Friday, 17 June 2011

Aşkın Alfabesi - E - Evlilik

ANANASLI TAVUK
Malzemesi:
İki tavuğun temizlenmiş göğsü
1 kutu ananas konservesi
3 domates
1 kaşık domates salçası
4 diş sarımsak
1 kaşık tereyağ
1 bardak beyaz şarap
Karabiber
(4 kişilik)

Terayağ teflon tavada hafifçe kızdırılır. Sarımsaklar ezilerek yağda biraz çevrilir. Tavuğun kuşbaşı doğranmış göğüs etleri bir kaşık salçayla beraber tavada çevrilir. Karabiber ekilir. Domates rendesi eklenir. Etler piştikten sonra suyu süzülmüş bir kutu ananas küçük parçalara ayrılarak tavaya konur. Karıştırılır. Beyaz şarap eklenir. Yanında sade pilavla birlikte sıcak sıcak servis yapılır.


Asaf'ın itirafından bir on gün öncesine kadar, Emel ve Kaya yıllardır birlikte oturan, hep evleneceklerini söyleyen ama bu fikri eyleme dökmek için en küçük bir hareket göstermeyen bir çiftti. Kaya’nın anne babası oğullarının evlilik dışı bir ilişki yaşamasından tedirgin olup onları evlenme konusunda zorlamaya başlamışlar. Özellikle Kaya’nın babası, emekli albay Sırrı bey, sıkıştırıp duruyormuş. Emel’in öğretmen emeklisi anne babası bu konuda çekimser kalıyorlarmış. Birgün Kaya ve Emel’in Cihangir’deki küçücük evinde, iki aile, bu evlilik konusunu bir karara bağlamak için, "medeni insanlar olarak" buluşmuşlar.

Kaya’nın babası, tavuğu ananasla pişirmek, tatlı-tuzlu, değişik mutfaklar filan gibi aykırı fikirler bir yana; salataya çiğ mantar konmasını bile bölücülük addeden, Türk ağız tadına gönülden bağlı bir tipmiş. Emel garibim de, müstakbel kayınpederine kendisini beğendirmek için, kendi icadı olan ananaslı tavuğu pişirmeye karar vermiş. Kaya felaketi önceden sezip pizza filan ısmarlayalım dese de, Emel bu yemeği herkesin seveceği konusunda ısrar etmiş. Kaya’nın babası, salçalı tavuk dilimleri arasından bir küçük ananas parçasını çatalına takıp kaldırmış, “Bu ne bu? Şaştımaşı olmuş bu,” demiş. Tabii ki, kısa bir gerginliğin ardından masada bir ananaslı tavuk kıyameti kopmuş. Emel’le emekli albay arasında başlayan tavuk yemeğine de ananas konur mu çekişmesi, iki dünürün kavgasına dönüşmüş. Mesele ananasın tuzlu yemekte kullanımından Güneydoğu'daki savaşa ve Kürt sorununa kadar uzamış. Sonunda albay, gözyaşlarına boğulan karısını kolundan sürükleyerek, memleketin Emel’in babası gibi komünist vatan hainleri tarafından batırıldığını bağıra bağıra kapıyı çarpmış çıkmış. Çıkmadan önce duvarda asılı bir Egon Schiele resmini yere çarpmayı ihmal etmemiş. Yemek boyunca resimdeki büyük cinsel organlı çırılçıplak kadın gök gözlerini ona dikip bakıyormuş.

Emel ne zaman bu olayı hatırlasa, Kaya’nın kızıp köpürmesine aldırmadan, albayın “ananı bilmem n’aparım” demek isterken bir dil sürçmesi sonucu “ananas korum” dediğini anlatırdı. Bu “ananas korum” aramızda bir çeşit deyim haline gelmişti.

Kaya ve Emel bu ananaslı tavuk faciasına, albay Sırrı Bey’in vargücüyle karşı çıkıp Emel’i terketmesi için Kaya’yı sıkıştırmasına rağmen evlilik meselesini ciddiye aldılar. Nikah, Kaya’ların Silivri’deki yazlığında yapıldı. Belediyenin nikah memuru eve çağrılmıştı. Emel gelinlik giymeme ve olayı geleneksel düğüne benzetmeme konusunda ısrarlıydı. Kaya'nın anne-babası, dayısı ve babaannesi dışında misafir yoktu. Sadece Asaf, Ben, Fırat ve Gülsen davetliydik. Bir de tabii, Emel’in anne-babası. Yaşlı çift çok az konuştular. Bahçede bir masa kurulmuştu. Sofrada ananaslı tavuk hariç herşey vardı. Ilık, hanımeli ve iğde kokusuyla dolu bir yaz gecesiydi. Yaşlılar dışında hepimiz zurnalar gibi sarhoş olmuştuk. Flaşlı bir amatör fotoğraf makinası elden ele dolaşıyordu. Kaya'nın yaptığı içi oyulmuş karpuzdan fenerin çevresinde toplanıp resimler çektirdik. Emel iki kadeh şarabın arasında şu fıkrayı anlattı:

İki evli kadın konuşuyorlarmış. “Ya sorma bugünlerde dilim çok sürçüyor,” demiş biri. “Nasıl yani?” demiş öbürü. “İşte geçen gün kocama kartları postaladın mı diyecektim, dilim sürçtü, postalları kartladın mı dedim.” “Ah sorma sorma,” demiş beriki. “Benim de çok dilim sürçüyor bugünlerde.” “Nasıl yani?” “Nasıl olsun, geçen gün kahvaltıda kocama tuzu uzatır mısın diyecektim. Birden dilim sürçtü ‘orospu çocuğu hayatımı mahvettin’ dedim.”

Kaya gülmedi. En çok gülen Fırat oldu. Siniri bozulup o kadar çok güldü ki, dengesini kaybedip Kaya’nın yaptığı karpuzdan feneri devirerek masa örtüsünün üzerine erimiş mumların yayılmasına sebep oldu.

Nikahtan üç yaz önce, yine yalnızdım ve tipik bir yengeç olan Sevil adındaki sevgilimden yeni ayrılmıştım. Fırat bu Sevil’i hiç sevmez “Sevilme” derdi onun için. Sevilme beni terkettiğinde, acılar içinde yengeçler ve yengeç burcu karakteri hakkındaki kuramlarımı geliştirmeye başlamıştım. Beyoğlu o zamanlar barlarla dolu değildi. Köpek bile henüz açılmamıştı. Bir gece gidilebilecek tek tük barlardan birinde Asaf'la tanışmış önce çekim alanına sonra da yörüngesine girivermiştik.

Barın normal müşterilerinin dağıldığı, ancak gidecek hiç bir yeri olmayan, evlerine yalnız başına dönmek istemeyen insanların ve garsonların kaldığı “umutsuzlar saati” gelip çatmıştı. Sahnede bütün gece folk, country, rock, türk-pop, protest türleri arasında gezinip duran pejmürde gitarist sarhoş olmuş, çalmaktan çok kendi kendine tıngırdar hale gelmişti. Fırat içmiş içmiş sarhoş olamamış bir sinirlilik haliyle, barın kıyısında duran ve artık bir önceki güne ait olan gazeteleri açmış küfretme ayinine girişmişti. Meşhur kurt başını kendisine simge olarak seçen partinin, fakir çocukları toplu sünnet etme şöleni haberinden başlayıp; kendi sünnetinde nasıl sünnetçiyi tekmelediğini anlatmaya başlamıştı ki, gözü gazetenin üçüncü sayfasındaki bir habere ilişti: Üç çocuklu bir aile çevre yolunda bir viyadükten uçmuş. Koca koca fotoğraflarda kanlar içindeki anne babanın ve çocukların parçalanmış cesetlerinin görüntüleri, sayfayı bir kan gölüne çevirmişti. Fırat “Bu fotoğrafları basan gazetelerden intikam almak için ne yapmalı abi?” dedi. “Bunları yayından menetmek ve ocaklarını söndürmek yetmez, daha kötü bir şey yapmak lazım bunlara.”

Barda bütün gece yanımızda oturan, hiç konuşmadan viski içen Asaf, bize döndü ve teklifsizce lafa karıştı: “Şimdi, bu gazetenin sorumlusu kimse, on güçlü kuvvetli ve abaza inşaat işçisi ile birlikte, dört tarafı aynalarla kaplı bir odaya atılarak hapsedilecek. Bir hafta boyunca işçiler adama, ırzına geçmek dahil, istedikleri herşeyi yapabilecekler. Olayın dev resimleri hafta boyunca hergün, adamın gazetesinde birinci sayfadan sekiz sütuna manşet yayınlanacak: İşçilerle ropörtajlar, adamın hayat hikayesi, her türlü düşkünlükleri ve aile hatıratı... Sonunda da günün en kalabalık saatinde İstiklal Caddesi'ne salınacak.”

Bu adam da kimdi böyle... Bütün gece yanımızda oturan ve uzun kır saçlarını ikide bir havalı hareketlerle düzelten Asaf'a sinir bile olmuştuk aslında. Daha önce de bir iki kere İstiklal Caddesi'nde, sinemada, konserlerde gözümüze ilişmişti. Asaf ilk görüşte gıcık olduğunuz, ancak sohbet sırasında sevmeye başlayabileceğiniz bir tipti. Sohbet Fırat’ın yeni yeni denemeye başladığı pahalı malt viskisinden açılmıştı. Asaf da aynısından içiyormuş. İngiltere’de yapım yerlerini dolaştığı malt viskisi ve tarihi hakkında inanılmaz detaylarla dolu bir konuşmaya girişmiş ve derin bilgisiyle Fırat’ı büyülemişti. Daha o gece, sohbeti evinde sürdürmüş, Lagavullin adında o güne kadar hiç duymadığımız bir viskinin tadına bakmış, evinin aşırı sadeliğine hayran kalmıştık. Hiç bir işe girmemiş, hiç bir işten istifa etmemiş olmasına şaşmıştık. O geceden sonra hemen her hafta sonunu Asaf'la geçirmeye başladık. Edebiyat zevkimiz çok benziyordu. Aynı kitapları okumuştuk, Asaf daha fazlasını da okumuştu. Türkçesini okuyup bayıldığım bir kitabın İngilizcesini çıkarıp veriverirdi: Pale Fire. Ya da örneğin Allen Ginsberg’in son şiirleri. Trout Fishing in America’nın çok eski, orijinal bir baskısı. Kafka üzerine yepyeni bir makale. Bob Dylan’ın, Tom Waits’in, Lou Reed’in ya da Leonard Cohen’in bütün şarkı sözleri... (Asaf, Leonard Cohen’e benzediği için gizli bir gurur duyardı). Ulysess o sıralarda Türkçe’ye henüz çevrilmemişti. Rafta Ulysess’le karşılaşınca biraz kıskanmıştım Asaf’ı. Neyse ki, o da benim gibi, okumaya çalışmış sonra içinden çıkamayıp bırakmak zorunda kalmıştı... Ulysess’i İngilizce okuyamamış olmak meselesi bizi daha da birbirimize yaklaştırdı.

Asaf'ın ne çok anlatacak şeyi vardı. New York’a, Berlin’e, Barcelona’ya, Londra’ya, Paris’e gidip gelmişti. Daha az turistik yerlere de gitmişti. Ama bir tek hatıra eşyası, bir tek fotoğrafı bile yoktu gezdiği ülkelerden... Renkli anıları vardı sadece: “Fas’ın kuzey doğusunda, bütün dünya haritalarında çöl olarak görünen bir bölgede, inanılmaz güzellikte bir göl var... Duymuştum, ama inanamamıştım, gittim, kendi gözlerimle gördüm. Hayatımda bu kadar büyük, bu kadar duru, insanı bu kadar içine çağıran bir mavilik görmemiştim.”

Fırat’ı ve beni, bunca yıldır yaşadığımız İstanbul’un, tembellik yüzünden hiç gitmediğimiz yerlerine, Boğaz’ın Karadeniz'e açılan en uzak ucundaki Anadolu ve Rumeli Fenerlerine, Balat’a, Riva’ya, Polonezköy’e götürür; piyano akortcusu, resim restoratörü, Polonya kökenli antikacı gibi ilgi çekici insanlarla tanıştırır, bilmediğimiz içkiler içirtirdi bize. Bir gece, sabaha karşı Boğaziçi Üniversitesi’nin sınırları içinde kalan Tevfik Fikret’in müze-evi Aşiyan’a gizlice girmiştik. Asaf bekçiyi her nasılsa tanıyordu. Aşiyan’ın balkonunda Tevfik Fikret’ten şiirler okumaya girişmiş, “Eyy bin kocadan arta kalan bive-i bakir!” şeklinde çığlıklar atmış, ben Summertime’ı söylerken iyice duygulanıp ağlamaya başlamış, gün doğarken kendisini balkondan atmaya kalkmıştı. Eğlendirici ama mutsuz, sır dolu ama çok açık, kuzu gibi uysal ama otoriter olmayı aynı anda beceren acayip bir adamdı. Fırat, Gülsen ve ben, hiç rahatsızlık duymadan, Asaf’ın çırakları konumunda, "maceradan maceraya" sürüklenir olmuştuk. Böylece bir yıl geçirdik.

Derken Emel ve Kaya’yla tanıştık. Köpek’in ilk açıldığı, ve adının henüz Köpek'e dönüşmediği günlerde, serin bir sonbahar akşamı oturmuş, nedense evlilikten bahsetmeye başlamıştık. Konuyu Gülsen açmıştı galiba. Fırat’ın asla kendisiyle evlenmeyeceğini ama bunu önemsemediğini anlatıyordu. “Evlilik nedir ki? Bir ilişkiyi asıl götüren şey bence...”

Asaf evlenmiş üstelik ikiz çocuk sahibi olup, boşanmış bir adam olarak bu konuda atıp tutma hakkını elinde bulunduran tek kişiydi. Gülsen’in sözünü kesip, “Evlilik deliliktir," diye söze girdi. Hayatında topu topu iki kere aşık olmuştu. Bunlardan biri karısıydı. Ama aşkla evliliğin bir alakası yoktu. “Topaç gibi”, dünya güzeli ikiz oğulları bile evliliklerini kurtaramamıştı.

Asaf konuşurken, Fırat kolumdan dürtüp yan masada çok etkileyici görünüşlü bir kızın bizi dinlediğini söyledi. Baktım, yanında Kaya’yla oturan Emel’i gördüm. Asaf, Fırat’ın sözünü duyunca birden geriye döndü ve her zamanki sıcak kanlı haliyle “Kulak misafiri olacağınıza buyrun, masamıza misafir olun” dedi. Emel ve Kaya yakalandıkları için utandılar. Kaya biraz tedirgin, “Valla, sözleriniz biraz tuhaf (yani, tuhaf deyince (herkesin görüşü kendine tabii) ama bize tuhaf) evet tuhaf geldi, ister istemez dinlemeye başladık” dedi. Asaf bıyık altından gülerek “Niye, evli misiniz yoksa?” diye sordu. Emel ilginç yabancılarla karşılaşan insanların heyecanıyla atılarak “Hayır ama, çok yakında evleneceğiz” dedi. Asaf güldü: “Niye evlenmek istiyorsunuz?” Emel omuz silkti: “Birbirimizi seviyoruz çünkü...” Asaf onun gözlerinin içine bakarak “Evlenince sevmeye devam edemeyeceksiniz ama...” dedi. Kaya biraz bozulmaya başlamıştı: “Ya neden olaya (bir basit evlilik meselesine yani) böyle yaklaşıyorsunuz? Evlilik (son tahlilde, bütün toplumsal sözleşmeler gibi) son derece sıradan bir formaliteden ibaret (hoş, formalite olması aşka zarar verebilir belki (yani resmiyet meselesi demek istiyorum) ama yine de her evlilik çökmek zorunda değil ki...” Asaf böyle durumlarda hep takındığı yukarıdan bakışını takınarak “Zorunda canım zorunda...” dedi. “Şöyle düşün... Bir insan arkadaşları içinden bir arkadaşıyla mesela sanat meselelerini paylaşmaktan hoşlanır. Birisiyle yemek yemekten, yemek üzerine konuşmaktan, yemek yapmaktan hoşlanırsın. Birisi o kadar uyumlu ve yararlı biridir ki onunla beraber aynı evde oturmanın iyi olacağını düşünürsün... Bazılarıyla sevişmek istersin... Bazıları mesela parasal konularda, diyelim bir iş ortaklığı kurmak için iyidir... Ama ideal evlilik, bütün bunları bir tek insandan beklemeni gerektiriyor... Bir tek insan hem çok iyi bir yatak arkadaşı, hem iyi bir iş ortağı, hem de çok iyi bir kafa dengi olamaz ki kardeşim...”

Herkes gülünce Asaf kazandığı zaferden memnun, arkasına yaslandı: “Evlilik, dolayısıyla, daha teoride imkansız birşey... Zamanında, yani gençken, şimdi ölmüş bulunan bir büyük şair, aslında beni deli gibi severdi, fakat evliliği övdüm diye beni içki masasından kovmuştu.” Emel hiç büyük bir şairle tanışmamış birisinin gerçek merakıyla “Kimdi o şair” diye sorduğunda Emel’in ve Kaya’nın bir yıl önce bizim kapıldığımız gibi, Asaf'ın karizmasına kapıldığını anladım ve ilk defa Asaf'ın her yeni başlattığı ilişkide kendini ister istemez tekrar ettiğini gördüm. Sanırım işte o andan sonra Asaf'a daha uzaktan, daha temkinli bakmaya başladım. Bu temkinli bakış, iki yıl içinde nefretin biraz daha ağır bastığı bir nefret-hayranlık ilişkisine yol açacaktı.

YARIN: Film