Masal, kendi uydurduğumuz ve kendimizi bulduğumuz bir ülkedir: Genç adam arkadaşının koşarak uzaklaşmasına sessizce bakmış. Bir süre ayakta durup, gökyüzüne, yıldızlara daldıktan sonra vakur bir tavırla dönüp oradan uzaklaşmış. Yoldan geçen ilk taksiye atlamış ve aynı vakarı koruyarak "Havaalanına!" demiş. Havaalanında sabaha kadar açık bankalardan birine uğrayıp çok çok acil işler için hesabında tuttuğu 3000 doları çekmiş. Hemen British Airways'a uzanıp Yeni Zelanda için bir bilet almış. Sabaha karşı kalkan uçağa binip uçakta 20 saat boyunca deli gibi içmiş, sızmış ve yağmurlu bir kış günü Auckland'a inmiş. Küçükken bir ansiklopedide gördüğü çizimi hatırlamış. Bu resimde dünyanın Türkiye ucundan batırılan bir çubuk, tam ters tarafta, Yeni Zelanda’dan çıkıyormuş. Sonra yağmur altında okyanusa karşı çığlıklar atarak Türkiye'den çok uzakta, dünya yüzünde olabileceği en uzak noktada, dünyanın tam öbür ucunda oluşunu kutlamış. Yağmur serinmiş ama üşütmüyormuş. Her yer yemyeşilmiş. İlk defa kıyısında durduğu okyanus sanki onun sevincini paylaşıyor gibiymiş. Daha da güzeli, masal burada bitmiyormuş, daha yeni başlıyormuş.
Bankada 3000 dolarım hiç bir zaman olmamıştı. Param olsa da İstanbul'dan doğru Yeni Zelanda'ya uçak seferi yoktu. Uçak olsa, bu işsiz güçsüz Türk halimle, vizesiz mizesiz Yeni Zelanda'ya almazlardı beni. Alsalar bile, böyle bir maceraya kalkışacak ne cesaretim vardı, ne de takatim. Üstelik içeride olacak felaketi kaçırmak istemiyordum. Ayaklarım beni Fırat'ın peşinden, partinin kaynama noktasına iyice ulaştığı depoya doğru sürükledi.
Kapıdan girdiğimde bütün milletin yine bir halka oluşturduğunu gördüm. Herhalde yeni bir "happening" başlamıştı. Kalabalığın içinde kendime yol açmaya ve arkadaşlarımı bulmaya çalıştım. Kulakları patlatan müzik aniden sustu, o zaman ortada dönen şeyin bir happening filan olmadığını, Asaf ve Emel'in alanın ortasında kavga etmekte olduğunu görebildim.
"Kime istersem söylerim, istersem burada bağıra çağıra her şeyi ilan ederim" diye bağırıyordu Emel. Asaf, "Söyleyemezsin, bu dünyada gurur diye bir şey var, gidip Fırat'a benim özel hayatımı ifşa edemezsin" diye cevap veriyordu. Emel büyük bir kızgınlıkla "Ne Fırat'ı, Fırat'a kim söylemiş?" diye haykırdı.
Kısa bir sessizlik oldu. Seyirciler bu sorunun cevabını bulmak istiyorlarmış gibi birbirlerine baktılar. Ben bir kere daha Yeni Zelanda'ya uçtum.
Ama sorunun cevabı yerine, sahneye yeni bir sürpriz öğesi katan, neşeli bir kız sesi çınladı: "Helloo, I'm back. Ms. Light is back". Seyirci halkasının kapıya yakın tarafında bir hareketlenme oldu, insanlar gülümseyerek iki yana açıldılar. Işık içeri giriyordu. Uyurgezer gibi bir hali vardı.
"Merhaba Asaf" dedi, şarkı söyler gibi bir sesle, "N'oldu, neden öyle öcü görmüş gibi bakıyorsun?" Makyajı dağılmıştı, güzelim gözlerinin çevresi simsiyahtı, yanaklarından aşağı kapkara, incecik gözyaşı patikaları iniyordu.
"Işık! Ben seni gittin sanmıştım... Ne arıyorsun burada?" Asaf yine dilimin ucuna kadar gelen cümleyi benden önce seslendirmişti.
Işık uykuda güler gibi güldü: "Hiç... Her aşktan sonra sıkı bir temizlik gereklidir diye düşündüm. Döndüm..." Arkasında sakladığı küçücük, oyuncak gibi duran süslü tabancayı çıkardı. Asaf'a doğrulttu elindeki oyuncağı. Asaf korkuyla, "Işık?" diye mırıldandı. Işık yemeğini yemeyen küçük bir çocukla konuşur gibi, “Bunun içinde minnacık minnacık kurşunlar var. En az ikisini senin için ayırdım.” dedi, "Doğru öbür dünyaya gideceksin, six foot under!" Asaf filmlerde tabancanın kara ağzı karşısında metin olmaya çalışan adamlar gibi sesine sert bir hava verdi: “Saçmalama Işık”. Işık güldü, dedi ki: “Aa, bak hiç naz istemiyorum, ben sana naz yaptım mı zamanında?”
YARIN: NAZ