“Ben hiç delirmedim. Ama bir kaç kere deliliğe çok yaklaştığımı düşündüm. Askerliğim sırasında nöbet tutuyordum. Gece nöbeti. Açık bir yaz gecesiydi, gökyüzü kapkara ve çok derindi, dolunay vardı. Nöbetçi kulubesinin önünde dikilmiş aya bakıyordum. Birden bir şey oldu. Bir şey, yani ben, dolunay, gece, yaz, askerlik, omzumdaki otomatik silah, iki üç yüz metre ötedeki birlik binası, birliğin bulunduğu kasaba, saatim, saatin akrep ve yelkovanı, üzerindeki romen rakamları (saatlerde 4'ü IIII diye yazarlar, IV diye değil) hepimiz birbirimize karıştık. Bu karışmanın adını, herşey bittikten sonra, delilik geçtikten sonra koyabildim. O an için hiç bir tuhaflık hissetmemiştim. Ama o gece siyah kadife gökyüzünde, bir cıva damlası gibi parlayan dolunayı hatırladıkça hala korkuyorum. Birkaç kere de içkinin, cıgaralığın filan etkisiyle deliliğe yaklaştım. Son kez de sizin sayenizde Hafif Hanım.
Aşık olmadığı zamanlar insan, hayatını sürdürür. İşi vardır, ya da yoktur, ay sonunda belli bir para gelecektir ya da gelemeyecektir. Bu para belli yerlere gidecektir, ya da alacaklılarla kavga edilecektir. Gazeteler yalan doludur. Gazete kötü bir şeydir ama sabah kalktığınızda kapınızda bir şişe süt ve gazetenizi bulmak iyi birşeydir. Uçak yaparlar, uçağa binersiniz. Uçağın saatinde kalkması ve salimen inmesi iyi birşeydir. Saat zamanı gösterir. Her yılın en uzun bir gecesi vardır, yazdönümü diye bir şey vardır. Dört yılda bir Şubat 29 çeker. Kediler meraklı olur. Meraktan ölürler. Su 100 derecede kaynar. Midemiz, ciğerlerimiz, kalbimiz çalışır; saçımız, tırnaklarımız uzar; damarlarımız, sinirlerimiz kan ve bilgi taşır; karnımız acıkır, çişimiz gelir, dünyaya bakarız, dünya üstümüze üstümüze gelir: Az algı insanı paranoyak yapar, çok algı ise şizofren. Bir aileniz vardır, anne-babanız vardır, yaşarlar ya da ölmüşlerdir, kardeşleriniz vardır, nüfus kağıdınız vardır, adam sokaktan geçen çiçekçiye aşık olamaz, bakkalın upuzun kirpikli çırağına sevişme teklif edemez, herşeyin bir yeri ve zamanı vardır. Ben benim ve burdayım, şurdan geldim, şuraya gidiyorumdur. Ama aşk gelir ve bütün bunlar tepeden tırnağa değişir. Birden değişir. Aşk gelir ve insanın bütün zaman ve mekan algısını altüst eder. Birdenbire hayatın odak noktası kendi bedenimiz, kendi zihnimiz değil bir başkasının bedeni oluvermiştir. O başkasını elde etme gayreti, ona kendimizi beğendirme umutsuzluğu, asla doyum bulamayacak bir bütünleşme arzusu; kendimize dışarıdan bakma ve hareketlerimizi denetleme yeteneğimizi elimizden alır. Artık hayatımızın bütün değeri, o insanın dudakları arasındadır. Artık dolunay, dolunay değil, siyah kadife üzerinde bir cıva damlasıdır. Kendimizi kaybederiz. Kendimizi ve dış dünyayı, kalbin gözüyle görmeye başlarız. Bu arada şunu da belirtmekte yarar var, aşkı hayatlarından silmeye çalışan insanlar aşkın insanın başına açabileceğinden çok daha feci acılara garkolurlar. Dervişlerin, çilekeşlerin, keşişlerle rahibelerin bir an gelip melekler görmeye başlaması bunun en iyi kanıtıdır.
Sizinle birlikteyken, içinizdeyken, göğüslerinizin arasına başımı nefes nefese koymuşken, o cıva damlası ayın...”
Bir şey oldu. Asaf'ın askerde yaşadığı cinsten bir şey. Mektupların bulunduğu dosyayı açtığımdan beri kulağımda çınlayan ses dayanılmaz bir hal aldı. Çok ani bir hareketle "İş Bitti" komutunu tıkladım ve dosyadan çıktım. Sonra da bilgisayara "Diski Sil" emrini verdim. "Bu işlem diskteki tüm bilgiyi silecektir" diye bir yazı çıktı. Sanki bilgisayar dehşet içinde beni uyarmaya çalışıyordu. Uyarıyı dinlemedim ve "Tamam"a tıkladım. Jim Beam'den artık içimi yakmayan yudumlar alarak disketin silinmesini seyrettim. My Funny Valentine'ı düşündüm. Işık'ı düşündüm. Deniz dibinde içi boş bir şeytan minaresi kadar yalnızdım şimdi. Gözüm bilgisayarın yanına bıraktığım, içinde kar yağan küreye ilişti. Elime alıp salladım. Yine kar yağdı çamların üstüne. Kar durana kadar bekledim. Durdu. Melekleri düşündüm. Asaf'ın sözlerini tersine çevirerek söyleyebileceğimizi düşündüm: Belki de, gündelik hayat, kendi kendimizin farkına varmadan geçirdiğimiz bütün zaman deliliğin ta kendisiydi. Ancak aşık olduğumuzda, içtiğimizde, vecde girdiğimizde, kısa süreler için ne olduğumuzun, nerede olduğumuzun farkına varıyor, “akıllanıyorduk”. Ancak aşıkken, kendimizi hayatın içinde, dün-bugün-yarın çizgisinin üstünde doğru dürüst bir yerde görebiliyorduk. Bu evet, acı verici bir şeydi. Ama delilik değildi. Kulağımdaki çınlama azaldı. Silme işlemi tamamlanmış, disk formatlanmış, Asaf'ın "Hafif Hanım"a yazdığı mektuplar bir dakika içinde tarih olmuştu. Ben dahil, hiç kimse onları okuyamayacaktı artık.
İçindeki silinmiş disketi çıkarıp bilgisayarı kapattım. İçim dışım viski doluydu. Yaptığım delilikten çok memnundum. Mektuplar ha? Portakalı yeme biçimleri ha? Bir bebek ha? Hafif Hanım ha? Al sana Hafif Hanım. Hepsi fareyle yapacağım minicik bir hareketin ucunda. Diski sil derim ve silinir giderler. Siz beni ne sandınız? Sen beni ne sandın Asaf?
Bakmadığım tek bir disket kalmıştı. İçinde ne olduğunu umursamıyordum artık. Onu ve diğerlerini, disketlerin hepsini plastik kutuya üstünkörü doldurup mutfağa gittim bir koşu. Kutuyu lavabonun içine koyup musluğu açtım. Öylece baktım ıslanışlarına, kutunun lavabonun deliğini tıkayışına. Disketler yükselen suda yüzmeye başladıklarında musluğu kapadım. "My Funny Valentine"ı bambaşka bir ritmle bağıra çağıra, parmaklarımı şaklatıp ritm tutarak söylemeye başladım. Büyük bir kötülük yapmanın, bir intikam almış olmanın acı, insanı taa kılcal damarlarına kadar gıdıklayan zevkiyle daracık mutfakta bir aşağı bir yukarı yürüyordum. Dünyanın en güzel tapınağının kapısına işeyen, dünya tarihinde yapılmış bütün haksızlıkları bir bir açıklayan büyük adalet kitabını ateşe veren adam gibi aşağılık bir mutlulukla doluydum.
Bitti Asaf. Hiç bir şey yazmamış gibi olacaksın artık. Kimsenin saatler, günler verdiğin o değerli metinlerinden haberi olmayacak. By and by. Written by Asaf. Terminated by Umur. Mutfakta açık kalmış dolaplardan birinin kapağının içine yapıştırılmış "Ananaslı Tavuk" tarifine gözüm ilişti.
YARIN: EVLİLİK