Wednesday 15 June 2011

Aşkın Alfabesi - Ç - Çocuklar



“İnsanların hayatı uzun ayrılıklarla geçer. Ama bildiğiniz gibi, arasıra ayrılık ara verir ve kadınlarla erkekler bir araya gelirler. O zaman da biz geliriz... Çocuklar yani... Bize karşı ellerinden geleni yaparlar. Prezervatifler, haplar, gün hesapları, sevişmeyi cehenneme çeviren dışarı boşalmalar... Ama çocuk dişini tırnağına takar, bir yerden bir gedik bulur, iki apayrı insanın hayatı ölünceye kadar birleşsin, onların gözlerine, kulaklarına, burunlarına benzer gözler kulaklar burunlar varolsun diye; onların inatları, yetenekleri, korkuları, gerçekleşmemiş arzuları, sevgileri, başkalarında devam etsin diye, iki bambaşka kan bir yerde kaynasın diye, ana rahmine yerleşir. Önce pıt pıt atan bir fasulye tanesidir. Sonra başını büyütür, ellerini yapar. Gözleri olur saçları çıkar, annesinin kanıyla beslenir. Derken bakarsınız bir bebek, menekşe renginde, armut kafalı, sıvaşık bir şeyle kaplı, dünyaya göz kırpıyor. Bebek büyür, çocuk olur. Emekler, ayaklanır. Herşeyi parmaklar, herşeyi merak eder, herşeyi bildiğini sanır. Herşeye başka türlü bakar, kendi dünyasını kurar, kendi küçük hayatı dışındaki hayatı ve tarihi anlaması çok uzun sürer. Büyümek denen şey bir yalandan ibarettir. İnsanlar hep çocuk kalır. Çocukluk bir çeşit deliliktir.

Zamanı çocuklara, çocuklarımıza bakarak ölçeriz. Ulaş'la Deniz ilk doğru dürüst sözcüklerini söylediklerinde (biri "elma" öbürü de "alma" demişti) zamanın nasıl hızlı geçtiği dank diye kafama dank etmişti. Şimdi ikisi de benden uzun. Yıldız ikisini de kendisine benzetti ama bazen bir bakıyorum büyük babamda gördüğüm ve nefret ettiğim bir bakış, bir el hareketi, ayak parmaklarını ayağın altına kıvırarak oturma huyu bende olduğu gibi, onlarda da var.

Fellini’nin, hayatını anlattığı kitabı okuyordum, Hafif Hanım... Guiletta Massina’yla evliliklerinin ilk yıllarında bir bebekleri olmuş, adını Federico koymuşlar ama iki hafta içinde ölmüş bebek. Fellini diyor ki, 'Bu yaşamayan çocuk bizi, yaşayabilecek bir çocuktan daha fazla birbirimize bağladı.' Ah küçücük hanımım benim! Sizinle de, sayesinde zamanın geçişini iliklerimize kadar hissedeceğimiz bir bebeğimiz olacaktı. İkiz filan istemezdim. Tek, biricik bir bebek isterdim sizden. Sizinle olsaydık, bu evde otursaydık, bir velet çıplak ayaklarıyla tahtaların üzerinde pıtır pıtır koşuştursaydı. Burnunu aynen sizin yaptığınız gibi, tavşan gibi büzüştüren bir oğlan olsaydı. Ya da dilinin ucuyla şöyle bir dudağını yalayan, tıpkı sizin gibi, bir küçük kız. A. B. Onu Deniz ve Ulaş'tan daha mı çok severdim, evet daha çok. Size benim ikizlerin isimlerini açıklamaya çalışmıştım bir gece. Nasıl da anlamamıştınız. Aptal kız çocuğum benim. Benim yaşadığım hayatın öyle dışında, öyle uzağında yaşamıştınız ki. Nasıl çocuk kalmıştınız. Küçücük bir çocuk... Size yaptıklarım için beni affedebilecek misiniz?”

Daha fazla okuyamadım. Asaf'ın, mektubun sonundaki ölçüde basmakalıp laflar edecek kadar duygusallaşabileceğini aklım almıyordu. Tabii ki "Hafif Hanım" başkaydı. Başka. Bilgisayarın başından kalktım. Balkona çıktım.

Küçük grubumuzda hepimiz, Asaf'ın o sürekli çocuk kalan insanlar kalabalığına dahildik. Galiba en çocuk ruhlumuz da Fırat'tı. Fırat Emel’e tanıştığımız günden başlayarak tutkundu. Ama herkese öyle sık ve kolayca aşık olurdu, bunları öyle geçici hevesler biçiminde yaşar ve öyle sakil biçimde dışa vururdu ki, Emel’den hoşlandığını ilk kez söylediğinde hiç önemsememiştim. Gülsen’le çok uzun zamandır sevgiliydiler. Aynı ajansta çalışıyorlardı. Gülsen müşteri temsilcisiydi. Bizim beceriksiz çapkının her eziyetine katlanmış, yıllarca Fırat’la sevgili kalmayı başarmıştı. İstanbul'da bütün zorluklara rağmen birlikte bir hayat kurmuşlardı. İkisini ayrı düşünemiyordum bile. Ama Fırat sudan şeyler yüzünden kavga çıkarmaya, ayrıldıklarını bağıra çağıra ilan etmeye bayılırdı. Bir hafta önüne gelene ayrıldıklarını anlatır, Gülsen’i yerin dibine batırır, manasız durumlarda manasız kızlara sarkar, sonra bir gece sarhoşken Gülsen’in kapısına dayanır, ağlaya ağlaya kendisini affettirir, aşklarının işkencesi her ikisi için tekrar başlardı. Birgün Fırat grup içinde kimseye söylemeyeceğime sözler verdirerek yaşadıkları son fırtınayı anlatmıştı:

Fırat’ın, Kore malı Kona kamyonları için yazdığı reklam metni yüzünden aralarında acayip bir kavga çıkmış. Kavgayı bu sefer, Gülsen çıkartmış. Metin şöyleymiş:
 
Kona Basın Reklamı
Başlık Alternatifleri

Kona’yla emellerinize ulaşın!

*
Emeliniz Kona olsun!
*
Kona bütün emellerinizi gerçekleştirir.
*
Temiz eller, temiz emeller:
Kona size güç veriyor.
*
Emeliniz kamyonsa adı Kona...
*
Emelim Kona...
*
Onun da emeli Kona...


Fırat bir toplantıda yazdığı başlık alternatiflerini ciddi ciddi okuyunca, Gülsen kalkıp odayı terketmiş. Böyle bir şeyin varlığının uzun zamandır farkındaymış ama Emel'in Fırat'ın kafasına bu kadar girmek için ne yaptığını, kendisinden güzel olmadığı halde nasıl olup da bu kadar değer kazandığını bilemiyormuş. Kendisini toplantı odasına kilitleyip Fırat'a kendini sevdirmek için herşeyi denediğini, onun gömleklerini yıkadığını, parasını onun için harcadığını, kimselere yan gözle bakmadığını, futbol maçı bile seyrettiğini ama bir türlü kendini sevdirmeyi başaramadığını bağıra bağıra ağlamış. Ajans çapında bir rezalete yol açmış tabii durum. Genç bir art direktör çocuk, Fırat'ı, Gülsen'in değerini bilmediği için feci şekilde haşlamış. Fırat da durumun üstesinden gelebilmek için şiddete başvurmak ve önce Gülsen'in bulunduğu toplantı odasının kapısını sonra odadaki bir abajurla kristal bir kül tablasını kırmak zorunda kalmış. Gülsen Fırat'ı sakinleştirmek için ona sarılıp bir daha hiç kıskançlık etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Fırat'ın verdiği zarar ikisinin maaşından da kesilmiş. O akşam Fırat Gülsen'e evlenme teklif etmiş.

YARIN: DELİLİK