Sunday 12 June 2011

Aşkın Alfabesi - A - Alaturka



“Alaturka, Avrupalıların Osmanlıların hayatına, yaşama alışkanlıklarına yakıştırdıkları İtalyanca bir söz,” dedim. “Alla Turca, Türk usülü demek herhalde.” Çocuk pek bir şey anlamadan bakıyordu yüzüme. “Yani, alaturka adı altında koca bir yaşam tarzı, bir çeşit yazısız kurallar bütünü, bir üslup vardı,” dedim. “Mimariden tut, yeme-içme alışkanlıklarına; giyinme, örtünme, tanışma, oturma kalkma, temizlenme, sevişme, evlenme, çocuk büyütme, aklına ne geliyorsa, hepsine uzanan ve hepsini kapsayan bir dünya, eski Türklerin kültürü. Çömelerek kullanılan tuvalet de bunun bir parçasıydı. Adı hala 'alaturka tuvalet'tir Türkiye'de...”

Çocuk bir şey söylemek için ağzını açtı, “Bitmedi,” diye kestim. “Eski Türk Müziği'ne de alaturka deriz. Şimdi birkaç bin kişi dışında seveni, anlayanı kalmadı ama alaturka çok zengin bir müzikti. Saraylarda, konaklarda, taş plaklar ve gramofonlarda, son günlerinde de sahne ve radyolarda şaşaalı bir hayat sürüp, bu yüzyıl başlarında hasta düştü. 1960’lara kadar can cekiştikten sonra da, feci şekilde öldü. Daha doğrusu yürüyen bir ölüye, zombiye dönüştü. Ben çocukken akşamları hep aynı saatte, radyodan kanunla çalınan ve insanın tüylerini diken diken eden bir parça başlar hemen ardından da bir anons duyulurdu: ‘Ali Rıza Avni’nin hazırladığı Ses ve Saz Dünyamızdan programını dinleyeceksiniz.’ Neler yoktu ki o dünyanın içinde: Ayağı öpülen, bastığı yere yüz sürülen vefasız sevgililer, bir gün gibi geçen yıllar, saçlara birden düşen aklar, yalılar, köşkler, siyah derin bir suyun biriktiği yosunlu havuzlarıyla esrarlı bahçeler, bahçelerin yüksek duvarları ardından duyulan ve günaha çağıran şen kahkahalar, Boğaz'ın karanlık sularına vuran mehtap, işlemeli mendiller ve kandiller, asla iyileşemeyecek kırık kalp yaraları, sandal gezileri, ufuklara yaslanmış yorgun dağlar, tamburun sapına konan bülbül, yeni icat otomobiller, ezan sesi, nazlı ceylanlar, ömür boyu solmayan gonca güller, bir kere gördükten sonra belleklerden çıkmayan büyüleyici gözler ve bakışlar, can alıcı benler, baygın gecelere yayılan ud sesi, arnavut kaldırımlarına küçük benekler halinde çiseleyen yağmur, tüm semtleriyle eşsiz İstanbul, hele hele İstanbul adaları, o adalardan başlayıp boğazın çok uzaklarına kadar uzanan sessiz ve mavi gökyüzü... Hepsi alaturka müzikle birlikte öldü ve sonsuza karıştı. Alaturka bunların hepsi demekti...”

İngilizce konuşurken, ana dilimde olduğumdan çok daha beter lafazan kesilirim, siyah bira da biraz çeneme vurmuştu. Çocuk ben nihayet sustuğumda, gülerek “Bir kelimede ne çok şey anlatabiliyorsunuz öyle,” dedi. “Ama bunların babamla ve arkadaşlarınızla ne ilgisi var? Niye alaturka bir mesele dediniz?”

“Çünkü alaturka ölünce kelimenin içi boş kaldı,” dedim. “Ve kendiliğinden, biz Türklerin beğenmediğimiz, küçümsediğimiz ayakbağlarımızı, eksikliklerimizi anlatmak için kullandığımız bir deyime dönüştü. Bir türlü silkinip atamadığımız alışkanlıklarımıza; düzensizliğimize, içe kapanıklığımıza, boyun eğişimize, ezikliğimize, işi oluruna bırakışımıza, hiç bir şeyi açıkça konuşamayışımıza kısaca alaturka deriz.”

Çocuk hala anlamadan bakıyordu: “Yani?” dedi. “Yanisi şu,” dedim. “Bilirsiniz, insan aşık olduğunda biraz delirir, biraz akıl dışına kaçar.” “Böyle klişe lafları hep duydum, okudum ama doğru mu değil mi bilmem,” dedi çocuk, burnunu tavşan gibi büzüştürerek. “Ben hiç aşık olmadım”. Sonra gözlerini kıstı, “Araya aşk girdi öyle mi? Babamla arkadaşlığınız aşk yüzünden mi bozuldu?”

“Evet,” dedim. “Çünkü alaturka aşk, çok daha deli bozuk, akıl dışı bir aşktır... Alaturka, Türkiye’de bütün aşkların yükselen burcudur.”

O acayip sergi açılışına, Haliç kıyısındaki tersaneye gittiğimiz gecenin sonunda Asaf'ın, “Alaturka herif! Herşeyi mahvettin,” deyişini hatırladım. “Herşeyi mahvettin, bir aşk için değer miydi?” O zaman sessiz kalmıştım ama ona vermem gereken müthiş cevap her zaman olduğu gibi çok sonradan aklıma gelmişti: “Aşk için değmezse ne için değer Asaf?” İnanılmayacak şey ama Asaf artık hiç bir zaman bu cevabı duyamayacaktı...

“Kızardınız,” dedi çocuk. “Kötü bir şeyler hatırladınız galiba...” “Nereden biliyorsunuz?” dedim.

“Ben her şeyi bilirim,” dedi hafifçe bana doğru eğilerek. “Ben adamın kulağının kenarından kafasının içine, bir kirpik kıvrımından gözünün bebeğine, kalbinin bir kapağından vicdanının dibine girerim...” Bu anlamakta zorlandığım “yeniyetme argosu” da biraz fazla kaçmaya başlamıştı. “Bakın, babanız için çok üzüldüm. Çok sevdiğim, deyim yerindeyse hayran olduğum bir arkadaşımdı. İsterseniz numaramı vereyim beni arayın, konuşuruz. Ama şimdi gitmem gerek,” demeyi planlıyordum ki, çocuk saatine bir göz attı ve benden önce konuştu: “Treni kaçırdınız”. Saatime baktım. Tren gerçekten kaçmıştı. Bir sonraki tren 20.15’teydi. Karım biraz meraklanacaktı ama az sonra ona telefon edebileceğimi düşündüm.

Çocuk “Yarın İstanbul’a gidiyorum,” dedi ve çok doğal bir şey söylüyormuş gibi ekledi: “Benimle gelmenizi istiyorum.” Bir an tepki veremeden öylece yüzüne bakakaldım: “Efendim?”

Çocuk sanki "İngilizce İlk Adımlar" dersinde söyleneni anlamamış bir öğrenciye lafı tekrar ediyormuş gibi sözcüklerin üzerine basa basa “Benimle İstanbul’a gelmenizi istiyorum," dedi. "Babamın vasiyeti bu.”

“Vasiyet mi? Asaf vasiyet mi bırakmış?”

“Filmlerdeki gibi bir vasiyet değil canım, ama bir manada evet, bir mektup bırakmış. Avukatı annemi aradı. Babam kendisine herhangi birşey olması halinde, benim de unutulmamam için ne yapılması gerektiğini mektubunda ayrıntılarıyla tarif etmiş.” Cebinden uzun bir zarf çıkardı. “Avukat gazete küpürünü bu mektupla birlikte gönderdi.”

Zarfta kötü bir İngilizceyle, Tim’in annesine yazılmış bir mektup vardı. Asaf’ın avukatı, ekte yolladığı gazete küpürüyle acı olayı haber veriyor, üzüntülerini bildiriyor ve babasının Tim’e Ortaköy’de bir apartman dairesiyle bir miktar para bıraktığını yazıyordu. Ortaköy’deki evi çok iyi biliyordum elbette. Asaf’ın yıllarca yaşadığı evdi. Onu orada tanımış, o evle özdeşleştirmiştim.

Asaf zengin bir Yahudi aileden geliyordu. Makine mühendisliği okumuştu ama hiç çalışmak zorunda kalmamıştı. Çalışmamayı seçtiği de söylenebilirdi. Asaf'ın anlattığı kadarıyla, annesinin ailesi, babasıyla evlenmesine karşı çıkmış. Hem Müslüman hem de ipsiz sapsız biriyle evlenmesini istemiyorlarmış. Annesi her şeye rağmen evden kaçıp evlenmiş ve Asaf’ı doğurmuş. Ama babası, Asaf küçükken ölmüş. Annesi de ailesine dönmek zorunda kalmış. Asaf, Musevi geleneklerine göre büyütülmüş ama bir noktada aniden tüm cemaatle bağlantısını koparmıştı. On yedi yaşından sonra sinagoga sadece bir kez, o da merakımızı gidermek için bizi götürdüğü gün gitmişti. Bütün tapınakların içine derin bir üşüme hissi düşürdüğünü söylerdi. Yaşlı annesi, yaz kış Büyükada’da otururdu. Asaf zengin mahallelerdeki üç dört evinin, birkaç iş yerinin kira geliriyle, rahat ama gösterişsiz bir hayat sürüyordu. Ortaköy’de oturduğu koca evde çok az eşya vardı, bomboştu neredeyse. Öyle seviyordu. Karısı Yıldız’dan ayrıldığından beri çok az eşya almıştı. İkiz oğulları, Ulaş ve Deniz, hafta sonları Asaf'la kalmaya gelirlerdi. Asaf çamaşırlarını çamaşırhaneye verir, evde çok seyrek yemek yapardı. Gazetelerin, dergilerin hepsini oraya buraya atıp yığardı. Kitaplarının çoğu kutularda üstüste depolanmış vaziyette beklerdi. Evin en belirgin eşyası, salonun ortasında, yerde duran çift kişilik yatak, telesekreterli bir telefon ve müzik setiydi. Bir de sadece yazmak için kullandığı, küçük bilgisayar. Yazmayı seviyordu, yazmayı tek gerçek iş olarak gördüğünü sık sık söylerdi bana. Benimle de "yazı adamı" olduğum için iyi anlaştığını eklerdi. Benim yazdıklarım ortadaydı ve büyük bir yazar olduğum söylenemezdi ama Asaf'ın neler yazdığını hiç birimiz bilmiyorduk. Yıllardır bir romanla uğraştığını, kısa hikayeler karaladığını bir keresinde ağzından kaçırmıştı. Ama bunların bir satırını bile göstermemişti bize. Sadece, ara sıra kim olduğunu bilmediğimiz bir kadına, onun deyişiyle “Hafif Hanım”a yazdığı ve hiç birini göndermediği uzun, edebi mektuplardan kişisel olmayan, bizi de ilgilendireceğini sandığı küçük paragraflar okurdu. Yazdığı masanın altında pahalı viski şişeleri birikirdi. Bir de, “kapitalist tüketim saçmalığının beni canevimden vurabildiği tek nokta” dediği cips paketleri, madeni pırıltılı renkleriyle yerlerde sürünürdü. Mektupların aslında kime yazıldığını...

Çocuk aniden suskunluğumu bozdu. Mektupta sondan bir önceki paragrafı işaret ederek, “Sizi en çok ilgilendiren kısım burası,” dedi. Avukat kötü İngilizcesiyle yaklaşık şöyle bir şeyler diyordu Tim’in annesine:

“...ve sayın bayan, son olarak eski erkek arkadaşınızın garip sayılabilecek bir isteğini de iletmek zorundayım. Kendisi Ortaköy’deki evinde uzun yıllar süren hummalı bir çalışma dönemi geçirdiğini belirtiyor. Yayınlanma aşamasına gelebilecek yazı ve edebiyat [ne demekse bu] çalışmalarının bir beyefendiye teslim edilmesini istiyor. Bu Umur ..... isminde, sizin ülkenizde, Londra yakınlarında yaşayan bir Türk yazarıymış. Ben şahsen kendisini tanımıyorum, ismini de duymadım. Ama eski eşinizin çok önem verdiği bir yazar olmalı. Kendisinin eski bir arkadaşıymış aynı zamanda. Bay Asaf ...., bilgisayarında bulunan bütün yazılı malzemeyi bu beyin gözden geçirmesini ve beğenip gerekli görürse yayına hazırlamasını istiyor. Eğer Umur bey bulunamazsa, ya da bu görevi üstlenmeyi reddederse, tüm malzemenin başka kimseye gösterilmeden yok edilmesi gerektiğini söylüyor. Bunun, bütün miras paylaşım sorunlarından daha önem verdiği bir husus olduğunu altını çizerek belirtmiş.”

Tim bu satırları okuyuşumu sessizce seyretti, mektubu bitirip boş boş yüzüne baktığımda, "Ne diyorsunuz?" dedi. "Asaf'ın yazılarını yayına hazırlamak mı?" dedim. "Ben beğenip gerekli görürsem öyle mi?"

Evet manasında başını salladı. "Ama bu çok büyük bir sorumluluk," dedim. "Yani, ben nasıl karar verebilirim ki onun yazdıkları hakkında?" Elimdeki mektubun gerçekliğine inanamıyordum. "Asaf çok iyi arkadaşımdı, evet, ama bana bu kadar güvendiğini, yani hayatının eserini emanet edecek kadar güvendiğini bilmiyordum doğrusu..."

Tim omuz silkti: "Ben de beni hatırlayacağını bilemezdim. Babam duygularını, bir insana ne kadar değer verdiğini gösteremeyen, belki de bilmeden gizleyen biriydi. Size çok değer veriyordu inanın, ‘Dünyanın Merkezi’nden ezbere pasajlar hatırlardı. 'İşte edebiyat bu', diyerek cümleler okumuştu bana."

Sevgili okuyucu, benim yerimde, yaklaşık beş yıldır hiç bir şey yazamamış biri olsaydın, eski yazdıklarını da beş para etmez karalamalar olarak görme eğiliminde olsaydın, ayrıca eleştirmenler ve kitaplarının satışı da bu kanıyı doğrular yönde olsaydı, elinin kalem tuttuğu eski günlere ilişkin gönül alıcı şeyler duyunca ne hissederdin? Hele övgü sözleri, dolaylı bir yolla da olsa, seni pek takdir etmediğini sandığın bir arkadaşından geliyorsa... Yazdığım şeyler hiç bir zaman o akşamki kadar pırıltılı ve yararlı görünmemişti gözüme. "Bakın, babamın yazdıklarını çok merak ediyorum,” diyordu Tim; “Benimle gelirseniz onun vasiyetine uymuş olacağız. Hem yazdıklarını biraz çevirir, anlatırsınız bana. Birikmiş param var. Uçak biletinizi alırım. Çok hoş olacak. İstanbul'u da ilk defa göreceğim." Ona gülümsedim, hiç bir şey söylemeden kalktım, telefon kulubesine gidip evi aradım. Karıma Türkiye’den, yakınlarda ölmüş bir arkadaşımın oğluyla tanıştığımı, bu gece eve biraz gecikeceğimi ve ertesi sabah bir iki günlüğüne İstanbul’a gideceğimi söyledim. Onu sakinleştirmek ve bu yolculuk fikrinin arkasında bir saçmalık olmadığına ikna etmek biraz zor oldu. O gece tüm hikayeyi anlattım ve karım yattıktan sonra yıllardır dinlemediğim bir albümü çıkardım, Chet Baker'ın söylediği "My Funny Valentine"ı üstüste defalarca dinledim. Ertesi sabah, karımı ve dönüşte “Turkish Delight” getirmemi isteyen, İstanbul'u hiç görmemiş kızımı öptüm, küçük bir el çantasıyla, Tim’le buluşmak üzere Heathrow’a yollandım. Tim bir tur şirketinden çok ucuza uçak bileti bulmuştu. Dönüş tarihini açık bıraktığına dikkat ettim. Uçağa binmeden önce annesini sordum. Onun da benimle tanışmak istediğini ancak işe gitmek zorunda olduğu için havaalanına gelemediğini söyledi.

İstanbul üzerinde şöyle bir dönen uçağımız yarım saat gecikmeyle indi. Nemli sıcak, ılık gliserinle dolu bir akvaryuma düşmüşüz gibi bir anda bizi sarstı. Uçakta içimi saran heyecan yerini bir bulantıya bırakmıştı. Arkadaşlarımın hiç birini göremeyeceğimi biliyordum. Fırat eşiyle birlikte dört beş yıl önce güneye yerleşmişti. Emel ve Kaya sanırım göçmen olarak Kanada’ya gitmişlerdi.

Pasaport kuyruğu. Türkiye, aklımdan hiç çıkmayan ve şimdi bir anda canlanan kokuları ve sesleriyle, her zaman insana kuşkuyla bakan ve işi ağırdan alan polisleriyle bize hoş geldin diyordu. Sigara dumanı. Her boy ve tarzda bıyık. Toz. Ter kokusu. Bir haftadır yıkanmamış insan kokusu. Neyse ki bagajlarımızı beklemek zorunda değildik. Tim egzos dumanından öksüre öksüre taksiye şöförün kapısından binmeye kalkıştı, güldük. Yeni düzenlenen oto yolda hızla kayarak şehir merkezine yaklaşırken hiç konuşmadık. Uzaklarda yükselen boz apartman bloklarına, pahalı alışveriş merkezlerinin hemen yanında yayılan gecekondulara bakarak; herşeyin hem çok değiştiğini hem de hiç değişmeden kaldığını düşünüyordum. Derken önce Kadıköy sonra camiler, Galata’nın silüeti ve vapurlar buğulu bir aydınlığın içinde belirdiler. Sonra onlara yaklaştık ve yanlarından geçtik. Trafik sıkıştı. Dilenciler ve çamur gibi bezlerle arabaların camlarını silmeye çalışan partal çocuklar akın ettiler. Bizim payımıza topal bir çocuk düşmüştü. Kara yağlı elini bana doğru uzattı, camın ardından duyamadığım birşeyler söyledi. Sarı-siyah bir deri torbaya takılmış iki boncuk gibi parlayan gözlerine baktım. Hiç tepki veremedim. Tam araba hareket ederken çocuk işaret parmağıyla orta parmağı arasına sıkıştırdığı baş parmağını cama, burnuma dayadı, yumruğunu iki kere salladı. Dikiz aynasından, hızlanan araçların arasında topallayarak yolun kıyısına kaçtığını gördüm. Karaköy’ü, Beşiktaş’ı geçtik.

Asaf ikinci kez evlendikten sonra Ortaköy’de yıllarca yalnız yaşadığı evden ayrılmıştı. Eski, taş bir binada bulunan yüksek tavanlı, beyaz duvarlı, geniş büyük pencereli daire, İtalyan filmlerini hatırlatan yuvarlacık balkonuyla neredeyse el sürülmeden, bunca yıl öncesinden hatırladığım görünüşüyle donup kalmıştı. Bürosunda tanıştığımız avukat Tim’i ve beni eve götürdü. Bizi tek tük eşyanın üzerine atılmış ve perde yerine pencerelere asılmış tozlu çarşaflar karşıladı. Dört kat merdiven çıkmıştık, girer girmez sıcaktan, evin ağır havasından kurtulmak için balkon kapısını açmak zorunda kaldık. Çenesi düşük bir adam olan avukat yarım yamalak bir İngilizceyle Tim’e, evin bakımsız kaldığını, sıkı bir tamirden geçmedikçe oturulacak durumda olmadığını ama satmak isterse hemen alıcı bulabileceğini anlatıyordu. Tim buraya ilk kez geldiğini, babasının hatıralarıyla biraz başbaşa kalmak istediğini söyleyerek adamı başımızdan savdı. Avukat gittikten sonra odadaki tek koltuğun üzerindeki tozlu çarşafı toplayıp bir köşeye attı, koltuğa Türkler gibi bağdaş kurup oturdu. Bu Asaf’ın koltuğuydu. O da aynen böyle kurulurdu bu koltuğa. Herşeye hakim bir cemaat lideri, bir guru gibi. Gülümseyerek “Pek de umduğum gibi çıkmadı," dedi. "Kaç pound eder dersin? Burayı satıp anneme Londra'da ufak bir ev alabilir miyiz?" Duvardaki bir çivi deliğine ve bir resim çerçevesinin bıraktığı belli belirsiz ize bakarak, zamanında orada hangi resmin asılı olduğunu hatırlamaya çalışıyordum. Asaf'ın yatağı şurada dururdu işte. Burada da müzik seti. Burası onun "yemek - yatak - çalışma - sevişme ve geri kalan herşey" odasıydı. Tim "Senin için her köşede bir hatıra var tabii," dedi. "Pek bir daldın. Ne yazık ki benim için berbat bir mezbeleden ibaret. Haydi biraz anlat, babamın buradaki hayatını canlandır gözlerimin önünde. Yazar sensin, haydi. Nereden başlayalım? Babamın yazılarını arayalım mı?” Sarhoşluğum geçmeye başlamıştı. Ama başım hala dönüyordu. “Bir tuvalete gidip geliyorum,” dedim.

Tuvaletin lambası bozuktu. Kapı aralığından sızan ışıkla klozete denk getirip işedikten sonra yüzümü yıkadım. Tuvalette biraz uzun kalmış olmalıyım. Neredeyse sendeleyerek odaya döndüm.

Tim yoktu.

Bütün odalara baktım, yoktu. Balkondan dışarı baktım, yok. Issız sokak sıcağın altında buğulu buğulu, sessiz bir yaz felaketine uğramış ve terkedilmiş gibi uzanıyordu. Bir bebek ağlaması duyuluyor, bir evin açık penceresinden dışarıya doğru havalanan tül perde, havada donup kalmış gibi asılı duruyordu. Kapının arkasındaki anahtarı alıp, bir koşu karşı bakkala indim. Bu mahalle bakkalını hatırlıyordum. Eskiden gazyağı ve baharat kokan küçük dükkan, deterjan kokulu bir "mini market"e; sabahları Asaf’a gazetelerini getiren halim selim bakkal da tezgahın arkasındaki duvarda asılı, renkli bir fotoğrafa dönüşmüştü. Oğlu, o zamanlar 8-9 yaşında bir çocuktu, şimdi kapı önünde çekirdek yiyen, çember sakalı, şalvarımsı pantolonu ve beyaz namaz takkesiyle olduğundan çok daha yaşlı gösteren, kızgın bakışlı bir genç adam olmuştu. Apartmanın kapısından çıkan, 15-16 yaşında yabancı bir çocuk görüp görmediğini sordum. Görmemişti. Bir an polisi aramayı düşündüm. Ama sonra vazgeçtim. Herhalde Tim bana bir şaka yapıyordu. Belki de bir şeyler almaya çıkmıştı. Yarım saat sonra kolunda yiyecek içeceklerle dönebilirdi. Biraz beklemek için tekrar yukarı döndüm.

Odada duramadım tabii ki. Kuş pislikleri ve isli, çamursu bir tabakayla kaplı olan balkona çıktım. Bakkalın oğlu kapının önüne çıkmış, gölgede dikiliyordu. Balkonda beni görünce kuşkuyla bir an baktı, sonra gözlerini kaçırdı.

Herşeyi başlatan, biraz da bitiren, bu balkonda Asaf’ın bana Emel’le yaşadığı ilişkiyi itiraf etmesi olmuştu.

Yaklaşık on sene önce, yine böyle insanın göz kapaklarını aşağıya doğru çeken, omuzlarına yük bindiren sıcak bir günün sonunda, Asaf’la birlikte bu balkonda içiyorduk. Hava kararmasına rağmen henüz serinlik çıkmamıştı. Asaf'ın müzik setinde bir kasetten Chet Baker'ın söylediği My Funny Valentine tekrar tekrar yükseliyordu. Asaf arasıra böyle, bir şarkıya takar, sürekli aynı şarkıyı dinlerdi. My Funny Valentine'ı bir kasete arkalı önlü defalarca kaydettirmişti.

Çok parasız bir dönemimdi. Yazdığım senaryodan bir haftadır para alamamıştım. Asaf’tan borç istemenin planlarını yapıyordum. Asaf normalde çok konuşkan bir adam olmasına rağmen nedense bir sessizlik havasına girmişti. İkiz oğulları Ulaş ve Deniz’i biraz önce annelerinin, Asaf'ın eski karısı Yıldız’ın evine bırakıp gelmiştik. Asaf belki de eski karısını gördüğü için bozuktu. Sanat galerisi sahibi, zengin bir adamla evlenen kadın, her karşılaşmalarında, Asaf'a kötü bir iki laf etmeden duramazdı. Kadınlar karşısında çok rahat, umursamaz biri olan Asaf'ın, Yıldız karşısında dili bağlanıverirdi.

Bir komşu balkondan ızgara kokuları geliyordu... Balkon demirine yaslanmış, elimizdeki viski bardaklarında buzları tıngırdatıyor ve karşımızda uzanan tepeye yayılmış yüz bin ışıklı pencereye bakıyorduk. Yüz bin evin açık pencerelerinden TV haberlerinde, Güneydoğu’da çıkan çatışmalarda şu kadar “terörist”in öldürüldüğünü bağıran spikerlerin sesleri yankılanıyordu. Yüz bin evde fluoresan lambaların soğuk ışığıyla aydınlatılmış odalarda, yazın bile el örgüsü yelekleriyle erkek çoraplarını çıkarmayan solgun, zayıf anneler iç geçiriyordu. Yataklı divanlarda oturmuş yüz bin babaanne, yayıldıkları yerde gitgide bunayarak, hiç bir şey anlamadan bakıyorlardı TV’deki “terörist” ölülerine. Yüz bin evde liseyi bitirdikten sonra üniversiteye giremediği için askere alınacağı günü bekleyen yüz bin oğul ayna karşısında sıkıntıyla aynı anda sıkıyordu ergenlik günlerinden beri geçmeyen sivilcelerini. Bunların bir kısmı, davullu zurnalı uğurlamalarla gittikleri yerden hiç dönmeyeceklerdi. Balkonlarda üst tarafları çıplak, göbekli, yüz bin orta halli aile babası; gündüzün aşağılanmalarını, hiç bir yere yetişmeyen maaşlarını, avuçlarından kayıp giden hayatlarını rakıya boğarak unutmaya çalışıyordu: “Sonra buna dedim ki, benden memnun değilsen burda bir dakika bile durmam abi, işte kapı, bana iş mi yok, vurdum kapıyı çıktım”. Hemen aşağıda sokak kendi hayatını sürüyordu. Mahallenin yoksul oğlanları maç anlatan TV spikerlerini taklit edip, kendi üç metrelik şutlarına tezahürat yaparak top oynuyorlardı... “Romario sağdan bastırdı, geliyor Romarioo”. Bu inanılmaz sıcakta kara çarşaflara sarınmış bir kadın, top oynayan çocuklardan çekine çekine, altı-yedi yaşındaki oğlunun elinden tutmuş bir yere koşturuyordu. Oğlanın gözü topçularda kalmıştı. Bir apartmanın kapı önünde oturmuş, çekirdek yiyen kapıcı kadınlar Kürtçe sohbet ediyorlardı... Bakkal, dükkanının önünde çekirdek çitliyordu. Bir komşu, sarhoş ve eski solcu ya da belki de ne çaldığını bile bilmeyen bir komşu sanki bizim Chet Baker'a, televizyon gürültülerine inat yapıyormuş gibi, bayram değil seyran değil, “Enternasyonal”i bağırttırmaya başladı bozuk bir teypten. Derken yatsı ezanını okumaya beş-on saniye farkla başlayan iki müezzinin sesleri iki minareden farklı farklı çınlayarak ortalığa yayıldı.

“Yahu Asaf,” dedim. “Şu hale bak. Nereye gidiyoruz? Bu memleketi artık hiç anlamıyorum”. Asaf tabii ki neyi anlamadığımı anlamıştı, “Oğlum hayat senden daha hınzır bir yazar. Bu hiç bir şey olmuyormuş gibi geçip giden hayatlarımız bir gün gelip öyle bir yere varacak ki, hepimiz apışıp kalacağız”. Enternasyonal hala devam ediyordu, “Bir filmde bir sahne yazsam” dedim, “ve Enternasyonal’le ezanı aynı anda ses kuşağına yerleştirsem herhalde herkes, sevgili ülkemizin inanılmaz karmaşasını anlatmak için çok ucuz bir simge bulduğumu söylerdi. Eleştirmenlerden tut arkadaşlarıma kadar herkes beni yerin dibine batırırdı. Ama bak, işte gerçek hayat: Enternasyonal ve ezan sesi aynı anda Türkiye’nin orta halli bir sokağında duyulmakta...” Asaf’la aramızda böyle hafif kitabi bir üslupla konuşmayı severdik. Asaf güldü, “Sen kafayı yemişsin, herşeyi yazılacak bir şey gibi görüyorsun”. Sustu, düşündü, ben de sustum.

Asaf nefesini tuttu, sonra patlar gibi, “Umur, sana bir şey itiraf edeceğim," dedi. "Ama bunu bir yerde yazmak, ileride bir filmde falan malzeme olarak kullanmak yok, kimseye de söylemeyeceksin”.

En küçük tereddüt belirtisi vermeden, “Yazmam,” dedim. “Ben yaşadığı şeyleri hop iki tık tık yazan bir adam değilim ki, tabii ki yazmam, enternasyonal meselesini öylesine bir örnek olsun diye verdim.” İşte böyle, en yakın arkadaşına bile rahatça yalan söyleyebilen biriyimdir.

Asaf sözcükleri bir bir tartarak, “Başım belada Umur,” dedi. “Ne gibi?” dedim. “Emel gibi,” dedi. Anlamamıştım, “Emel mi?”

Asaf “Biz beraberiz,” dedi. Ağzımdan bir “Yapma!” çıktı. “Yaptım,” dedi Asaf. “Yaptık yani”.

“E, Kaya?” dedim. Kaya, Emel’in beş-altı yıllık sevgilisi ve taze kocasıydı. Asaf “Onunla ilişkisi kalmadı gibi,” dedi. “Aynı evde iki yabancı gibi yaşıyorlar. Ruhu bile duymadı”.

Doğrusu hiçbirimizin ruhu duymamıştı. Emel ve Kaya’yı bir hafta önce arkadaşlar arasında evlendirmiştik. Emel, Kaya'nın ailesinin bütün ısrarına rağmen parasızlığı bahane ederek gelinlik giymemiş, küçük bir teyp haricinde müzik istememiş; bizler, bir de çok çok yakın aile efradı dışında kimseyi davet ettirmemişti düğüne. Şimdi Asaf'ın yatağının başucunda yere atılmış bir fotoğrafta, hepimiz, nikah akşamı gittiğimiz Kaya’nın ailesinin Silivri’deki yazlığında, bahçede kurulu tahta bir masanın çevresinde toplanmış, feci sarhoş hallerde görülüyorduk. (Şu arkada kazara kadra girmiş, avurtları dolu, öfkeli suratlı adam Kaya’nın babası, emekli albay Sırrı Bey). Ortamızda, masanın üzerinde, Kaya’nın yaptığı içi oyulmuş karpuzdan bir fener duruyordu. Kaşlı gözlü, içinde bir mum yanıyordu. Ortada sıradan düğünlerde rastlanmayan türden bir elektriğin olduğunu; bir ayıp, bir kıskançlık, bir günah, bir günah tanımazlık olduğunu çok derinde bir yerde hepimiz hissediyorduk belki. Ama bu günahı başka yerde arıyorduk. Asaf'la Emel arasında bir ilişki olduğunu nasıl tahmin edebilirdik?

Tuttum o geceden bahsedecek oldum. “Ya, daha geçen hafta yemekler yapıp nikahlarını kıymadık mı? Deftere imza bastılar. Vesikalık fotoğrafları aynı sayfaya yerleştirildi. Hepimiz nasıl eğlendik... Al, resmi bile orada duruyor.” “O Emel’in manyaklığı,” dedi Asaf. “Emel bana... ayıptır söylemesi, aşık... aşık oldu. Bana kızdı, çocuğu da alet ediyor böyle işlere... Onların adı karı koca.”

Emel’in ona niçin kızmış olabileceğini tahmin ediyordum. Asaf kızlar arasında çok tutulan biri olmasına rağmen, kimseye bağlanmamakla meşhurdu. Kimseye aşık olmazdı, ya da yıllardır kimseye aşık olmadığını söyler dururdu. Arkadaş olduğumuzdan beri pek çok ilişki geçirdiğini, hiç birine yeterince değer vermediğini, çoğunu bizimle bile tanıştırmadan sadece laf arasında renklerine göre andığını ("dün gece bir sarışın yatağımı şenlendirdi") biliyordum. Bir çok gizli ilişki yaşadığını, arkadaşlarının sevgililerini ayarttığını biliyordum. Bunları Emel'in de biliyor olması gerekirdi. Asaf çapkınlık hikayelerini hepimizin yanında anlatırdı. Ama belli ki Emel, Asaf’dan fazla bir şeyler bekliyordu. Ya da ne bileyim, bu işlere akıl ermiyordu ki...

Ben kendi halimi düşünüyordum. Asaf'ın itirafıyla içine düştüğüm zor durum maddeler halinde şöyle özetlenebilirdi: 1. Emel ve Kaya'yı iki yıldır tanıyordum. İkisi de iyi arkadaşımdı. 2. Asaf'ı üç yıldan biraz fazla bir zamandır tanıyordum, çok çok iyi arkadaşımdı. 3. Üçünü de neredeyse hergün görüyordum. 4. Aynı grup içinde, yine hergün gördüğüm, hepsinden eski arkadaşım Fırat da tanıştığı günden beri Emel'e gizlice aşıktı. Aşkını sadece bana ve Asaf'a anlatmıştı. 5. Asla sır tutamazdım. Beni iyi tanıyan Fırat, sık sık "Bu çocuğun ağzında bakla ıslanmaz abi," derdi.

Üstelik ertesi gün de Emel’le, çalıştığı “kadın dergisi” için, yazdığım son senaryo hakkında ropörtaj yapacaktık. Şu parasını alamadığım senaryo hakkında. Birden aklıma Asaf'ın da Emel’in de Kova burcundan oldukları geldi. “Burçlarınız uyuşuyor aslında,” dedim. Asaf kızgın kızgın yüzüme baktı... “Neyse, boşver burçları murçları,” dedim. “Çok parasız kaldım Asaf, bana biraz borç çıksana, iki üç gün idare edecek kadar”. Asaf para konusunda beni hiç kırmazdı.

YARIN: BURÇLAR