Asaf'ın itirafından bir hafta kadar sonra, milli futbol takımınının bilmem hangi yabancı takımı yendiği bir Haziran gecesi, yine hepimiz Köpek’te, kapının önünde oturmuş kalmıştık. Uzaktan davul-zurna sesleri ve bağırışlar duyuluyordu. Her alanda aşağılanmış, yoksulluğa, ezikliğe, başkaldırmayı unutacak kadar alışmış insanlarımız; sanki hayatlarının intikamı alınmış gibi, bir gecelik çılgınca bir eğlence yaşamaya çalışıyorlardı. Caddenin görebildiğimiz daracık kısmından yüzlerce insan geçmeye başladı. Çoğunluğu erkek kalabalık bir ağızdan, korkutucu, neredeyse şehevi bir açlıkla, boğaz damarları patlayacak gibi bağırıyordu. Orta ve yüzük parmaklarını baş parmaklarıyla birleştirip, serçe ve işaret parmaklarını kaldırarak, kurt başı işareti yapıyorlardı. Bu binlerce yıl önce Orta Asya’da, Türkleri sıkışıp kaldıkları geçit vermez dağbaşından kurtaran dişi kurdun simgesiydi. Şimdi, Orta Asya zamanlarını, Türklerin tarihinde en şaşaalı kahramanlıklarla dolu günler olarak anlatıp kalabalıkları peşine toplayan bir partinin işareti oluvermişti. Milli takımın bir Avrupa takımını yenişi de bunca insanın hayatının önüne dikilen koca dağda açılan bir gedikti sanki. Türk ulusu tek gecelik bir kurtuluş yaşıyordu. Türkler İstiklal Caddesi'nden geçiyordu.
Biz futbol sevincini, Orta Asya’dan kalma kurt işaretlerini, ancak kalabalık haline gelince cesaret bulan ve sesini yükseltebilen acınası insanlarımızı, kısacası bizim küçük Köpek’imiz dışında geçip giden hayatı pek umursamıyorduk. Umursayacak halimiz kalmamıştı demeliyim belki de... Oturup kaldığımız masada iyice sarhoş olmuş, gerçeği söyleme oyunu oynamaya başlamıştık. "Gerçek-çilik": Herkes sırayla seçtiği birine bir soru sorar. O sorulan da cevabını verdikten sonra, kendi seçtiği birine istediği soruyu sorar... Baştan bir ilke anlaşması geçerlidir, herkes kesinlikle doğruyu söyleyeceğini kabul eder. Grupta hiç soru sorulmayan biri çıkabileceği gibi, üstüste beş soru sorulan birileri de çıkabilir. Kuralları basit bütün oyunlar gibi, bu oyun da aslında çok karmaşık teknikler ve sonuçlar doğurur. Ancak sarhoşken dayanılabilecek berbat zor bir oyundur.
Başlangıçta, “Mastürbasyon yapar mısın?”, “Hiç bile isteye bir hayvanı öldürdün mü?” gibi zararsız sorularla başlayan oyun, hava iyice kararıp kanlarımız içkiyle alyuvarlarına kadar kristal gibi aydınlandıkça, daha kırıcı sorularla zorlaşmaya başlamıştı.
Gözü kararmış kalabalık caddeden geçmeye başladığı sırada; Kaya’nın “Hiç seviştiğin insana, sevişme sırasında işkence yaptın mı?” sorusunu “Hayır, bir iki tokat dışında hayır,” diye cevaplayan Fırat döndü ve Emel’e sordu: “Kızlığını ne zaman kaybettin?”
Kaya önce ters ters Fırat’a baktı, sonra kızgınlığını bastırmak ister gibi gözlerini kapadı. Emel "Lise üçteydim" dedi. "Demek ki yani, 1982 oluyor. Bizim sınıfta bir oğlan vardı. Ender. Çok aşık ettiydi beni kendine alçak. Okulun tiyatro grubunda çalışıyoruz, bir prova sonrasında herkes gitti, yalnız kaldık." Kaya patlamaya hazır bir edada onu dinliyordu.
"Sahne arkasında bir sandalyeye oturmuştum, çocuk da burda, bacaklarımın arasında, külotumu çıkardı, oynaşıyoruz, birden öyle sert bir şekilde girdi ki...” Emel anlatmaya devam edecekti ama Kaya onu dürttü. “Tamam canım, soru ‘ne zaman’dı, sen de soruyu cevapladın, sorulmayan detayları anlatma...”
Soru sorma sırası Emel’deydi ve tabii ki Asaf’ı seçti: “Asaf, çapkın olduğunu biliyoruz. Kimbilir kaç kadınla yatmışsındır. Ama merak ettiğim bir şey var. Hayatında hiç bir erkek arkadaşınla yattın mı?” Kaya gülerek Emel'i sorusundan vazgeçirmeye çalışacak oldu: "Canım sen de, Shakespeare'in sonelerini zor bela okuduğundan beri herkeste bir biseksüellik bulmaya çalışıyorsun"...
Ama Asaf kısa bir duraksamadan sonra “Evet,” demişti bile. Hepimiz şaşırdık. Daha önce bu konuda en küçük bir imada bile bulunmamıştı oysa. Asaf bizi şaşırtmanın tadını çıkara çıkara devam etti: “Yirmi dokuz yaşında, master yapıyordum, bizim okulun en popüler simasıydım. Benden on yaş küçük bir kızla takılmıştım. Meğerse sevgilisi varmış. Bir akşam kızın hep geldiği saatte kapım yumruklandı. Kız yerine, sevgilisi çocuk gelmiş. Acayip yakışıklı, böyle yeşil gözlü bir tipti. Benden deli gibi nefret ediyordu, beni öldüreceğini söylüyordu, cebinde bir bıçak bile getirmiş... İçeri davet ettim, birer içki içtik. İkinci bardağın sonunda sevgilisinin içine giren şeyi görmek istediğini söyledi... Yahudilerin sünnetlisi de müslümanlarınkine benziyor mu diye merak etmişmiş...” Asaf yere bakarak durdu, yüzünde donan bir gülümsemeyle kısa bir süre düşündü, “Benim de detayları anlatmama gerek yok herhalde," dedi. "Sorunu cevapladım. Evet”.
Bir suskunluk oldu. Emel güldü: “Benziyor mu bari?” Asaf “Bir dakika soru sorma sırası bende,” dedi. Fırat atıldı: “Şimdi, bizim sünnet sırasında abiminkini kestiler, yatırdılar, sıra bana geldi, ben böyle kurbanlık koç gibi bekliyorum, sünnetçi gel bakayım aslan dedi, al sana aslan diye bir punduna getirip ibne herifin suratına öyle bir tekme yapıştırdım ki, dudağını bööyle patlatmacasına, herif bir saat kendine gelemedi. Babam rezil olduk diye ortalarda dolanır, annem ağlar, sonra üç kişi sımsıkı tutup kestiler. Ben nasıl böyle küfür ediyorum biliyor musunuz? Sizde bebekken yapıyorlar di mi Asaf?” Bu hikayeyi daha önce de dinlemiştik. Sarhoş olduğu zaman daha önce anlattığı hikayeleri sık sık tekrar ederdi Fırat.
Asaf’ın canı sıkkın gibiydi: “Çocuklar oyun bitti galiba. Önüne gelen soru soruyor. Dağılsak mı?” Hepimiz susup içkilerimizden birer yudum daha aldık. Evet, oyun bitmişti.
Dağılmadık. Ama oyunu da bıraktık. Kaya söyleniyordu, “Abi ne biçim iş ya, sen al küçücük çocuğun şeyinin derisini kes. Ulan ne işe yarıyor...” Gülsen korkuyla ekledi: “Mısır’da filan kızların da orasını kesiyorlarmış.” Kaya dehşetle doğruldu “Yok canım!” Gülsen ısrar etti. “Valla diyorum bak, bir Mısırlı kadın var, adı neydi, şey, neyse ney, romanında okudum.” “Nasıl yani, neresini kesiyorlarmış?” Gülsen küçük parmağını kıvırıp kaldırarak “Klitorisini,” dedi. “Başka çeşitleri de varmış ama en yaygını, klitorisini kesiyorlarmış”. Kaya hiç bir şey söylemeden, kafası iyice karışmış bir halde yüzünü buruşturup başını önüne eğdi.
Derken tuhaf bir şey oldu, hemen masamızın yanında, süs çalılarının ardında, karanlık bir kapı ağzında oturan tinerci çocuklar; işlerini bitirmiş, bizim ara sokaktan geçerek evlerine giden bir davulcuyla zurnacıyı durdurdular. O akşam dilendikleri birkaç yüz lirayı adamlara verdiler. Davulcu ve zurnacı bıkkın, “para gelsin de nereden gelirse gelsin ama buna da razı olacak mıydık” der gibi bir ifadeyle bir şeyler çalmaya başladılar. Sonsuz bir rüyada yaşayan tinerci çocuklar ayağa kalkıp sanki düğündelermiş gibi göbek attılar, oynadılar oynadılar. Bir tanesinin pantolonunun önü kasıklarına kadar yırtıktı. Yaşına göre çok iri görünen -tabii ki sünnetli- organı, dışarı sarkıyordu. Biz susuyorduk. Çocukların dansını seyredip sadece birbirimize gülümsüyorduk. Birden davulcuyla zurnacı verilen para ancak bu kadarına yetiyormuş gibi çalmayı bıraktılar. Önce bütün çocuklar hareketsiz kaldı. Müziksiz de dansetme konusunda ısrar eden bir ikisi ortalıkta tepindi. Bir tanesi sağ kolunu kaldırıp parmaklarıyla kurtbaşı işareti yaparak "Bu vatan bizim ulan!" diye bağırdı. Sonra hepsi, pili bitmiş oyuncaklar gibi oturdukları karanlık kapı ağzına geri döndüler. Caddeyi dolduran, Türk’ün büyüklüğünü cihana kanıtladıklarını düşünen gemi azıya almış kalabalık yavaş yavaş duruldu ve evlerine dağıldı. Biz de Köpek kapanırken kalktık. Asaf arabasıyla önce Fırat'la Gülsen'i, sonra da beni evlerimize bıraktı. Arabada iki kişi kaldığımızda, itirafından beri sık sık yaptığı gibi kızgın kızgın Emel hakkında söylendi: "Daha dün akşam ben kendim anlattım o çocukla yattığımı. Şimdi herkesin gözü önünde soruyor. Sırf gıcık etmek için. Sırf bu akşam yüz vermediğim için. Yok abi. Bu ilişki sıktı artık. Çok kafalı bir kız, çok seviyorum, yatakta da çok iyi ama... Yarından tezi yok. Bitiriyorum."
Bitiremedi ama. Sonraki günlerde Emel'in üzerine önce bir suskunluk, bir küskünlük, sonra da zaman zaman iyice aşırıya kaçan bir saldırganlık geldi. Sanırım konuşmuşlar ve Asaf'ın zoruyla aralarındaki maceraya bir son vermeye çalışmışlardı. Ama bu hiç bir şeyi çözmedi. Aksine işler daha da karıştı. Asaf Emel'in bir gece Kaya'yla kavga edip onun kapısına geldiğini; yarım saat sonra onun peşinden gelen Kaya'nın sanki kızın gideceği başka hiç bir yer yokmuş gibi, eliyle koymuş gibi Emel'i orada bulduğunu, ama hala hiç bir şeyden kuşkulanmadığını, Emel'i alıp giderken Asaf'a teşekkürler ettiğini anlattı. Bu olaydan sonra bir kere daha sevişmişler. Emel, Asaf'ın göğsünü ısırmış, az kalsın sağ memesinin ucunu koparacakmış.
Size itirafta bulunacağını söyleyen birine yapılacak en büyük iyilik, "Allahaşkına kapa çeneni!" demektir herhalde. Çünkü dünyanın en ağır yükü birinin sırrıdır. En yakını bile olsa, kimsenin kimseye böyle bir yük taşıtmaya hakkı yoktur. Ne yazık ki, iyi arkadaşları karşısında insanın her zaman basireti bağlanır. İtiraflar edilir, siz de bir arkadaşınızın sırrını taşımak gibi korkunç bir yükün altında bulursunuz kendinizi. Asaf ne zaman yalnız kalsak, hemen Emel'den bahsetmeye başlıyordu. Ben o itiraf gecesinden sonra, bütün bu sırların ortağı olmaya artık dayanamıyordum. Onu susturmak için yapabileceğim bir şey yoktu ne yazık ki. Sır bir kere alınmıştı ve incelip incelip koptuğu yere kadar tutulacaktı böyle. O sıralarda “Burçlar”ın yönetmeni, senaryo üzerinde biraz daha çalışmak için Bodrum’a gitmeyi teklif etti. İstanbul’dan biraz uzak kalmanın iyi geleceğini düşünerek kabul ettim.
Tim gelmemişti. Hava karardıkça benim de içim kararıyordu. Elimden içinde kar yağan küreyi bırakamıyordum. Bu evde bekleyemeyecektim. Çıkıp bir otele mi gitmeliydim? Önce polise sonra otele... Evin içinde manasızca dolanıyordum. Viskiyi yarılamıştım. Asaf'ın yeni alındığı sırada bile eski bir model sayılan bilgisayarını iç odalardan birinde, klavyesiyle birlikte bir gardrobun üzerinde buldum. Naylon bir kılıfa sarılmıştı, sahibinin yazar olma isteğiyle birlikte gözden ırak bir yere kaldırılmıştı anlaşılan.
Çalışacağından emin değildim ama bilgisayarı salonda sehpanın üzerine kurduğumda hiç nazlanmadı. Siyah beyaz ekranda önce gülümseyen bir bilgisayar görüntüsü, sonra Türkçe “Merhaba” diyen bir yazı en sonunda da bir hard-disk görüntüsüyle bir çöp kutusu resmi belirdi. Hard-disk'i açtım. Programlar (bir yazı, bir çocuklar için çizim programı ve birkaç oyun dışında fazla program yoktu), Sistem Klasörü, Genişletmeler, dosyalar, dosyalar belirdi. Benim bilgisayarımda herşey, çok tertipli bir yazıhanenin evrak dolabı gibi düzenlenmiştir. Senaryolar, hikayeler, roman çalışması, günlük, yeni fikirler, notlar, kısacası herşey kendilerine özel dosyalar içinde bulunurlar. Asaf'ın bilgisayarı ise, evi gibi terkedilmiş, felaket bir dağınıklık içindeydi. Yazılarını hangi klasöre koymuştu acaba? Dev romanı ve diğer büyük yapıtları, bu ekran kargaşasının neresindeydi? Kaydedilmiş bir yazı dosyası bile göremiyordum. Sonunda, Sistem Klasörü'nün içinde birbirine girmiş bir sürü dosya görüntüsü içinde şu yazı dosyasını bulabildim:
Samimiyet Buhranı
Asaf'ın hiç bilmediğim itiraflarıyla karşılaşmak umuduyla dosyayı açtım. İlk sayfada şunlar yazılıydı:
SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET BUHRANI SAMİMİYET saat: sabah 4.30 perşembe.
§1234567890x fgğıodrnhp;>
UİEAÜTKML YŞ=
WJÖVCÇZSB.,
Macintosh Plus. Türkçe Klavye. Tuşlara soldan sağa klavyedeki sırayla basıldığında ortaya böyle bir şey çıkıyor.
Karışık dosyalar arasındaki araştırmalarım sonuç vermedi. Bilgisayarın içinde, aletin çalışmasını sağlayacak temel programlardan başka özel birşey saklanmamıştı. Bu Samimiyet Buhranı dosyası da belli ki bilgisayarın ilk alındığı günlerde yazılmış, nereye kaydedildiği bilinmeden kaydedilmiş bir dosyaydı. Asaf bütün yazdıklarını bilgisayarın ana belleğinden silerken bu dosyayı gözden kaçırmıştı. O zaman bana ne bırakmıştı? Bu vasiyetin manası neydi? Ya da, öyle ya, belki de bütün yazılar şu bulduğum disket kutusundaki disketlerde yüklüydü.
Bir koşu gidip getirdiğim disket kutusu kilitliydi. Anahtarını aramak manasızdı artık. Bir kenarından İngiltere'deki evimizin anahtarını sokup plastik kapağı çatlattım. Çatlağı büyüterek kutuyu kırdım. Disketlerin hiç birinin üzerinde, içeriklerini açıklayabilecek bir etiket yoktu. Tek tek makinaya takarak bakmak zorundaydım.
Bilgisayara taktığım ilk disket, yuvasında gırıltılar mırıltılar çıkardıktan sonra ekranda belirdi:
İsimsiz
İsimsiz disketin içinde sadece bir tek yazı dosyası vardı: “Oğuzumsu” adındaki dosyayı açtım. İlk bakışta manasız, ne olduğunu tam anlayamadığım bir şiir çıktı karşıma. Bir tür eski Türk lehçesiyle yazılmış gibiydi:
ŞAHBAHANE
Ay konalı bu alemde kaçın otağ dandırdı 2
Kin hamalı çayka dalı, dalamadı apıştı
Durdu Kağan, dellendi tan allarını yandırdı 4
Sel almadan, sis basmadan tangirine yapıştı
Han kuralı derdest gelin açamadı uçurdu 6
Camalına, ta malına rast-ı kalın karıştı
Fal açtırdı, kantırtırdı, alçamayıp bastırdı 8
Kır orayı, bas burayı, ma’lif olup kırıştı
Taht aldı da, şahi m'oldu anca halın konuştu 10
Kaça halın, nece malın, oğluyunan barıştı
Çal aşkını, çöl işkini hallarını yorundu 12
Bez düşkünü, boz işini, anzamayla çatıştı
Atasının intikamı içlerini bandırdı 14
Kış başına gelir gelip kılıç alıp varıştı
Kan akalı bolarlardı, kesemedi içirdi 16
Tac altına, koç altına misr-i çalım açıştı
Kesti boynu, kan indirdi, canlarını çıktırttı 18
Halka varıp, tellal edip, müjdeleri alıştı
Ol zamanı anlatmaya dillerini berkitti 19
Kaç altını mülke verip ellerini bağıştı
Al Meragi, dille sözü, cümle alem dinlesin 20
Can alası, gön molası yandan farıp yarıştı
Meragi, 11.Yüzyıl- Hazar Kıyıları 22
Meragi diye bir şair bilmiyordum. Bu büyük olasılıkla Asaf'ın uydurduğu bir isimdi. "Oğuzumsu" ne anlama geliyordu? “Dede Korkut” masallarına nazire gibi birşey mi yazmaya çalışmıştı? Dizelerin yanındaki numaralar niçin konmuştu? Asaf belki de her dize için bir açıklama yazmayı düşünmüş ama açıklamaları yazmaya fırsatı olmamıştı. Belki de açıklamalar başka bir diskette karşıma çıkardı. Şifreli bir durum var mı diye bir kaç kez okudum. Sonra disketi çıkarıp bir başka etiketsiz disket taktım.
Bir küçük mucize oldu. Çünkü yeni beliren disket görüntüsü şöyleydi:
"Hikayeler 3"
Bu 3 rakamı, içinde hikayeler saklanmış en az iki disketin daha varlığını gösteriyor olmalıydı. Asaf'ın "büyük yapıtları" birazdan karşıma çıkacaktı işte. Disketi açtım. İçinde topu topu üç dosya vardı. "Yeraltı Sakinleri", "Ban'a göre Dünya" ve nedense İngilizce yazılmış bir isim: "Just Like Heaven". Üçünü de okudum. "Ban'a Göre Dünya" bitmemiş bir hikayeydi. Bir oturuşta yazılıp sonradan bakılmamış bir hali vardı, yazım hataları bile düzeltilmemişti:
BAN'A GÖRE DÜNYA
Adım Ban. Asıl adım değil, sonradan koyma adım Ban’dır. Asıl adım neydi hiç öğrenilemedi. Anasız babasız öksüz yetimin tekiyim. Elbete benide bir ana doğurdu ve o anayı dölleyen bir baba vardı mutlak. Ama ne anamı bilirimi ne de kocasını. Vardı elimden tutan bir kadıncağz, yürümeyi yeni öğrendiğim günlerde. Sonradan anladım kki kadın, kadın dğil adammış. Kadın kılığında gezen cinsten bir adam yani. Kadın adam anam ölüm döşeğinde bana hayat hikayemin aslını anlattı.
Hiç unutmam Sakalları çıkmıştı ölürken anacığımın Beni bir cami avlusunda bulmuş. bir sepet içinde. Sepetin içinde bir de kağıt parçası varmış. Oğlumun adı bilmemne, ona iyi bakın yazıyormuş. O bilmemne lafını okuyamamış kimseler. Çarpukçurpuk yazısı varmış bizim asıl validenin. Ama “Ban”a benzetmişler. Böyle isim olur mu demeden adımı Ban koyuvermişler. Bizim kadın adam valide hayat boyu çocuk özlemiyle yanıp tutuşmuşşmuş. Dostunu ikna etmiş, almışlar beni beslemişler işte. İçine ettiğimin dünyasında sanki bi bok olacakmış gibi beni yaşatıp bir yuva bulmuşlar Ban’a...
Surdibin'de şipşirin bir kondumuz vardı, çatısı teneke kaplı. Kakamızı evin arkasında toprağa yapardık. Yazın evin önünde yıkanır, kışın hiç yıkanmazdık. Kadın adam anamın bir dostunu dababa bilirdim. Her gece kendi taktığı yetmezmiş gibi bir de üç kuruş paraya elin adamlarına satardı anamın tertemiz götünü. Surdibi'nin şen simaları bir bir anamın üstünden geçerdi. Bıyıklar, kıllıı bacaklar, hamallar, seyyar satıcılar, at kesip sucuk yapan kesepler, meczup ayyaşlar.
Her küçük oğlan çocuk gibi ben de ilk defa anamla babamın aşk yapış seslerini duyunca bir hayli şok olmuştum. Hele onları yatakta ilk bastığım gün, anam yere diz çökmüş, yatağa yaslanmış, babam ayakta anamın arkasından laka laka takıyor, hayat boyu unutamadığım bir gündür. Anam sakalları çıka çıka nedenini bilmediğimiz bir şekilde gümbürdeyip gidince ve ,bir erkek adıyla gömülünce pezevenk babam önce kesttanemi çizmeye sonra da başkalarına pazarlamaya kalktı. Ben de ulan ben bu kestaneyi sokakta bulmadım deyip kaçtım.
Yaşım ya 7 ya da 8 belki bilemedin 8 buçuk. Kendimi Beyazıt’ta buldum. Bir sahaf da beni buldu. Babama vermediğim şeyi ona verdim. Herif benni yanına aldı. Dükkanında yattım, o da benim üstümde yattı kimi geceler. Yüzbin kitabın yüz milyon bin harfin, ustamın salyasının ve dölünün kokuları arasınad ilk gençliğim geçti. Sokağ çıkmadan büyüdüm, bu yaşıma geldim.
Yaşım kırk üçtür. Sahaf beni de sahaf yaptı. Sonra da öldü. Bu dükkan .bana kaldı. Dükkan benim herşeyimdir. Evim, yatak odam, misafir gelmese de misafir odam, mutfağım, gezi yerim, karşı kıyım, bu kıyım, ingilterem, fransam, amerikam... İlerde mezarım da burası olacak galiba. Dışarıda ne var ne yok bilirim. Hepsini okudum. Çıkamam bu dükkandan. Ama her şeyi bilirim. Ruhunu bilirim her yerin. Bana göre dünya zaten tatsız tuzsuz bir yerdir. Bilirsiniz, bütün herşey aptallık üzerine kurulu ve kötüler her zaman kazanır. Kimse kapımı çalıp
Son cümle, cümle olamadan yarıda kesiliyordu. Asaf bu hikayeden hiç kimseye, bana bile söz etmemişti. İkinci açtığım dosya, "Yeraltı Sakinleri" adını taşıyordu. Çok kısa bir kaç paragraf vardı içinde.
Diyelim ki YERALTI diye bir dünya varmış. Bunun bir sürü SAKİNLERİ olsun. Hepsini tek paragraflık metinler halinde tek tek tarif et. Reşat'a anlatsam, her sakini ayrı ayrı çizse, altına da metinleri koysak bir sergi olmaz mı? Ya da bir albüm çıkarırız belki. Tam Reşat'lık.
KENTEGİRGE (LICOUSTARD)
3.5 metreye yaklaşan boyuyla adam yiyen Kentegirge, yeraltı sakinlerinin korkulu rüyalarından biridir. Genellikle küfle, artık odun parçalarıyla, suyla beslenen kentegirgeler saldırgan değildirler. Ancak kazara karşılaştıkları insanları zehirleyip öldürerek yemekte tereddüt etmezler. Kentegirgeler dolaştıkları yerlere pek dikkat etmedikleri için bu kazara karşılaşmalar çok sık olmaktadır. Geçtikleri yerlerde bıraktıkları zehir kalıntısı sıvaşık, muhallebimsi bir yapıdadır ve çok güçlü, halusinatif bir uyuşturucu yapımında kullanılır. Yeraltı sakinleri bu uyuşturucuya fazlasıyla bağımlılık geliştirdiği için bir kentegirgeyi evcileştiren ve sonunda kentegirgesi tarafından yenilen zavallı bir adamın hikayesini anlatırlar. Kentegirgenin evcilleştirilmesi bir yana, bile isteye yanına yaklaşmak bile söz konusu olamayacağı için bu hikayenin bir söylentiden ibaret kaldığını kabul etmek zorundayız.
DUVARLARIN RUHU
Yeraltı sakinleri, herşeyin, canlı cansız herşeyin bir ruhu olduğuna inanırlar. Onların inanışına göre taa büyük büyük dedelerinin radyoaktiviteden korunmak için yaptıkları duvarların da bir ruhu vardır. Şimdi bile hayli radyoaktif ışın yüklü bu duvarların ruhu, görenlerin anlattığına göre, ateşten yapılma dev bir göz şeklindeymiş ve arasıra duvar kalıbından çıkıp göz kalıbına bürünerek dolaşır, herşeye şaşkın şaşkın bakıp dünyaya bir anlam veremeyerek tekrar duvar olmaya geri dönermiş.
CIRLOP
Tekgezen Cırlop’lar (Kirlıp okunur) genellikle yalnız yaşamayı seven yeraltı sakinleridir. Boyları 1 ile 1.5 metre arasında değişir. Cins ayrımları yoktur, kafadan yumurtlayarak çoğalırlar. Çoğalırlar derken, hiçbir Cırlop’ın yumurtasını doğurduktan sonra onunla ilgilendiği, yavrusunun bakımını üstlendiği, onunla birlikte gezmekten ona bakmaktan hoşlandığı görülmemiştir. Cırlop’lar kendi cinslerinden olan birine, hatta yavrularına bile asla tahümmül edemeyen yaratıklardır. Diğer yeraltı sakinlerine de yukarıdan bakarlar. Aslında çok iyi konuşmacı oldukları ve sadece zekalarının ve dillerinin gücüyle hemen herkesi kendilerine hayran edebilecekleri söylense de bir Cırlop’ın tutup herhangi bir başka yeraltı sakiniyle konuşmaya tenezzül etmesi çok küçük bir olasılık olarak görülmektedir.
Bu da çok geniş bir tasarı olarak başlanmış ama sadece düşüncede kalmış bir denemeydi anlaşılan. Adı geçen Reşat'la sadece bir kez karşılaşmıştım. Asaf çok eski bir arkadaşı olarak tanıştırmıştı. Şişman, alkolik bir ressamdı. Çengelköy'de bahçe içinde, tek katlı küçük ve rutubetli bir atölyede, neredeyse sokağa hiç çıkmadan yaşıyordu. Sürekli cin-tonik ve peşpeşe sigara içiyor ve cehennem manzaraları, tek gözlü zebaniler, başından yumurtlayan kuş gagalı androjenler, kanlı lavlar, iguanalarla sevişen köpekler, timsahımsı domuzlara dönüşen penisler çiziyordu. Bütün bunları bir Osmanlı hattatın zerafeti ve sabrıyla, tertemiz tuvallere incecik fırçalarla sakin sakin dokunarak yapıyordu. Ejderlerin pullarını, iguanaların dillerini, kuşumsu yaratıkların sedefli tüylerini tek tek çiziyordu. Ağaçların sarı zehirli meyvalarını, morlu yeşilli yapraklarını bir bir boyuyordu. Dev sineklerin zar zar kanatlarını dantel gibi işliyordu. Atölyesinin bir duvarını 2x4 metre boyutlarında bir beze boyanmış dev bir resim kaplıyordu. Diğerlerinin aksine hiç bir metafora kaçmadan, fotografik bir gerçekçilikle dev bir vajina boyanmıştı bu tuvale. Resmin sağ alt köşesinde "Aysu" yazıyordu. Reşat resme baktığımı görmüş, "Beğendin mi Aysu'yu?" demişti. "Burada böyle göründüğüne bakma, aslında çok güzel kızdır". Sonra da eklemişti: "Ancak Aysu, bu gördüğün yıkıntıdan eski Reşat'ı bulup çıkarabilir". Sonra bir sandalyenin üzerinde unuttuğu külü inanılmaz uzamış sigarasını almış, ateşin filtreye dayanmış olmasına aldırmadan derin bir nefes çekmişti.
Reşat'ı resimleri, ucuz cin-toniği ve Aysu'suyla yalnız bırakıp çıkmıştık. Asaf arabada, Boğaz Köprüsü'nün trafiğine sıkışıp kaldığımız bir sırada, Aysu'yla ilişkisinden sözetmişti. Yıllar önce Aysu Reşat'ın sevgilisiymiş, bir dönem Asaf'la takılıp Reşat'ı aldatmış. Sonra da Asaf yüzünden Reşat'ı terketmiş. Reşat'ın bundan hiç haberi olmamış. Aysu şimdi yurt dışında yaşıyormuş. Hollandalı biriyle evliymiş. Hala, gecenin bir yarısı tuhaf vakitlerde telefonlar gelirmiş ondan, Amsterdam'da yağan yağmuru ve Asaf'a ne kadar aşık olduğunu anlatırmış. Tanıştıktan bir ay kadar sonra, Reşat'ın, atölyesinde çıkan ve bütün resimlerini de yok eden bir yangında öldüğünü öğrenmiştik.
Son dosyadaki hikayeyi Asaf eski karısı Yıldız'a adamıştı. Demek İngilizce yazmaya da özenmişti:
JUST LIKE HEAVEN
For Yıldız
Yes, sir. Here’s your room. No, there’s no window but don’t worry, it’s airy enough. Your bed is quite comfortable. And this is the toilet. No, there’s no bath. No shower either. You don’t need it. You don’t get that dirty. Table? What for? Do you think you’ll need it? No, you have only one bed. It’s very comfortable. No blankets. Because it’s always warm enough here. You never get cold.
The food will be delivered from the door. From this hole. It’s strictly forbidden to talk to the service-man. He can’t hear you anyway. He’s deaf and dumb. Diet? What diet. Oh, that. No we don’t have any diet system here. The food’s always been the same for all guests. It never changed and never will: One bowl of pudding. Not sweet. Not sour. You’ll get it three times a day at the very same hours. And you can drink the tab water whenever you like. No beverages. Ah, the light. The light is on for 12 hours a day. From nine in the morning till nine in the evening. No exception.
No, you won’t see anybody from now on. You won’t hear from anybody either. Sometimes you may hear some people screaming but don’t care. Don’t try to answer them. They can’t hear you. There will be nobody to communicate you. Nobody will remember you. Nobody will ever consider what you think, what you do, what you say, what you shout. All the people that you knew, or you think you knew, already started to forget you and they eventually will forget you forever. Well... I don’t know what you had done to deserve this. You are registered here. You must have done something wrong. You know, sin, is a vast criteria.
No, please don't be a nuisance. There’s no mistake. Once you step in this room, there’s no way out.
Quite cosy isn’t it? Just like heaven. Only a bit less spacious.
Sorry, I have to turn the light off now. It’s almost nine. Ah, the last thing. Do you remember what you are supposed to remember? No? It was a word. One word. In English? No? Anyway. You can think about it. You have plenty of time. Well, until the end of time, yeah? Maybe more.
Hepsi bu. Viskiden büyük yudumlar alarak başka bir disket taktım. Adı "Notlar"dı. İçinde gerçekten bölük pörçük notların bulunduğu tek bir dosya vardı:
Sevdiğiniz bir kitap sevdiğiniz bir uzak şehir gibidir. Tekrar ziyaret ettiğinizde onu çok değişmiş bulursunuz. Hatırlamadığınız yerleri arasında kaybolabilirsiniz bile. Fakat her şehrin kendine ait bir hayatı vardır. Siz orada değilken şehir kendi hayatını yaşar ve değişir. Bu yüzden onunla tekrar karşılaştığınızda yabancılık yaşarsınız. Kitap konusunda ise durum tam tersidir. Kitap sizin onu okumadığınız yıllar içinde olduğu gibi kalmıştır ve çok olağanüstü birşey olmadıkça artık sonsuza kadar öyle kalacaktır. Siz kendiniz değişmiş, kendi hayatınızı yaşamışsınızdır. Bir sayfayı çevirince birden herşeyin ne kadar farklı olduğunu görüverirsiniz. Sanki kitap yıllardır görülmemiş bir şehir gibi değişivermiştir...
•
“I threw the bottle- rack and the urinal into their faces as a challenge and now they admire them for their aesthetic beauty...” Marcel Duchamp 1962
•
Dün gece rüyamda gördüğüm üç boyutlu erimiş cam gibi birşeyden yapılmış hissi veren yunuslar geçidi...
•
Masasının başına oturan ve "Ya yaz, ya da geber!" diyen yazarı düşün ve yaz. Gebermek istemiyorsan otur ve yaz. Senin de tek kurtuluşun bu!
•
Baharın ilk yoncasın
Sakın yeme evladım
İnme vahşi dereye
İnek çarpar ölürsün
Birbiriyle ilgisiz alınmış notların ardından, bir takım divan şiiri parçaları, beyitler sıra sıra uzanıyorlardı. Yüzyıllar öncesinden kalma bu şairlerin kitaplarını Asaf tek tek okumuş olamazdı. Mutlaka bir toplu derlemeden alıntılamıştı:
Bezm o bezm, ahbâb o ahbâb, işret ol işret değil;
Mey o mey, sakî o sakî, hâlet o hâlet değil.
•
Avâreler, felekzedeler, mübtelâlarız,
Alemde bir mahabbete kalmış gedâlarız!
•
Hayfâki geçdi bilmedik ol hoş zemân idi.
•
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Ben kimem, saki olan kimdir, mey-ü sahba nedir?
Sonra birden, bir sayfa boşluğun ardından şöyle bir tekerleme geliyordu:
kuzu varmış
kuş gelmiş
onun başına konmuş
sen kimsin
demiş
kuzu
ne demek o
demiş
kuş kızmış
gitmiş
yine gelmiş
kuzu onu hatırlamamış
kuş yine
kimsin sen
demiş
kuzu yine
bilememiş
kuş bir daha gelmiş
kuzu yokmuş
kuş
nerdesin
demiş
kuzu koşmuş gelmiş
kim nerde
demiş
kuş
sen
demiş
kuzu
sen ne demek
demiş
sonra kuzu büyümüş
onu yemişler
kış gelmiş
kuş üşümüş
ölmüş
Onun ardından, Roland Topor'un bir şiiri. Bu şiiri yıllar öncesinden hatırlıyordum. Köpek'te bir akşam Asaf bu şiiri yüksek sesle okumuş ve bana ithaf etmişti. :
Kilolarca Aşk
Aşka ihtiyacım var
Çok değil biraz, ama hergün
Özellikle geceleri
Yoksa şişmanlıyorum
N'apim elimde değil
Ne bulursam yiyorum
Ve aşağıdan yukarıdan kilo alıyorum
Aynalara sığmıyorum
N'apim elimde değil
Aşka ihtiyacım var
Çok değil biraz, ama hergün
Ya da bir şarkı sözü:
Hissiyat Hava Tahmin Raporu
Hava gece geç saatlerden başlayarak parçalı bulutlu.
Sis bekleniyor.
Öğleden sonra yer yer sağanak yağışlı.
Rüzgar fırtına şeklinde yıldız ve karayelden esecek.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının ardından
Aklidengem'in batısında hava sıcaklığı
hissedilir derecede düşecek.
Kafam'ın Orta ve Doğu Karadeniz Bölgelerinde
işler iyice zorlaşıyor.
Kalbim'de yurttaşlar heyelan tehlikesine karşı uyarıldı.
Yoğun kar yağışıyla tıkanan yollar yüzünden
Samimiyet ve Cesaret'e ulaşılamıyor.
Onuunutabilirim'in iç bölgeleri sel altında kaldı.
Buboktanhissiyatımlabaşedebilirim'in kuzeyinde
okullar tatil edildi.
Senoralardaneyapıyorsunyeterartıkyahu'yla
telefon bağlantısı kurulamıyor.
Yatakodam'daki sert rüzgarı saymazsak
dün yurtta hava fena değildi.
Ama şimdi Gözlerim'den Yanaklarım'a doğru
bir alçak basınç bölgesi ilerliyor.
Kısacası, canımın içi eski sevgilim,
sen bana dönünceye,
ya da ben bittiğine ikna oluncaya kadar,
yani üç vakit mi desem beş vakit mi desem
bir vakte kadar,
yurtta hava
bir şöyle,
bir böyle.
Bir kapalı bir açık.
Metrekareye düşen belirsizlik miktarı bilinmiyor.
Tom Waits'in "Emotional Weather Report"undan uyarlayıp uydurarak çevrildi.
On beş-yirmi sayfalık karalamalardan sıkıldım. Daha sonra takıp denediğim iki disket zamana yenilmişlerdi. İkisini de taktığımda, ekranda "Bu disk okunamaz durumda" uyarısı çıktı. Bir yanlışlık olmalıydı. Asaf bilgisayarda saklamadıysa, mutlaka başka bir yerde saklamıştı yazdığı şeyleri. Bahsedip durduğu onca emek, onca çalışma neredeydi? Kutuda bakılabilecek sadece iki disket kalmıştı. Yine etiketsiz, ne olduklarını bilgisayara takmadan anlayamayacağım iki esrarengiz disket... Birini taktım, ekranda görüntüsü belirdiğinde içim titredi. Çünkü disketin ismi şöyleydi :
Ms. Light
Ms. Light! Disketin içinde yine bir tek dosya vardı. İlk satırlarını okudum.
“Bu akşam portakal yiyordum Hafif Hanım, sizinle sevişmelerimizi hatırladım.”
Hafif Hanım. Bulmuştum. Hafif Hanım’a yazdığı mektuplardan biriydi. Akşamları bilgisayarın mavi ışığında oturur oturur, sayfalar boyunca bu mektupları döktürürdü. Yazdıklarından bazı paragrafları bize de okurdu. Ama bu portakallı mektubu okutmamıştı. Doğrusu, hiç bir mektubu bütünüyle okuma şansım olmamıştı. "Sizinle sevişmelerimiz".... Daha sonrasını okumaya dayanabilecek miydim?
“Portakalı düşündüm. İnsanların portakal yeme biçimlerini... Malumunuz, kimisi boydan dörde böler portakalı, dört dilimi kabuğundan dişiyle kopararak yer. Kimisi enine, yuvarlak yuvarlak dilimler yapar. Kimi bıçakla özene bezene portakalın kabuğuna çizgiler açar, kabuğu sıyırarak soyar, sonra çıplak portakalı dilimlerine ayırıp yer. Kimi kabuğu helezonik bir şekilde soyar. Lafı şuraya getireceğim: Bir düşününüz Hafif Hanım. Bir portakal yeme meselesinde bile bu kadar farklı ayrıntılarla hareket edebilen insanoğlu, sevişme gibi bir durumu ne kadar karmaşık hale getirebilir?
Kedileri düşündüm! Kırk üç yıllık hayatımda bir kedinin farklı bir şekilde yemek yediğini, farklı temizlenip, farklı çiftleşip yavruladığını görmedim. Siz gördünüz mü? Hep aynı, hep aynı. Kendi küçük kafalarındaki basit ve karmakarışık programa değil, milyonlarca yıldır genlerine yazılmış devasa sisteme itaat eder kediler. Biz de kediler gibi sevişebilseydik keşke. Öyle doğal ve sorunsuz...
Bir de maymunlar var tabii. Maymunlarla benzeşen yanlarımız, sadece yemekten sonra üzerimize bir sessizlik çökmesi ya da seviştikten sonra durgunlaşmamız ya da flört biçimlerimizin hemen hemen aynı olması değilmiş. Maymun topluluklarında da cinsler arasındaki meseleler aynı insanlar arasında olduğu gibi cereyan ediyormuş. Erkek maymunun amacı, mümkün olduğu kadar çok dişi içinde tohumunu bırakarak soyunun devam şansını artırmakmış. Çünkü erkekler daha kısa yaşar, birbirleriyle çarpışa çarpışa, yarışa yarışa ölürlermiş. Erkeklerin tohum bıraktıkları dişi konusunda genç, sağlıklı, güzel birini aradıkları; yani bir tür seçicilikle davrandıkları söylenebilirmiş. Ama dişi hayvan çok daha seçiciymiş. Hamile kalabileceği erkek sayısı sınırlı olduğu için; hamileliği sırasında korunması gerektiği için bulabildiği en güçlü, en sağlıklı erkeği seçer ve bir tek ona teslim olurmuş.
Maymunların hepsi portakalı aynı şekilde yerler, ya da yemezler. Aşk hayatları hep kanlarına yazılmış bir haritayı izler ve kuşaklar kuşaklar boyunca aynı kalır. Biz hem kanımızdaki o haritaya mahkumuz, hem de kendi kısacık hayatlarımızda bilmeden oluşturduğumuz çok özel arzu haritalarına bağlı kalarak sevişeceğimiz insanları seçiyoruz. Bizim kafamızdaki güzel, sağlıklı, güçlü kavramları hayati zorunluluklara meydan okur. Atalarımızın biyolojik tercihleri, bizim zihnimizde kılıktan kılığa girmiş olarak yer alır. Ben kadınları elde etme tutkumu, diyelim ki atalarımdan kalan tohum bırakma içgüdüsüne bağlayabilirim. Ama bir başkası çıkıp aslında gizli bir eşcinsel olduğumu, çevremdeki erkeklerle yarıştığımı, kendimi erkek arkadaşlarıma beğendirmek için kadınlarla bu kadar uğraştığımı, aslında erkekleri arzuladığımı söyleyebilir. (Biri birgün bunu bana gerçekten dedi, kıskançlıktan dedi ama olsun.). Size olan tutkumun biyolojik temeli nedir Hafif Hanım? Gençtiniz, güzeldiniz, akıllıydınız, beni terkettiniz, yeni dünya sizi çekti, gönül kaçanı kovalar, filan filan mı? Belki de bir dişi hayvan gibiyim ben. Hayatımın güçlü erkeğini arıyorum. Karımda ve sizde o erkeği buldum. Ve elimden kaçırdım. O zamandan beri herkesle yatarak arıyorum sizi.
Gün ağarmak üzere, sarhoşum. Bunca saçmalığı sarhoşluğuma veriniz. Yazdığım odada, sizinle seviştiğimiz yatakta, tanımadığınız bir kadın uyuyor. Benimle bir gece geçirebilmek için kocasına yalan söylemek zorunda kaldı. Bu kızın kafasındaki arzu haritası nasıl oluyor da gelip beni bulduruyor zavallıya? Hayat nasıl karışık değil mi Hafif Hanım?”
Bu mektup burada bitiyordu. Hemen ardından başka biri başlıyordu. Bir an son paragraftan Emel'in gölgesinin geçtiğini sandım ama sayfanın üzerindeki tarihten bunun, Asaf'ın bizimle tanışmadan önce yazdığı bir mektup olduğunu anladım. Yakın arkadaşım olsa da, kendisi istemiş olsa da, bir adamın evrak-ı metrukesine bu kadar girmekten biraz tedirgin olmuştum yine de arsız bir iştahla okumaya devam ettim:
YARIN: ÇOCUKLAR