Saturday, 18 June 2011

Aşkın Alfabesi - F - Film


"Film karakterleri ışıktan ve karanlıktan yapılmışlardır. Yanar söner, bir belirir bir kaybolur, söyledikleri şeyleri hemen unutur, hiçbir sözlerinde durmazlar." Asaf'ın Emel'le ilişkisini itiraf edişinden bir hafta on gün kadar sonra benim düzenbaz yönetmenle Bodrum’a gitmiştim. Sözde senaryo üzerinde, çekim öncesi son bir "cilalama" çalışması yapacaktık. Yönetmenin evinde içip içip çıkmış, arabayla biraz dolanıp Gümüşlük'te bir balık lokantasında oturmuştuk. Senaryomun kötülüğünü, karakterlerin tutarsızlığını, diyalogların manasızlığını böyle laflar ederek örtbas etmeye çalışıyordum. Yönetmen ne istediğini, ne aradığını bilemeyen zavallı biriydi ama senaryonun kötü olduğunu görecek kadar da bu işten anlıyordu. Bodrum seyahatini İstanbul’dan biraz uzak kalırız diye kabul etmiştim. Ama daha yola çıktığımızda, arkadaşlarımdan ayrı kalmak, hergün yaptığımız şeyleri yapamamak, üstelik kendisini sinemacı sanan bir tüccarla bir hafta geçirecek olmak dokunmaya başlamıştı. Bütün gün yönetmenin kaprisleriyle uğraşmaktan başım şişmişti. Bu senaryoyu kabul ettiğime, senaryoyu yazıp bir de üstünde defalarca oynamaya razı olduğuma, bu adamla buralara kadar geldiğime artık iyice pişmandım. Neyse ki otomatik vitese aldığımda hiç durmayan çenem sayesinde sıkıntımı hiç çaktırmıyordum.

Bodrum seferimiz, o gece hayatımı temelinden değiştiren bir tanışmayla aydınlandı.

Yönetmen salatasından bir çatal dolusu marulu yoğurda bulayıp, bıyıklarına bulaştırarak ağzına tıkıştırırken senaryo üzerine sallama laflar yumurtluyordu: “Abi bak, kızla oğlanın yeni tanıştığı sahneyi böyle mıy mıy mıy diyaloga boğmuşsun. Olmaz. Bana böyle kol gibi taş gibi sinema sahnesi lazım. Verhoeven mesela, öyle mi yapıyor. Herif alıyor kızı, rank diye böbrek yataklarına kadar koyuyor, görsellik böyle olur, apışıp kalıyorsun. Ama bizim sinemacı geçinen ibnelere sorsan...” Önüme gelen henüz dokunmadığım levrek, ızgarada yanmış tek gözüyle bana göz kırpıyor, "şu masayı bir tekmede devir, mezeleri adamın kafasına geçir, ilk İstanbul otobüsüne atla git" diyordu. O sırada dinleniyormuşuz duygusuyla sağa döndüm ve az ilerimizdeki barda oturan dünyanın en güzel, en ince, en kırılgan, en saydam, en esmer, en uzun saçlı kızının, bize baktığını farkettim. Vücuduna sıkı sıkı oturan, kolsuz, bordo bir elbise giymişti. Sanki bir yerden tanıyordum bu kızı ben. Çok tuhaf bakışları vardı. Kara gözleri insana bir çeşit çaresizlik, korunma isteği verecek kadar iriydi. Hani filmlerde uzaylı yaratıklar insan kılığına girerler ama hep bu dünyanın yabancısı olduklarını belli eden bir tavırları, bir sakil halleri kalır ya, öyle güzeldi bu kız. Hem çok güzel hem çok yabancı. Yanında güzelce bir kız arkadaşıyla oturmuş, bizi seyrediyordu. Üstelik onları farkettiğimi gördüğü halde dudağının kıyısındaki ısrarlı, alaycı bir kıvrımla dimdik bakmaya devam etti. Hemen gözlerimi kaçırdım. Meğer benim meşhur yönetmeni tanımışlar, o yüzden dikkatle bakarlarmış; sonradan anlaşıldı.

Kendisini dinlemediğimi, bir sorusunu cevapsız bırakmamdan anlayan yönetmen çakal gözleriyle lokantayı taradıktan sonra kızları hemen tesbit etti. Bir iki bakışmadan sonra, bana döndü "Ancak düzüşürsen yazacaksın anlaşıldı" dedi, "Bu gece bendensin, senin şu abaza hallerine son veriyoruz". Yerinden kalkıp bara doğru seğirttiğinde engel olmak için hiç bir şey yapamadım. Kaşarlanmış çapkın hareketleriyle kızların yanına yaklaştı. Ne söylediğini duyamıyordum. Yerin dibine geçmek üzereyken, kızlar masamıza davet edilmiş ve daveti kabul etmişlerdi bile.

Adının Işık olduğunu öğrendiğimiz ve gerçekten büyülü bir çeşit ışık saçan kız, dört yıldır Amerika’da sinema okuyordu. Los Angeles’ta oturuyordu. Evet, aksanı sürekli İngilizce konuştuğu için biraz bozulmuştu, hayır tabii ki 19 yaşından çok daha büyüktü. Evet, baba parası yiyordu. Hayır, hiç bir Türk yönetmenini beğenmiyordu. Fellini'yi beğeniyordu. Tarkovski'nin Kurban'ını beğeniyordu. Bergman'ı beğeniyordu. Coppola ve Scorsese'yi beğeniyordu. Ne kadar akıllı bir kızla karşılaştığımı, bizim yönetmenin ne mal olduğunu hemen anlayıp benimle ilgilenmeye başlamasından çıkarmıştım.

“Alakamızı uyandıran bir kişiyi, bizce meçhul ve meçhullüğü ölçüsünde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisi sayesinde girebileceğimizi düşünmek, yeni bir aşkın başlangıcından başka neyi ifade edebilir?”

Asaf hayatının aşkı "Hafif Hanım"a yazdığı ve bize de okuduğu mektupların birinde böyle demiş, bu paragrafı okuyup “Tanpınar cümlesi gibi olmuş” dediğimde gülmekle yetinmişti.

Işık yazdığım bir-iki filmi görmüştü: "Direction hepsinde berbattı ama o felaket filmlerin arkasında duyarlı bir yazar olduğunu anlamıştım, bir şey daha söyleyeyim mi, bu kadar genç olacağını bile tahmin etmiştim".

Duyarlı genç yazarın içindeki, daha da duyarlı işgüzar tırtıl uyanmış, hatta başdöndürücü bir hızla kozasını örmeye başlamıştı. Hemen o sabah, kozadan buruşuk kanatlarını güneşe doğru açan rengarenk bir yaratık çıkacak ve mahmur mahmur çevresine bakınıp aşkın diliyle konuşmaya başlayacaktı.

Sarhoş olduk ve masada ani bir samimiyet havasına girdik. "Fellini'nin kendisini anlattığı kitabı okudun mu, Umur? Ben, Fellini. Çok güzel bölümler var. Hele, daha iki haftalıkken ölmüş çocuklarıyla ilgili bir bölüm var ki... Ağladım okuduğumda". Okumuştum Işık. Evet, onu da okumuştum. Ama bu elimi tutmanı gerektirmezdi.

Lokantadan çıkıp kıyıda uzun uzun yürümüştük. Issız bir kumsalda kendimizi bulduğumuzda sabaha yaklaşıyordu. Dördümüz de, hep olduğu gibi sarhoştuk. Benim yönetmenle diğer kız “Sean Connery’ye ne kadar benziyorsun... - Bütün gece söyleyecektim, sen de Jodie Foster’a benziyorsun, ama memelerin daha büyük” aşamasına gelip bizden uzaklaşmışlardı.

Işık kimseye benzemiyordu. Bu gece hiç bir filme benzemiyordu. İyi ki benzemiyordu. Deniz jelatinden mamul yumuşacık bir örtü gibi kıyıya hafif hafif dokunuyordu. Karanlıkta kumlara oturduk. Hemen elinin altında bulduğu bembeyaz bir şeytan minaresiyle oynamaya başladı. "Bak ne güzel". Şeytan minaresi o karanlıkta, avucunun ortasında, sanki Işık'tan yayılan görünmez ışıltıyı yansıtıyormuş gibi bir an pırıldadı, kısa bir selam çaktı, söndü: "Merhaba."

Işık bu selamı almak yerine, zalim bir hızla karar verip şeytan minaresini denize fırlatıverdi. Suda çıkan zayıf sesi taklit ederek "Cup!" dedi, "Tarih oldu artık. Kimbilir kaç yüz yıl sonra yeniden bir insanın eline geçer". Denizin dibine doğru süzülüp yosunların arasında kendisine bir yer edinen, o büyülü ışıltıyı bulduğu anda kaybeden zavallı şeytan minaresini gözümün önüne getirdim, sonra hemen unutmak istedim; hiç bir zaman unutamayacağımı o an tabii ki bilemezdim.

Yönetmen taslağıyla öbür kız iyice uzakta, kumların üzerine devrilmişlerdi. Işık onları ekmeyi önerip, beni üstü açık arabasıyla yazlık evlerine götürmüştü. Annesi babası mavi yolculuğa çıkmışlar. Ev, pahalı dergilerde resimlerini gördüğüm, “Mehlika Hanım Bodrum’daki yazlık evinin karolarını İtalya’dan seçmiş” türünden bir evdi. Lassie marka bir köpek tırnakları “İtalyan” karolar üzerinde gıcırtılar çıkararak peşimizde dolanıp durduydu. Işık bana çok güzel, küçücük bir şişeden bir yudum bile içemediğim renksiz bir içki koydu. Bardağı verirken dudaklarıma dokundu. "Güzel ağızlı şey!" Hiç inanmadığım halde, kendimi çok uzun zamandır ilk kez güzel hissettim, uzandığımız divanda ömrümün geri kalanını hiç şikayet etmeden geçirebilirdim. Boynunun kokusuna çarptım ve gözleri kör eden bir ışık içinde geniş, yemyeşil bir vadi üzerinde kanatlarımı açıp, süzülmeye koyuldum. Çok uzun süredir kimseyle sevişmiyordum, sevişme konusunda bildiğim herşeyi unuttuğumu, donup kıpırtısız kalacağımı ve bu kokular cennetinde kaybolacağımı sandım. Ama herşey çok kolay oldu. Hiç çaba harcamadan içgüdünün kaygan, buğulu kurdelasında kayıp, sıcak sonsuz bir havuza düştüm ve yüzme bildiğimi hatırladım.

Bu karanlık suyun sırrı nedir, bu yumuşacık bembeyaz derin su balıkları kimlerdir, her yerimi öpüyorlar, açılıp kapanan yüz binlerce ağızlarıyla rengârenk köpüksü yaratıklar, vücudum mayhoş deniz analarına, hiç bir botanik kitabında kaydı olmayan görülmemiş yosunlara değip değip geçiyor, hava kabarcıklarının peşinden suyun aynamsı yüzeyine doğru kendimi itiyor, yükseliyorum.

Sesler, sözlerle dile getirilebilen dünyaya geri döndüğümde hala Işık’ın içindeydim. Nefesimi dengelemeye çalışıyordum. Işık, sanki bacaklarının arasındaki ben değilmişim gibi kulağıma “aşkım... aşkım...” diye fısıldıyordu. Çıplak, terli sırtım bir an için ürperdi, bunu açık pencereden gelen serin esintiye yordum.

Sevişme sonrasının, sanki biraz önce insanın en eski, en şiddetli ayininde kendinden geçenler biz değilmişiz gibi barış içinde, yorgun argın konuşmaları: “Ne güzel bilezik, hiç çıkartmaz mısın bunu?”, “Yok, uğurum o benim... Indian...”, “Hint işi mi yani?”, “Öyle indian değil, stupid, yani american indian... Kızılderili bir kadından aldım.”

“Böyle bir yumuşaklığa çok uzun zamandır dokunmamıştım.”, “Sevgilin sert bir kız mı?”, “Yok ki...” “Aaa, çıktığın biri yok mu yani?”, “Yok, çok uzun zamandır senin gibi birini bekliyordum”, “Çok komik herifsin sen, burcun ne bakiym?”, “Koç...”, “Ay aman iyi, kovasın filan diye korkuyordum. Koçlarla iyi anlaşırım ben...”, "Kovalardan çok çektin galiba", "Abi allah korusun, benden uzak dursun kovalar"... “Sen... Senin burcun ne?”, “Tahmin et...”, “Oğlak?”, “Yok canım, oğlağa benzer yanım var mı?”, “Kova mı yoksa?”, “Amaaan...”, “Balık?”, “Hayır bilemedin...” “Yengeçim deme...”

“Niye demeyeyim? Yengeçim işte... Sevmez misin yengeçleri?”, “Boşver, öylesine soruyorum... Ben aslında burçlara murçlara inanmam. Her burç bir benim için... Mühim olan...”

Mühim olan şu ki, aşk hayatımı ve kadınlarla erkekler arasında geçen her şeye bakışımı mahveden yengeçler içinde Işık, en basmakalıp yengeçti. En kötü yengeç özellikleri onda kristalleşmişti sanki. Burçlara inanmam ama kendi hayatımdan çıkardığım sonuçlara göre, “yengeç”ler “koçlar”a çok kısa bir süre içinde büyük bir hayranlıkla bağlanır, sonra bu hayranlık yine çok kısa bir süre içinde büyük bir hayal kırıklığına ve neredeyse nefrete dönüşür ve burçlara inanmayan benim gibi biri bile doğumunda belirlenmiş saçma sapan yıldız haritalarının kurbanı olabilir.

Bodrum’da kaldığımız bir hafta Işık’la gece demeden, gündüz demeden, ev demeden, tekne, deniz demeden seviştik. Işık aşkta sır ve sınır tanımıyordu. Hayatta bir kurtuluş varsa böyle birini bulmaktır diye düşünüyordum. İstanbul’a onunla birlikte döndük. Bir ormanda, dünyanın en güzel ve gözden ırak köşesine arabayı çekip, yatık koltuklarda seviştik. Kulağıma son defa “aşkım, aşkım” diye fısıldadığını, bunun son sevişmemiz olduğunu bilsem ne yapardım? Işık kot pantolonunu çekip düğmelerini iliklerken, “Galiba bir filmdeyiz biz” demiştim. “Evet, filmdeyiz, happy end sahnesi. Bak kamera bizi çekiyor. El sallasana kameraya.” Şakadan anlamıyormuş gibi, tişörtünü sırtına geçirip, arabayı çalıştırmakla yetinmişti. Aşkımızın gerilerde, ucuz masal ülkesi Bodrum’da kaldığını, Işık’ın içindeki hain yengeçin uyandığını hala anlamamak için, benim kadar körkütük aşık olmak lazımdı herhalde.

YARIN: Gerilim