Karanlıkta telefon çalıyor. Yerimden fırlıyorum. Başımda felaket bir ağrı. Asaf'ın bilgisayarı açık kalmış, ekran pırıl pırıl parlıyor odanın ortasında. Onun "guru" koltuğunda kıvrılıp uyuyakalmışım. Asaf nerede? Elim kendiliğinden elektrik düğmesine gitti. Işığı açtım. Çıplak, sarı ampul tavanda kötü kötü parlayarak beni kendime getirdi: "Asaf'ın evindesin. Dün Londra'dan geldin. Dün akşamdan beri çıkmıyorsun buradan. Asaf yok. Asaf on gün önce öldü." O zaman ben burada ne arıyorum? Seni buraya Tim getirdi. Tim nerede? Telefon çalıyor hala. Hay allah! Saat kaç? Bu vakitte arayan da kim? Emekler gibi yerdeki telefona gidiyorum. "Merhaba, benim" diyor genç bir ses, "N'aber Umur abi?" Sesi tanıyorum ama kim bu? Ağzım kurumuş, zorla "Kimsiniz?" diyorum. "Tim." diyor ses.
"Tim neredesin?" diye bağırıyorum, "Meraktan ölecektim, çabuk buraya gel! N'apıyorsun?" Tim gayet sakin bir sesle "Seni izliyorum" diyor, "İyi gidiyor"... "Ne iyi gidiyor? Ne diyorsun?" diyorum. "Kitap" diyor, "Farkında değil misin? Yarısını çoktan geçtik kitabın..."
"Tim saçmalama da çabuk eve gel" derken Türkçe konuştuğumu, Tim'in de telefonu açtığımdan beri gayet güzel bir İstanbul aksanıyla... Bir dakika bu telefon kesikti. Ne zaman açıldı? Tim? Ne Tim'i? Kimsin sen? Çıplak ampul bir çıtırtı çıkararak sönüveriyor. Sadece bilgisayar ekranının ve dışarıdan gelen sokak lambasının ışıklarıyla aydınlanan oda, az önceki karanlığına geri dönüyor. Tim'in sesi telefondan değil, odanın içinde duyuluyor, "Böyle daha iyi, loş". Tim az önce kalktığım koltukta oturuyor şimdi. Onu son gördüğüm yerde. Bana gülümsüyor.
"Kimsin sen?" diyorum korkuyla.
"Bir hayal diyelim" diyor adını Tim diye bildiğim yaratık.
Korkuyorum. "Ne demek o?" diyebiliyorum. Tim "İnsanlar her zaman ilgimi çekti" diye devam ediyor, "Hayalgücünüz öyle geniş, hayalleriniz öyle canlı oluyor ki... Bazen kurduğunuz bir hayal, kendi hayatını yaşamaya başlayabiliyor. Ben de bir hayalden ibarettim. Şimdi, beni hayal eden, öldü. Ben kendi hayatımı yaşıyorum. Yaşamak istiyorum".
Yüzümde beliren karmakarışık ifadeyi farkedip "Yahu öyle korkmasana" diyor, "Bir zararım olmaz kimseye. Son derece masum, suya sabuna dokunmayan bir isteğim, şu hayattan bir ricam var: Hatırlanmak... Unutulmamak."
"Kimsin sen?"
"Sana söyleyebileceğim bir adım yok, adım hiç konmadı" diyor. "Bu Tim nereden çıktı öyleyse?'" diyorum.
"Sana yalan söyledim" diyor. "Sana bu yaşıma kadar bir insanın hayalinde yaşayan, onun hayal dünyasına doğup orada büyüyen biri olduğumu söyleseydim, inandırıcı olmazdı. O zaman senden istediğim görevi yerine getiremezdin"...
"Saçma!" diye bağırıyorum, "Sen şimdi sadece birinin hayal ettiği bir varlık olduğunu, gerçek olmadığını mı söylemek istiyorsun? Londra'dan kalkıp buralara bir hayaletin peşinden mi geldim? Ölmüş arkadaşımın evinde bir hayalet yüzünden mi koca bir gün geçirdim?" Birden paniğe kapılıyorum, "Aman allahım, biraz önce Asaf'ın yazdığı her şeyi yokettim..."
"Herşeyden o kadar emin olma!" diyerek gülümsüyor sakin sakin. "Hiç bir şeyden o kadar emin olma."
"Bu Asaf'ın oğlu hikayesi nedir?" diyorum. Gülüyor. "Asaf'ın kanından geldiğim doğru, onun bir şeyi olduğum doğru. Ama oğlu muydum, kızı mıydım bilmiyorum" diyor. "Ama annem beni hep bir oğlan olarak hayal ederdi. Hem kendisine, hem de Asaf'a benzeyen bir oğlan çocuk." Sonra, sormama fırsat vermeden, yine aklımdan geçenleri okumuş gibi ekliyor: "Sana annem konusunda da yalan söyledim. İngiliz filan değildi." "Kimdi o zaman?" diyorum. "Biliyorsun aslında" diyor. "O parti gecesi öğrenmiştin, istersen bir de ben anlatayım"...
Yarın: İsim