Monday, 13 June 2011
Aşkın Alfabesi - B - Burçlar
İngilizce'de "yıldız işaretleri" denen şeye, Türkçe'de neden "burçlar" dediğimizi bilmiyorum. Pek merak da etmedim çünkü ben aslında burçlara inanmam.
O zamanlar da inanmazdım. Arkadaşlarıma baktığım zaman, kendime bu kadar benzeyen insanları nasıl olup da bulduğuma şaşardım. Sanki kendimde görüp de beğenmediğim bir sürü özellik, onlarda da aynen vardı. Kendimde bulduğum aynı zayıf noktaları, aynı beceriksizlikleri, aynı gülünç yönleri tek tek onlarda da görüyordum. Bu durum burçlar karşısındaki inançsızlığımı daha da güçlendiriyordu. Biz hepimiz ayrı ayrı zamanlarda doğmuş olmamıza rağmen sanki aynı burcun insanlarıydık.
Emel benim gibi, öğretmen çocuğuydu; fazlasıyla orta halli bir aileden geliyordu yani. “Sümerolog”du. Sümerce okumuştu üniversitede ama gazetecilik yapıyordu. Yaptığı işe gazetecilik denebilirse tabii... Kadınlara yönelik, parlak resimlerle dolu bir dergide “makyaj, ayak bakımı, kimler nasıl orgazm oluyor, olamayanlar ne yapıyor, idealinizdeki erkekle birlikte misiniz, evliliğiniz yürümüyorsa ne yapmalı, Semra Özal'a rüyasında mesaj veren ruh kim?” tarzında şeyler yazmak için Emel aslında fazla akıllıydı. Yazık ki dönüp dönüp yeniden okuduğu bir iki şiir kitabı ve bir takım dergiler dışında pek bir şey okumazdı. Tıpkı benim anne babamın yaptığı gibi, öğretmen anne babası küçükken Emel'e okuma sevgisi aşılamak için ciltlerce ansiklopedi almışlardı. Emel de benim gibi, temel kültürünü önce ezberler gibi okuduğu o ansiklopedilerden, biraz büyüyünce de "aktüel" edebiyat-sanat dergilerinden apartmıştı. Her konuda söyleyecek bir şeyi olurdu. Ama her konuda ansiklopedi maddesi ya da dergi alıntısı gibi konuşurdu. Nabokov derdiniz, “Ha, evet biçimin özden önemli olduğuna inanan Rus,” derdi; Lorca, ikinci dünya savaşında öldürülen eşcinsel İspanyol yazarı; Kafka babası tarafından feci şekilde ezilen ve ezikliğini sanata dönüştüren, Almanca yazan Çek Yahudisiydi. Emel'in en sevdiği şarkıcı Sting'di. Aniden parlar, aniden susar, sarhoş olunca saldırgan bir neşeye kapılır, filmlerden "kimsenin beni uyutmaya hakkı yok abi," diyerek yarıda çıkardı. Bir ara çalıştığı derginin "Bu hafta ne okusak?" köşesinde kitap tanıtma yazıları yazmaya başlamıştı. İnsanı, kitabı bütünüyle okuduğundan şüpheye düşüren, şöyle cümleler kullanırdı: "Tuhaf, derin, ironik, çılgınca bir kitap", ""Düşle gerçek içiçe", "Acımasız, garip bir hikaye"... Saçlarını hep kısacık kestirirdi. Zamanında sporla ilgilenmiş, okulunun voleybol takımında oynamıştı. Şimdi spor yapmıyordu ama hala zinde, sporcu bir görünüşü vardı. Kolları, bacakları kaslı, elleri ince, göğüsleri küçücüktü. Bir keresinde çok yalnız bir gecenin sonunda, uykuyla uyanıklık arasında mastürbasyon yaparken Emel'i düşündüğümü farketmiş ve hemen bir başka hayale geçmiştim. Bu kısa hayal anı dışında onu çekici bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ama Asaf, Fırat ve tabii Kaya, benimle aynı fikirde değillerdi anlaşılan. Emel, Asaf gibi kova burcuydu.
Emel’in taze kocası, beş yıllık sevgilisi Kaya “balık”tı. Bir süre İngiliz dili ve edebiyatı okumuş olmasına rağmen amcasının tekstil ihracatı yapan şirketinde çalışıyordu. Kaya’nın, gövdesiyle pek barışık olmayan hallerini kendime çok yakın bulurdum. Biraz iri yarıydı. Elleri ayakları kaba bir orantısızlık içindeydi. Alnı, burnunun üstü, kış soğuğunda bile sürekli terli olurdu. Yeni belirmeye başlayan, bazen ayağa kalktığında içe çekerek gizlemeye çalıştığı yuvarlacık bir göbeği vardı. Herşeye rağmen sonuçta yakışıklı adamlar sınıfına giriyordu sanırım, ama bunun farkında değildi. Nedense, bitmez tükenmez bir kendini açıklama gayreti, bir tür yanlış anlaşılma korkusu içindeydi. Sürekli içiçe parantezler açarak konuşurdu: "Abi sana bir soru (hayır soru derken tabii illa ki cevaplamak mecburiyetinde (hoş, zaten bizim aramızda ne gibi bir mecburiyet olabilir) mecburiyetinde değilsin) evet bir soru sormak istiyorum. Yani sen de bıkmadın mı (bıkmak evet, son günlerdeki (yani son bir iki yılı (yani tanıştığımızdan beri geçen süreyi) kastediyorum) son günlerdeki hayatımızın özeti bu) bıkmadın mı şu mış gibi (yani hayır, hep mış gibi yapmıyor muyuz?) yapmaklardan?" Şiir yazmaya çalışıyordu. Maalesef pek parlak bir şair değildi, başka şairlere çok fazla özeniyordu. Emel’le birlikte yaşamaya başlamadan önce, öğrencilikleri sırasında Emel için yazdığı bir şiiri bir akşam bize göstermişti, yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şeydi:
Sokaktayım, sarhoşum
Tırnaklarını hayata geçirmiş ruhum
Şehrin varoşlarına dek taşıyor
Seni sıcak yatağında biraz önce bıraktım
Gece ıssız kırbacını sırtımda şaklatıyor
Herkes beni gemilerimi yaktım sanıyor
Oysa kimse artık seni benden alamaz
Sana hayatımın en duru satırlarını getirdim
Oku ve istersen sen yak başka kimse yakamaz
Fırat günün modalarına uygun yazılmış bu fazla özentili şiire, şu varoş maroş laflarına pek gülmüştü. Neredeyse Kaya'yla kavgaya tutuşacaklardı. Kaya ve Fırat hiç geçinemezlerdi. Kaya, Fırat'ın Emel'e duyduğu ilginin farkındaydı. Ne yazık ki, Emel'le Asaf arasındaki ilişkinin kokusunu bile alamamıştı. Bütün grup birlikte dolaştığımız zamanlar, Kaya Emel'in elinden yavaş yavaş kaçtığını ve kıskanması gereken bir durum olduğunu hissediyordu ama hıncını hep yanlış insandan, Fırat'tan çıkarıyordu. Fırat da onun biraz dan dun halleriyle, zihninin birazcık aheste işleyişiyle dalga geçmeden duramıyordu. Ben de Fırat'a kızıyordum. Çünkü Kaya her şeye rağmen "çok kalbi temiz bir çocuk"tu.
Hayatta en iyi arkadaş olduğumuz insanları çoğu zaman kendimiz seçmeyiz. Bazen biri, sizden farklı kişiliğe sahip olsa bile, hergün görüştüğünüz bir arkadaş haline gelebilir. Sonra bir bakarsınız aradan on-onbeş yıl geçmiş, “eski arkadaş” oluvermişsiniz. Sizi bir arada tutan şey belki de zıt yönlerinizdir. Fırat hayatta, hala görüştüğüm en eski arkadaşımdı. Aynı okulda sinema okumuştuk; ben senaryocu olmuştum, Fırat reklama yönelmiş ve tam da kendini bulmuştu. Okulda sinemanın sadece tekniğiyle ilgilenen, projeksiyon makinesi tamiri, seslendirme yöntemleri, ışıkların nasıl ve nereye yerleştirileceği gibi konulara kafa yoran ve teknik yetenekleri yüzünden herkesin yardımına koşan, aranan biriydi. Okulu bitirip çalışmak zorunda kalınca, önce bir iki reklam filminde çalışmış, derken kendisini reklam yazarı olarak bulmuştu. Sonra da pratik zekası sayesinde tutulan bir reklam yazarı oluvermişti. Aslında yazı yazmaktan nefret ederdi. Reklam dışında tek satır yazdığını görmemiştim. Ama motorlarda, uçaklarda, basit bir lunapark oyuncağının işleyişinde, hatta Amerikan macera filmlerinde bile şiirsel bir yan bulan, kendine özgü şairane bir yanı vardı. Boğa burcuydu. Hani yerinde duramayan adamlar vardır. Düzenli spor yapmadıkları ve deli gibi yiyip içtikleri halde hiç bir zaman şişmanlamazlar. Fırat, benim tersime, tam da böyle bir adamdı. Gecenin üçünde, sohbetin ortasında birden kalkıp şınav çekmeye başladığını, gece yanından geçtiğimiz bir çocuk parkına dalıp barfikste numaralar yaptığını çok görmüştüm. Bir gece ikinci kattaki evime pencereden girmişti. Kalın dudaklarını, çizgilerle dolu yüzünü hiç beğenmediğini, yine de vahşi bir çekiciliği olduğunu söylerdi ara sıra. Hayatta takıldığı şeylerden deli gibi nefret ettiği halde hiç bir zaman bırakamamak en büyük özelliğiydi sanırım. Nefret ettiği işinden sonra, asla bırakamadığı en büyük takıntısı da, sevgilisi Gülsen’di.
Gülsen işletme okumuş bir reklamcıydı. Terazi’ydi ama kendi deyişiyle, yükseleni Balık’ın daha bir etkisindeydi. Hesap işlerinden, müşterilerin bitmek bilmez arzuları ve “yaratıcı grup”un kaprisleri arasında dört dönmekten nefret ediyordu. Oyunculuk yapmak istiyordu. Yeşil gözleri, açık kumral saçları, beyaz teni, ve tombikçe ama düzgün hatlarıyla aslında Türkiye seyircisinin zevkine hitap ettiği söylenebilirdi. Bir casting ajansına yazılmış, bir-iki reklam filminde oynamıştı bile. Bunların birinde gelinlik içinde yeşil bir çayırda ağır çekim koşarak, kameradan uzaklaştığı bir sahne vardı. Bir TV dizisinde başroldeki adamın metresi, Alman fahişe rolünü oynamasını istemişler, reddetmiş. Fırat’la o zaman için üç-dört yıla yayılan bir ilişkileri vardı. Fırat sürekli Gülsen’den sıkıldığını, başkasını bulacağını söyler, sürekli kavga raporları ve ayrılık haberleriyle ortalığı velveleye verirdi. İki gün sonra bir bakardınız tekrar bir araya gelmişler.
Fırat benden çok farklı biriydi ama dediğim gibi, üniversiteden beri en iyi arkadaşım olmuştu. İstanbul'a birlikte gelmiş, iş ve ev bulma sorunlarıyla birlikte boğuşmuştuk. Bir ara aynı evde oturmuş, parasız kalıp sade suya pilav ve yanında bardak bardak çayla üç gün yaşamıştık. Sonra işler bulunmuş, evler bulunmuş, hayatlarımız rayına girmişti. Sonra Asaf’la tanışmıştık. Sonra da Emel ve Kaya’yı bulmuştuk. Sonra aynı burcun insanları olduğumuzu içten içe anlamış ve hiç dağılmayan bir küçük grup oluvermiştik.
Bir grup içinde gizli bir aşk ilişkisi, bir gönül meselesi varsa kimse işin aslını bilmese bile o aşkın kokusunu alır. Asaf'la Emel'in ilişkisini tabii ki bilmiyorduk, büyük bir ustalıkla saklanmayı beceriyorlardı. Ama onların ilişkisi, gizli bir virüs gibi hepimize bir ayıp tanımazlık, bir utanmazlık bulaştırıyordu.
Bizi bir arada tutan tek şeyin, gizli aşk meseleleri olduğunu söylemek istemiyorum. Dediğim gibi biz, aynı burcun insanlarıydık. Birbirimizi severdik. Birbirimizi iyi tamamlardık. Birbirimizin özlemlerini iyi anlardık. Tanışmadan, birbirimizi bulmadan önce sıkıcı hayatlarımız vardı. Hepimiz uzun birer çocukluk geçirmiştik. Çok uzun bir zaman için dünyadaki en duyarlı, en akıllı, en yetenekli çocuk olduğumuzu sanmıştık. Sonra birbirimizi bulduğumuzda, hem mutlulukla, hem de biraz üzülerek görmüştük ki, yalnız değilmişiz, benzerlerimizden çok varmış. Mutlulukla, çünkü yalnızlıktan kurtulmak güzel bir şeydi. Üzülerek, çünkü artık özel birer çocuk değildik. Bu "çocukluğun kesin olarak bittiği anda yaşanan duygu"yu paylaşmadığımız tek kişi Asaf'tı. O bu dönemi çoktan geride bırakmış ya da hiç yaşamamış gibiydi. Bu yüzden bize bir güngörmüş abi tavrıyla, biraz yukarıdan bakardı. Ama biraraya geldiğimizde, Asaf dahil hepimizin üzerine, her şeyi yapabilecek bir çocukluk hali gelirdi. Her "çılgınlığı" yapabilirdik, evet: Deniz kıyısında ateşler yakardık. Bir baloncunun bütün uçanbalonlarını alıp oramıza buramıza bağlayıp dansederdik. Kimseyle konuşmadığımız şeyleri bir anda birbirimize açardık. İçkinin güzel yardımıyla, sadece konuşup bakışarak birbirimizin ruhunun derinliklerine vardığımızı düşünürdük. Ateş böceği yakalamaya çalışırdık. Yağmurun altında dikilir sırılsıklam olurduk. Biz birlikte olduğumuzda, nedense hep ilginç şeyler olurdu. Birimizin evinde toplanır, kudurur, sonra dışarı çıktığımızda bir görürdük ki, yılın ilk karı yağıvermiş. Bir yaz akşamı sabaha kadar sohbet eder sonra hep beraber kahvaltı etmeye çıkardık; bir bakardık ki Boğaz'dan yüzlerce yunus geçiyor. Dolunay bizim için her türlü numarasını yapar, en çıldırtıcı ışıklarını bizim için saçardı. Biz ne zaman sandalla gezmeye kalksak, o gece bir balık akını olur ve denizin üstü fenerli balıkçı tekneleriyle kaplanırdı. Sanki koskoca İstanbul bile bizimle birlikte çıldırırdı. İstanbul sanki bin şu kadar yıllık kocamış bir şehir değil, bizim gençliğimizin ateşinde yeni kurulmuş bir lunaparktı. Boğaz vapurları en heyecanlı lunapark oyuncakları gibi güldürürdü bizi. Birlikte deliler gibi içki içip sarhoş olmak, birinin evinde toplanıp yeni yemekler icat etmek, Asaf'ın ya da Kaya’nın arabasına sığışıp İstanbul'un en uzak köşelerine keşif yolculuklarına çıkmak, birbirimizi kıskanmak, gizli gizli birbirimizin dedikodusunu yapmak çok hoşumuza gidiyordu. Özellikle hafta sonlarında çok uzun geceler geçirirdik birlikte. İki üç gün buluşamamışsak, hasretle birbirimizi görmeye koşardık. Sohbet, ucundan bir tutunca, sar sar, aç aç bitmeyen bir iplik yumağına dönüşürdü. Yalnız kaldığımızda yine sıradan hayatlarımıza, senaryolarımıza, orgazm olamayan kadınlar için yazı yazmaya, ihracat bağlantıları kurmaya, dünyanın en dandik kamyonunu satmak için basın ilanı düşünmeye, hesaplar içinde boğulmaya, yani işimize gücümüze dönüyorduk. Ama bir araya geldiğimizde, tuvalette birbirine oralarını gösteren çocuklar gibi, hınzır oyunlar oynamaya bayılıyorduk: Kalp kırmaca, gönül almaca, kıskançlık, laf dokundurmaca, satır aralarındaki gizli manaları bulmaca, en gözde oyunlarımızdı...
Burçlara inanmam ama o günlerde “Burçlar” adında görmelere seza bir senaryo yazmıştım. O sırada tek işim buydu. Sinema filmleri için senaryolar, TV skeçleri filan yazıyordum. Gerçi işlerin iyi gittiği söylenemezdi. Türk sineması uzun bir kriz yaşıyordu. Yılda ancak beş altı film çekiliyordu. Yeteneksiz ve kötü niyetli ama kurnaz ve zengin bir yönetmen “Burçlar” adında bir filmin tutacağını düşünmüş ve kimsenin filmlere para vermediği o kriz döneminde, reklam filmleri yaparak kazandığı parasını bu filme yatırmaya karar vermişti. Yedi-sekiz yılda yazdığım onca kötü filme rağmen adım nedense iyi senaryo yazarına çıkmış olduğundan benimle çalışmak istemişti. Suyu çıkmış aptalca bir konunun, daha da suyu çıkmış bir bakış açısıyla ele alınışından oluşan sözde hikayesini anlattı, ben de onu biraz süsleyerek daha iğrenç bir hale getirdim... Bodrum’da, şurada burada senaryo üzerinde bir “ekip çalışması” da yaptık. Sonuçta, ciddi olmaya çalışan sahnelerinde gülünç, gülünç olmaya çalışan sahnelerinde de aptalca bir film, bir hilkat garibesi çıktı ortaya. Ama yönetmen sinema konusundaki bütün yeteneksizliğine rağmen işini bilen bir tüccardı. Filmin içine seks (başroldeki kadın senaryoya yönetmen tarafından eklenmiş bir sahnede, hikayeden bağımsız olarak, durup dururken mastürbasyon yapar), gerilim (kadının beli silahlı kayınbiraderi gizlice mastürbasyonu seyrederken az kalsın yakalanacak gibi olur), şiddet (kayınbirader senaryoya yine yönetmen tarafından eklenmiş lüzumsuz bir sahnede iyi bir dayak yer) ve dedikodu (magazin gazeteleri bütün bunların üzerine atlar, boy boy fotoğraflar yayınlanır) öğelerini koymayı başardı ve filmi yılın rekorunu kıracak bir gişe yaptı. Yönetmen de yavuz hırsızlığı “Filmi iş yapmayan yönetmenler eşektir” demeye kadar vardırdı.
Bu film işleri böyledir. Diyelim bir şeker fabrikanız var ve herkesin bayıldığı rengarenk şekerlemeler üretiyorsunuz. Birgün bir denetleme sonucu şekerlemelerinizde, insanda tiryakilik yaratan ve uzun vadede, yavaş yavaş zehirleyerek öldüren bir boyanın varlığı keşfediliyor. Haliniz ne olur? Fabrikanızı kaparlar, siz de rezil olursunuz. Kendinizi “Ama ben ticaret yapıyorum, halk bu şekerleri böyle renkli renkli seviyor” diye savunamazsınız. Filmlerin de kendine göre zehirleri vardır. Bir filme biraz ucuz mizah, ya da biraz sisli puslu cinsellik, biraz duygu sömürüsü, biraz da “action” katarsanız seyirciler sinek gibi üşüşür. Tabii, seyirci denen o meçhul, o esrarlı yaratığın basit bir organizma gibi hep aynı tepkileri vereceğini düşünmek yanıltıcı olabilir. Seyirci bazen çok garip şaşırtmacalar da yapabilir: Bir bakarsınız herşeyiyle büyük iş yapmaya aday, vahşice ticari bir yapım ancak 100 kişilik bir seyirci kitlesinin ilgisine mazhar olabilmiş. Ya da bu dediğim malzemeyi hiç kullanmayan bir film, küçük bir mucize gibi yapımcısını zengin ve ünlü edivermiş. Ama istisnalar kaideyi bozmaz ve yukarıdaki reçete çoğu zaman işler. Malzemeyi bol kullanırsanız "kült film" bile yapabilirsiniz. Kimse de “Kardeşim ne yapıyorsun?” diyemez. Diyen olursa benim yönetmen gibi “Ama bu ticaret, para kazanmayıp eşek durumuna mı düşeyim yani?” dersiniz olur biter.
Hepimizin küçük birer hikaye haline getirdiğimiz birkaç anımız vardır. Toplantılarda sohbeti ısındırmak için anlattığımız komik, heyecanlı anılar. Bunlar kolay kolay vazgeçemeyeceğimiz ilgi kazanma cephanelerimizdir. Her zaman cepte bir iki küçük hikayecik bulundurmak iyidir. Diyelim ki bunlardan birini, bir tanıdığınıza anlattınız. Adam çok güldü, çok etkilendi. Sonra bir gün aynı adamla kalabalık ve tanımadığınız insanlardan oluşan bir toplantıya gittiniz. Adam herkesi susturup başladı sizin hikayenizi anlatmaya. "Biliyor musunuz, bizim bu Umur birgün..." Ama sizin dilinizde defalarca anlata anlata ustalaştığınız hikayeciğinizin inceliklerini anlamadığı için heyecanı nerede yükselteceğini, nereye merak unsuru, nereye komedi unsuru koyacağını şaşırdı, bir iki yeri iyice sulandırdı, hikayenin köşelerini dönemedi, sonucu iyi bağlayamadı. Siz bir iki yerde araya karışıp "Ama şurası da şöyle" diye düzeltmeye çalıştınız ama bu, hikayeyi iyice öldürdü. Sonuçta kimse gülmedi, kimsede size karşı bir ilgi, o tatlı tanışıklık duygusu uyanmadı.
Bir senaryo yazarının çok büyük sıklıkla yaşadığı öfke ve hayal kırıklığı bu benzetmeyle özetlenebilir. Bir başkasının anlatması için hikayeler düşünmek, başkasının ağzından dert anlatmaya çalışmak ömür törpüsü bir iştir. Senaryo herkesin bildiği gibi, yorumlara çok açık bir metindir. Senaryoda yazılı bir cümle, filmdeki bir anlatım aracının, diyelim ışığın ya da müziğin farklı kullanımıyla gerilim filmiyle sulu komedi arasında anlam değiştirebilir. Çoğunlukla olduğu gibi, film kötü olduğunda da günah keçisi hep hikayenin suç ortağı, senaryo yazarı olur.
Şu kötü niyetli şekerleme tüccarı yönetmenden başka yönetmenlere de suç ortaklığı etmiştim. Yazdığım sekiz filmin ve çekilemeyen bir takım senaryoların çalışmalarında, bir sürü kötü yönetmen tanımıştım. İçlerinde bana hayata ve sinemaya dair birşeyler öğreten, gizli kalmış sanatçılar yok değildi; ama çoğu maalesef, kişisel üslubu, kendine ait bir meselesi olmayan kötü hikaye anlatıcılardı. Bir uçta, az önce saydığım zehirli şekerleme formüllerini yeni keşfeden, popüler sinema meraklıları vardı. Onlara Amerikanvari takip ve ateşli aşk sahneleri yazıyordum. Diğer uçta, o tür sinemayı toptan reddeden ve ciddi görünüşlü filmler yapmaya çalışan ve fakat ne anlatacağını bilmeyen ileri zekalılar yer alıyordu. Onlara da meselelerimden mesele beğendirmeye çalışıyordum. Bunlardan, ikinci kategoriye giren ve hayli ağır takılan bir tanesi, büyük bir ciddiyetle, şöyle demişti: “Büyüleyici filmleri seyrederken yoğun duygulardan uyuyakalırım. Kagemusha, Dersu Uzala, L’Avventura gibi büyük filmleri bir kaç kere seyretmek zorunda kaldım.” Bunu derken sanırım kendi yaptığı, sonuna doğru uyumamak için zorlu bir mücadeleye giriştiğiniz filmlerin “büyüleyici” ve “büyük” filmler olduğunu söylemek istiyordu.
Yine de bu “Burçlar”ın yönetmeni kadar kötüsü ilk defa başıma geliyordu. Bu adamın sinemanın ilk harfinden habersiz sabuklamalarını bıyık altından gülmeden dinlemek imkansızdı. Bir akşam boyunca Tarkovski ve Bergman’ın uyuz entellektüellere göre filmler yapan otuzbirci herifler, Tony Scott'ın da anlaşılamamış büyük bir yönetmen olduğunu dinliyor; bir sonraki akşam, biraz çalışsa Fellini'nin Verheoven kadar büyük sinemacı olabileceği dersini alıyordum. Tabii ki Orson Welles fazla şişirilmişti ve tabii ki Oliver Stone, sinema tarihinin en büyük kurgu ustasıydı ve Stone demişken şu Sharon Stone şeftali gibi kadındı. (Bu adamı çok kaba bir şekilde karikatürize ettiğimi düşünen ciddi okuyucu! Hayat bazen insanın karşısına böyle ayaklı karikatürler çıkarıyor, inan.) Bütün bu sabuklamaları sineye çekiyordum. Çünkü ne yazık ki, elimden yazmaktan başka bir iş gelmiyordu ve sadece küçük hikayeciklerim para ediyordu. Herkesle iyi geçinmek; TV komedi skeci, belgesel film metni, yarışma soruları filan dahil ne gelirse, hemen hemen her teklifi kabul edip peşpeşe yazmak zorundaydım. Yemek yemek, kiramı ödemek, sinemaya gidip “Barton Fink”i altı kere seyretmek, şurada burada içkiler içmek, her seferinde “ne biçim film yazmışsın” deyip beni eleştiren arkadaşlarıma karşı, ’senaryomu katlettiler’ diyerek sözde kendimi savunmak ve sarhoş olup herşeye küfretmek için; bir iş yapmam, para kazanmam gerekiyordu. Sonuçta herşeye kara alayla bakmaktan başka çaresi kalmayan bir adam olup çıkmıştım, hala da öyleyim; hiciv, Sebastian Knight'ın dediği gibi, "hayatta başka hiç bir şeyle karşılaştırılamayacak bir zevk" belki de tek zevk haline gelmişti benim için, hala öyle. Bu yüzden hayatımın senaryo yazarlığı dönemine ait bunca çenesi düşüklüğümü hoş görünüz, artık yeter, hemen hikayeye dönüyorum:
Hava kararıyordu. Tim dönmemişti. Korkmaya başlamıştım. Tekrar bakkala inip zar zor bulduğum karakol numarasından bir polise durumu anlatmaya çalıştım. Telefon ahizesi sigara kokuyordu. Yıllardır kendi kendime konuştuğum zamanlar dışında Türkçe konuşmamaktan aksanım biraz tuhaflaşmıştı harhalde, polis bir türlü ne kastettiğimi, durumun vehametini anlamak istemiyor gibiydi: “Nasıl kayboldu, durup dururken mi yani? Neye benziyor bu çocuk? Üstünde kimliği var mı? Parası var mı? Koca herif ölmez, macera aramaya çıkmıştır, merak etme, bu gece gelmezse yine ararsın. Ya da arama, kendin gel tutanak tutalım.” Türk polisinin sen diye hitap edişini, telefonda bile potansiyel bir suçlu gibi muamele görmeyi unutmuştum, böylece hemen hatırladım.
Hiç bir çözüm getirmeyen telefonu kapadıktan sonra beni süzüp duran bakkaldan içki istedim. İçki satmadığını söyledi. Ancak belli dükkanlar içki satıyorlardı. Sokağın başına kadar yürüyüp o "belli dükkanlar"ın birine girdim. En pahalı yabancı içkileri bulmak bile mümkündü burada. Bir şişe su, bir şişe Jim Beam biraz da peksimet aldım. Yaz akşamı, sokak sanki hiç değişmemiş gibiydi; bozuk kaldırımlar ve çocuklar yenilenmişti ama hala yıllar önceki gibi bir futbol kargaşası sürüyordu sokakta. Televizyonların sesleri ve ızgara kokuları yine taşıyordu evlerden dışarı ama Enternasyonal çalacak kimseler kalmamıştı. Yaz sıcağına rağmen sokağa kara çarşaflara bürünerek çıkan kadınlarsa iyice çoğalmıştı. Eve dönerken sanki Tim'i evde bulacakmışım umuduna kapılarak adımlarımı hızlandırdım.
Tim yoktu. Midemin alt üst halini bastırmak için birkaç peksimet atıştırdım. Viskiyi açtım. Şişeden içerek evde bir araştırma seferine giriştim.
Kullanılmayan evlere özgü o iç ezici kokuyu, terkedilmişlik kokusunu en iyi duyacağınız yer, evin banyosudur. Banyoda fosilleşmiş bir paket banyo sabunundan başka bir şey bulamadım. Dolaplar ezik bir karton ilaç kutusu, paslı bir yarım jilet ve gülümseyen kurbağa şeklinde kararmış bir tırnak fırçasına bunca yıldır ev sahipliği etmişlerdi. Banyo dolabının aynasında kendi suratıma gözüm ilişti, Asaf'ı her sabah bu aynaya bakarak traş olurken hayal ettim. Duş alırken de çıplak halini bu aynada görüyordu mutlaka. Bir gece, Asaf'ı ve diğer arkadaşlarımı odada sohbet ederken bırakıp sarhoş bir halde banyoya gelmiş ve aynadaki suratımı gördüğümde ne kadar yaşlandığımı, ne kadar şişmanladığımı düşünmüştüm. Yıllar önceki o genç adam şimdi aynadan bakan suratı görse çığlıklar atarak kaçardı herhalde.
Mutfakta iki üç tabak ve üzerleri yağlı puslu bir tabakayla kaplanmış tek tük çatal kaşıktan başka kayda değer bir şey yoktu. Musluğun altındaki dolapta, antika bir sinek ilacıyla taşlaşmış bir kutu ayakkabı cilası buldum. Bir de pis faraş. Üst dolaplardan birinin kapağının içine, dörtte bir dosya kağıdına elle yazılmış bir "Ananaslı Tavuk" tarifi yapıştırılmıştı. Kağıt kabarcık kabarcık olmuştu, nemden çoktan şişen mürekkep yüzünden, yazısı çok zor okunuyordu artık. Dolabın alt rafı, tahtayla bütünleşmiş ve yemyeşil bir küfe bulanmış pirinç taneleriyle kaplıydı.
Tozlu odalardan biri depo gibi kullanılmıştı. Üstüste yığılmış karton kutulardan şöyle şeyler çıktı: Asaf'ın bir zamanlar giydiği eski spor ayakkabıları. Plastik terlikler. Pense, çekiç, tel, bir torba çivi gibi paslı malzemeler. On-onbeş yıl öncesinin gazetelerine sarılmış iki yağlıboya fırçası, bir lavman puarı, son kullanma tarihinin üzerinden sekiz-on yıl geçmiş tarihi ilaç kutuları, boş şişeler, çeşitli elektronik eşyaya ve şofbene ait kullanım kılavuzları ve garanti belgeleri, içinde tiner ve yağlıboya karıştırılmış kırık bir porselen tas, kaskatı kesilmiş tek bir çorap, bir Mickey Mouse anahtarlık, bir sürü Yale anahtar dolu bir naylon torba, lime lime bir deri cüzdan, bir banka tarafından verilmiş ve hiç bir sayfası kullanılmadan eskimiş plastik kapaklı 1983 yılı ajandası.
Küçük, yamru yumru teneke bir kutunun içinden, sallayınca içinde kar yağan bir plastik yarım küre çıktı. Salladım, yarım kürenin içindeki dağ kulubesinin ve iki çam ağacının üzerine kar yağmaya başladı. Kürenin alt kısmına yapıştırılmış, renkli bir kağıda minicik el yazısıyla yazılmış bir not vardı: "Mutlu yıllar. Sana doğum gününde Dünyanın Merkezi'ni hediye etmek istedim. Bence Dünyanın Merkezi tam elinde tuttuğun yerdir. Buna gülüp geçebilirsin. Ama bana inanırsan, sen de Dünyanın Merkezi'ni elinde tutabilirsin. Eh az şey değil, bu bir inanç meselesi."
Kar yağan küreyi elimden bırakmadan araştırma seferine devam ettim. Bir çekmecede saydam plastikten yapılmış, kilitli bir kutu içinde bilgisayar disketleri buldum. Ne disketlerin ne de kutunun üzerinde bir açıklama vardı. Kutuyu gözönünde bir yere bıraktım. Önündeki ve üstündeki kutuları kaldırarak kapağını zar zor açmayı başardığım bir tahta sandık, yarıya kadar eski gazete ve dergilerle doluydu. Bir tanesi ortadan bir yerden açık olarak katlanmış durumda en üstte duruyordu. Derginin gevrekleşmiş sayfasında, soluk bir resimde kendi gençlik fotoğrafımı gördüm. Bir bar sandalyesine oturmuşum. Arkamda, netsiz de olsa renkli içki şişeleri görülebiliyor. Gülmeye çalışıyorum ama beceriksiz bir gülüş bu. Fotoğrafın çevresi burçların simgeleriyle süslenmiş. Bu, çalıştığı saçma sapan dergi için Emel’in benimle yaptığı ropörtajdı:
“Burçlar”ın yazarı Umur ......’ın itirafı:
"BEN ASLINDA BURÇLARA İNANMAM!.."
Emel .........
Köpek Cafe’nin adını hiç duymuş muydunuz? Laf benimki de... Köpek’in adını duymayan kaldı mı? Köpek bugünlerde İstanbul entelijensiyasının en çok takıldığı yerlerden biri olmuş durumda. Mali kriz, her geçen gün koyulaşan tutucu atmosfer, işsizlik ve parasızlık ve hatta iki kafede peşpeşe patlayan bombalar, entellerimizi yıldırmamış olacak ki yazar, çizer, okumuş yazmış kim varsa buraya takılmadan edemiyor. Köpek, İstiklal Caddesi’nde Abdurrahman Sokak’ta. Kışın hayli küçük bir mekan. Ama yazın sokağın bir kısmını, barın önünü süs bitkileriyle çevirip, masalar atıyorlar. Nefis kahve ve her tür içki için techizat tam. Menü sınırlı ama yemekler fena değil. Bu yaz günü bu civarda açık havada içilebilecek -meyhaneler dışında- tek yer olduğu için mi herkes burada dersiniz? Bilmiyorum. Bildiğim, genç senaryo yazarı Umur ......’ın da yakın arkadaşlarıyla birlikte, hemen hemen her gün buraya takılmakta olduğu. Hatta bu ropörtaj için bir yer seçmemiz gerektiğinde bile burayı tercih etti.
Biliyorsunuz. Umur, “Aile Sırları”, “Küçük Zavallı”, “Düşler, Hayaletler ve Zaman”, “Arkadaşım Mestan”, "Amerikalı Üçkağıdı" ve “Neşeli Gençleriz Biz” adlı ünlü ve iyi iş yapmış filmlerin senaryo yazarı. En son, ......’ın başrolünü oynayacağı, ..........’in çekeceği “Burçlar” adında bir senaryo yazdı. Umur genç yaşında yazdığı bunca senaryodan, elde ettiği başarıdan pek memnun görünmüyor. Başarının insana biraz parayla bolca düşmandan başka birşey getirmediğini söylüyor. (Kendisine para bile getirmemiş, sık sık arkadaşlarından borç alarak yaşıyormuş). Senaryosunu yazdığı filmlerden biri dışında hiç birini başarılı bulmuyormuş zaten, "Burçlar"dan da memnun olmadığını açıkça söylüyor ve işin komiği kendisinin de itiraf ettiği gibi Umur aslında burçlara filan inanmıyor. Küçük ropörtaj teybimiz aynen şu laflarını kaydetti: “Ben aslında burçlara inanmam. Yani bu dünyanın etten kemikten, taştan topraktan yapılma, elle tutulabilir nesneleri bile o kadar insanın başına dert olan şeyler ki... Bir de bunların yanında, doğa üstüyle uğraşmak istemem. Ama ne bileyim şöyle birşey de var mesela... (Bunu yazmasan da olur). 28 yaşındayım. Bugüne kadar saysam toplasam 5 kızla ciddi ilişkim oldu... Ve bu kızların beşinin burcu da yengeçti... Yani, tamam burçlara inanmıyoruz ama, bu işte bir iş olması lazım? Olacak şey mi, sadece yengeçler gelip beni buluyor.”
Yengeçler... Yengeçleri ben de sevmem. Ama konumuz bu değil. Umur, kendisinin burcunu sorduğumda konuyu değiştirmek istedi ve bu ropörtajın burçlarla ilgili birşey olmasını engellemek ister gibi davrandı. (Burcunun koç olduğunu laf arasında öğrendik). İdealindeki kızın burcu konusunda da konuşmamayı seçti. Anladığım kadarıyla hayatı boyunca karşısına çıkan beş yengeç kızından ağzı fena halde yanan genç yazar şimdi yoğurdu üfleyerek yiyor. Yani sevgilisi yok ve bir süredir yalnızlık çekiyor.
Emel aslında böyle şeyler yazacak tiynette bir kız değildi. Kimseye “entel” filan demezdi. Bunu yazmasan da olur dediğiniz zaman da her halde yazmazdı. Sanırım derginin başında kim varsa, yazılarda böyle ufak düzeltmeler yapıyordu.
Evet, Köpek, o günlerde en çok gittiğimiz yerdi. Hemen hemen hergün, bizimkilerin iş çıkışı saatinde orada buluşurduk. Asaf hafta içinde gündüzleri pek evden çıkmazdı. Ben de elimde bir senaryo varsa, evde bilgisayar başında çalışırdım. Akşama doğru Asaf'a telefon ederdim, buluşurduk. İstiklal Caddesi'ni bir uçtan bir uca iki üç kere yürürdük. Cadde bir devr-i daim halinde yıkılır, yeniden yapılır, tamir edilir, orasından burasından bir yerler kazılırdı. Yürürken çok dikkatli olmak gerekirdi, çünkü her an karşınıza bir tuzak, bir çukur çıkabilirdi. Parkeler sürekli dingilder, kırılır, altlarında biriken su, bir basışta paçalarınızı ıslatıverirdi. İstanbul’un her yeri gibi bu cadde de dağınık bir ilkokul çocuğunun beceriksizce, oraya buraya tutkal döküp saçarak yaptığı renkli elişi kağıdından bir resim, bir kolaj gibi görünürdü bize. Tek farkı, ortaya çıkan resmin insana naif bir neşe hissinden çok, sürekli bir acılar tarihini çağrıştırmasıydı. Asaf "Yepyeni bir şehirde dümdüz, tertemiz bir sokakta, hikayesiz evler ve binalar arasında yaşasak halimiz ne olurdu?" derdi. "Bu eski ve ağır anılarla yüklü cadde bana sadece acı veriyor, her köşeye öyle çağrışımlar sinmiş ki, bazen başedemez oluyorum. Cenevizliler, Haçlılar, Bizans, Osmanlılar, Cumhuriyet Türkiyesi, hepsinin yüz milyonlarca izi, lekesi kalmış buralarda.”
Kendi kısacık hayatlarımızda bile, bu cadde boyunca öyle çok yaşantı hayaleti bırakmıştık ki... Şu köşebaşına çöreklenmiş bir ayrılık konuşmasının anısı, dayak yeme tehlikesi atlattığımız bir kapı önü, duvarına yaslanıp iç çektiğimiz bir banka, hep sarhoş geçtiğimiz pasajlar, terkedilmiş pencereler, kararmış ön cepheler, yani o bitmeyen yenilenme, tazelenme telaşına rağmen yaşını hep belli eden deneyimli bir abla olarak bütün İstiklal Caddesi; bizim gibi nice fani kulağı kesik gördüğünü sezdirmek ister gibi, bıyık altından gülerdi bize. Asaf Beyoğlu’nu, İstanbul’u, buradaki sıkışıp kalmışlığımızı kötüler kötüler, sonra da eklerdi: “Yine de buradan uzakta, herhalde ben, ben olamazdım".
Köpek'e giderdik. Tenha, loş bir köşede otururduk. Her zaman bizimkilerden önce gider, onlar geldiklerinde çoğu zaman iki-üç bira içmiş olurduk. Oturur aşka meşke, kızlara, edebiyata, arkadaşlarımıza dair kitabi laflar eder, sohbete ısınmaya çalışırdık. "Çok sigara içiyorsun," derdi Asaf. Günde bir buçuk-iki paket içiyordum ama "Bırakacağım yakında," derdim. "Bırakamazsın," derdi Asaf, "Bırakamayacaksın". Bazen içmekten sıkıldığımız halde, içmeyi nasıl bırakamıyorsak, sigarayı da bırakamayacaktım... Sonra konu esrara, LSD'ye kadar uzardı. Asaf Amsterdam'da bir arkadaşıyla LSD almış ve benim gibi şişman biri olan arkadaşının gözlerinin önünde balon gibi şiştiğini, neredeyse odaya sığamayacak kadar büyüdüğünü görmüştü. Sonra onu bir toplu iğneyle patlatmışlar. Çocuk patlayan bir balon gibi odanın bir köşesinde yere yapışıp kalmış. Sonra Asaf bebeklerde bile normal algı alanının dışına çıkma ihtiyacı olduğunu anlatırdı. İkiz oğulları Ulaş ve Deniz yürümeye yeni başladıkları günlerde, odanın ortasında mevlevi dervişleri gibi dönmeye bayılırlarmış. O baş dönmesi hissine bir çeşit tiryakilik geliştirmişler. Dönüp dönüp aniden düşerek bir yerlerini acıtırlarmış, sonra kalkıp yine dönerlermiş. Böyle şeyler konuşurduk işte. Sigaram biterdi, kalkıp sigara alırdım. Sonra bizimkiler gelirdi. Daha geniş bir masaya taşınır, ya da oturduğumuz masaya bir başka masa daha birleştirip genişletirdik. Yeni gelen her kimse, Fırat, Gülsen, Kaya ya da Emel önce günün yorgunluğunu atmaya, bizim sarhoşluğumuza uyum sağlamaya çalışırdı. Sonra sohbet yeniden başlardı.
Asaf, Köpek için yazdığı metni bir akşam bize göstermişti. Köpek'in bir garsonu yazıyı pek beğenip, barın yanında duvara asmıştı. Barın sahibi görene kadar, uzun zaman orada kaldıydı:
Bayanlar baylar, burası Köpek'tir. Köpek İstanbul’un en büyük caddesi olmasa da kalbi sayılabilecek Cadde-i Kebir’dedir. Kışın caddenin ıslak, çamurlu, cangul cungul aydınlığından; kaset satıcılarının bangır bangır gürültülerinden sıyrılıp şöyle bir ara sokağa dönünce, Köpek’in kahve kokusu ve sıcak sarı ışıkları sizi karşılayıverir. Karşılasın. İyidir. Burada kendinizi iyi hissedersiniz. Burada çoğalırsınız. Duvarlar ayna kaplıdır. Kapıdan girince insanlara değil, aynalara bakarsınız. Aynaların buğulu kalabalığında mutlaka tanıdık bir yüz size el sallar. Bahar gelip, hava ısındığında, kahvenin önüne küçük masalar koyarlar. Bir çeşit Paris havasıdır. Ama sokaktan geçen insanlar, sokağın kadim sakinleri pek “Parisienne” yüzler değildir. Affediniz. Sokaktan pavyon fedaileri geçer. Çarşafları, şalvarları ve beyaz takkeleriyle Tarlabaşı’nın aşağılarında oturan dindar simalar geçer. Dandik pavyon şarkıcıları ve orospular geçer. İnşaat işçileri geçer. Tiner koklayan çocuklar geçer. Hayır bu sonuncular geçmezler, çoğu zaman burada takılır kalır bizi seyrederler, sigara, çerez filan dilenirler. Bizi tinerci çocuklardan, sarhoşlardan, meczuplardan birkaç saksı süs çalısı ayırır. Köpek’in gerçek adını kapıdaki küçük pirinç tabela dışında kimse hatırlamaz. Buranın meşhur sürüngenlerinden, Umur ve Asaf beylerin değerli arkadaşı, Gülsen Hanım’ın uzatmalı sevgilisi, başarılı reklamcı, uslanmaz çapkın Fırat bey bir akşam çok sarhoş olmuş ve “Köpek olduk ulan burda” diye bağırmıştır. Mekanın ismi o zamandan beri Köpek'tir. Bayanlar baylar! Hayat karanlıktır. Anlaşılmaz ve acımasızdır. Hızlıdır. Ama Köpek, bu hayatın, bu şehrin, bu caddenin ortasında ışıklı, sıcak bir adacıktır. Kendimizi düşlemek için iyi bir resimdir. Gidecek başka yerimiz var mı? Yok. Ülkemiz, ne olduğunu bilemediğimiz, hiçbirimizin çıkıp anlatmaya cesaret edemeyeceği; cesaret bir yana anlayıp açık seçik tarif edemeyeceği, gözümüzün yetişemeyeceği bir hızda oynayan bir çalkantı filmidir. Millet kafayı yemiştir. Nazi Almanyası, Devrim Öncesi Rusya, Casablanca benzetmeleri yaşadığımız yeri tarif etmeye yetmez. Hepsinden biraz, ama hiçbiridir. Prusya'dır. Kafka'nın Prag'ıdır. Birgün Gizli Yahudi’niz, akıl hocanız, büyük yazar Asaf bütün bunları düzene sokacak kitabı yazana kadar da böyle gidecektir. Köpek’te, kapının ya da aynaların önünde oturup, sokağın hayatından ayrı, küçük hayatlarımızı sürdürmeye çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Oturalım, içelim. Şerefe.
YARIN: CİNSLER