açmış, ağzına da iyi alırmış”...

8.
Bu küçücük askeri birlikte bunaltıcı bir hiyerarşi hüküm sürüyordu. En üstte subaylar, sonra astsubaylar, sonra çavuş yapılmış erler sonra da oranın eskisi askerler. Üç aylık dönemler halinde alınan askerler, kendilerinden üç ay sonra gelenleri “çömez” diyerek küçümser, onları işe koştururlardı. Hele altı ay, bir yıl sonra gelenlerin “hiç şansı yoktu”. Gelincik benden on beş gün önce gelmişti sanırım.

Birlikte hemen herkesin Gelincik’in kaçık bir eşcinsel olduğuna dair kesin bir inancı vardı. Gerçi onun erkeklere açıkça yaklaştığını gören olmamıştı. Görüldüğü kadarıyla birlik içinde kimseyle konuşmuyordu, komutanlara birşey söylemesi gereken zamanlar dışında. Bütün lafları anlıyor, emirleri yerine getiriyor ama herkese sadece bir takım ingilizce laflarla hitap ediyordu. İnce, kırılgan vücudu, nazik hareketleri, akşamları herkesten uzakta tepenin denize inen kıyısında uzaklara bakarak dansedip şarkılar söylemesi, herkesi onun bir eşcinsel olduğuna inandırmıştı.

Birliğin yakışıklı geçinen köylü erkekleri Gelincik’le yaşadıkları maceraları anlatmaya bayılırlardı: “Tuvaletteydim, bu geldi, elini orama attı. Ulan n’apıyon etme tutma derken okşamaya başladı. Sonrası işte... Abi günah münah ama ateş gibiydi namussuzum ateş”...

Bazen bu maceraları o kadar ince detaylarla süslerlerdi ki insanın kafasında bir soru işareti belirirdi. Bu sohbetler genellikle geceleri, yatakhanede, ayak kokusu ve sigara dumanlarının arasında yapılırdı. Sonra gündüzleri, Gelincik’i yine en ağır işlere koştururlardı. Akşam yemeğinden sonra Gelincik kendisine yapılan eziyetten yorgun ama umursamaz bir halde denize bakarak şarkı söyleme ayinine başladığında diğerleri, çok şey bilen, erkeksi, arsız bir gülümsemeyle bakışırlardı.

Tanışmamız en çok bu yüzden vakit aldı. Anlatılan onca hikayeye rağmen Gelincik’e doğrudan yaklaşmak, onunla sohbet etmek askerler arasında gizlice yasaklanmış gibiydi. Çünkü anlatılan hikayelerin tümünde, erkeklerin tümü gündelik masum hayatlarını sürdürürken Gelincik azgın biri olarak geliyor ve onları pis bir günaha kışkırtıyordu. Yine de onunla nasıl olsa tanışacağımızı biliyordum. Zorunlu olarak bir yerde kapalı kalan topluluklarda uzaktan ilginizi çeken biriyle tanışmak için acele etmenize gerek yoktur. O mutlaka gelip sizi bulur. Bende birkaç kere oldu bu. Askerliğim sırasında, savaşta esir düştüğümde, ülkemden kaçarken trende ve mülteci kamplarında...

İlk tanışma girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı. Bir yaz akşamı, ortalık iyice ısınmışken, içtima sonrası birlik binasından uzağa oturmuştum. Biraz aşağıda, en uzak nöbetçi kulubesinin de aşağısında Gelincik denize bakarak şarkı söylüyordu. Eskilerin rock dediği türden, şimdi adını da melodisini de unuttuğum bir şarkıydı bu... Sonra dönüp birliğe doğru yürümeye başladı. Yanımdan geçerken bütün cesaretimi topladım ve “Where did you learn English?” dedim. Bana baktı, ilk andaki şaşkınlığı hemen geçti. Dudağının kıyısında alaycı bir gülümseme belirdi. Parmağını gözümün içine sokar gibi sallayarak taklit bir amerikan aksanıyla “You’re curious boy, don’t be so curious!” dedi. Sonra ani bir dönüşle dönüp, uzaklaştı.

9.
“Deniz-Katip-Er” olarak çalıştığım büro küçücüktü. 1x3 metre içine bir dosya dolabı, küçük bir daktilo masası ve daktilo, çöp sepeti, büyük kurtarıcımızın resmi, her gününü özenle karaladığım bir takvim ve küçük bir pencere sığıyordu.

Dolapta duran, her asker için ayrıntılı olarak tutulmuş dosyaları keşfetmem uzun sürmedi. Gelincik’in dosyasını da buldum. Askere ilk alındığı günlerde çekilmiş, dosyanın ilk sayfasına yapışık karanlık fotoğrafında Gelincik, şimdiki umursamazlığının aksine kameraya korkulu gözlerle bakıyordu. Resminin altında gerçek adı yazıyor ve bu ad benim kafamdaki Gelincik’e hiç yakışmıyordu.

O da benim geldiğim büyük şehirliydi. Evi şehrin zenginlerinin oturduğu bir semtteydi. Doğum yılına bakınca benden üç yaş küçük olduğunu gördüm. Anne adı, baba adı, ezberlediğim ve önünden geçerken kendimi hayal ettiğim evlerinin adresi... Dosyayı dolduran ilk komutanı onu iyi huylu, sessiz, sakin bir olarak tarif etmişti. Bitirdiği okul: Lise. Bulaşıcı hastalığı, bedensel özrü: Yok. Yüzme: Bilir.

Bir süre sonra büroda yalnız kaldığımda bu dosyayı çıkarıp bakmak bir çeşit suçluluk duyduğum gizli bir alışkanlık haline geldi.

Bir gece tuvalete kalktığımda, yatağıma dönerken, koğuşun o binlerce düşle, hasretle, erkek bedenlerinden yükselen birbirine karışmış kokularla yüklü havasını yararak ilerledim ve Gelincik’in yatağının yanına kadar gittim. Gelincik bir bebek gibi ses çıkarmadan uyuyordu. Ağzı hafif aralıktı. İnce uzun parmaklı, henüz diğer askerlerinki gibi nasır ve mantarın hışmına uğramamış sağ ayağı battaniyeden dışarı çıkmıştı. Birden koğuşun uzak bir köşesinden kabus gören birinin çıkardığı ürkütücü bir inilti duyuldu. Hızla yatağıma döndüm ve uyumak için çok zorlandım.

Gelincik’in varlığı bu kıyafet balosunun geçtiği pis dekorları ışıldatmaya yetiyordu. Örneğin, üstlerindeki kötü kokulu yağ tabakası hiç çıkmayan formika masaları ve demir sandalyeleriyle; kaynamış çay, erzak, sigara kokusuyla; duvarda asılı “SU UYUR DÜŞMAN UYUMAZ” yazılarıyla ve elbette büyük kurtarıcının resmiyle; bir köşedeki içleri sigara izmariti ve kum dolu olan yangın kovalarıyla kantin; Gelincik yokken bomboş karanlık bir yerdi. Ama o yatmadan önce gelip TV’ye bir göz atmak üzere sandalyeye iliştiğinde kantin köşe kapmaca ya da “Cee!” oynadığımız bir oyun alanına, bir satranç tahtasına dönüşüveriyordu. Öyle bir an geldi ki bu oyunlar rüyalarıma sızmaya, rüya ve gerçek karışmaya başladı. Gelincik’i düşündükçe kasıklarımdan karnıma bir ılıklık yürüyordu.

Onunla tanışma fırsatı kolladığım ve hep başarısız olduğum o günlerde, beni terkettiğini sandığım kız arkadaşımdan bir mektup aldım: “Beni yanlış anladın” diyordu, “Hayatının garip bir dönemindesin kabul... O ortam seni çok zorlamış ve değiştirmiş olmalı. Herhalde kendini çok yalnız hissediyorsundur. Nasıl, nöbetlerde filan sıkılıyor musun?”

10.
Gece nöbetindesin. Askerliğin en zor taraflarından biri bu işte. Geceyarısından sabah dörde kadar burada, içinde sadece bir nöbet yönetmeliği asılı bulunan bu küçük, haki renkli kulubede, birliğin beş-altı yüz metre uzağında karanlığın ve sessizliğin ortasında bekleyeceksin. Önünde kocaman, sonsuz gibi duran kapkara bir deniz uzanacak. Hatırladığın haritalardan bu denizin bir iç deniz olduğunu bileceksin. Ama sen hep uzağa bakınca kara parçaları görebildiğin denizlerin kıyısında büyüdün. Bu kara deniz seni yanıltacak. Kendisine okyanus süsü verecek.

Düdük sesi.

Uyumadığını göstermek için uzaktaki nöbetçilerden birinin çaldığı bu düdüğe cevap vermek zorundasın. Senden sonra da birliğin bir başka ucundan, bir başka nöbetçi bu düdük zincirine katılacak. Dört saat boyunca bu kara okyanusun kıyısında uykuyla boğuşarak, düdük sesleri çıkarıp duran bir deniz feneri olacaksın. Uykuyla ve de efendim gizli arzularıyla boğuşmaktadır bu fener. Arzunun sürekli ve azgın dalgalarıyla... Saçmaladın şimdi. Bırak bu ağızları. Bak, nöbetçi çavuşu geliyor. Seni böyle duvara dayanmış, tüfeğini bırakmış, kirli hayallere dalmış, bir nöbetçiye yakışmayan halde görürse...

Ama yok. Çavuş değil bu gelen.

Gelincik bu...

Gelincik?

Bir: Burada ne arıyorsun Gelincik?

İki: Nöbette olduğunu biliyordum, senin için geldim.

Üç: Benim için mi?

Dört: Bana nasıl baktığın görmedim mi sanıyorsun? Hadi dokun bana.
Okşa beni.

Beş: Gömleğinin önünü açıveriyor. İşte o düz, biçimli göğüs. Tatlı tatlı yuvarlanıveren karın. Beyaz ten.

Altı: Yaklaşıyor. İşte sıcak nefesi. İlk defa...

Yedi: Bana hep böyle yakın olmak istemedin mi?

Sekiz: Gelincik, böyle konuşma. Eşcinsellik toplumsal, ruhsal, ahlaki ve askeri açıdan çok kötü bir şeydir.

Dokuz: Piss off, will you!

On: Boynumu öpüyor. Boynumu, sol kulağımı.

On bir: Dudaklarının değdiği yerler önce yanıyor, sonra ıslak kalıyor.

On iki: Yapma Gelincik!

On üç: Ağzıyla ağzımı kapıyor. Ne kadar derin. Dili canlı bir hayvan ağzımda.

On dört: Tutma kendini.

On beş: Ama gelen olabilir. Nöbetçi çavuşu...

On altı: Çavuş uyuyor. Biraz önce gördüm.

On yedi: Eli pantolon düğmelerime gidiyor.

On sekiz: Yapma Gelincik!

On dokuz: Yapacağım.

Yirmi: Diz çöküyor.

Yirmi bir: Düdük sesi.

Yirmi iki: Cevap ver sen de.

Yirmi üç: Çaldığım düdük ağzımdan düşüyor.

Yirmi dört: Düğmeleri çözüyor.

Yirmi beş: Gelincik allahaşkına.

Yirmi altı: Benim allahım yok. Ben seni istiyorum şimdi. Söyle. Seni seviyorum de. Beni seviyorsun. Söyle.

Yirmi yedi: İşte sıcak ağzı oramda şimdi. Ağzı. Ne kadar derin. Kızıl saçları. Söyle. Seni seviyorum de. Seni seviyorum. İnce omuzlarında üreyen kızıl sert tüyler. Gelincik küçülüyor. Söyle. Hadi söyle. Jilet gibi dişleri sürtündükçe kesiyor. Seni seviyorum de. Seviyorum Gelincik. Bir daha söyle. Seviyorum. Tüylerin ne kadar yumuşak. Dişlerin keskin.

TÜYLER ! KESKİN DİŞLER.

Yirmi sekiz: Dur! Sen Gelincik değilsin.

Yirmi dokuz: Değilim tabii, ne sandın? Uyuyordur o şimdi. Hadi söyle. Seviyorum de.

Otuz: Yapma Gelincik.
Ben Gelincik değilim ve yapacağım. Çek ağzını oramdan
Çekmem. Söyle.
Bırak beni. Hırlıyor. Seni seviyorum de.

Otuz bir: Tırnakları, incecik tırnakları kasıklarıma saplanıyor.
Derine daha derine.
Yapma ne olur.
Hırlıyor.
Yapma.
Bitti bile. Son defa söyle.
Yapma.
Bitti.
Yapma.
Yapma.
Yapma.
Bitiyor.
Yapma.
İşte buuu!
Yap...ma!
Kopan etin sesi.
Hiç acımadı.
Bitti bile.
Bitti işte.
Bitti.

Gelincik sandığın kırmızı tüylü ufak mahluk, ağzında senin bacakarandan kopardığı kanlı et parçasıyla, gözleri yeşil yeşil parlayarak tiz bir ses çıkarıyor ve kızıl bir gölge halinde otların arasına kayıp kayboluyor. Ondan geriye sadece kulübenin haki boyalı iç duvarına sıçrayıp yere doğru akan yoğun, sütümsü beyaz sıvı kaldı. Gayet sakin, pantolonun önünü ilikliyorsun.

11.
“Sence bütün bunların ne manası var?”

Gelincik’in bana söylediği ilk cümle bu oldu. Birdenbire tanıştık.Daha doğrusu o herhalde artık vaktin geldiğini düşünerek, benimle tanışıverdi.
Birlikte, periyodik olarak yapılan top atışlarının günüydü. Koca koca toplarla, aşağıda denizde ufacık bir nokta halinde seyreden maket gemiye ateş ediyorlardı. Her atışta müthiş bir gürültü kopuyordu. Kırılmamaları için komutanlık binasının camlarına kalın bantlarla haçlar yapmışlardı. Ben “Katip” olduğum için atış yapan “muharip” askerlerin arasında işim yoktu.

İlk top patladığında binanın içinde, bürodaydım. Yan odanın camları, bantlara rağmen şangırtıyla indi. Bu kadar büyük bir gürültü çıkacağını tahmin etmemiştim. Pencereden dışarı, binanın arkasına baktım. Patlamanın şokuyla aşağıdaki kasabada bütün hayvanlar bir ağızdan bağırmaya başlamışlardı. Gökyüzü o an havalanan ve çığlık çığlığa uzaklaşan kuşlarla doluydu. İşte o zaman bir ağacın dibine oturmuş, kulaklarını elleriyle tıkamış olan Gelincik’i gördüm. Komutan bir çeşit denetleme sayılan bu önemli günde Gelincik’i üstlerine göstermek istememişti anlaşılan. İkinci top patladığında, Gelincik başını kaldırdı ve beni pencerede görüp gülümsedi. Az önceki hayvanların sesleri tamamen kesilmişti şimdi. Üçüncü top patlayıp gürültüsü kantin camlarından birini indirdiğinde içeride kalmaya dayanamayacağımı anladım. Dışarı, Gelincik’in yanına çıktım.

Bahçede bir duvarın dibine oturdum. Burası gölgeydi. Top sesleri biraz daha yumuşayarak geliyordu. Gelincik oturduğu yerden kalktı. “Bak sonunda geliyorum işte” der gibi gülerek yanıma geldi. Tam yanıma vardığında bir top daha patladı. Bu yüzden konuşmaya başlamadan önce birbirimize bakıp manasızca gülümsemek zorunda kaldık. Gelincik topun yankısının bitmesini bekledi. Sonra gülümseyerek “Sence bütün bunların ne manası var?” dedi, “Hiç bir düşman şu allahın cezası maket gibi salına salına gelmez. Üstelik burası allahına yan bakan bir yer. Hangi düşman burayı almak için uğraşacak?”

“Türkçe biliyorsun demek” dedim. Sesimin titremesine engel olamamıştım. Neyse ki yeniden patlayan bir top yüzünden ne dediğimi anlamadı. “Ne dedin?”, “Türkçe biliyorsun demek”...

“Sen de espri yapabiliyorsun demek”... dedi, “Yok, aslında iyi espri yapıyorsun. Senin yazdığın bir komedi filmini gördüm. Şeyi...” meşhur bir komedi yıldızı için yazdığım berbat bir filmden bahsetti. Beş defa görmüştü. “Yazar olduğumu nereden biliyorsun?” dedim. İki astsubay aralarında beni göstererek konuşurlarken kulak misafiri olmuştu. “Senin gibi adamın burada ne işi var?” dedi, “Senin torpilin filan vardır”...

Şimdi sıra bana gelmişti: “Asıl senin ne işin var” dedim, “Baban zengin, sen de torpil yaptırabilirdin”...

Onun hakkında birşeyler biliyor olmama şaştı herhalde. Ama bunu belli etmedi. Patlayan yeni bir top yüzünden başını omuzları arasına çekti. “Babam hayatın zor taraflarını tanımamı istiyormuş” dedi, “Üniversite sınavlarını iki yıl üstüste kaybettim. O da beni zorla askere postaladı. Resmen torpil yaptırıp buralara düşmemi sağladı. Git de dünyayı gör dedi. Ben de buraya gelmeden önce elektro gitarımı, bilgisayarımı, sörfümü, kayak takımlarımı, işte herşeyimi, arabama yükledim, hepsini deniz kıyısına götürüp yaktım. Ancak annem ziyaretime geliyor şimdi... Babam dönünceye kadar yüzüme bakmayacakmış.”

Top sesleri bir anda kesilmişti. Birden uçaksavar toplarının daha az şiddetli ama daha sık sesleri duyulmaya başladı. Hayali bir hedefe mermi atıyorlardı. Gelincik güldü: “Halimize bak yahu!” dedi, “Şansım olsa, annemden kız doğardım”... Ben de güldüm. “Gülme öyle yahu” dedi, “Ben çok ciddiyim”...

12.
Gelincik’le konuştukça onun hayatı, insanı çileden çıkaracak ölçüde çocuksu bir bakış açısıyla ele aldığını görüyordum. Çileden çıkaracak derken kızdığım, onun çocuksuluğu değildi. Bu çocuksuluk onu çekici yaptığı ölçüde ulaşılmaz bir hale getiriyordu. Evet, onu istiyordum. Gizli köşe sohbetlerimizde, o araba yakma hikayesinin yalan olduğunu, bunu yapmayı çok istediği halde beceremediğini itiraf ettiğinde sırdaş olmuştuk ve isteğim daha bir artmıştı.

Kalabalık içinde herkesle ingilizce konuşup dalga geçerken beni gördüğünde şöyle çapkınca bir göz kırpışı saatlerime mal oluyordu, ondan başka hiçbir şey düşünemez hale geliyordum. Ama onunla ne yapacaktık ki? Daha önce bir erkekle bir ilişki yaşamamıştım. Yine de aklı başında bir erkeği aklıma taksam, gidip konuşabileceğimi sanıyordum. Oysa Gelincik, o inanılmaz çocuksu haliyle laftan anlamazdı ki. Hakkında söylenenler doğruydu diyelim; ama ya beni beğenmiyorsa, istemiyorsa, ya hiçbiri doğru değilse söylentilerin?.. Dişil bir kıvılcımın bile ulaşamadığı bu erkekler kalabalığında biraz sohbet edebildiğim tek insan oydu. Onu kaybetmek istemiyordum.

İngilizce eğitim yapan bir özel lisede okumuş, okulu bitirdikten sonra da İngiltere’de bir yaz okuluna gitmişti. Ama amerikan aksanını severdi. Üç aylık yaz okulu dışında evden ayrılmamıştı hiç. Kız arkadaşı olmuştu evet, ancak diskoteklerde öpüşmekten başka birşey yapmamıştı onlarla... Kitap okumayı sevmezdi hiç. Müzik dinlemeyi, eve kapanıp video seyretmeyi severdi. Benim yazdığım bütün filmleri görmüştü.

Bana “Filmlerinde kendi hayatını mı yazıyorsun?” diye sorduğunda artık iyice yakınlaştığımızı sanıyordum ama hala ona dokunmaya cesaret edemiyordum. Normal iki erkek arkadaş olsak artık çoktan el şakalarına başlamış olmamız gerekirdi. Oysa o arasıra karnıma, omuzlarıma küçük yumruklar atsa da, ben ellerim bağlı gibiydim karşısında.

“Hayır...yani evet. Tabii ki yazarken kendi hayatımı düşünüyorum. Ama insan kendinden bahsederken bile uydurmadan duramıyor. Her şeyi biraz düzelterek biraz başka manalar vererek, birkaç insanı birleştirip tek kişi yaparak filan yazıyorsun. Yaşadığın gibi değil, yaşamak istediğin gibi yazıyorsun biraz”... diyordum. O da pek anlamadan beni dinliyordu. Birbirini tamamlayan iyi bir ikiliydik.

13.
İşte o günlerden kalma, çekilmemiş ama bellekte iyi saklanmış birkaç anı fotoğrafı:

Sabah sis altında temizlik kontrolu. Dört sıra halinde diziliyiz. Gelincik tam önümde. Hepimiz hazırol duruyoruz. Çavuş dudağının kıyısında sadist bir gülümsemeyle bağırıyor. “Dikkat! Koltuk altı muayenesi! Atlet gömlek fora!” Birden belden yukarımız çıplak kalıyoruz. Gelincik’in çıplaklığı gözümün önünde şimdi. Çillerle kaplı sırtı. Nöbetçi çavuşu gelip koltuk altının temizliğini kontrol ederken Gelincik sağ kolunu kaldırıyor. Dirsekten bele uzanan o tatlı eğim. Kendisine baktığımı tabii ki göremiyor.

Haftasonu izni. Aslında bu izin mizin değil. Kasabadan ayrılmamız yasak çünkü. Yüzlerce asker kasabayı biraz daha geniş bir kışla haline getiriyoruz. Herkes hemen hemen aynı şeyleri yapıyor. Güzel bir kahvaltı, kahvede saatlerce video film seyretme, güzel bir öğlen yemeği, kağıt oyunu, gidilebilecek tek kıyı kahvesine oturup gelen geçen kızlara bakış... Gelincik’le nereye gideceğimizi bilmeden öylece dolanıyoruz. Bizim birliğin askerleri manidar bakışlarla süzüyorlar bizi. Gelincik onlara aldırmıyor hiç. Sürekli anlatacak birşeyleri var. Sürekli anlatacak ve yiyecek birşeyler bulabiliyor. Önce bir dondurma, sonra bir gofret, sonra bir dondurma daha, bir paket cips ve meyveli gazoz, yarım saat sonra çilekli süt ve değişik bir cins gofret. Bu çocuklara özgü oburluğu öyle bir ciddiyetle yapıyor ki insan midesinin sağlığı konusunda onu uyaramıyor. Nasıl şişmanlamadığına şaşıyorum. Ona eski kız arkadaşımla sevişirken bir keresinde çilekli süte bulandığımızı anlatıyorum. Çoğu zaman yalanlar söylüyorum ona kızlar hakkında...

Gelincik’in şarkı söyleme ayinine katılıyorum. Akşam ben çimenlere oturmuşum. O denize karşı ayakta. Beraber şarkı söylüyoruz. Birlik, komutanlık binası, arkamızda kalmış. Sanki askerde değiliz. Sanki beş yüz metre gerimizde bizi tek kişilik yataklarımız, gece nöbetlerimiz, evden gelen mektuplar, köylü erkekler ve onların ahlaki değerleri beklemiyor.

Gelincik’le beraber sabah traş oluyoruz. Tuvalet, aynaların önü tıklım tıklım. Herkes traş olmaya çabalıyor. Gelincik’le aynadan gülümseyerek birbirimize bakıyoruz. Traş köpüğünü bir maske gibi parça parça alarak beyaz tenini ortaya çıkarıyor. Sadece özenti uğruna traş oluyor aslında. Sakalları o kadar seyrek ki, haftada bir traş olsa yetecek...

Gelincik’in beni büyük bir ciddiyetle dinlerken gözlerini kısıp dudaklarını ısırarak önüne bakışı. Çeşitli açılardan.

Çeşitli açılardan, “Şimdi bu da ne demek” der gibi bakışı. Bunu bir kaşını kaldırıp yüzüne inanılmaz aptallıkta bir ifade vererek, zamanın ünlü bir komiğini taklit ederek yapıyor.

Zor bir durumda kalınca “Sıçtık!” deyiverişi.

Yine o zamanların ünlü bir çizgi film kahramanının gülüşünü taklit edişi. Aslında çok kötü bir taklitçi ama ne yapalım...

14.
Derken her şey çok çabuk oldu. Askerliğimin bitmesine sadece yirmi gün kalmıştı. Birliğin bulunduğu tepe yine o garip sisin içinde kaybolmaya, rüzgar üşütmeye başlamıştı. Günler çabucak bitiyor, yatakhanede soba yakılıyordu. Bütün askerliğim boyunca bir canavarın tekinsiz gölgesi gibi köşelerden başını gösteren savaş aniden patladı. Önce güneydoğu sınırındaki bir ülkenin petrol tesisleri bombalandı. İki ülke savaşmaya başladılar. “Bizim bunlarla işimiz yok, bize bulaşmazlar” dediğimiz günün gecesi düdük sesleri ve hoyrat komutlarla uyandırıldık. Bütün askerler topların başına gönderildi. Alarm verilmişti. O gece uyanık geçirildi. Bir hayalet gibi bomboş komutanlık binasında oturdum. Radyonun başında boşu boşuna bir ingilizce kanal yakalamaya uğraştım. Gelincik de diğer askerler gibi gecenin soğuğunda topların başında bekliyordu.

Ertesi akşam başbakan TV’den ülkemizin çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü korumak adına sınırlardan birinde çıkan bir kargaşa yüzünden komşu ülkeye müdahele edildiğini açıkladı. Hepimize cesaret ve metanet dileyerek ülkemizin artık savaşa dahil olduğunu söyledi. O hafta içinde birliğe iki yüz civarında takviye asker geldi.

Küçüklüğümden beri savaştan deli gibi korkmuştum. Birgün benim de başıma gelebileceği düşüncesi bile tüylerimi ürpertirdi. İşte, gelmişti, bütün hayatı alt üst ederek. Kantin, bahçe, yatakhane, hem birbirlerine hem de bize yabancı kara kuru ürkek adamlarla dolmuştu. Çoğunun yaşları bizden büyüktü. Yedek askerlerin geldiği ilk akşam yeni bir düzen sağlanıncaya kadar, iki üç kişinin aynı yatakta yatması gerektiği emri verildi.

15.
Böylece onunla aynı yatağa düştük. Düştük dememeliyim aslında. Bütün o çapkınlık hikayelerini anlatan ama Gelincik’le konuşamayan adamlar herkes birinin yatağına verilirken sıra Gelincik’e geldiğinde yengeç gülüşleriyle bana döndüler, “Eee, Gelincik kimle yatacak acaba?” Ben de bu sessiz seçime hayır diyemedim. Onları umursayacak halim yoktu zaten.

O akşam da diğer akşamlar gibi geçti. TV’de güney sınırlarında süren savaşa ait iç açıcı olmayan haberleri ve bir kahramanlık filmini seyrettik. Gelincik hiç konuşmuyordu. Ülkemizin imparatorluk olduğu zamanlardan kalma şarkılar söyleyen bir adamın programı başladığında yatmaya gitti. Benim yine gece nöbetim vardı.

Nöbet boyunca dört saat, bir savaş sırasında silah altında olmanın korkunçluğunu düşünmedim. Telefon üstüne telefon ederek bana moral vermeye çalışan annemi, babamı, kızkardeşimi; telefon üstüne telefon açarak beni burdan kurtarmaları için yalvardığım film yıldızlarıyla yönetmenleri- ki bu imkansızdı artık- telefon başında bekleyerek hayal ettiğim eski sevgilimi düşünmedim.

Elbette düşündüğüm bir tek şey vardı.

Koğuşa döndüğümde, o kokular ve elle tutulur hale gelmiş hasretlerle yüklü hava yüzüme çarptı. Yatakhanenin ortasında büyük soba yanıyor, kırmızı ışıkları tavanda canlı gölgeler yaratıyordu. Sıcaklık havayı daha da ağırlaştırmıştı.

Bu kara ülkesinin “muharip” denizcileri kirli çarşaflara dolanmış, çifter çifter yattıkları ranzalarında kimbilir hangi bilinmeyen ülkelere doğru yelken açmış, kimbilir hangi korkunç deniz canavarlarıyla çarpışıyorlardı. Koğuş nöbetçisi asker oturduğu sandalyede uyuyakalmıştı. Ranzaların arasından geçerek kendi yatağıma doğru ilerledim. İşte Gelincik orada, benim yatağımda uyuyordu.

Bir an aylar önce yaptığım gibi, Gelincik’e sadece uzaktan bakıp kendi yatağıma döneceğim duygusuna kapıldım. Sonra sessizce soyundum. Üstümde sadece üniformayla beraber verdikleri keten don kaldığında yine yatağa girme konusunda ikirciklendim. Sonunda her şeyi göze alıp battaniyeyi araladım. Gelincik anlaşılmaz sözcükler mırıldanarak yana döndü. Böylece yatakta bana da boşluk açılmıştı.O da sadece donuyla yatmıştı. Yatağa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim.

16.
Gelincik’e değmiyordum. Yatağın sol kıyısına doğru iyice uzaklaşmış, sırtı bana dönük yatıyordu. Düzenli nefesini dinleyerek ve sobanın tavana vuran ışıklarını seyrederek sırtüstü, kaskatı yatıyordum.

17.
Ne kadar zaman geçtiğini hesaplayamıyorum. Yatak çok sıcak gelmeye, kalbim, kilometrelerce koşmuşum gibi çarpmaya başlamıştı. Gelincik üst üste yutkunma sesleri çıkardı ve tekrar sırtüstü bana döndü. böylece sol kolumun üzerine yaslanmış ve bacağı bacağıma değmişti. Sırtüstü duruşumu bozmadan başımı çevirdim ve saçlarının garip kokusuyla karşılaştım.

18.
Birden ayaklarımın dibinde koca bir uçurum, taa diplerde mavi yeşil bir deniz, taşı tuzu yosunu ve balıkları ve göze görünen görünmeyen binbir renkli hayvanıyla bir deniz açılıverdi. İşte ben de, yıllarca karanın içlerine, çöllere sürülmüş bir deniz yaratığıydım. Şimdi bu adını, derinliğini bilmediğim deniz, uçurumun dibinde uğuldayarak, derisi tuzlu suya hasret kalmış oğlunu istiyordu.

Kulağımdaki ve derimdeki çağrıya daha fazla dayanamadım ve bütün gemilerimi yakıp uçuruma bıraktım kendimi...

19.
Yolculuğun ilk evreleri hayli zor geçti.








20.
Sağ kolum iradem dışında hareket ediyormuş gibi






21.
birden yerinden kalktı ve Gelincik’e sarıldı. Tam sarılamamıştım aslında. Sadece kolumu göğsünün üzerine koyabilmiştim.








22.
Kokusundan başım dönerek














23.
uyuduğundan emin oluncaya ve ona gerçekten dokunmaya cesaret edinceye kadar













24.
iki yabancı tenin ilk karşılaşması












25.
iki farklı sıcaklık











26.
sonunda belli belirsiz bir okşama tutturarak











27.
avucumu çıplak kolunda ve omuzlarında gezdir-










28.
Gürültüyle yutkundu. Hemen elimi kaldırdım. Hala uyuyordu. Kolum havada, nefesimi tutarak bekledim.







29.
Şimdi tamamen ona dönmüştüm.







30.
Elim tekrar omuzlara indi. Sonra çok yavaş









31.
çok yavaş bir yolculukla






32.
göğüslerine indim.






33.
Göğüs uçları.









34.
Gemilerimi karada yürütüyormuşum gibi karnına doğru bir sefere başladım.




















35.
Yavaş.























36.
çok yavaş














37.
Karnı








































38.
Karnından kasıklarına, o kadarcık yolu binbir meşakkatle, tedbiri elden bırakmadan, her santimi keşfedip, keşfin tadını çıkararak katettim.











39.
Orada önce yumuşak tüylerle








40.
sonra da birden














41.
dikelmiş bekleyen










42.
organ








43.
ıyla karşılaştım.





44.
Hemen elimi çekmek istedim.











45.
Eli hızla uzandı ve bileğimden sertçe yakaladı. İkimiz de donup kalmıştık. Bileğimi sıkıyor, bırakmıyordu. Yüzüne baktım. Gözleri hala kapalıydı. Israrla uyuyormuş gibi yapıyordu. Upuzun birkaç saniye boyunca ellerimiz kendi aralarında çekiştiler.








46.
Bir an önce geldiğim yere dönmek istiyordum. Kulağına yaklaşıp fısıldadım. “Bırak n’olur”...







47.
Bırakmadı. Gözlerini açmadı. Solukları sıklaşmıştı. Yutkundu. Sanki sayıklar gibi, sanki hala uyuyormuş gibi ağzının içinden
















48.
“Arkanı dön!” emrini verdi.











49.
Ne?














50.
“Arkanı dön, çok istiyorum! Çabuk!”








51.
?







52.
“Çabuk! Yoksa ne olduğunu herkese söylerim!”













53.
Ne olduğumu?
















54.
Ne olduğumu Gelincik?













55.
Bu kadar, bu kadarmış Akdeniz. Aslı yokmuş dinlediklerimin.





























56.
Uzun bir süre, hepsinden uzun bir süre kıpırdamadan, soluk soluğa kaldık. Sonra elimi bıraktı ve başından bir bela defetmek ister gibi sessiz bir mastürbasyona başladı. Yatağın gitgide kısalan aralıklarla titreştiğini, Gelincik’in dışarıya renk vermemeye gayret ederek hızlı soluklar alıp verdiğini duyuyordum. Arasıra bana değen sağ kolu dışında birbirimize dokunmuyorduk. Birden benden tarafa yan döndü. Soluğunu tuttu. Karnıma yayılan akışkan bir sıcaklık hissettim. Gelincik sırtının üzerine devrildi. Sonra solukları düzene girdi ve uyudu. Bir kere bile gözlerini açıp bana bakmamıştı.


































57.
Dişi örümcekler gibi olsaydık. Her sevişmeden sonra ortadan kaldırabilseydik sevgilimizi.


































58.
Ah Gelincik! Ah Gelincik, nasıl da yanlış anladık birbirimizi...





59.
Soba yavaş yavaş söndü. Kabus görenleri, uykusunda konuşanları, nöbet değişimi için yatakhaneye girip çıkanları dinledim. Karnımdaki yapışkan ıslaklık önce soğudu sonra kurur gibi oldu. Sonra sabah oldu. Bir çavuş “Koğuş kalk!” komutu verdiğinde doğrulmuş, Gelincik’in masum bir hayvanı andıran yüzünü seyrediyordum. Birden çavuşun sesiyle gözlerini açtı. Bana baktı ve yüzünde o, Gelincik’le yaşadıkları sözde maceraları anlatan köylü delikanlıların yüzlerinde gördüğüme benzeyen arsız bir gülümseme belirdi. Birşey söyleyecekti ama gözlerimi kaçırdım. Yataktan kalktım. O gün ne yapıp edip banyo sırasına girdim. Duşta karnımı ovuşturmaktan canım yandı. Gelincik’le bir daha konuşmadık. Ne o gece hakkında ne de bir başka şey hakkında. Ondan uzak durdum. Yanına yaklaşmadım, yaklaşmasına izin vermedim. Sonra Gelincik öldü. Sonra da bunca yıl geçti işte.

60.
Savaşın nasıl geliştiğini, ülkemin nasıl parçalandığını, esir kampını, savaşın bitişine yakın nasıl kaçıp bu kuzey ülkesine sığındığımı anlatmak istemiyorum. Bunları hatırlamak bile istemiyorum ki. Bazen hayatım bu soğuk ve renksiz denecek kadar huzurlu ülkede başlamış gibi geliyor. Sanki buraya gelmeden önceki hayatımı birkaç dakika içinde hayal etmiş ve birden vazgeçmişim.

Ama bazen de anılar bütün gerçeklikleriyle hücum ediyorlar. O kadar gerçek ve yakınlar ki, şimdi yaşadığım hayatın, bu “barışçıl bir ülkede yaşayan saygın yaşlı adam hayatı”nın gerçekliğinden kuşkuya düşüyorum. Bu hayatın o korkunç savaş sırasında bir siperde çamura batmış, tepesinde uçuşan kurşunların korkusundan başını bile kaldıramayan bir asker tarafından düşlenmiş olabileceği aklıma geliyor.

Anılar bana Gelincik’in yaşlanmaya fırsat bulamadığını, o güzelim bedenin savaşın daha ilk yıllarında güney cephesindeki bir bombardıman sırasında parçalandığını söylüyor. Bu gerçek olabilir mi? Gelincik’in ve diğerlerinin ölüm haberlerini bildiren rapor birliğe ulaştığında, günlerce kimseyle konuşamayan, çıldırdı sanılıp hapsedilen adam ben miyim? Hayatı boyunca karşılaştığı kadınları ve erkekleri Gelincik’in yerine koyarak seven, onlarla Gelincik’le yapamadığı şeyleri yapan adam ben olabilir miyim?

Arasıra, Gelincik’le bunca yıl sonra karşılaştığımızı hayal ediyorum. Onun izini bulmuş, buraya davet etmişim. Birlikte Nuccsha caddesindeki Topi Suotten’in yerine gidiyoruz. O evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Karısı artık bunamış, zaten pek sevmemişler birbirlerini. Prostatı var. Bedeni çoktan bozulmuş tabii. Saçları kalmamış. Ama yeşil gözlerindeki pırıltı, oburluğu ve çocuksuluğu hala aynı. Bir daha yurt dışına çıkamamış. İngilizceyi unutmuş. Yoksul düşmüş ailesi savaştan sonra. Birkaç kadeh parlattıktan sonra ona diyorum ki: “ Ah Gelincik ah, birbirimiz nasıl da yanlış anladık”...

Artık yaşlandığımız için ona asıl adıyla hitap ediyorum.

61.
Ayrılırken, yine sisli bir sabah, birkaç cemse onu ve yüz kadar askeri güney cephesine taşımak üzere aşağıda, limanda bekleyen bir gemiye götürürken, Gelincik çok garip bir şey yapmış ve bana gülümsemişti. Aylarca konuşmamış, birbirimizin yüzüne bile bakmamıştık. İşte güney cephesine ölmeye gidiyordu. Cemseye binerken kalabalığın arasından bana gülümsedi ve “See you later alligator” dedi. Şaşırdım ve cevap veremedim. Bir iki saat sonra onu götüren gemi limandan çıkıp uzaklaşırken arkasından baktım ve içimden defalarca veda ettim ona: Hoşçakal Gelincik. Hoşçakal eski çocuk sevgilim. Aptalım benim. Yanlış anlamalar kralım. Hoşçakal...





1990-91 İstanbul