Tuesday 21 June 2011

Aşkın Alfabesi - H - Hediye

Asaf o hafta çocukluğundan beri ilk kez doğum gününü kutlamaya karar verdi. "Sen kovasın, yazın nasıl doğum günü kutlayacaksın?" dediğimde; asıl doğum gününün 23 Haziran olduğunu anne-babasının taa şubat ayına kadar onu nüfusa yazdırmak için beklediklerini, bu yüzden nüfus kağıdında kova, gerçek hayatta yengeç olduğunu; artı doğum günü ne olursa olsun, bizi bir araya getirecek büyük bir nedene ihtiyaç duyduğumuzu söyledi. Kaya ve Emel’i arayarak evinde yemeğe davet etti. Kaya, Fırat’ın gelip gelmediğini sormuş. Asaf geldiğini söyleyince Kaya “o zaman biz gelemeyiz” demiş. Asaf bunun üzerine iyice bastırmış, "Ne yani, beni doğum günümde yalnız mı bırakacaksınız?" demiş. Kaya’yı şüphelerinin tamamen saçma olduğuna ikna etmek için Fırat’ın Gülsen’e evlenme teklif ettiğini bile anlatmış. Fırat bunu duyunca biraz kızdı tabii. Bunu sadece ajansta çıkan rezaleti kısa kesebilmek için yaptığını, Kona kamyonları için yazdığı başlık alternatiflerini unutturabilmek için evlenme teklif etmek zorunda kaldığını söyledi. Gülsen barışmaya razı olmuş, ama o da evlilik hikayesinin uzak bir gelecekteki soluk bir belkiden ibaret olduğunu biliyormuş. Üstelik evlilik konusunda Asaf'ın iki sene önce söylediği şeyleri unutmamış, kendi görüşleri de aynen Asaf'ın görüşleri doğrultusundaymış.

Asaf yemek yapmayı pek bilmediği için, o akşam bol bol makarna pişirmiş, koca bir salata yapmış, çeşit çeşit peynirler almış, şaraplar açmıştı. Fırat, Gülsen ve ben önceden gidip akşam erkenden şaraba başlayarak kafayı bulduk. Asaf'a bir hediye almam gerekiyordu. Ama fazla param yoktu. Ben de bir sokak satıcısından, sallayınca içinde kar yağan plastik bir küre almıştım. Altına da şöyle bir not yazmıştım: "Mutlu yıllar. Sana doğum gününde Dünyanın Merkezi’ni hediye etmek istedim. Bence Dünyanın Merkezi tam elinde tuttuğun yerdir. Bana gülüp geçebilirsin. Ama bana inanırsan, sen de Dünyanın Merkezi'ni elinde tutabilirsin. Eh az şey değil, bu bir inanç meselesi."

Asaf hediyemi aldığında pek bir şey söylemeden gülmekle yetindi ve küreyi Fırat'ın hediye ettiği 1970'lerin porno filmleriyle dolu kasetle, Gülsen'in hediyesi "cep data-bank"ın yanına koydu. Kaya ve Emel'in gelip gelmediğini soran Gülsen'e gayet emin bir tavırla, "Gelecekler" dedi. Sonra mutfakta bana neden bu kadar emin olduğunu açıkladı. Çünkü Kaya Emel'i ne kadar kıskanırsa kıskansın, grupla birlikte takılmayı bir çeşit meydan okuma gibi görüyor ve kaçmayı gururuna yediremiyor olmalıydı. Yoksa çok önceden, bu meselenin kokusu daha ilk çıktığında, bizi- özellikle Fırat'ı- görmeyi bırakmış olmaları gerekirdi.

Salatayı, tabakları salona getirdiğimizde, Gülsen Asaf'ın kazara masanın üzerine bıraktığı cüzdanından, nüfus kağıdını çıkarmış, kahkahadan kırılarak vesikalık fotoğrafına bakıyordu: "Valla burada daha çok benziyorsun Leonard Cohen'ciğime". Asaf saçları şimdiki gibi kırlaşıp uzamadan, yüzüne bir kişilik gelmeden önce çektirdiği bu fotoğrafta dudaklarının üzerine takma gibi duran bir bıyık eklenmiş olarak kameraya gülümsüyordu. Cüzdanını Gülsen’in elinden aldı “Ya hepimizin gerçek yüzü vesikalık resimlerimizdeki gibiyse...” dedi ve Talking Heads’in Little Creatures albümünü koydu Dual pikabına. "Düşünsenize, tarihe kendi her günkü suratlarımızla değil, şu vesikalık fotoğraf suratlarımızla geçeceğiz"...

Işık’la Bodrum’dan döndüğümüzden beri bir kere, geçiştirme bir yemek bahanesiyle görüşebilmiştik. Yeni sevgilimi, beni anlayan ilk kadını, hayatımı kurtaracak iyilik perisini bizimkilerle tanıştırmayı çok istiyordum. Oysa yengeçler kraliçesi, İstanbul'a vardığımız saatlerden başlayarak bana karşı pek soğuktu. Gündüz telefonda yalvarmalarım sonuç vermemişti. Çıktığımız yemekte dünyamı karartan sözleri tekrarlıyor, belki de bir hata yaptığını, bana fazla umut verdiğini, sevgili olamayacağımızı söyleyip duruyordu. Zaten iki hafta sonra Amerika’ya, okuluna dönecekti. Hayatı Amerika’daydı. Oradaki İtalyan sevgilisinden mektuplar gelmişti. Evet, benimle çok güzel vakit geçirmişti, ama burada bırakmalıydık, tatil bitmişti.

Ben de bitmek üzereydim. Yengeçleri çok iyi tanıdığım halde başıma gelen mükerrer facialara inanamıyordum. Bizimkilere tabii ki işin aslını anlatamıyordum. Sözde esrarlı bir hava yaratarak adını bile söylememiştim yeni sevgilimin. Şarabın verdiği güzel cesaret duygusuyla dolunca Işık’ı tekrar aramaya karar verdim. Asaf, Gülsen ve Fırat'ın meraklı bakışları altında, gülümseyerek evinin numarasını çevirdim. Uzun uzun çaldırdım. Elimde telsiz telefon, bizimkileri odada bırakıp koridora çıktım. Tam herhalde evde değiller diye kapatacağım sırada Işık’ın annesi telefonu açtı. “Işık evde mi acaba? Ben Umur...” Işık biraz “rahatsız”dı. Odasından pek çıkmak istemiyordu, bütün gün kendini kapatıp müzik dinlemişti. O kadar çok ısrar ettim ve sevimlilik numarası yaptım ki, kadıncağız üzgün üzgün kızına seslenmek zorunda kaldı. Telefona gelen Işık’ın sesi uyuşuk, sadece benden değil her şeyden vazgeçmiş bir havadaydı. Ya sarhoştu, ya da başka bir şeyler içmişti. Benimle konuşamayacağını söyledi. Ben ateşli aşık ısrarıyla Bodrum’da olağanüstü güzel vakitler geçirdiğimizi, her yanı Bodrum’a çevirebileceğimizi (ne tuhaf dil sürçmesi) anlatıyordum. “Bak sana hep bahsettiğim arkadaşlarımla beraberiz, yemek var, şarap var. Sen de gelsen hem onlarla tanışırsın, hem de görüşmüş oluruz... Böyle bitirecek değiliz ya...” Işık çok derinlerden, çok uzaklardan bir sesle "Neden bitirmeyelim?" dedi, "Gümüşlük'teki şeytan minaresini hatırlıyor musun? Birbirimize değip geçtik işte, şimdi bitirsek beni hep güzel, parlak bir şeytan minaresi gibi aklında tutacaksın. Neden herşey böyle kolay olmasın". Sustum. İçimden "Şeytan minaresi sen değilsin, benim; beni böyle fırlatıp atamazsın" demek geliyordu ama sustum.

O sırada kapı çaldı. Asaf yanımdan geçip kapıyı açtı. Kaya’yla Emel gelmişlerdi. Beni kulağımda telsiz telefon, koridorda dikilmiş, allak bullak bir yüz ifadesiyle susarken görünce (Işık da karşı tarafta susuyordu) şaşırdılar. Asaf sessizce içeri girmelerini işaret etti. Kaya ve Emel meşhur çalışma-yatak-oturma-yemek ve geri kalan her şey odasına geçerken Asaf mutfağa gitti.

“Hep böyle susacak mıyız?”, “Umur, seni üzmek istemiyorum. Çok tatlı çocuksun. Ama, susmaktan başka çarem yok... Anla beni.” Tatlı çocuk anlıyordu da anlamak istemiyordu. Telefonu büyük bir çöküntü içinde, herşeyden umudumu kesmiş bir vaziyette kapattıktan sonra döndüğüm odada sessizlik hala sürüyordu. Fırat boş viski şişelerine bakıyor, Kaya’yla Fırat arasındaki büyük kavgadan haberi olmayan, ama Emel'e çoktan beridir gıcık kapan Gülsen, pikapta çalan "Lady Don't Mind"a ıslıkla eşlik ederek kasetleri karıştırıyor, Kaya ve Emel sessizce odanın bir köşesindeki yer yatağında oturuyorlardı. Sanki biraz önce gayet neşeli bir konuşma yapmışım, dünya umurumda değilmiş gibi odaya daldım ve “N’abersiniz millet?” dedim.

Emel neşeli olmaya çalışarak “Haberler sende yavrum, yeni yengemizle ne zaman müşererref oluyoruz” dedi. “Yenge”nin biraz hasta olduğunu, önümüzdeki hafta tanışacaklarını söyledim. “Nasıl tanıştınız?” diye sordu Emel, muhabbetli bir hava yaratmak için.

"Gümüşlük'te bir lokantada oturuyorduk.” diye anlatmaya başladım. “Bütün gün yönetmenin kaprisleriyle uğraşmaktan başım şişmişti.” Konuşan kızarmış balık sahnesine pek güldüler. Tam Işık’la tanıştığımız anı anlatırken Asaf içeri girdi, “Şarap mı, rakı mı, bira mı, ne?” diye sordu Emel’le Kaya’ya. Fırat kendi kendisine viski dolduruyordu. Hikayeme devam edecektim ki, Emel “Burcu ne burcu?” diye atıldı. Yengeç olduğunu söyledim. Bu acı gerçeği zaten daha önce öğrenmiş olan Fırat bize bakmadan “hıh hıh” diye güldü. Emel bir kahkaha attı. Kaya pis pis ikisine baktı. “Oğlum, ne içiyorsunuz, söyleyin de servis yapayım...” dedi Asaf. Emel evde yüklerini alıp çıktıklarını, biraz bira içseler yeteceğini söyledi. Kaya, Emel ve Fırat'ın gülüşlerinden başka bir mana çıkararak kızmış, hiç konuşmadan ayağa kalkıp pencereden dışarı bakmaya başlamıştı.

Biralar gelene kadar yine sessiz kaldık. Talking Heads bir yerde takıldı, aynı kelimeyi tekrar etmeye başladı. Gülsen hemen plağı kaldırdı. O yeni bir müzik aranırken içeri giren Asaf iki şişe birayı Emel’e uzattı ve bana “N’oldu sen çapkınlık maceranı anlatmıyor muydun?” diye sordu. Gözüm Kaya’da, tedirgin, dudak büktüm. Emel gülerek, “Çapkınlık deme oğlum, oğlan hayatının en heyecanlı aşkını yaşıyor, sesi titriyor anlatırken” dedi. Ama Asaf onu dinlemedi. Sinirli sinirli sigara içerek pencereden bakan, sırtı dönük Kaya’ya bakıyordu. Damdan düşer gibi “Bir dakika, öncelikle halletmemiz gereken bir mesele var burada” dedi. “Bütün geceyi kıskançlık gerilimiyle geçiremem.” Kaya bize baktı. Asaf birden Fırat’a döndü, Emel’i işaret ederek “Oğlum senin bu kızda gözün mözün var mı?” dedi. Fırat hiç beklemediği bir saldırıyla karşı karşıya kalmış gibi, önce Gülsen’e bir baktı, sonra dehşetle “Yok canım...” diye kekeledi. “Nereden çıktı şimdi bu?” Asaf Emel’e döndü, Kaya’nın kulaklarına kadar kıpkırmızı olmasına aldırmadan, sanki özel hayatlara da hiç çekinmeden müdahele edebilen bir kabile büyücüsü gibi, “Kızım senin bu delikanlıda gönlün var mı?” dedi. Emel sinirli sinirli güldü. “Buraya bu saçmalıklarla uğraşmaya mı geldik? Ben bütün bunları unuttuk, arkadaşlığımızı yeniden tesis edeceğiz sanıyordum”... Gülsen Fırat’ın başına dikilmiş, bilmediğim ne var der gibi bakıyordu.

Asaf derin bir nefes aldı. “Arkadaşlar bakın, bu yaşıma kadar bir sürü arkadaş grubum oldu. Bin kişiyle gezdim tozdum, yedim, içtim, sıçtım... Bir tek sizinle gerçekten anlaştığımı ve mutlu olduğumu hissediyorum... Siz de öyle düşünmüyor musunuz? Bugüne kadar ne hoş vakitler geçirdik. Bir düşünün, başka kimle, arabaya atlayıp, yıldız yağmuru görmek için taa Kilyos'a gider insan, gecenin ikisinde?”

Bir keresinde gazetede o gece sabaha karşı dörtte meteor yağmuru olacağını okumuş, Asaf'ın arabasına doluşup soluğu Kilyos’ta almıştık. Şehir ışıklarından uzakta, karanlık bir kıyıda, uzun zamandır yıldızları bu kadar açık seçik göremeyen bizler, kumlara oturup kalmıştık. Ucuz kanyak şişeleri. Bir battaniye üzerinde sıkışıp birbirimize iyice yakınlaşmışız. Emel’in başı Asaf'ın dizlerinde. Asaf Gülsen’e yaslanmış, ben Emel’in dizlerinde kıvrılıyorum. Fırat ve Kaya birbirlerine yaslanmış şarkı söylüyorlar. Biz de bildiğimiz kadarıyla şarkıya eşlik ediyoruz: “Will you still need me, will you still feed me, when I’m sixty-four?”... Uykumuz gelmişti, Beatles’tan alaturkaya atlamış “Solsan da sararsan da” havalarında gezinmeye başlamıştık. Saat dördü geçmiş ama meteor yağmuru başlamamıştı. Neredeyse gazetedeki küçücük bir habere kanıp buralara kadar geldiğimize pişman olmak üzereydik ki, birden Emel kayan bir yıldızı işaret etti: “Bakın bakın!” Baktığımız yerde iki yıldızın daha kaydığını gördük. Ben biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Böyle, ateşler içinde büyük taşlar göreceğiz sanıyordum saf saf... Ama kim takar, bu haliyle de meteor yağmuru öyle güzel bir şeydi ki... Nereye baksan bir yıldız kayıyordu. Bütün hayatımda gördüğümden daha çok kayan yıldız gördüm o gece... Asaf haklıydı. O geceki gibi bir kardeşlik duygusunu ben de hiç kimseyle yaşamamıştım.

Herkes o geceyi hatırlayıp bir iç çekti ve başıyla onayladı Asaf'ı.

Asaf laflarını tarta tarta, “Anlıyorum,"' dedi. "Aşk ilişkileri karmakarışık şeylerdir, herkes en yakınındakine sarkabilir, dikkatli olmak lazım. Kıskançlık yerine göre gerekli olabilir. Ama bir Kaya’yla bir Fırat birbirini kıskanamaz arkadaşlar." Gülsen bir şey söyleyecekti ki, Asaf lafını ağzına tıkadı: "Bir Gülsen de bir Emel'i kıskanamaz, senin de hikayeni biliyoruz. Biz arkadaşız arkadaşlar. Lütfen birbirimize iyi davranalım, bu grubu kaybedersek yazık olur... Yalnız kalırız, bizi kurtlar kapar. Manasız kıskançlıklara gerek yok... Haydi, bana iyi bir doğum günü hediyesi verin. Barışalım. Eskisi gibi arkadaş olalım.”

Sessizlik Kaya’nın bağırışıyla bozuldu. “Ya içelim o zaman be, kayan yıldızlar gecesine içelim, ananas korum.”

Neşeyle kadehlerimizi kaldırdık. Kaya şaka yollu, "Yine de karıma göz koyan varsa, baştan bileyim" dedi, "Sabah'ın üçüncü sayfasında onun bir vesikalık fotoğrafı, benim de karakol köşesinde kanlı ellerimle resmim çıksın istemiyorum yani"... Hepimiz kah kah kah güldük. Sahnenin sonunu haber veren bir filmsel işaret gibi, telefon çaldı.

Sustuk. Asaf sinirli sinirli telefona bakıyordu. Üçüncü çalışta Fırat “Açmayacak mısın?” dedi. Emel güldü, “Asaf'ın telefon sapığı saati galiba, açmaya korkuyor”. Beşinci çalıştan sonra telesekreter devreye girdi. Önce Asaf’ın sesi: “Ben Asaf. Lütfen ama lütfen sinyal sesinden sonra mesaj bırakın.” Derken bir bip sesi. Ardından telesekreterin cızırtılı hoparlöründen “My Funny Valentine” duyuldu. Hepimiz kaskatı kesilmiştik. Kaya gülmeye çalışarak atıldı: “Abi aç, serinkanlı bir şekilde konuş herifle. Bizi de sapığın teki arıyordu zamanında, böyle hırıl hırıl sesler yapıyordu; bak canım şu an sana iki kontur girdi, şu an üç, konturlar beş oldu, altı oldu, saymaya başladım. Sen sana girecek telefon faturalarını düşün dedim. Herif şak diye kesti aramayı”.

Asaf onun söylediği tek kelimeyi bile anlamamış gibi Kaya’ya bakıyordu. Birden, derinlerden, alaycı olmaya çalışan ama uyuşuk bir kız sesi duyuldu telesekreterin hoparlöründen... “My Funny Valentine’ı hatırlıyor musun Asaf?.. Your Funny Valentine is back canım... Hafif Hanım yurda döndü... Happy Birthday!” Ben bu sesi bir yerden tanıyordum. Karnımdan bir sıcaklık boğazıma doğru hücum etti. Kızın sesi devam ediyordu: “Ben olduğumu tahmin edersin, ararsın sanıyordum. Neyse, aramadığına göre hayatın çok değişmiş olmalı... Artık seni rahatsız etmeyeceğim.” Filmlerde donmuş kare birden canlanır ya, Asaf da hayata dönmek için silkinir gibi bir hareket yaptı ve hızla telefona uzandı. Telsiz telefonu kaldırdığı anda biz müziği, karşı tarafın sesini duyamaz olduk. Asaf titreyen bir sesle telefona “Işık?” dedi...

Yavaşça yerimden kalktım, hiç sesimi çıkarmadan odadan çıktım. Herkes Asaf'a bakıyordu. Bana dikkat etmediler. Asaf telefona “Işık sen misin? Gerçekten sen misin? Canım; bugün aldığım en güzel hediye, bu telefon" diyordu. Sonra "Alo? Aloo!” diye bağırdı. Işık kapatmış olmalıydı. Sokak kapısından çıktım ve kapıyı sessizce çekip kapattım. Düğmeyi zor bela buldum ama, ışık yanmadı. Merdiven otomatiği bozulmuştu. El yordamıyla, karanlıkta duvarlara tutunarak aşağıya indim.

Yarın: Işık