Hikayeler, makaleler, röportajlar, şiirler, çeviriler, fotoğraflar, desenler ve notlar. Hatta bir roman.- Stories, essays, interviews, poetry, translations, photos, drawings, and some notes. And even a novel.
Sıra Nar’a geldi. Şimdilik son filmim, dolayısıyla hatıraları hala taze, film de yolun çok başında.
Türkiye son on yılda ciddi bir değişimden ve dönüşümden geçti, geçiyor. Çocukluğumuzun ülkesinde değiliz artık. Gücün ve paranın el değiştirmesiyle birlikte, resmi tarih değişiyor, değerli ve doğru bilinen şeyler değişiyor, yeni değerler ve doğrular yerleşiyor; korkulanlar, sevilenler, nefret ya da saygı duyulanlar değişiyor. Güzel memleketimizin krizi, darbesi eksik olmaz ama bu son yıllar gerçekten her şeyin derinlemesine alt üst olduğu ve belirsizliğin, güvensizliğin, kutuplaşmanın, inanç savrulmalarının dorukta olduğu, gerçekten tuhaf zamanlar.
Kalabalık bir grup insana bakınca ne kadar farklı olduklarını, aynı anda birbirinden bunca faklı düşünen insanın birlikte yaşamayı nasıl başardıklarını düşünürüm hep. İstanbul’un kalbi denebilecek İstiklal Caddesi’nin başında durup nehir gibi akan insanlara bir baksanız: Günümüz insanları, 1970’ler, 1960’lar, 19. yüzyıl... Sanki tüm bu zamanlardan saç baş, kılık kıyafet ve uçurumlarla ayrılmış bambaşka zihniyetler aynı anda yan yana yürür gibidir. Birbirlerine dokunmamaya çalışarak geçer giderler. Aslında fikir düzeyinde birbirinin yok olmasını isteyecek binlerce insan, yine de barış içinde bir şekilde yaşar. Nedir onları birlikte yaşatan?
Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda. Bence bir narın tüm tanelerini bir arada tutan kabuk gibi, bizi bir arada tutan şey, birbirimize duyduğumuz inançtır.
Peki ya o kabuk çatlarsa... Ya birbirimize duyduğumuz güven dahil inandığımız her şeyden kuşkuya düşersek... Ya adalet duygumuz kaybolursa... Ya, her insan kendi adaletini aramaya başlarsa... Çatlayan bir nar gibi, taneler her yere yayılmaz mı?
Nar çok yeni ve henüz seyirci kitlesiyle buluşmamış bir film. Bu kitap çıktığında da büyük olasılıkla filmi görmemiş pek çok insan olacak. O yüzden hikayesini özetlemek istemiyorum. Ama karşılıklı güvenin ve inancın, toplumdaki adalet duygusunun kayboluşuyla ilgili olduğunu söylersem herhalde hikayeyi ele vermiş olmam.
Kendi adaletini sağlamak üzere boyundan büyük işlere kalkışan, çok ezilmiş ve acılar çekmiş ve bu yüzden her şeye inancını kaybetmiş çaresiz bir kadının hikayesiyle başlıyor film. Onun yol açtığı olaylar başka üç insanın hayatını temelden değiştiriyor.
Apayrı şeylere inanan dört kişiyi bir evin içinde, yarım gün gibi kısa bir sürede adalet konusunda, kendilerine yarattıkları inanç dünyaları konusunda ciddi bir sorguya tabi tutmayı istedim. Bugün düştüğümüz belirsizlik ve güvensizlik ortamını, batıl inançla bilime duyulan inancın, naif idealistlerle büyük kötülükler olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir diyenlerin çatışmasını anlatmak istedim.
9 ve Ara gibi yine küçük bütçeli bir tek mekan filmi çekmek üzere yola çıktım. Senaryoyu yazmak araya giren başka işler yüzünden oldukça uzun vaktimi aldı. Gazetelerde çok sık karşıma çıkan hastane kazası haberlerinden, otobiyografik öğelere kadar ilham aldığım çok şey vardı yine.
Bugünlerde zihni iyice bulanmış köşe yazarlarının “vijdan” diye dalga geçtikleri “eski bir kelime”yi hatırlatmak istedim. Vicdan ya da vicdansızlık da filmin temel motiflerinden biri oldu.
Filmin yapımcısı Türker Korkmaz’ı çok uzun zamandır tanırdım ama birlikte çalışma şansımız olmamıştı. Türker, reklam filmleri yapıyor birçok filmde de ortak yapımcı ya da yürütücü yapımcılık görevi üstleniyordu. Selim Demirdelen’in filmi Kavşak’ın da yapımcısıydı. Nar’ın senaryosunu ona götürdüm ve ilk okuyuşta senaryoyu çok sevdiğini ve yapmak istediğini söyledi. Bir ön satış yapmadan, bakanlık vs desteği olmadan tamamen kendi yatırımıyla işe başladı. Oyuncular ve ben ücretsiz çalıştık. Türker’le proje boyunca çok çok iyi anlaştığımızı söyleyebilirim. Kendi özgün fikirleri olan ama bunu dikte etmek yerine öneri olarak sunabilen, tartışabilen, aynı zamanda kendi işini çok iyi yapan bir yapımcı. Filmin hazırlığında, çekiminde ve post-prodüksüyonunda olağanüstü uyumlu çalıştık.
Nar dört başrollü bir film. Bir rolü, arkadaşım Serra Yılmaz’ı düşünerek yazdım. Serra sevinerek kabul etti. Erdem Akakçe de senaryodaki tek erkek karakter için aklımdaki ilk isimdi. Diğer iki kadın oyuncu için bir çok alternatif düşündük. Casting sorumlusu Luiza Almızrak’ın önerdiği, benim tanıdığım isimler içinde en beğendiklerimiz İrem Altuğ ve İdil Fırat oldular. Özellikle uzun diyaloglu kimi sahneleri, uzun uzun prova yaptık. Ara günlerinde olduğu gibi oyuncularla evimde toplanıp sahnelerin üzerinden geçmek, kim neyi niye diyor, ne demek istiyor tartışmaları yapmak, kimi sahneleri tekrar tekrar prova etmek bende büyük heyecan yaratıyordu. Sonuçtabence oyunculuk açısından olağanüstü bulduğum birkaç bölüm çektiğimizi söyleyebilirim.
Daha önce çalıştığım ve çok iyi anlaştığım herkesi bu projeye davet ettim. Görüntü yönetmeni yine Türksoy Gölebeyi oldu. Sanat yönetmeni Elif Taşçıoğlu’ydu. Birinci asistan da Ses’te çalıştığım Toygun Başıdinç’ti. Ekibin diğer üyeleri Türker Korkmaz’ın önerdiği çok hoş ve çalışkan insanlardı. On beş gün boyunca şimdi kısa bir rüya gibi gelen bir çekim yaşadık. Hava muhalefeti dışında bir aksaklık görmedik. Kurguyu yine Çiçek Kahraman’la, ses tasarımını da yine Burak Topalakçı ile yaptık. Bu ekiple bundan sonra yapacağım her işte çalışabilirim diye düşünüyorum.
Filmin müziklerini Anlat İstanbul'dan beri tanıştığım ve işlerini sevdiğim Selim Demirdelen yaptı. Filme çok güzel eşlik eden bir soundtrack yaptı ve sözlerini benim yazdığım Nar Taneleri adında bir şarkı besteledi. Selim'le çalışmak sadece bir müzisyenle çalışmak değildi, yönetmen olduğu için çok uyumlu çalıştık. Film kapalı ve sınırlı bir mekanda geçmesine rağmen zengin bir ses kuşağına sahip. Düzgün teknik şartlarda seyredildiğinde seyirciye o evin çevresindeki sesleri, yoldan geçen arabaları, Boğaz'dan geçen tekneleri, rüzgarı ve yağmuru hissettirecek; evi ve çevresini yaşatacak bir ses tasarımı yaptık.
Filmin çoğunu Arnavutköy’de bir apartman dairesinde çektik. Arnavutköy sahili, Alibeyköy sırtlarında gecekondu mahallesi ve çok yoksul bir ev içi, İstanbul’a yakın Karadeniz kıyısında bir köy olan Yukarı Ağaçlı’da bir tepe.. dış mekanlarımız bunlardı. Filmin tüm gerilimini, hikayenin akışını temelde yine dört duvar arasında çözmek zorundaydım.
Filmlerim içinde en sevdiklerim 9, Ara ve Nar'ın bir üçleme olarak anılmasını isterim. Bu önceden düşünerek karar verdiğim bir şey değildi, ama yıllar içinde tema ve üslup açısından birbirine benzeyen bu üç filmi yaptım. Üçü de dar mekanlardan, mikro bir alandan geniş resme bakmaya çalışan filmler. Üçü de oyunculuk ve diyalog üzerine kurulu. Üçü de toplumsal dertleri temel alıp, küçük birey hikayeleri üzerinden o dertleri incelemeye çalışıyor. Bir hayalim istenirse bir çok ortak noktası daha bulunabilecek bu üç filmi birlikte izlenebilecek bir set haline getirip seyirciye sunmak.
Nar henüz yolun başında bir film, bu kitabı yayın hazırlıkları için teslim etmek üzere son kez gözden geçirdiğim bu günlerde sinemalarda ilk günlerini yaşıyor. Eleştirmenlerden olağanüstü olumlu yazılar ve tepkiler gelmeye devam ediyor. Bugüne kadar Antalya, Ankara Kuir Fest, Londra Türk Filmleri Festivali gibi yerlerde, ancak birkaç yüz kişilik seyirci gruplarıyla buluştu. Salonlardaki ve gelecekteki kaderini çok merak ediyorum.
Ümit Ünal’ın 2002’de İstanbul Film Festival’inde gösterilen ve çok ses getiren ilk filminin üzerinden neredeyse on yıl geçti. Bu düşük bütçeli ya da Ünal’ın o günlerdeki deyişiyle, no-budget-film’in gösterimi de tıpkı adı gibi kısa oldu, ama dramaturjinin ustalığı gibi gözden kaçacak gibi değildi. Tamamı dijital kamerayla çekilen ilk Türk filmi olan “9”, altı polis sorgusundan oluşan olağanüstü montajıyla gerilimi yüksek bir whodunnit çalışmasıydı: İstanbul’da, ilk bakışta sakin görünen bir kenar mahallede yabancı bir genç kız öldürülür. Sorgulamalar ilerledikçe, olayla ilgisi olabilecek mahalle sakinleri de gitgide içindekileri kusmaya, nefretlerini, gizli arzularını, antipatilerini dile getirmeye başlarlar. Kullanılan dijital aracın kısıtlı oluşu, filmin konusunu mükemmel bir şekilde görselleştirir: Cehalet ve dargörüşlülük, gizli kalmış takıntılar ve geçmişin karanlık olayları mahallenin sosyal iklimini ortaya koyar. Polislere gelince, ki sorgular onların perspektifinden –tanıklar dosdoğru kameraya bakmaktadırlar– filme alınmaktadır, iyi muamele etmekten uzaktır: Zanlılardan birini psikolojik şiddet yoluyla itirafa zorlarlar, ancak filmin sonunda, o da satır arasında sunulan ve katili işaret eden kesin kanıt, başka bir öykü anlatmaktadır.
Bununla birlikte “9”, bir metropol olan İstanbul’un ve heterojen İstanbullular’ın bir portresini de sunmaktadır; filmin kahramanları belirli sosyal çevreleri temsil eder: Oğluna duyduğu sevgiden gözü başka hiçbir şeyi görmez olan ve oğlunu çoktandır kontrol altına tutamadığını bir türlü görmek istemeyen sıradan, halktan bir kadın. Ona karşı koyamayan ve hiçbir şeyden hoşnut olmayan aylak oğlu ile kendini beğenmiş tavırları ve erkekler arasında dayanışmaya yönelik kurnazca çağrılarıyla polisin sempatisini kazanmaya çalışan arkadaşı. Geçmişte çok daha kötü sorgular atlatmış ve artık çoktandır kendi içine kapanmış olan bir komünist yaşlı kırtasiyeci, uzunca bir süre Amerika’da yaşamış olan ve cinayet kurbanını tanıyan ayyaş “Amerikalı” ve son olarak da işgüzar bir dürüstlükle çifte yaşamını gizlemeye çalışan aile babası bir fotoğrafçı. Cinayete kurban giden genç kadın, tanıkların anlattıkları ve ifadelerin arasına yerleştirilen fotoğrafçının amatör videosuyla belirginlik kazanır. Genç kadın, efsaneleriyle ünlü her şehirde karşımıza çıkan, hayallerinin peşinden koşarken yitip gitmiş başarısız insanları, kıyıda kalmış yabancıları temsil etmektedir.
Büyükşehir, insanın hayallerini koruyabileceği bir yer değildir – senaryosunu Ümit Ünal’ın yazdığı, yolları sürekli olarak kesişen aynı kahramanlarla beş farklı rejisörün çektiği, dolaylı olarak birbirine bağlı beş bölümden oluşan “Anlat İstanbul” da aynı şeyden söz eder. Film, bugüne taşıdığı masal motiflerini belli belirsiz takip eder. Kapalı yapısı ve kurgusuyla “9”un aksine “Anlat İstanbul”, özellikle de Beyoğlu sokaklarına bir saygı duruşu gibidir. Kamera, İstiklal Caddesi’ndeki renkli insan kalabalıklarının yarattığı keşmekeşin içine dalar, isteri halinde yanıp sönen neon reklamlara, tarihî binaların çökmüş temellerine, banliyöde bir villanın gözden ıraklığına odaklanmaktan keyif alır. Yüzeysel olarak bakıldığında “Anlat İstanbul”, “9”un mükemmel bir karşı savı gibidir. Alttan alta benzerlikler de vardır kuşkusuz: Ekibiyle birlikte Ümit Ünal, İstanbul’u yine farklı insanların bir araya geldiği bir yer olarak betimlemiştir ve kahramanlarını karakterize eden aşırı sosyal talep, hiç sona ermeyen kentsel uyarı bombardımanının adeta bir efekti gibidir. “9”un sade biçimini ve tasarımını sevenler, “Anlat İstanbul”da hayal kırıklığına uğradılar; filmin gösterildiği dönemde, bölümlerin fazla karmaşık ve rastlantısal olduğu, bölümlerarası bağlantıların tam olarak ikna edici gelmediği, şehrin görüntüleriyse yalnızca çarpıcı bakış açılarına göre seçildiği söylendi. Oysa bugün, Ünal’ın altı filmi kapsayan çalışmalarına topluca bakıldığında, filmlerin birbirine göndermede bulunduğu, birbirini tamamladığı ve sıklıkla da aynı konulara dönüş yaptığı görülebilir.
Örneğin Ümit Ünal’ın filmlerinde tekrar tekrar portresini çizdiği, ataerkil düzeni temsil eden bıyıklı erkek tipi gibi. İstanbullu genç entelektüel meslektaşlarım kimi zaman kendi sosyal tabakalarının sinemada yansıtılmadığından şikâyet etseler de, bu erkek tipinin hâlâ her yerde hazır ve nazır bulunduğunu ve bunun da anlatılması gerektiği beyan eden Ümit Ünal, 2007 tarihli “Ara”da genç eleştirmenlerin tam da bu talebini yerine getirdi aslında. 1965 doğumlu Ümit Ünal, kendi kuşağı hakkında düşünen ve bunun sonuçlarını filme dönüştüren az sayıdaki genç yönetmenden biri: “Ara”da, bir olayın geçtiği tek yer –bu sınırlı kullanım da yine “9”u hatırlatıyor–, Beyoğlu’nda eski bir binada, sahibesi tarafından film şirketlerine kiralanan ve ancak bir kısmı özel kullanıma ayrılan büyük dairedir. İki çift, on yıllık bir zaman diliminden sonra, hep birlikte ya da farklı ikili gruplar halinde, orada buluşurlar; tartışmaları ve çatışmaları, ihanetleri, aldatmacaları ve ümitsizlikleri, ilişkileri ve krizleri, hayatın getirdiği hayal kırıklıklarının üstesinden gelmeye çalışan kırk yaş insanı için son derece tipiktir. Kuşkuşuz bu filmde, cinsel rollere ilişkin klişelerin yaşanan gerçeklikle çatışması, yani insanın değişme olasılığı –ama magandalık ölçütü şiddet olmadan– da söz konusudur.
Bununla birlikte şiddet, Ümit Ünal’ın, Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarladığı bir sonraki filmi “Gölgesizler”in ana motifini oluşturur. Hangi zamanda nerde geçtiği belli olmayan bir köyde yaşanan korkunç bir ensest masalıdır bu: Köye bir yabancının gelmesiyle birlikte korkunç sırlar da gün ışığına çıkar. Baskın erkek kültürünün yerine, simgesel olarak, kayıp bir kadını hamile bırakan bir ayı geçmiştir. Öykünün kolayca değiştirilebilir diğer parçaları, Kafkaesk bir bürokrasi cangılının içine gömülen belediye başkanı ile her felaketten sorumlu tutulan, toplumun dışına itilmiş bir entelektüeldir. Kirli, bulanık renkler ve yalnızca yoğun bir kırmızının –yüzyıllardır akan kanı temsilen– patladığı donuk ışık, bıyıklı erkeklere rağmen evrensel bir öykü anlatan filmin estetik parametreleridir. Burada da yine “9”la benzerlikler vardır, bu defa dramaturjiye ve stilistiğe ilişkin benzerlikler; “Ara”yı da fotoğraflayan Ünal’ın kameramanı Gökhan Atılmış bu filmde monokromi elde etmek için renk filtreleriyle çalışmış – ki bu strateji de “9”da zaten uygulanmıştı.
Ümit Ünal’ın pek çok yeteneği var: Ustalıklı diyaloglar yazabiliyor ve oyuncularını en ufak ayrıntılara varıncaya değin yönlendirebiliyor. Son derece düşük bütçelerle iyi filmler çekebiliyor, ayrıca farklı türlerin kurallarına da hâkim. “Anlat İstanbul”un ölçüsüz isterisinde ya da psikolojik gerilim filmi “Ses”in (2009) simgeselliğinde kendini gösteren güçlü yönleri zaman zaman ona engel oluyormuş ya da birbirleriyle rekabet ediyorlarmış gibi görünüyor. “Ses”in konusu da, rollere özgü klişelerle çatışan kimlikler ve İstanbul’daki yaşamların çeşitliliği –ki bu noktada Ünal kendine sadık kalıyor–; ama “Ses” –estetik açıdan da– daha dağınık.
Ümit Ünal küçük, kapalı formun ustası, klostrofobik kurgunun büyücüsü, zarif yapıların üstün yetenekli mucidi. Yine de zaman zaman, bir an önce buradan çıkması gerektiğini düşünüyor sanki – sonuçta sınırları belli uzamlarının olağanüstü alacakaranlığına geri döndüğü sürece, bundan dolayı onu kim suçlayabilir ki?
Galiba üç gündür, karısı Dursun
Bey'e tek laf etmemişti. Bu onun kendince sessiz isyan yöntemiydi.
Bütün evlilik hayatları boyunca yani son otuz iki yıldır bir tek
kavga etmemişlerdi, sesleri bile yükselmemişti. Dursun Bey
karısını severdi. Karısı da onu. Otuz iki yılda birkaç kere
Selda Hanım susma eylemine girmişti. Son yıllarda bu susmalar
artmıştı. Hiç bir şey demeden, günlük hayatın akışını
bozmadan, temizliğini yemeğini akşam beş çayını aksatmadan
susardı Selda Hanım. Onun neden sustuğunu, küskünlüğün gerçek
sebebini Dursun Bey çoğu zaman bilemez, tahmin edemez, ancak susma
cezası kendiliğinden bitince anlardı. Çoğu zaman bu sebep sudan
bir kıskançlık, Dursun
Bey'in iki laf arasında ettiği düşüncesizce bir söz falan
olurdu. Dursun Bey ilk bir iki susma isyanında karısına sorular
sormuş, neden sustuğunu anlamaya çalışmış ama cevap alamayınca
vazgeçmiş ve işleri oluruna bırakmıştı.
İşin tuhafı Dursun Bey asla
bırakmazdı karısıyla konuşmayı. Sanki hiç bir şey yokmuş
gibi, cevap gelsin gelmesin konuşurdu. Havadan sudan bahseder,
televizyondaki dizilere yorum yapar, yemek ister, çay ister, bazen
bir kadeh rakı isterdi. Karısı da susmasına rağmen, sanki hiçbir
şey duymuyormuş gibi davranmasına rağmen itiraz etmeden
istenileni yapardı. Biraz önce de Dursun Bey'in yanındaki sehpaya bir bardak çay ve bir dilim kek bırakmış, sonra da sessizce taze fasulye ayıklamaya koyulmuştu.
Çocukları olmamıştı. Şehrin
merkezine oldukça yakın, deniz manzaralı nezih bir sokakta, Dursun Bey'in babasından kalma eski usul bir apartman dairesinde oturuyorlardı.
Dursun Bey “Bu sefer neden susuyor” diye geçiriyordu içinden ama asla sormayı düşünmüyordu. Ama yani bu suskunluk gerçekten
münasebetsiz bir zamana denk gelmişti. Ülke bir ateş çemberinden
geçiyor gibiydi. Sokaklarda Dursun Bey'in hiç anlam veremediği,
çoğu genç insanlardan oluşan bir kalabalık polisle çatışıyordu.
Hikayenin başını kaçırmıştı Dursun Bey, şehir merkezindeki
parkta ağaç mı kesmişler, bir şey olmuş, polis fazla gaz
bombası atmış, falan. Başbakan parka bir kışla yaptıracakmış.
Filan. Park- kışla hikayesi neydi, anlamıyordu Dursun Bey. Zaten
dışarı çıkmayı çok seven biri değildi. Kalabalıklardan
çekinirdi. Ne kışlası, orda kışla mı varmış? Kışla mı
yapılacak, alışveriş merkezi mi, otel mi? Ne? Hikayenin başı
kaçınca gerisi iyice karışık geliyordu. Yirmi gün boyunca
ağaçtı kışlaydı deyip sokaklarda vuruşanları, gaz ve basınçlı
su sıkılan bayraklı pankartlı kalabalıkları seyretmişlerdi.
Seyretmek derken o görüntülere otuz saniyeden fazla dayanamıyordu
Dursun Bey, hemen zaplıyordu. Karısı otuz saniye bile değil,
görür görmez gözlerini kapıyor ve “Ay ay ay, ay Dursun ay
Dursun!” diye bağırıyordu sadece. Sonra da “Allah ıslah
etsin, Allah bu milleti korusun” diye kendince bir dua ediyordu.
Gençken yaşadıkları “anarşi zamanı”nı hatırlıyorlar ve
çok korkuyorlardı.
Sadece bir kere bir kanalda beliren gaz
ve direnen kalabalık görüntülerinden birini zaplamaya
hazırlandığı anda, Dursun Bey'in parmağı havada kalmıştı.
Çünkü ekranda, canlı yayında kendi sokaklarının hemen girişindeki köşe
marketi görmüştü. Market sahibi Enis telaş içinde mallarını
toplayıp kepenklerini indiriyordu. Dursun Bey ve karısı o güne
kadar bir iki kilometre öteden duyulan sloganlar ve gaz tüfeği
seslerinin şimdi çok çok yakından geldiğini fark ettiler. Sonra
burunlarına tuhaf, çok pis bir koku geldi ve ne olduğunu anlayıp
pencereleri kapamakta çok geç kaldıkları için ikisi de deli gibi
öksürmeye başladı. Sokakta yüzlerce kişi vardı, atılan gaz içeriye de biraz
sızmıştı. Pencereleri kapadıktan sonra Dursun Bey bu nefesini
kesen gazın onu öldüreceğini düşündü. Ciğerleri patlayacak
gibiydi. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Karısı “Ay Dursun ay
Dursun, ay ay ay, Allahım yardım et bize!” diye bağırdı. Sonra
lavaboya yetişemeden kustu, banyo kapısının dibine yığılıp ağladı, ağladı.
Dursun Bey hayatta birkaç bayram ve
cenaze namazı dışında namaz kılmamıştı. Karısı Ramazan
gelince mutlaka oruç tutardı. Dursun Bey midesini bahane ederek onu
da yapmazdı. Ama ikisi de dua eder ve “Allah korusun”, “Allah
ıslah etsin” gibi deyişleri bolca kullanırlar ve kendilerini
dindar sayarlardı.
Kalabalık çabuk dağıldı, sesler
uzaklaştı ve geri gelmedi. Yine de Dursun Bey ve karısı sabaha
kadar pencereleri açmadılar. Korkudan ışıkları söndürüp
karanlıkta oturdular. İkisi de uyuyamadı. Sabahın ilk ışıklarında
sızdılar. Neyse ki sabah işe gitme sorunu yoktu.
Dursun Bey iki senedir emekliydi. 57
yaşındaydı. Bugüne kadar polisle başı asla derde girmemişti.
Polis karakolu denen şeyi sadece filmlerden ve dizilerden biliyordu.
Askerde bir yüzbaşıdan bir yanlış anlama yüzünden yediği
tokat hariç devletten hiç kötü muamele görmemişti. 12 Eylül
darbesinde üniversitedeydi. Siyasete hiç bulaşmamıştı. Okula
sorunsuz girip çıkan ve kimseden dayak yemeyen tek kişiydi. Ne
sağcılar ne solcular ne de polisler onu dikkate almışlardı.
Dursun Bey upuzun boyuna ve iri cüssesine rağmen, bazen saydam
olduğunu düşünürdü.
O gazlı geceden sonra biraz da kendi
güvenlikleri için, televizyonda çatışma direniş haberlerini
dualar ede ede daha dikkatle seyreder oldular. Meğerse binlerce kişi şehrin merkezindeki parkı korumak için işgal etmişti. Anlayamadılar. Sonra güzelim bir yaz akşamı polis parkın
olduğu meydana inanılmaz bir şiddetle girdi ve binlerce insanı gazla, zehirli suyla dağıttı. “Büfenin camına konmuş sineğe balyozla
saldırıyorlar sanki, n'oluyoruz?” dedi Dursun Bey karısına.
Polisi de anlamıyordu direnenleri de. “Neyin savaşını
veriyorlar? Neyi değiştirecekler ki? Neyi değiştirebildiler
bugüne kadar?” diyordu. Devlet güçleri balyozla her yeri dümdüz
edip meydandan geçmeyi yasakladı. Ertesi gün bir televizyon kanalı
“Park halka açıldı, şu an kimsenin girmesine izin verilmiyor”
dedi. Başbakan farklı kalabalıklara muzaffer bir konuşma yaptı.
Dursun Bey bu adama ısınamamıştı hiç. Siyasi sebeplerden değil.
Dursun Bey'i kimin hükümet ettiği ilgilendirmiyordu. Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. İktidarda kim olursa olsun
Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi. Yeter ki esprili olsun.
Efendi olsun. Güzel konuşsun. Sakin ve kibar konuşan düzgün
siyesetçileri beğenirdi. O ve karısı yirmi küsur yıldır oy
kullanmamışlardı.
“Dayağı yediler, artık pısar
kalırlar biter bu olaylar” diyordu karısına. Karısı ona cevap
vermiyordu. Bu kargaşada Dursun Bey karısının ona ne zaman
küstüğünü farkedememişti. Yanlış hatırlamıyorsa son
2-3 gündür o haberlere yorum yapıyor, elinde kumanda sürekli zap
yapıyor, karısı sadece bakıyor ve tek kelime etmiyordu. Dursun
Bey nasıl olsa geçeceğini biliyordu. “Devletle oyun olmaz, haklı
da olsan devlet bu, eğeceksin başını, yoksa koparırlar”
diyordu. Karısından hiç ses yoktu. Dursun Bey “Bitecek bu, böyle
böyle nereye kadar?” diyordu.
Ama isyan bitmiyordu. Kalabalıklar
meydanlardan zorla sürülseler de protesto için başka yollar icad
ediyorlardı. Kanallar arasında zaplarken boşaltılmış meydanın
ortasında heykel gibi dimdik duran bir adam gördü. Haber spikeri
adamın saatlerdir öylece dikildiğini, milim kıpırdamadığını
anlatıyordu. Adamın adı bir anda “duran adam” ilan edilmişti,
herkes ondan bahsediyordu. Bunun üzerine adamın yanına gelip
dikilen başka protestocular da çıkmıştı. Hem meydanda hem de
şehrin başka yerlerinde “duran adam”lar, “duran kadın”lar
belirmişti. Polis önce şaşkın ve kararsız kalmış sonra
kendisini canlı bir heykele dönüştürüp durduk yerde duran bu
insanları da “direnişçi” diye toplamaya başlamıştı. “Yahu
durduk yerde durmak da mı yasak?” diyordu Dursun Bey.
Karısı “Kızıl Gelinlik”
başlayacak değiştir şunu.” dedi.
Dursun Bey hayretle günlerdir ilk kez
konuşan karısına baktı. Karısı ona değil uçlarını kesip
ayıkladığı taze fasulyeye bakıyordu. Dursun Bey onun susma cezasını bitirdiğine içinden sevindi. Çok sevindi. Ama yıllardır hep
olduğu gibi, sevincini göstermedi. “Kızıl Gelinlik” onun da
tiryakisi olduğu diziydi. Yine de gayet sakin itiraz etti: “Hayatım
ya bu haber çok enteresan. Baksana insanlar durmaya başlamış.
Hiçbir şey yapmıyorlar. Duruyorlar öyle. Polis de duranları bile
topluyor.” Keyiflendi, gülerek “Yahu ne şimdi bunların suçu,
duruyorlar işte” dedi.
Tam yeni bir cümleye daha girecekti
ki, karısı elindeki uzaktan kumandayı kapıverdi. “Kızıl
Gelinlik”in oynadığı kanalı seçti. Sonra da kumandayı açık
pencereden aşağı fırlattı. Diziyi açmıştı ama gözü
yine fasulyelerdeydi.
Dursun Bey dehşetle, hayretle, biraz
da korkuyla karısına baktı. Selda Hanım hayat boyu ona karşı
böyle bir harekete kalkışmamıştı. İki kişilik huzurlarıyla
övünür, herkese “Biz bu evde yüksek sesle bile konuşmadık” derlerdi.
Elinden kumandayı kapmak? Pencereden atmak? Dursun Bey nefessiz
kalmıştı sanki. Bağırmaya çalışırken sesi incecik çıktı:
“Delirdin mi sen Selda?” Pencereye koşup aşağıya baktı.
Dursun Bey karısına baktı, ne
diyeceğini bilemedi. Derin bir nefes aldı. Doğrudan kapıya
yöneldi. Hızla döne döne merdivenleri indi. Gözleri kararıyordu
sanki,başı dönüyordu. Sokak kapısından çıkarken çevreye bir
bakındı. Sokaktan birkaç kişi geçiyordu sadece. Bir iki
pencerede dışarıyı seyreden komşular vardı. Herkes kendi
dünyasındaydı. Kimse dikkat etmemişti kumanda olayına. Gidip
kumandayı yerden aldı. Pilleri toplamaya çalıştı. Bir tanesi
eksikti, kimbilir nereye uçmuştu. Yine çevreye bakarken. biraz
ileriye park etmiş, kapıları açık bir polis arabasını
farketti, içinde iki polis ona bakıyorlardı.
Dursun Bey hemen başını çevirdi.
Bugüne kadar polisle başı derde girmemişti hiç. Elinde
kumandayla apartmanın kapısına yürüdü. Kapı kapanmıştı.
İtekledi. Olmadı. Kapının kendiliğinden kapanmasını sağlayan
düzeneğin üç dört yıl önce apartman yönetimi kararıyla
takılmasına Dursun Bey öncülük etmişti. Zile bastı. Ses yok.
Tekrar bastı yine ses yok. Dursun bey sokağın ortasına gelip
üçüncü kattaki açık pencereye “Selda” diye seslenecek oldu.
Ses yok, pencere boş.
Hava yavaştan kararıyordu. Dursun Bey
ürperir gibi oldu. Apartman kapısına gitti. Zile ısrarla bir kez
daha bastı. Sonra bir kez daha ve bu sefer parmağını çekmedi.
Bir kadın ona tuhaf tuhaf bakarak
geçti. Dursun Bey Başını kapıya yaslayıp dişlerinin arasından,
hiç etmediği küfürlerden birini etti. Neye kızmıştı karısı?
Neydi ki derdi? “Selda ya!” diye yukarı doğru avazı çıktığı
kadar bağırdı. O zaman polislerden birinin arabadan çıktığını
ve ona dikkatle baktığını fark etti.
Dursun Bey 57 yaşındaydı. Bugüne
kadar polisle başı derde girmek bir yana, bir polisle gözgöze
bile gelmemişti. Yere baktı. Sanki asıl derdi kumandaymış gibi,
kumandaya ve üzerindeki rakamlara baktı. Bir elini cebine soktu ve
öylece durdu.
Nasıl düşmüştü ki bu hale? Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. Ve evet, bazı tanıdıkları
gibi o malum haptan kullanmasına gerek yoktu sevişmek için. Ne
istiyordu daha karısı? Şimdi sokağa mı atmıştı onu? Polisten
yardım istese? Karım beni sokağa attı dese. Belki bir
maymuncukla...
Sonra gözleri yine polise kaydı.
Polis hala ona bakıyor ve yanına gelmek için sebep arıyordu
sanki. Dursun Bey birden, düşünceye dalıp fazla uzun bir süre
hareketsiz kaldığını, neredeyse şu yeni çıkan “duran
adam”lardan birine benzediğini farketti. Hemen duruşunu
değiştirdi. Bir ayağını öne attı. Kolunu duvara yasladı.
Polis hala bakıyordu. Gözlerini
ayırmadan yanındaki polise bir şey söyledi.
Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını
kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü.
İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı.
Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene
bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi
kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü
durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve
sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu.
Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse
de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim
olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.
“...her yere yayılmış yokluğun.
Sanki sen bir ülkeye dönüşmüşsün,
hatların da ufuk olmuş.
Bir ülkede yaşar gibi
yaşıyorum içinde.
Sen her yerdesin. Ama seninle
asla yüzyüze gelemiyorum.”
John Berger, “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar
Kadar Kısa Ömürlü”den.
SUMMERTIME
Bu şarkının Ella Fitzgerald ve Louis Armstrong’un birlikte söyledikleri eski bir yorumu hayatımın belirsiz bir evreye girdiği o zor günlere sesinin rengini verdi. Kazancı Yokuşu’nda oturduğum karanlık apartman dairesinde mono bir teypten, sokaktaysam ‘walkman’den durmaksızın Summertime’ı dinliyordum. Summertime beni içine alıyordu, beni kışkırtıyordu, düşlere sürüklüyordu. Her seferinde parçanın ortasına doğru “Tamam bu son, artık dinlemem” diyordum ama Ella Fitzgerald son defa “Hush little baby” deyip arkadaki büyük orkestra son notaları çıkarınca, sıcak bir kucağa geri döner gibi yeniden başa alacağımı ve sonsuza kadar bu şarkının ılık havasına kapanıp yaşamak istediğimi anlıyordum.
BEN
sakallı, yuvarlak gözlüklü, şişmandım. İzmir’deki bir sinema okulunu bitirmiştim. O günlerde, hep ünlü yıldızların oynadığı ve hep başkaları tarafından çekilen filmler için senaryolar yazıyordum. Kafayı Summertime’a taktığım günlerde beni askere çağırmışlardı. Hayat tabii ki bu yüzden zordu. 23 yaşındaydım, hayatta ne yapacağımı tam bilememekten kaynaklanan bir kararsızlığım vardı ve onu hergün belli saatlerde Rumeli Hisarı otobüs durağında görürdüm.
O
amerikalıydı. Sarışın, uzun saçlıydı. Saçını atkuyruğu yapıp arkasına salıyor, ekose etekler, soket çoraplar ve düz ayakkabılar giyiyordu. En çok 11-12 yaşında olduğunu tahmin ediyordum. 6o’ların masum Hollywood kızlarını hatırlatan garip bir güzelliği vardı. Çevresindeki arkadaşları, diğer amerikalı çocuklar, gürültücü aksanlarıyla bağıra çağıra ortalıkta hoplayıp zıplarlardı. Ama o başkaydı. Sanki başka bir zamandan, çok üzgün bir çağdan geliyormuş gibi otobüs durağının demirine yaslanır, uzaklara bakardı. Ancak kendisine birşey sorulursa konuşur, çok az gülerdi. Tabii ki ona aşıktım.
HİSAR KAHVE,
Rumeli Hisarı’nın oldukça yakınında, eski vapur iskelesinin karşısındaydı. Hemen hergün giderdim. Aslen arap olan kahve sahibinin, balıkçıların ve oraya takılan Boğaziçi’li öğrencilerin muhabbeti bazen sıkıcı olurdu ama çalışmak için evin karanlığından daha iyiydi. Pencerenin kıyısında bir masaya oturur, buğusu akan camların ardından kurşuni kış denizini seyreder ve ünlü şiiri düşünürdüm: “Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır”.
Yazmaktan sıkıldığım ya da muhabbetlerden tıkandığım bir anda saate bakar ve sevinçle onun durağa iniş vakti olduğunu görürdüm. Hergün saat dörde doğru durağın yanındaki merdivenden inerlerdi. Sanırım yukarıda bir amerikan okulu vardı. Beni beklerken görür ama gördüğünü belli etmemeye çalışırdı. Birbirimizi iyi tanıyorduk.
Otobüsü beklerken onun binlerce çille kaplı yüzüne, çocuksu bir öfkeyle yukarı kıvrılan üst dudağına, narin omuzlarına, ayak bileklerine bakardım. Çok inceydi. Bu incelik ona kırılgan bir güzellik veriyor ama aynı zamanda, insanda ölüme yakın olduğu duygusunu uyandırıyordu. Hatları hafifçe karanlıkta kaybolan bir Rambrandt figürü gibiydi. “Flu” bir kızdı. Onu güldürmeyi çok istiyordum. İngilizcem buna yeter miydi bilmiyorum. Tabii ki ingilizceden önce bir cesaret sorunuydu bu. Konuşacak cesaretim yoktu. Sadece izliyordum.
Hangi otobüs gelirse gelsin binerdik. Otobüste de onu izlerdim. Bebek’te iner, onu herkesten farklı yapan yalnızlığı içinde bir yokuşta kaybolur giderdi.
LOLITA
‘da buna benzer bir aşk vardı. Küçük amerikalım tam da Nabokov’un “su perisi” diyebileceği bir kızdı. Ama ben nedense kendimi Lolita’nın Humbert Humbert’ından çok Venedik’te Ölüm’ün imkansız aşığına benzetme eğilimindeydim.
Galiba onu ilk defa okullarının açıldığı bir güz günü görmüştüm. Bir kış boyunca günde sadece onar dakika izleyerek yüzünün ve vücudunun her çizgisini ezberledim. Ona isimler ve hayat hikayeleri yakıştırdım. Kazancı Yokuşu’nda şehrin en ağır ve lekeli sevişmelerinin yaşandığı geceler boyunca onu düşledim. Başka bedenlerde onu çocuksu beyazlığını aradım.
O GECE
İstanbul’da askere gitmeden önceki son gecemdi. Ertesi gün, bundan sonraki altı ayımı geçireceğim askeri birliğe teslim olmam gerekiyordu. Kendimi asker olarak hayal bile edemiyordum. Yaşadığı “sivil” toplumun kurallarından bile sıkılan benim gibi biri için, orduya uyum sağlamak çok zor olacaktı. Ben İstanbul’da kalmak, küçük amerikan güzelimle günde on dakikalar geçirmek, filmler yazmak, yapmak istiyordum. Oysa beni ışık yılları ötesinde haki renkli bir erkek kalabalığının içine gönderiyorlardı. Üstelik ülkenin çevresi ateşler içindeydi. Açıkçası korkuyordum. Basit bir “hikaye anlatıcı”ydım ben, orada işim neydi?
Birkaç arkadaşımla birlikte artık kullanılmadığı için kilitli duran Hisar İskelesi’ne girip kanyak içerek sarhoş olmaya çalıştık. Hafta sonu olduğu için küçük amerikalımı göremeyeceğimi biliyordum. Otobüs durağı ıpıssızdı. Kısa zamanda sarhoş olmayı başardık. Geçen gemilerin ışıklarını ve sahil yolunu dolduran “çıs-tap”lı arabaları seyrederken neredeyse neşelenmeye başlamıştım. Arkadaşlardan biri “Ülkenin gerçek yüzünü göreceksin, fena mı?” diyordu. Bu söz bizi güldürmeye yetiyordu. Sonra Taksim’deki otobüs yazıhanesine doğru yola çıktık. Gidişime az kalmıştı.
Kendimi otobüs şirketinin bekleme salonunda beyaz plastik sandalyelere oturmuş bir halde bulduğumda arkadaşlarımdan yeni ayrılmıştım, feci şekilde sarhoştum ve tabii ki kulağımda takılı kulaklıklardan Summertime’ı dinliyordum. İstanbul-İzmir hattı dışında ilk uzun yolculuğumdu bu. Çevremdeki insanların görünüşleri hatta aksanları oldukça farklıydı.
Sol avcumun ortasına tükenmez kalemle bir göz resmi çizmeye başladım. Bunu arkadaşlara şaka olsun diye sık sık yapardım. Göz çizili elimi kaldırıp gerçek gözümün üzerine koyunca garip bir görüntü olurdu. “Gözüm kapalı ama hala seni görüyorum”. Müslüman bir arkadaşım bunun kutsal bir imge olduğunu söyleyip günah işlediğim konusunda beni uyarmıştı. Çevresi arapça yazılar ve arabesk süslerle dolu kesik bir el resmi göstermişti. Elin ortasında kapkara gözbebekli bir göz vardı. Ben de eskiden gördüğüm bu imgeyi tekrarlıyordum belki. Ona yaptığım bu şakanın dinle bir ilgisi olmadığını söylemiştim.
Gözün son çizgilerini çizerken Summertime bitti. Kulaklıkları çıkardım. Geri sarma düğmesine basacakken ince bir ses duyuldu:
“I KNOW YOU”.
Sese döndüm. Kasıklarımdan karnıma doğru bir sıcaklık yükseldi. Küçük amerikalım yanımda oturuyor ve ilk defa, dünyanın en harika gülüşüyle gülüyordu bana. Kıpkırmızı olmuştum. İçki kokusunu duyurmamaya çalışarak, “Otobüs durağında karşılaşırdık” dedim. Gülümsedi ve elime ne çizdiğimi sordu.
Göz çizili elimi kaldırdım ve sol gözümün üzerine koyarak sözde şakamı yaptım. “Uu, korkunç oldun” dedi. Bu sırada bize doğru gelen bir yaşlı kadını, çok tipik bir amerikan ninesini gördüm. Küçük arkadaşıma bir bardak su ve bir hap verdi sonra küçümseyen ama meraklı bir bakışla bana doğru döndü. Amerikan güzelim onun bakışlarına aldırmadan “Nereye gidiyorsun?” diye sordu bana.
“Kastamonu’ya, beni askere alıyorlar da. Yarın asker olacağım”. Dertli dertli baktığımı görüp “Ne var ki bunda?” dedi, “Benim babam da asker. Sinop’ta”. Sinop’u bir sincap sevimliliğiyle burun deliklerinin oynamasına sebep olacak şekilde telaffuz etmişti. “Babam orada Amerikan Üssü’nde çalışıyor. Müthiş değil mi? Tam altı aydır görmüyordum onu”.
Yaşlı kadın karışma gereği duydu: “Arkadaşını tanıştırmadın bana”... Su perim hain bir bakışla ona döndü “Biz de yeni tanıştık büyükkanne”. Tekrar bana döndü, bu sırada ben elinde oynayıp durduğu plastikten küçücük bir bebeğe takılıp kalmıştım. “Bak, bu benim oğlum” dedi bebeği kaldırarak, “Onu ben doğurdum, dokuz ay karnımda taşıdım”...
“Alice!” diye bağırdı yaşlı kadın. Daha fazla dayanamamıştı anlaşılan. Daha sonra söylediği şeylerin çoğunu anlayamadım.
ALICE.
Adı buydu. Alice...Yüzü tekrar o çok iyi tanıdığım öfkeyle dolmuş, üst dudağı yukarı kıvrılmıştı. Başını eğdi, birşey söylemeden hızlı hızlı bacaklarını salladı.
Büyükkannesi bana bakmamaya çalışarak kolundan tutup kapıya doğru sürükledi onu. Otobüs kapıya yanaşmıştı bile. Otobüse bindiler. Alice son defa dönüp bana baktı. Oradaydı işte. Bunu bir hikayede ya da filmde yazmaya kalksam kimseler inanmazdı. Ama Alice oradaydı, benim de birazdan bineceğim otobüste...
Bu olayı bir yerde yazıyor olsam şimdi hemen onu uzak bir memlekete kaçırabileceğimi düşündüm. Buradan uzağa. Bu otobüs terminallerinden, zalim büyükkannelerden, askerlikten, bu pis sarhoşluktan uzağa. Çocuk resimlerine benzeyen, daha yumuşak renkli bir kayıp harikalar diyarına...
Zavallı ingilizcemle onu avutup dünyada yalnız olmadığını anlatabilir miydim? Geceler boyu onu düşlediğimi bilse korkar mıydı? Yoksa sevinir miydi? İnsan onun yaşında cinsel bir ilgi duyar mıydı? Ben nasıldım o yaşta? Zayıf bedeni benim tutkuma cevap verebilir miydi? Sadece parmak uçlarını, çilli alnını öpmek beni doyurur muydu?
“Hemşo, uyuyor musun, nesin?” dedi bir ses. Otobüsün muaviniydi. “Şu bavulunu verecek misin? Ağaç olduk burada...”
Otobüsün ön koltuklarından birine, şöförün arkasına oturdum. Geri baktığımda Alice’in büyükannesini görebiliyordum ama Alice koltuğun arkasında kalıyordu. Yaşlı kadın beni görünce hemen dönüp uzaklara baktı.
Boğaz Köprü’sünden geçerken uzakta Hisar’ın ışıklarını gördüm. İşte bu şehirden birlikte olmak isteyeceğim tek insanı da götürerek ayrılıyordum. Bir çeşit mucizeydi bu...
YOL ARKADAŞIM
genç, otuzlarında bir adamdı. Sol eli tamamen sarılıydı. Saçları üç numara traşlıydı. Dost olmaya çalıştım: “Askerden mi geliyorsunuz?”
Bilgiç bir havada gülümseyerek beni süzdü. “Hayır, içeriden”... “Ha öyle mi, suçunuz neydi peki?” dedim aptal gibi.
“Suçum yoktu” dedi, “İstanbul’da okuyordum. Ben kazara biraz çok okudum, anlarsınız ya. O kadar işte. Bir gösteride almışlardı. Yedi yıl mahkemem sürdü. sonra ‘masum’ bulup bıraktılar. Ama İstanbul’da yapacak birşeyim kalmadı artık. Bitti. Babamın evine dönüyorum. Bundan sonra n’aparım bilmem”...Acı bir gülümsemeyle bana bakarak sustu kaldı. Söylediklerinden birşey anlamadığımı düşünmüş olmalıydı. Önümüzde karanlık bir yol uzanıyordu. Teypten yükselen Küçük Emrah’ın şarkısını dinlerken şöförün üstünde asılı dijital saatin göz kırpmalarını izledim.
BİR DÜŞ
gördüm. Bir anıydı.
Küçükken okuduğumuz köy ilkokulunun bahçesinde eski bir bina vardı. Eskiden okulmuş ama o günlerde depo olarak kullanılıyordu. Amerikan yardımıyla gelen süttozu, soyayağı ve sabunlar fakir köy çocuklarına dağıtılmadan önce burada saklanırdı. Parlak teneke kutuların üzerinde tokalaşan biri türk biri amerikan iki el ne manaya gelir anlamazdık. Köy çocuklarını eğiten öğretmen anne babam da söylememişlerdi.
Aslında eski okulun daha ilginç hikayeleri vardı. Eski okulun arkasında birini mi öldürmüşler ne, yerde kalan kanı hala bağırırmış. Öyle derlerdi. Aslında köyün delisi kediyiyen Mahmut dışında duyan olmamıştı kanın sesini.
Hoş, biz çocuklar umursamıyorduk kanı manı, amerikan yardımını... Çünkü eski okulun arkasında daha hayati şeyler bulmak mümkündü. Çopur bir oğlan bana, eski okulun arkasında hayatın en mühim sırlarını açık açık anlatan resimler ve yazılar olduğunu söylemişti. Bir pazar günü kızkardeşimle bahçede oynarmış gibi yaparken yavaşça eski okulun arkasına dolandık. Bir resmin peşindeydik.
Sıvası dökülmüş bir duvarın üzerinde, yosunların ve ayıp yazıların arasında bulduk onu. Mağaralardan kalma bir üslupla bir dişi bir erkek organ içiçe çizilmişti. Ama neyin ne olduğu belliydi. Kızkardeşimle ben, anlayamıyorduk, neden kadınlarla erkekler böyle birşey yaparlar? Hem bacaklarımız arasındaki kedi yavruları duvardaki temsillerine göre ne kadar küçüktü. İşte tam bu sırada
kanın sesi
ni duyduk. Kanın sesi, eski okulun arkasından, bodrumdan geliyordu.
Kanın sesi.
Yalnız biz duyduk.
Kan
bağırıyor.
Kan bağırıyor,
bağırıyordu.
Gözlerimi açtım.
Otobüs bir mola yerinde durmuştu. Ağzım kupkuruydu. Saatime baktım. Üçü geçiyordu. Ne kadar uyumuştum? Otobüsün içinde bir bebek durmadan ağlıyordu. Kalktım, benden, bebek ve annesinden başka kimse kalmamıştı içeride. Alice ve büyükannesi de çıkmışlardı herhalde.
Otobüsten indim. Mola yeri bir felaketti. Renkli floresanlar ve küçük ampullerle aydınlatılan bir ‘restorant’ kısmı, Elvis Presley ve Marilyn Monroe’lu resimlerle süslü halılar satan bir hediyelik eşya dükkanı, bir benzin istasyonu... Bir kızlar korosu aynı tondan çok tuhaf bir ingilizce şarkı söylüyordu. Dikkat edince bunun arabesk bir şarkının tarzanca çevirisi olduğunu anladım.
‘Restorant’a bir göz attım. Başörtülü kadınlar ve bıyıklı karanlık adamlar koyu çaylar içerek hayaletler gibi oturuyorlardı içeride. Videoda Bülent Ersoy’un bebek emzirdiği bir film oynuyordu. Alice tabii ki yoktu ama bir köşeden bizim otobüs muavininin iki adam beni gösterdiğini gördüm. Adamlardan biri lacivert takım elbiseli diğeri pardesülüydü. İkisini de tanımıyordum. Benden ne istiyor olabilirlerdi?
Alice ve yaşlı kadın ilgilenmiş olabilirler diye hediyelik eşya dükkanına bile baktım. Yorgun bir tezgahtar çocuk uyukluyordu içeride. Marilyn Monroe arabesk süslerin ve halı ilmeklerinin arasından ona bakıyordu.
Benzin pompalarının yanına yanaşan bir volkswagen minibüs gördüm. Üstü çiçek resimleri ve barış işaretleriyle boyanmıştı. Arabanın önünde uzun saçlı sakallı, 70’lerin hippileri gibi giyinmiş iki adam vardı. Sanki o yıllardan beri kılıklarını değiştirmemişlerdi. İkisi de en az kırk yaşlarındaydılar. Biri diğerine, “Burası mı, emin misin?” diye sorduğunda türk olduklarını anladım.
Hala sarhoştum, başım dönüyordu, tuvalete gittim.
Yüzüme defalarca çarptığım soğuk su kendime biraz gelmemi sağladı. Bir ses “Sarhoşsun ha?” dedi.
Doğruldum. Yol arkadaşım genç adam pisuarların yanında dikiliyor, nedense aşağılayıcı bir havada bana bakıyordu.
Gülerek, “Evet, çünkü askere gidiyorum” dedim, “Adettenmiş biliyorsunuz. Askere teslim olmadan önce herkes böyle sarhoş olurmuş”.
“İçin bakalım” dedi, “ Ben hapse girdiğimde sizin yaşınızdaydım biliyor musunuz? Biz sizin gibiler için hayatımızı feda ettik. Size yepyeni bir hayat verelim diye. Siz n’aptınız? Bizi unuttunuz. Okullarda size iyi çocuklar olmayı öğrettiler. Oldunuz. Bizi hafızanızdan sildiniz. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın, bizi kafanızdan atamazsınız. Tarih, bilinçaltınızı dürtüp durur, rahatsız eder. Suçlusunuz. Yani suçsuz olduğunuz için suçlusunuz. Bu yüzden içmek hakkınız. İçin!”
Öylece bakıp kalmıştım söylediği şeylere. “Yanılıyorsunuz” diye kekeledim, “Ben o sizin bahsettiğiniz hafızasız kuşaktan değilim. Sizin yaptıklarınızı, sizin neler yapıldığını biliyorum. Üstelik bir gün gelecek bunların hepsini anlatacağım. Herkes herşeyi o zaman anlayacak”...
Güldü. Aynaya bakarak ezberden, çok çabuk ingilizce birşeyler okumaya başladı: “Fury said to a mouse, that he met in the house: ‘Let us both go to law, I will prosecute you. Come I take no denial. We must have a trial. For really this morning I have nothing to do’. Said the mouse to the cur: ‘Such a trial dear sir, with no jury or judge, would be wasting our breath’. ‘I’ll be judge, I’ll be jury’ said cunning old Fury, ‘I’ll try the whole cause-
burada bana döndü-
..and condemn you to death’”...(*)
“Ne demek istediğinizi anlamıyorum” dedim.
Tekrar güldü, “Alice diyarında harikalar” diye mırıldandı, “Wonders in Aliceland”...
İyice rahatsız olmuş bir halde, son birşey söylemek için ellerimi iki yana açtım. Birden gözü sol elime takıldı. Dikkatle baktı. Çok şaşkın, yanıma yaklaştı, elimi tuttu. Çekmek istedim, bırakmadı. Avucumu çevirip ortasına çizdiğim gözü inceledi. Tekrar bana baktı. Birşey söylemek ister gibi dudakları kıpırdadı. Tekrar göze baktı. “Bilmiyordum” diye mırıldandı sonunda, “Özür dilerim kardeşim, demek sen de bir hikaye anlatıcısın”...
“Evet ama bunun bu gözle ne ilgisi var?” diyecek oldum.
Sevgiyle gülerek sargı içindeki elini gösterdi, “Seninle aynı cinsten insanlarız anlamıyor musun?”
Sağlam elini omzuma koydu. “Ah kardeşim, sen de aynı çileli yollardan geçeceksin. Ama dışarı çıkmayı başarabilirsen...”
“Dışarı?” diye sözünü kestim.
“Dışarı çıkmayı başarabilirsen, eğer seni severse, seni anlatıcı olarak seçtiyse...”
“Kim?” dedim, söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.
İyice yaklaştı “Söyle, doğumun yakın mı?”
Benim yerime tuvaletin kapısından bir ses cevap verdi: “Çok uzak moruk be, çok uzak”...
İkimiz de kapıya döndük. Otobüs muavinine benim hakkımda birşeyler soran iki adam kapıda duruyorlardı. Yüzlerinde çok saldırgan bir ifade vardı. İkiz robotlar gibi hareket ederek hızla yanımıza geliverdiler. Yol arkadaşım korkudan buz kesmiş gibi onlara bakıyordu. Adamların kel kafalı olanı sol elimi tuttu, göze dikkatle baktı. Onu itip kurtulmak istedim. “N’oluyoruz?” Bıyıklı olan şak diye silahını çekti. “Kıpırdama pezevenk!”, o da elimdeki göze baktı, “Tamam bu iş” diye mırıldandı.
“N’apıyorsunuz yahu?” diye bağırdım.
Yol arkadaşım acı dolu bir yüzle, “Konuşma sakın!” diye bağırdı. Fakat sözünü tamamlayamadı. Bıyıklı adam silahının kabzasıyla yol arkadaşımın çenesine sert bir darbe attı. Arkadaşım bayılarak yere yığıldı kaldı.
“Siz kimsiniz? Ne hakla...” diye bağırıyordum ki, kel kafalı suratıma sert bir tokat attı. “Kes lan vatan haini köpek! Her şeyi biliyorsun, her şeyi anlatacaksın ha?” Bir tokat daha şakladı. İçimden inanılmaz bir ses yükseliyordu.
Yol arkadaşımın elini tutan bıyıklı, “Sonunu görmek ister misin?” dedi ve elin sargısını ucundan tutarak bir hamlede açıverdi. Eli kaldırıp bana gösterdiğinde dehşet içinde kaldım. Yol arkadaşımın sol avucunda artık kapanmaya başlamış bir yara izi vardı. Avcu tam ortasından delinmişti. Bıyıklı, eli sallayarak “İşte biz vatan hainlerine, kendi kafalarından hikayelere uyduran köpeklere böyle yaparız” dedi, “Akılsız herifler, bu güzelim memleketin sizden çektiği yetmedi mi? Ne istiyorsunuz?”
“Birşey istediğim yok” diye kekeledim, “Yarın askere teslim olacağım, bırakın beni”...
“Asker?” diye kahkaha attı kel kafalı adam, “Bununla askerlik yaptırırlar mı sana be?” Elime çizdiğim gözü gösteriyordu.
“Bunun ne manası olabilir ki” diye güldüm, “Bu sadece bir şaka, şaka olsun diye çizdim”...
Kel kafalı gülmeye başladı: “Tamam tamam hayecanlanma. Biz de şaka yapıyoruz zaten”, sonra birden ciddileşti “Ama artık şaka bitti”.
Birden elimi bilekten tutup duvara bastırdı. “Vatana ihanetten suçlu bulundun. İki şahit eşliğinde cezan hemen verilecek”.
Bıyıklı olanı yanımıza seğirtip beni sıkı sıkı tutarken kel kafalı, silahının namlusunu elimin ortasına gözün tam üzerine bastırdı. Korkudan kıpırdayamıyordum. Gözlerimi kapadım. Boğazımdan ulumaya benzer bir ses çıktı. Silah patladı.
Hiç acı duymamıştım. Gözlerimi açtım ve kel kafalı adamın şakağında kırmızı bir leke, ağzından kan sızarak faltaşı gibi açık gözleriyle bana baktığını gördüm.
Herşey ağır çekim bir şiddet filmi gibi oluverdi sonra: Bıyıklı adam silahına davrandı ve kapıya döndü. Ancak o zaman daha önce gördüğüm yaşlı hippilerden birinin kapıdan ateş etmiş olduğunu farkettim. Hippi ondan hiç beklenmeyecek bir çeviklikle kendisini yere attı ve ikinci bir el daha ateş etti. Bıyıklı adam tetiğini çekmeye fırsat bulamadan göğsünden vuruldu ve geri geri gidip duvarı kan içinde bırakarak pisuarların yanına yığıldı, kıpırtısız kaldı.
Sanırım daha sonra yaşlı hippi beni dışarıda bekleyen minibüslerine götürdü. Beynim durmuş gibiydi. Sağlıklı düşünüp rahat konuşabilmem için bir süre geçmesi gerekti. İki kişiydiler. Biri önde minibüsü kullanıyordu. Diğeri, minibüsün karavan gibi döşenmiş arka kısmında benimle birlikteydi. Teypten Grateful Dead’in bir şarkısı duyuluyordu.
Başımda duran kurtarıcım gülümsedi ve dostça “Artık korkma, hepsi bitti, şansın varmış” dedi.
“Siz kimsiniz? Onlar kimdi? Kim bizi böyle..” diye sorulara başlamıştım ki, kurtarıcım sözümü kesti: “Biz dostuz, onlar da düşmanlarımızdı”. Sonra gülerek ekledi, “Adım Tahir”.
Direksiyondaki hafifçe arkaya döndü. “Ben de Mahir”...
“Hikayeyi biliyorsun” dedi Tahir, “Kedi Fury ile ondan nefret eden fare milletinin hikayesini... Olay o kadar basit”. “Fare milleti” diye tekrar etti Mahir.
“Artık hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey anlamıyorum” dedim.
“Sen çok önemli bir görev için seçilmiştin” dedi Tahir. “Bu yüzden peşine düşmüşlerdi”. “Önemli bir görev için” diye tekrar etti Mahir.
“Ne görevi yahu?” diye isyan ettim. “Kim bana ne görevi verir? Elimden yazı yazmaktan başka iş gelmez benim. Biraz da çeviri yaparım ama”...
“Görevin de bu” dedi Tahir. “Kendi işini yapacaksın. Bildiklerini gördüklerini anlatacaksın. Bu memleketin senin gibi hikayecilere ihtiyacı var. Anlat herşeyi ona”.
Tahir gayet ciddi, “Annemiz seni çağırıyor” dedi, “Senin hikayelerine ihtiyacı var. Kendini daha iyi anlamak, hem kendini hem bizi kurtarmak için... Seni dışarı almaya karar verdi. Birazdan doğuracak seni”...
“Doğuracak” dedi Mahir.
Sakin görünüp sesime ciddi bir hava vermeye çalışarak “Bakın, fazla vaktim yok. Zaten acayip şeyler oldu. Ama benim yarın Kastamonu’da askeri birliğime teslim olmam gerekiyor” dedim.
Tahir şakadan kızıyormuş gibi “Yahu ne biçim adammışsın kardeşim” diye bağırdı, “Biz sana ne anlatıyoruz, sen ne diyorsun. Unut askerliği maskerliği, bitti hepsi. Hem sen değil miydin hep ‘Birgün bunların hepsini anlatacağım, hepsi o zaman anlaşılacak’ diyen? İşte sonunda isteklerin gerçekleşiyor. Annemiz..”
“Kimmiş bu annemiz?” diye sözünü kestim, “Nasıl bulacağım onu?”
“Sana bu yol gösterecek” dedi Tahir ve ceketinin cebinden küçük plastik bir maskot çıkardı. “Bu çocuk yolu iyi biliyor”.
Bu daha önce Alice’in elinde gördüğüm maskottu.
“Nereden buldunuz onu?” diye heyecanlandım, “Bu...”
“Annemizin ilk oğlu” diye tamamladı Tahir. “Herşey yolunda inan, herşey çok iyi olacak. Keşke senin yerinde biz olsaydık”...
“Keşke biz olsaydık” dedi Mahir.
“Siz gidin o zaman” diye güldüm. “Ben yorgunum, doğum moğum kaldıracak halim yok”...
“Biz dava adamıyız oğlum” diye iç geçirdi Tahir. “Biz ancak taşıyıcı olabiliriz. Bu yolda senin gibi kaç kişiyi dışarı kaçırdık. Ama biz çıkamadık. Çünkü bizde gerçekleri gören gözden yok. Sizin gibilerin şansı böyle bir kabiliyetle doğmuş olmanız”. Avucumdaki gözü işaret ediyordu.
“Bu sadece şaka olsun diye çizdiğim birşey” diyerek yeniden başlayacaktım ki, Mahir arkaya döndü ve “Geldik!” diye bağırdı. Tahir bana baktı, ve omzuma dostça vurarak, “Tamam buraya kadar, haydi sana bol şans, bizi unutma” dedi.
Minibüsün ön camından bir tünele doğru yaklaştığımızı görüyordum. Birden Tahir ve Mahir kapıları açtılar ve dışarıya atladılar. Şöförsüz kalan minibüs hızla tünele ilerliyordu. Korkuyla bağırıyordum. Ama sesimi duyamıyordum. Tahir’in elime tutuşturduğu Alice’in maskot bebeği birden pembe bir ışıkla pırıldadı ve yumuşacık bir ses duyuldu: “Korkma çok kolay bir doğum olacak”. Sonra her yer karardı.
Gözlerimi açtığımda
iki küçük narin ayak gördüm. Biri başucumda dikiliyordu. Doğrulup bakmak istedim ama her yerim ağrıyordu. Bir mutfakta, yerdeki soğuk parkelerin üzerinde yatıyordum.
“Yeni Dünya’
na hoşgeldin” dedi tanıdığım bir ses. Alice’in sesiydi bu.
Kalkmaya çalıştım ve başucumda dikilen Alice’i gördüm. Çırılçıplaktı. Bir havluyla sakin sakin bacaklarının arasını kuruluyordu.
Birden benim de çıplak olduğumu farkettim. Utanarak ellerimle örtünmeye çalıştım. Alice gülümsedi ve “Utanma” dedi türkçe olarak “Sen benim oğlumsun, minik bebeğimsin benim”.
“Alice, türkçe konuşuyorsun” dedim ilk şaşkınlıkla. “Türkçe konuşmuyorum” dedi, “Sadece ikimiz de aynı dili konuşuyoruz artık”...
Artık sarhoş değildim. Aklım tamamen başımdaydı. Ama gece olanları çok zor hatırlıyordum. Buraya nasıl geldiğim hakkında en küçük bir fikrim yoktu. “Bize n’oldu Alice?” dedim, “Buraya nasıl geldik? O adamlar kimdi? O mola yeri...”
Gülümseyerek sözümü kesti: “Hepsi içeride kaldı. Unut artık onları! Artık dışarıdasın”...
“Giysilerim nerede? Nereye sakladın onları?” dedim Alice’e bir çocuk azarlar gibi. “Saklamadım” diye güldü, “Anlasana, hepsi içeride kaldı”.
“Neyin içinde?” diye bağırdım, “Bunlardan birinde olabilir mi?” Mutfağın metal dolaplarından birinin kapağını açtım.
“İçimde” diye seslendi bana, “Seni doğurdum canım. İki dakika önce... Sen saf, tertemiz bir bebeksin”.
En ciddi havamı takınarak yanına gittim ve yanağını okşadım. “Bak Alice, dün gece neler oldu bilmiyorum. Ama çok sarhoştum ve çok kötü rüyalar gördüm. Ama yarın Kastamonu’da olmam şart. Askere teslim olacağım biliyorsun. Haydi, iyi bir kız ol da şu giysilerimi ver”...
“Of bıktım senden” diye sızlandı Alice, “Askerlik maskerlik hala bunları mı düşünüyorsun? Seni doğurdum diyorum anlasana, seni seçtim, büyüttüm, yetiştirdim ve doğurdum”.
Birşey söyleyecektim ama birden sol elimi tuttu ve ondan beklemeyeceğim bir güçle çekerek bacaklarının arasına götürdü. “Nereden geldiğini görmek ister misin?”
“Bırak beni” diyerek ittim onu, “Şu an nerede olduğumuz daha mühim bir sorun”. Mutfağın kapısına koşturdum. Açıp dışarı çıktım. Burası bir McDonald’s mutfağıydı. Kapı geniş, loş bir salona açılıyordu. Zaman sabaha karşı olmalıydı. Restoran kapalıydı. Sandalyeler masaların
üzerine dizilmişti. Büyük pencerelerden geniş bir cadde, gökdelenler, yanıp sönen bir trafik lambaları grubu görünüyordu. Pencerenin önünde bir kaç evsiz ateş yaktıkları bir varilin çevresine toplanmış şakalaşıyor, şarkı söylüyorlardı. İçlerinden biri beni çırılçıplak camda dikilirken görür gibi oldu. Hemen geri çekildim, Alice’in yanına yaklaştım. Salonun ortasındaydık. Alice tekrar elimi tuttu. “Neredeyiz Alice?” diyebildim.
“Yeni Dünya’dayız” dedi, “özgürlük, macera ve fırsatlar ülkesinde. Birazdan işini bitirdiğinde seni dışarı salacağım. Eğer sebat edip iyi çalışırsan dünya çapında bir yönetmen olursun. Sana bağlı... Ama önce görevini yap”...
“Aklım almıyor, imkansız” dedim...
“Gel sana geldiğin yeri göstereyim” dedi, elimi tekrar bacaklarının arasına götürdü. Sert ve tüysüz organını avucumda hissettim. Birden bacaklarının arasından açık mavi bir ışık çıktı. Elim saydamlaşmış gibi pırıl pırıl parlıyordu. Sonra bir anda bir elektrik şoku gibi, gözlerimin önünde açıldı ülkemin haritası... Sanki uzaydaki bir uydudan Anadolu yarımadasını seyrediyordum. Bu görüntünün içine düşer gibi oldum. Bir flaş çaktı. Uçaktan gözler gibi elimin altında uzanan İstanbul’u gördüm. Hızla geri çektim elimi. Avucumda çizili göz hala mavi mavi pırıldıyordu.
“Kimsin sen?” diyebildim titreyerek.
“Anayurdunum
ben senin” dedi elimi bırakmadan, “Bunca zamandır içimde yaşıyordun”. “Bir ülkede yaşar gibi öyle mi?” dedim. “Tabii” dedi, “seni besledim, büyüttüm, eğittim, bu yaşa getirdim. Şimdi sana ihtiyacım var. Haydi!”
Onun zayıf kasıklarına, karnına baktığım zaman inanılmaz geliyordu ama galiba doğruyu söylüyordu. Alice’in içinden geliyordum. Alice diyarından. “Ne yapmamı istiyorsun, görevim nedir?” diye mırıldandım.
“İçimde neler oluyor, bilmem gerek” dedi, “Biliyorum, içim hasta, yavaş yavaş çürüyorum. Büyük bir işgal var içimde. Herşey birbirine karışmış, kimse kimseyi dinlemiyor. Kim işgalci kim yurtsever, kim benim ölümüm için çalışıyor, kim ayakta kalmam için, belli değil. Büyükannemden nefret ediyorum. Bana hergün haplar verip duruyor. Haplar, emirler, çalıştırıyor beni. Beni üzüyor, ağlatıyor. Beni kendi gençliği gibi giydiriyor. Hergün 60’lar kıyafet balosundan çıkmış gibi dolaşıyorum. Bazen içimden birini doğrup buraya getiriyorum, neler olup bittiğini bana anlatsın diye. Ama çoğu zaman işgal kuvvetleri yarı yolda yokediyor onları. Seni de engellemeye çalıştılar mutlaka”...
“Evet evet” diye onayladım, “o adamlar... Gözümü yoketmeye çalıştılar, yol arkadaşıma yaptıkları gibi”...
“Haydi bitir işlerini o zaman” dedi Alice, “ Anlat! Herşeyi! Yoksa onlar kazanacaklar, ben öleceğim”.
Elim bir kere daha kendiliğinden yolunu buldu. Bir kez daha organına dokundum. Aynı elektrik şoku, şakaklarıma ve dişetlerime varıncaya kadar kasılmama yol açtı. Tekrar binlerce görüntü hücum etti. Titriyordum. Alice sıcak, ıslak ağzıyla öptü beni. “Anlat, haydi anlat”...
Önce Tahir ve Mahir’in beni bıraktıkları tüneli gördüm. Tünelin içinde kayar gibi hızla ilerleyip sabah aydınlığına çıktım. Minibüs yolda hızla geri dönüyordu. Tahir ve Mahir görevlerini bitirmenin huzuru içinde ön koltukta oturmuş, Grateful Dead’in hareketli bir şarkısına eşlik ediyorlardı.
Elimi çok az kıpırdatmak bile bütün görüş açımı değiştirmeme yetti. Bir milim oynatınca otobüsümüzün mola verdiği yeri gördüm. Polis arabaları, koşuşturan insanlar vardı. Tuvaletten iki ceset bir yaralı adam çıkarılıyordu. Hediyelik eşya dükkanında çalışan çocuk, Elvis ve Marilyn halılarının önünde bütün olanları büyük bir şaşkınlıkla seyrediyordu.
“Haydi anlat!” diye kollarımın arasında kıvrandı Alice.
Elimi biraz daha kıpırdattım ve İzmir’i gördüm. Annem ve babam uzun zamandır burada yaşıyorlardı. Sabahın çok erken saatleriydi. Bizimkilerin evine doğru yaklaştım. Babam öğretmenlikten emekli olduktan sonra çiçeklere merak sarmıştı. Balkon çiçek doluydu. Kapanmaması için arasına bir terlik sıkıştırılmış balkon kapısında tül perde hafif hafif uçuşuyordu. Onlar için iyi bir oğul olamadığımı düşündüm ve aşağıya doğru seslendim: “Anne! Baba!”
Alice, “Onları seyretmeyi bırak” diye sızlandı, “Seni duyamazlar, daha mühim yerlere bak”...
İzmir’de kötü bir stadyumun ve eski fabrika hayaletlerinin arasına sıkışmış okulumu gördüm. İlk gençliğimin dört yılı burada sinema öğrenmekle geçmişti. Okul kapalıydı. Önünde bir jandarma bekliyordu. Dış kapının ışıkları hala yanıktı.
İstanbul’a döndüm ve Hisar Kahve’ye baktım. Kahve bomboştu, deniz kıyısında sadece kediler vardı. Otobüs durağı ıpıssızdı. “Seni hergün burada görürdüm Alice” dedim, gözlerim kapalı, gülmeye çalışarak... “Özel şeyleri bırak, genel bir bakış at yeter” dedi Alice.
Eminönü’nde insanlar işe gitmek için otobüs duraklarında bekleşiyorlardı. Rüya göremeyen zavallı böcekler gibi oradan oraya koşturuyorlardı. Onları bürolar, fabrikalar, terfiler, maaş farkları, katma değer vergisi fişleri bekliyordu. Hayat onlar için her geçen gün biraz daha zorlaşıyor, neye uğradıklarını anlamadan birbirlerine saldırıyorlardı. Hiçbiri gülmüyordu. Otobüsler, fabrikalar, hapishaneler adam almıyordu. Bir hapishanenin daracık beton bahçesinde sabah eğitimi zamanıydı. Kafaları traşlı, hepsi birbirine benzeyen “mahkum”lar bir askeri marş söyleyerek koşuyorlardı. Okullara yollanan küçük çocuklar gördüm. Balık yumurtası gibiydiler. Çok fazla, çok kolay harcanan cinsten... Okulda birşey öğrendikleri yoktu ama deli gibi uğraşıyorlardı. Sınav zamanları, her yıl binlercesi dökülür heba olurdu. Dökülenler fabrikaya, hapse, sokağa, hayatın en kıyısına ya da dışına sürülürdü.
Ben de zamanında onlardan biriydim. Ama şimdi bütün sınavları, bütün pasaport kuyruklarını, sınır kapılarını geçmiştim. Alice beni seçmişti. Gerçek gözüm yol arkadaşım gibi hadım edilmemişti. Anlatmalıydım.
Ama anlatamıyordum. Kollarımdaki eşsiz yaratığı sıkı sıkı tutarak inlemekten, kekelemekten anı parçaları görerek acı çekmekten başka birşey yapamıyordum.
“Anlat bana!” dedi Alice, “İşgal kuvvetlerinin karargahı neresi? Planları nedir? Şefleri kim? Ne kadar ömrüm kaldı?”
“Bilmiyorum” dedim, “Şu an sadece çok kişisel şeyler görebiliyorum. Oysa sen stratejik bilgiler istiyorsun”...
Birden hızla itiverdi beni geriye, “ Eğer anlatamazsan ölürsün. Başkasını doğururum, ağzı laf yapan birini”...
“Ben sadece bir hikaye anlatıcısıyım” dedim, “Benim hikayelerim de bu tür hikayeler işte. Ama bunlar da senin kurtulmana yardım edebilir. Hem”...
“Tamam tamam” diye sözümü kesti, “Yanlış adam seçmişim”...
Birden başıma dayanılmaz bir ağrı saplandı. Elimini pırıltısı sönmüştü. Diz üstü yere çökmek zorunda kaldım. “Alice, anayurdum, n’oluyor bana?”
“Ölüyorsun” dedi Alice, “Senin yüzünden bu saatten sonra bir başkasını doğuracağım. İşin bitti”. Başım çatlayacak gibiydi. Bütün vücudum dayak yemişim gibi kırılıyordu. Ölüyordum.
“Hayır!” diye haykırdım, “Bırak beni geri döneyim, ölmek istemiyorum”...
“İşte bu imkansız” dedi gülerek.
Birden üstüne atıldım ve onu yere yıkarak bacaklarını araladım. Organından içeri, geldiğim yere, ülkeme seslendim. “Anne! Babaaa! Kurtarın beniii!”
İzmir’de sesim gökte yankılanıyordu. Annemlerin aralık balkon kapısında hala uçuşan tülü gördüm. Ama beni kimse duymadı.
İstanbul’da deniz kıyısında bir film ekibi, doğan güneşin önünde dans eden bir kızı filme çekiyordu. Eskiden çalıştığım bir ekipti bu. Yönetmeni tanıyordum. “Kurtarın beniii!” diye haykırdım. Beni duymadılar. Yönetmen bağırdı: “Stop!”
Bir okul bahçesinde “Türküm doğruyum çalışkanım”ı okuyan yüzlerce çocuk gördüm. “Varlığım varlığına armağan olsun”... Sesim onların sesi içinde kaybolup gitti...
Alice kendini bırakmış, bacaklarının arasındaki başımı okşayarak kahkahalar atıyordu. “It’s all in vain. They won’t hear you. You’ll die baby”...
Birden bana doğru hızla yaklaşan büyük bir su kütlesi gördüm.
UYANDIM
demeyeceğim. Yine otobüsün önünde oturuyordum. Otobüs bir benzin istasyonunda durmuştu. Biri hortumla su sıkarak ön camı yıkıyordu. Su sanki üstümüze geliyor gibi fışkırıyor, ön camda kırılıyordu. Sabah olmuştu. Ağzımda çok kötü bir tat vardı. Bütün vücudum hep aynı şekilde büzülüp kalmaktan ağrıyordu. Yol arkadaşım bana baktı ve “Bütün yol boyunca uyudunuz, çok yorgundunuz herhalde” dedi. Gülümsemekle yetindim. Sol elime çizili gözü gördü ama umursamadı. Biraz doğrulup geriye Alice ve büyükannesine baktım. İkisi de uyuyorlardı. Alice acaba ne rüyası görüyordu? Şöför on dakika içinde askeri birliğime yakın bir yerde inebileceğimi söyledi.
ALICE
otobüsten indiğimde beni görmedi. Hala uyuyordu çünkü. Kastamonu’da şöförün askeri birliğe yakın bulduğu bir yerde yol üstünde inmiştim. Uzaklaşan otobüsün arkasından bakakaldım. Alice’le bir daha karşılaşamadık. Askerlik bittikten sonra günlerce Hisar otobüs durağında onu bekledim. Ama gelmedi. Belki ülkesine dönmüştü. Onu hiç unutmadım.
SUMMERTIME’
ın başka yorumlarını da dinledim sonradan. Bunların içinde en çok bir yaz gecesi 24-04 nöbetim sırasında, karanlığın ortasındaki bir nöbetçi kulübesinde kaçak olarak bulundurduğum transistörlü radyodan dinlediğim, Janis Joplin’in Summertime’ını sevdim.
UYANDIM
demeyeceğim. Bu hikayeyi böyle bitiremem.
KANIN SESİ
hayatım boyunca duyduğum ya da duyduğumu sandığım tek doğa üstü ses oldu. Ama büyüdükçe kanın sesini, kan seslerini duyduklarını söyleyen başka insanlarla da karşılaştım.
YOL ARKADAŞIM
gibi, Tahir ve mahir gibi insanlarla tanıştım. Bir kısmı dostum oldu. Çoğu benim ancak soluk bir çocukluk anısı olarak hatırladığım o sesle hayatlarını geçirmişlerdi.
O GECE
pek çok açıdan öğretici bir gece oldu benim için.
BİR DÜŞ
gördüm. Ama asla
UYANDIM
demeyeceğim. Çünkü düş bitmedi. Çünkü biliyorum, geldiğim yerde milyonlarca insanın kabusu, en derin uykularda sürüyor. Onların hayatından bir düşten uyanır gibi uyanıvermek imkansız. Biliyorum orada işgal hala devam ediyor. Orada, Alice diyarında herkes harika bir mucize için bekliyor.
1987-89 Berlin-İstanbul
* Lewiss Carrol’un Alice Harikalar Diyarında kitabından yaptığım bu alıntıyı şöyle çevirmeyi denedim: “Fury tutmuş bir fare/ demiş “Yürü mahkemeye/seni dava edeceğim./ Yürü istemem itiraz/illa görülecek davamız/zaten sabah sabah/ canım da sıkılıyor biraz”./ Fare zalime demiş:/ “Efendim olmaz ki mahkeme/hakimsiz jürisiz/ boşa nefes tüketiriz”./ “Hakim benim, benim jüri”/demiş kurnaz Fury/”Yapacağım ne lazımsa/mahkum edeceğim seni/idama.”
(Amerikan Güzeli kitabından. İlk Baskı: Oğlak Yayınları, 1993.)
Sanki Foça’daki yazlık evin arka bahçesindeymişim. Asmanın altında oturmuşum. Bacaklarımda çizik çizik tuz izleri, yapışıp kurumuş erişteler... 14 yaşındaymışım, denizden yeni gelmişiz. Akşammış. Bahçe yeni sulanmış, taşlar serinmiş. Fesleğenlerle akşam sefalarının kokusu birbirine karışıyormuş. Deniz uzaktaymış ama sesi buraya kadar geliyormuş. Bahçe duvarının arkasında yükselen kavaklar hala güneşle aydınlanıyormuş, rüzgar kavakların arasında biraz oyalanmış bana 28 yaşımın sersem salak bir gecesinden kabuslu bir selam getiren rüzgar kavak yaprakları birbirine çarptıkça ne tuhaf sesler çıkarıyorlar takatak bırak kap kapatak bir yapraktan da böyle ses çıkar mı canım çatır çatır bir gürültü gözlerimi açıyorum ki başucumda biri dikiliyor.
Başucumda bir değil, iki kişi dikiliyordu. Biri Fırat. Fırat? Sen misin, ne arıyorsun burada?
Fırat “Gözlerini açtı” dedi sevinçle. Beni duymuyormuş gibi yanındakiyle konuşuyordu. Doğruldum, başıma acayip bir ağrı saplandı. “Oğlum nasıl girdin içeri?” derken yanındaki adamı tanıdım. Bizim kapıcı Sefa’ydı bu. Pijamalarıyla gelmişti. “Manyak herif manyak, ödümü koparttın!” dedi Fırat, sevinçle omzuma bir şaplak attı.
Oturma odasına gittik. Uf, ne kadar dağılmış buralar. Bu koca votka şişesini ben mi bitirdim. Şu yerdeki sigara izmaritlerine bak. İyi ki yangın çıkarmamışım. Fırat, Sefa’nın yardımıyla ikinci kattaki pencereme tırmanmış, Fırat'tır bu, tırmanır, aralık unuttuğum pencereden içeri girmiş, salonda karanlıkta ayağı telefonun kablosuna takılmış, telefonla birlikte bir takım dosyalar filan yerlere saçılmış. Köpek’te benim yönetmenle karşılaşmışmış. Adam, benim gözü dönmüş bir vaziyette ve de deli gibi sarhoş olduğumu anlatmış. Fırat akşam geldikten sonra bir daha gelmiş. Sefa’yı bulmuş bu sefer. Sefa da bütün gün evden çıkmadığımı söylemiş, ara sıra acayip yüksek sesle şarkılar söylediğimi kendi kendime bağırdığımı duymuşmuş.
Kendi kendime bağırmak mı? Sefa bunları anlatırken, sözde benim çıkardığım canhıraş, ulur gibi bir ses çıkardı... “Sefa acayip bir adamsın, kim öyle bağırmış kendi kendine? Ben mi?" Aman allahım, Notre Dame’ın Kamburu gibi bir şey... Utanç, Utanççç. Yere oturdum kaldım. O kadar içkiden sonra tamamen ayıktım sanki şimdi. Fırat hala heyecanlı, “Kötü birşey yapmandan korktum” dedi. Ne saçma. “Saçma” dedim, “kötü bir şey olarak ne yapabilirim yani? Benim canımın ne kadar tatlı olduğunu bilmiyor musun? Ben parmağım kesilse iki saat inler ortalığı velveleye veririm. Bende intihar edecek cesaret var mı? Yani Fırat, bunca yıllık arkadaşımsın, beni tanıyamadın mı?” Fırat gülerek her anlama çekilebilecek bir işaret yaptı.
"Umur Bey, bana ihtiyacınız olursa zile basarsınız, ben kaçayım..." “Yok Sefa, kusura bakma bu kadar telaş verdiğimiz için.” İyi kalpli kapıcı Sefa, plastik terliklerine sığmayan kıllı ayaklarını sürüye sürüye gitti. Odaya döndüğümde Fırat pencereden aşağıya, ben burayı nasıl tırmandım der gibi bakıyordu. "İçecek birşey var mı?" dedi, sonra gözü bir bardağın içinde söndürdüğüm, votkayı emmiş sigara izmaritlerine ilişti. "Aman boşver, çıkınca içeriz" dedi. "Ne çıkması, hiç bir yere gidemem ben" dedim, "Pencereden filan girip uyandırmasaydın şimdi kimbilir kaçıncı uykumda olacaktım. Yine de sağol, beni düşündüğün için. İnsanın bu zamanda düşünceli bir arkadaşı olması iyi birşey".
Fırat bu saatten sonra çıkma fikrini unutup “N’oldu o gece birden fırladın gittin?” dedi. “Gerilim” dedim hemencecik bir yalan atarak, "Gerilim artık dayanılmayacak bir hal almıştı." Fırat kendisi, Emel ve Kaya çevresinde dönen bir gerilimden bahsettiğimi sanarak gülümsedi. "Ben şöyle daha düz ilişkiler istiyorum." dedim, "Herşeyimiz bir oyun gibi. Gibisi fazla, aramızda geçen herşey bir oyun. Hem de sıkıcı bir oyun. Bıktım. Gerçek ilişki istiyorum ben. Şöyle eli yüzü düzgün bir kız bulacağım: Lise mezunu, iyi yemek pişiren, kötü çocukluk hatıraları olmayan, tercihan başak burcu filan, ya da terazi. Evlenip sakin bir hayat yaşayacağım. Akşamları yürüyüşe çıkarız, gazeteleri okuruz, TV'de Sinema seyrederiz. Arkadaşlarımıza misafirliğe gideriz, çay içeriz. Karım bana kazak örer, belki, neden olmasın çocuk bile yaparız...”
Fırat kıs kıs güldü. “Oğlum, bunu yapabilsen çoktan yapardın. Sen ben öyle bir hayata sığışabilir miyiz sanıyorsun? Senin o oyun moyun dediğin şey, meselenin özü... Oyun kısmını çıkardığın zaman aşktan ne kalır? Bir insanı çıplak görmek, ereksiyon, duhul, üç git-gel, beş öpücük, okşama filan... Hayatta kaç kere seviştin, hangi biri kaldı aklında? İşin aslı onu elde edinceye kadar çevresinde dönen dolaplar. Zevkli kısmı o... Ben neden Emel’e deliriyorum sanıyorsun?”
“Saçmalama allahaşkına, herşey Tehlikeli İlişkiler'deki gibi olmasa da hayat sürer” dedim. “Niye saçmalıyor muşum?” dedi Fırat. “Bak şimdi: Emel çok akıllı ve de aynı zamanda güzel. Üstelik yıllardır ilişkisi var. İşi evlenmeye kadar vardırmışlar. Kaya da fena çocuk değil (tamam klitorisi bilmiyor, büyük olasılıkla da 'cunnilingus'tan tiksiniyordur ama) Emel’e sular seller gibi aşık. Para dersen o da var, en azından bir zaman sonra olacak. Mutlu bir yuva için gereken bütün malzeme hazır ellerinde. Bir de şunu düşün. Ben, Emel’i bütün bunlara rağmen fethediyorum, kendime aşık ediyorum. Doğru hamleleri yapabilirsem... Şak! Emel benim. Bundan büyük doyum olur mu?”
“Aşık değil satranç oyuncusu gibi konuşuyorsun” dedim, "Bu aşk maşk değil, aşk olmadığı zaman sıkıntıdan işte aynen böyle oyuna döker insan işi". Fırat “Şimdi sarhoşum diye böyle akıllı akıllı analiz yapıyorum. Bunların hepsi boş laf.” dedi, “Ben aşığım... Yanıyorum... Derim, kemiklerim, her yanım yanıyor... Kuduz yarasalar bile yatıştıramaz beni.”
Kulağımda cırlak bir ses “Emel’in Asaf’la olduğunu söyle” diyordu. “Mis gibi sevgilin var" dedim kulağımdaki sesi bastırarak, "Gülsen gibi kızı bulmuşsun da bunuyorsun.” Fırat gözlerini kapayıp oturduğu yerde kaykıldı. “Abi Gülsen de bir gülmesen de... Dün gece feci bi kavga ettik, bitti artık. Bu son ayrılışımız. Ben Emel’i istiyorum. Bunca zamandır, iki yıl mı oldu, iğneyle kuyu hesabı ince ince işliyorum. Bak göreceksin, sonunda gelip verecek.”
Fırat konuşurken, gözüm boynunda pıt pıt kabarıp inen bir damara takılmıştı. Krem rengi gömleğinin göğsünde yuvarlacık bir ketçap lekesi vardı. Birden patladım, benim yerime sanki kulağımdaki ses cırladı: “Emel Asaf'a veriyor canım...”
Fırat yüzünde hiç bir kas oynamadan, donmuş gülümsemesiyle bana baktı kaldı. Sonra sanki kafatasına sığmayan büyük bir nesneyi yerli yerine oturtmak istiyormuş gibi kafasını iki yana sertçe salladı. “Ne? Ne dedin sen?”
Bir arkadaşa ihanet etmek, size sır olarak söylenen bir şeyi açıklamak kötü bir şeydir. Benim bu yaptığım türden bir ihanet, teşbihte hata olmaz, insana bir kalıp gliserinli sabun yemek ya da dikenli çalılar içinde çıplak yuvarlanmak gibi iğrenç hisleri aynı anda yaşatır. Ama kıskançlık gözümü kör etmişti. Başlattığım rezaletten neredeyse zevk alarak, “Asaf geçen gece sarhoşken bana itiraf etti," dedim. "Emel’le düzenli bir şekilde birlikte oluyorlarmış... Emel çok aşıkmış Asaf'a... Asaf son günlerde bitirmeye çalışıyor ama bırakamıyorlar birbirlerini. Günlerdir sevişme ayrıntılarını, çekişmelerini, dedikoduları dinlemekten canım çıktı.” Fırat fısıldar gibi "Yapma ya!..." dedi. Ağzımda köpüren sabunun acı lezzetini çıkara çıkara, "Ben yapmadım" dedim, "Onlar yaptı. Bu olayı öğrendiğimden beri zaten patlayacak haldeyim. Bir de senin Emel takıntını çekemeyeceğim."
Çoktan pişman olmuştum ama artık çok geçti. Sır perdesi bir kere kalktıktan sonra, arkasında saklanan hınzır cinleri tutmak mümkün olabilir mi? "Ne adam bu Asaf..." diyordu Fırat, "Abi bu herifin götürmediği karı kaldı mı acaba? Tipi de bir şeye benzemez, çenesiyle bağlıyor orospuları. Demek öyle Emel? Ben sorarım sana". Fırat söylenirken, ağlamak ister gibi bir hisle hıçkırdım, ağzıma acı bir su geldi. Yerimden fırlayıp banyoya koştum.
Kusamadım bile. Ağzımı çalkaladım, yapacak başka birşey yokmuş gibi dişlerimi fırçalamaya başladım. Kendimi, mutfakta yere düşüp kırılan bir kavanoz çilek reçelinin altında kalmış bir hamamböceği kadar zavallı buluyordum. Fırat kapıya gelmiş beni seyrediyordu. “Hadi giyin gidiyoruz” dedi. Boğazımdaki acı tat dişmacununun naneli kokusuna rağmen geçmemişti. Ağzım köpükle dolu “Nereye gidiyoruz?” dedim. “Partiye! Sana partiyi haber vermeye gelmiştim” dedi Fırat. “Ne partisi, saat kaç haberin var mı?” dedim. Fırat saatini burnuma dayadı: “Sen burada böyle fil adam hallerine girmişken saati unutmuşsun, daha on buçuk. Bu parti kaçmaz! Bizim ajanstan bir çocuk davet etti. Haliç’te eski bir tersane binasında sergi açıyorlar. Çok büyük proje. Çocuk ses düzenini anlattı, aklın durur. Sergi, enstalasyonlar, happening filan bir arada...” “Ne enstalasyon ne de happening kaldırabilirim şimdi...” dedim, “Bana olanlar olmuş zaten. Ne olur beni bırak, hala sarhoşum. İçim öyle bir kararmış durumda ki..."
"Sana ne oluyor oğlum" dedi Fırat, "Bırak Kaya'nın içi kararsın. Onlar da partide olurlar garanti. Gidip Kaya'ya yetiştirmeyen en adi olsun. Vay yazık be, içim acıdı şimdi çocuğa. Abi ben bilmeden ne gerilimler dönüyormuş ortada, sen de çekip gitmekte haklısın yani..."
Ağzımı çalkalamıştım. Boş bir çuval gibiydim artık. Elimde diş fırçası, banyo küvetinin kenarına oturdum. "Gerilim merilim hikaye..." dedim. "Asıl mesele şu: O arayan kız, Asaf'ın telefon sapığı, yıllar öncesinin büyük aşkı, o mektuplar yazdığı Hafif Hanım, Işık yani..." "Eee?" dedi Fırat.
"O kız Bodrum'da tanıştığım yeni sevgilimdi."
Fırat uzun ve derinden bir "Yok canııım!" çekti. Boğazımı ağrıtacak gibi tıkayan yeni bir ağlama yumrusuyla başetmeye çalışarak başımı salladım. "Hemen öğrenirsiniz sanıyordum. Işık, Asaf'a anlatır sanıyordum". Fırat "Abi, sen gittikten sonra Asaf da konuşamadı ki kızla" dedi, "Asaf telefonu açınca kız hemen suratına kapamış. Asaf da evinin numarasını bilmiyormuş, bir acayip hallere girdi, onu hiç öyle görmemiştim. Böyle bir titreme geldi üzerine, çöktü resmen. Yalnız kalmak istediğini söyledi. Biz de kös kös gitmek zorunda kaldık. Bak kızı cidden merak ettim şimdi. Hem senin hem Asaf gibi herifin aklını başından aldığına göre..."
"Asaf benim niye kaçtığımı bilmiyor mu yani?"
"Nereden bilecek? Seni görecek, arkandan hesap yapacak hali kalmamıştı ki" dedi Fırat, "Bugün onu da aradım ama bulamadım. Telesekreteri de cevap vermedi. Emel'lere bu partiyi haber verirken Asaf'ı bulurlarsa onu da getirmelerini söyledim. Ama Köpek'e gittim yoklar. Her yer boşalmış resmen, bütün millet bu partide".
Koltuk altlarımdan tutup beni kaldırmaya çalıştı: "Yürü gidiyoruz. Biz keyfimize bakalım. Kim ne yaparsa yapsın. Belki yepyeni birileriyle de tanışırız." Fırat'la başedemeyip kalktım ama yüzümü kurulamak için havluya uzanırken hala inat ederek "Hiç bir yere gitmiyorum" dedim. Fırat fazla lafa gerek bile duymadan kolumdan tuttu, ite kaka odama soktu. Dolaptan bulduğu bir gömleği ve kot pantolonu suratıma fırlattı. Bir gün süren acıklı bir kış uykusu geçirdiğim evi, boş şişeleri, fişten çekilmiş ölü telefonu, kararmış televizyonu ve bardakların dibine çökelmiş sıkıntı izmaritlerini bırakıp çıktık.
"Haliç'e, tersaneye". Bu saatte insanın Haliç Tersane'sinde ne işi olabileceğini pek anlamayan yaşlıca taksi şöförümüz radyodan, doğum kontrolünün dünya müslüman milletlerinin soyunu kurutmak için yaratılmış büyük bir şeytani planın parçası olduğunu ve yasaklanması gerektiğini anlatan bir adamı dinliyor ve dikiz aynasından kaçamak bakışlarla bizi süzüyordu. Ben onun çipil çipil mavi gözlerine, dudaklarının hemen üstünde biten çok kısa kesilmiş bıyıklarına ve gür sakallarına bakıp bugüne kadar kimbilir kaç taksi şöförüyle böyle bakıştığımı ama şimdi hiçbirinin yüzünü hatırlamadığımı, bu adamı da arabadan iner inmez unutacağımı düşünüyordum. Fırat camdan dışarı baktı baktı birden, "Abi ben bu Asaf’a her şeyimi anlattım” dedi, “Bir sana anlattım bir de buna. Emel'e nasıl yandığımı biliyor. Ben anlatırken için için gülüyordu demek.” Her ah’ın sonunda h’leri çatlata çatlata “Ah abi ah abi, ah abi." dedi.
Karaköy'den geçtik, geneleve çıkan yokuştan karanlık suratlı, döküntü kılıklı adamlar iniyordu. Tatlıcılar, prezervatif satanlar yokuşun başında bekleşiyorlardı. Fırat tekrar düşüncelerine gömülmüş ve böyle zamanlarda hep yaptığı gibi bir bacağını titretmeye başlamıştı. Oto yedek parçacılarını, hırdavat dükkanlarını geçtik. Erkin Oto. Dilaver Usta. As Otomotiv. Sizin Oto. Bizim Oto. Yedek parçacıların işyerlerine isim koyma konusundaki yaratıcılığı doğrusu sınır tanımıyordu.
Tersaneye vardığımızda 11’i biraz geçiyordu. Parti yeni yeni canlanıyordu. Bizim gibi henüz gelenler bile vardı. Taksiden inerken şöförün radyosunda doğum kontrolü vaazı bitmiş ilahiler çalınmaya başlamıştı. Mahallenin yoksul çocukları duvar diplerine sinmiş, şaşkınlıktan koca koca açılmış gözlerle gelen gideni seyrediyorlardı. Bir oğlan beni kastederek bağırdı: “Şu şişmana bakın, mor gömlek giymiş, kız gibi”. Beş-altı yaşındaki kapkara oğlanın saçları üç numara traşlı, gözleri belirgin biçimde şaşıydı. Bez bir don dışında hiç bir şey yoktu üzerinde. Kendisine baktığımı görünce korkuyla, yanında duran saçları kirden birbirine yapışmış küçük kızı dürtükledi: “Anladı lan, Türkçe biliyormuş”. “Anladım ama mühim değil” manasında göz kırptım geçerken, şaşı şaşı baktı yüzüme. Dev bir bez bayrak serginin sponsoru olan bankanın amblemiyle giriş kapısının üzerinde dalgalanıyordu. Biz bilet almak için girilen kuyruğun sonuna vardığımızda çocuk arkamdan bağırdı: “Şiş-ko!”
“Yaz Uykusu Düşleri-I” adını verdikleri sergiyi böyle bir mekanda açma cesaretini gösteren sanatçılar grubu çok büyük bir “proje” gerçekleştirmişti doğrusu. Eski tersane yer yer büyük spotlarla aydınlatılmıştı. Kızağa çekilmiş bir gemi, tersanenin hemen yanında Haliç’e doğru kaykılmış iri, ürkütücü cüssesiyle bir hayalet gibi eski İstanbul’un ışıltılı görünüşünü maskeliyordu.
Tersanenin dev depolarından biri serginin ana mekanı olmuştu. Kocaman bir kapıdan girdiğimizde toprak alanda gözleri kara bantlarla bağlı, beyaz, sımsıkı giysiler giymiş kızlı erkekli dansçıların dansetmekte olduğunu gördük. Serginin parçası olarak tasarlanmış "happening"lerden biriydi bu. Piyanoyla çalınan ağır, atonal bir parça güçlü bir ses sistemiyle bütün mekanı sarsıyor, üç spot ışığı serbest hareketlerle dansçıların üzerinde dolanıyordu. Dansçılar çeşitli aralıklarla, değişik yüksekliklerde, korkulu, meraklı, dehşet içinde, şefkatli tonlamalarla hep aynı kelimeyi bağırıyorlardı: "Neredesin? Neredesin? Neredesin?" Bir başka dansçı, elinde kırmızı boya dolu bir kova ve fırça, onların arasında dolaşıyor, "Nerdesin?" diye bağıran dansçıların beyaz giysilerinin önüne ve arkasına dev çarpı işaretleri boyuyordu. Kalabalığın içinde kirli mavi işçi tulumlarıyla, bıyıklı, ciddi yüzlü adamlar göze çarpıyordu. Onların da serginin bir parçası olduğunu düşündüm. Bütün dansçıların ön ve arkaları kırmızı çarpılarla dolduğunda, dansçılar kendilerini tozun içine yere attılar. Müzik büyük bir gürültüyle bitti. Birden mekanın tümünü aydınlatan ışıklar yandı. Bir alkış koptu. Meydanın çevresinde daire halini almış olan seyirciler serginin diğer yapıtlarını izlemek üzere dağıldılar.
Bir kenarda tahta masaların üzerine bar kurulmuştu. Plastik bardaklarda içki satıyorlardı. Fırat'la kendimize içkiler alıp dolanmaya başladık. Kalabalığın içinde ünlüler, uzaktan tanıdığım bir takım sanatçılar, oyuncular, mankenler, gazeteciler de vardı. Aniden birkaç flaş patlıyor, son filminde ezik bir Kürt köylü kadını canlandıran ünlü bir film yıldızı, Alman bir sanatçının çok beğendiği yapıtı önünde, sanatçıyla birlikte poz verirken görülüyordu. On vitrin mankenine kara çarşaflar giydirerek bir platform üzerine dizen, ellerine İstanbul marketlerinde bulunabilecek fallik görünümlü yabancı markalı sosisleri, muzları tutuşturan Alman sanatçı kadın, bu yapıtıyla gazetecilerin ilgi odağı haline gelmişti. Kalabalık arasında "Burçlar" filminin yönetmeni gözüme çarptı. Alman sanatçının peşinden "But, why?" diyerek seğirtip yanımızdan geçti. Beni görecek halde değildi.
Sergi daha başka ibretlik yapıtlarla da doluydu. Tersanenin karanlık binalarından dışarıya yayılan yapıtların kimileri, böyle sergilerde görmeye alışık olduğumuz şeylerdi: O duvardan duvara gerilmiş kalın ipleri, yerlere yayılmış çuvalları, sütunlara yapıştırılmış plastik ambalaj bantlarını, kırpıntı yığınlarını, molozlara gömülmüş loop filmler gösteren video monitörlerini hep bir yerlerden tanıyorduk.
Sonra orada burada, her zaman uslu uslu resimler yaptığı halde böyle bir sergi için “sıradışı” işler tasarlamaya kalkışmış Türk sanatçılarının, hayli manidar yapıtlarıyla karşılaşıyorduk:
İnce uzun bir koridor boyunca bir duvarda, yerden yaklaşık otuz santimetre yükseklikte asılmış olarak; eski imparatorluğumuzun kuruluşundan bugüne, 36 Osmanlı padişahının, yaldızlı çerçeveli portreleri yer alıyordu. Her portrenin beş on santim üzerinde kesik birer horoz kafası koca çivilerle gözlerinden duvara çakılmıştı. Her portrenin altında siyah bir mum yanıyordu, mumların çevresine kuru gül yaprakları serpiştirilmişti. Osmanların, Mehmetlerin, Muratların, bıyıkların, kürklerin, tuğların, kılıçların, ürkütücü bakışlı, çoğu batılı ressamların hayalgücünden çıkma bu suratların önünden hemen geçtim. Bu yapıtın yaratıcısı olduğunu sandığım uzun saçlı, bıyıklı bir adam koridorun sonunda ateşli hareketlerle yabancı bir kadınla konuşuyordu. Bu sanatçıyı hatırlıyordum. Televizyonda "Siyasi İslamın Yükselişi" konulu bir panelde, o sırada moda olan deyişle, "Hepimiz müslümanız, ben de müslümanım ama..." şeklinde başlayan bir konuşma yapmıştı.
Yapıtının önünde bir gazeteciye yaptığı açıklamadan anladığım kadarıyla, İstanbul’un korkunç trafik karmaşasını ve trafikte sürüklenen insanların yabancılaşmasını anlatmayı amaçlayan bir sanatçı; bir belediye otobüsü kiralamış ve otobüsü tersanenin ortasında bir alana parkedip, içini salhaneden aldığı sığır gövdeleriyle doldurmuştu. Kafası kesik, derisi yüzülmüş koca koca sığırlar, kasap çengelleriyle başaşağı otobüsün tutunma çubuklarına asılmışlardı. Otobüs elektrikli bir sisteme bağlıydı. Ellerinde plastik içki bardaklarıyla sergiyi gezen misafirler birden bire otobüsün farları dahil tüm ışıklarının yandığına ve koca aletin ve sığır etlerinin zangır zangır titrediğine şahit oluyorlardı. Bu titreme sırasında siren sesleri, kornalar, kulakları sağır eden bir trafik gürültüsü duyuluyordu.
Bir başka sanatçı kendisini sanat yapıtı haline getirmiş, boynuna ve sırtına astığı çift taraflı bir tabelayla dolaşıyordu. Tabelanın ön yüzünde “Şu an sanat yapıyorum” yazıyor, sırtına denk gelen arka yüzünde de “Şu an hiç bir şey yapmıyorum” yazısı okunabiliyordu.
Daha da kaba karikatürler vardı doğrusu: Bir başka genç sanatçı ünlü ressamların fotoğraflarına birer fes ve pos bıyık çiziktirerek çerçeveletip asmış; sonra örneğin Picasso’nun bıyıklı fesli fotoğrafının yanına 1950’lerden kalma ilk Türk kübistinin resmini, Monet’in fotoğrafının yanına ilk Türk izlenimcisinin bir resmini asmıştı. İlk Türk Action-Painting ressamının, Pop-Art ressamının, Foto-Realist ressamının vs resimleri de bu acımasız eleştiriden paylarını almışlardı.
Kalabalık içinde, bir genç adam Fırat’ın koluna yapıştı ve bizi yapıtının olduğu duvarın önüne götürdü. Fırat’ın çalıştığı reklam şirketinde art direktörlük yapan, bizim bu sergi-partiye gelmemize sebep olan genç adam da hayatında ilk defa bu büyük sergi için "kavramsal" bir yapıt üretmişti. 24x24 cm boyutunda 24 kare tuvalden oluşuyordu yapıt: 24 küçük tuval yukarıdan aşağıya 4, sağdan sola 6 tuval boyunda büyük bir diktörtgen resim oluşturmak üzere birbirlerine bitişik şekilde asılmışlardı. Her birinde alacalı bulacalı, soyut renkler boyanmıştı. Tuvaller bir araya geldiklerinde de somut bir biçim oluşturmuyorlardı. Fırat elindeki bardağı göstererek, "Sen bekle, ben ikimize de birer içki daha kapıp geleyim" diyerek uzaklaştığında neden kaçtığını anlamamıştım. Sanatçı, yapıtının uzun bir açıklamasına giriştiğinde Fırat’a içerledim. Art direktör arkadaşımız, bir kız arkadaşını çıplak vaziyette bir pencere kenarındaki yatağa oturtmuş ve kameranın yerini değiştirmeden, günün 24 saat başında, ışık değişikliklerini yakalamaya çalışarak kızın 24 ayrı fotoğrafını çekmişti. Sonra her bir fotoğrafı 24 eşit parçaya bölmüştü. Sonra birinci fotoğrafın birinci karesini büyüterek 24x24 cm. boyutlarındaki tuvale kopyalamış ve boyamıştı. Derken ikinci fotoğrafın ikinci karesini, üçüncü fotoğrafın üçüncü; dördüncü fotoğrafın dördüncü ve beşinci fotoğrafın beşinci karesini.. ve de yirmi dördüncü fotoğrafın yirmi dördüncü karesini kopyalayarak gördüğümüz 24 ayrı tuvali elde etmişti... Sonra da hepsini numara sırasına göre yanyana koymuştu. Sonra bu yapıta kaynaklık eden fotoğrafları ve filmi yakmıştı. Küller hemen resmin altında, yerdeki kristal bir vazonun içinde duruyorlardı. Konuşmayı en az yapıtı kadar seven art-direktör, hayatın ve algılarımızın parçalanmışlığı üzerine daha bir sürü şey anlatmak istiyordu. “İlginç bir fikir, hesap işi, matematikle duygu birleşimi, harika olmuş” şeklinde laflar yumurtladıktan sonra, sanatçının bir başkasına el etmesini fırsat bilip sessizce kaçtım.
Loş bir bölümde kalabalık arasında gördüğümüz işçi kılıklı adamlar toplanmış, serginin düzenlemesini yapan çocuklardan biriyle yüksek sesle tartışıyorlardı. Konuşmaya kulak verince bu adamların "işçi kılıklı" değil, işçilerin ta kendisi olduğunu anladım. Tersane özel bir şirkete satılmıştı. İşçiler işlerini kaybetme dehşetiyle bu satışa karşı eylem koymuşlar ve tersaneyi terketmemeye karar vermişlerdi. Özel şirketle anlaşan sergi düzenleyicileri bu durumdan ancak bu gece haberdar olmuşlardı. Şimdi işçilerin gözden uzak durmalarını istiyorlardı. Adamlara içkiler içirmişler, bahçede dolaşabileceklerini ama parti sonuna kadar şu depoya girmemelerini söylemişlerdi. İlk defa gördükleri bir sanat olayı, ünlü konuklar, film yıldızları falan karşısında çok heyecanlanan ve herşeyi merak etmeye başlayan işçilerin bir kısmı direnişi unutmuş, rüyada gibi ortalıkta dolanıyor, olur olmaz şeylere gülüyor, onu bunu parmakla gösteriyor ve serginin müstesna konuklarını tedirgin ediyorlardı. Konuşma işçilerin lideriyle, sergi düzenleme komitesinin başkanı arasında karşılıklı sert sözlerin edildiği bir atışmaya dönüşürken hemen oradaki bir küçük yan kapıdan kendimi dışarı attım.
Oh! Burası iki depo binasının arasında kalan iki metre eninde, yaklaşık yirmi metre uzunluğunda bir aralıktı. Yüksek iki duvarın arasından yıldızlı gökyüzünü görebiliyordum. Aralığın uzak ucu denize bakıyor, denizde yanıp sönen kırmızı bir ışık göz kırpıyordu. Kapının hemen yanındaki demir ve saç yığınının arkasından bir fısıldaşma duyuldu: "Senin gibi kızın kıymetini bilmemiş ya, aklına şaşayım ben o herifin" diyordu bir erkek sesi. Bir kız sesi ona cevap verdi: "Bunların bir imalat hatası var, sevilmek istemiyorlar her halde... Seninki de öyle ya... Böyle tatlı, böyle yumuşak bir adamı bulmuş, hala mutsuz ediyor. Ben olsam kul köle olurdum senin gibisine." Sesler önce iyice yumuşadı: "İyi ki geldin bu akşam. Sen olmasan çıldırırdım." "Bugüne kadar aklımız neredeymiş?"
Bir sessizlik oldu. Bir adım ileri çıkıp göz ucuyla hurda yığınının arkasına baktım. Kaya ve Gülsen öpüşüyorlardı. Beni görecek halde değillerdi.
Hemen geri dönüp çıktığım kapıdan girerek kalabalığa karıştım. Doğrusu, herşeyi iyice içinden çıkılmaz hale getiren bu gelişme hiç beklemediğim bir şeydi. 1. Kaya ve Gülsen bu hale gelinceye kadar hangi aşamalardan geçmişlerdi. 2. Emel şu an nerelerdeydi acaba? 3. Fırat'ı ne yapıp edip buralardan götürmeliydim, yoksa gerçekten rezalet çıkabilirdi.
Robert Smith’in derin sesi depoyu sarsıyordu: “The spider man comes!” Kulağımın dibinde bütün gürültüye rağmen ödümü kopartan bir ses patladı. Bir trompet taklidi. Döndüm ki, Emel... Sesini duyurmaya çalışarak "N'aber lan münzevi, nerelerdesin?" diye bağırdı. Emel çok sarhoş olduğu zamanlar böyle bir zorlama neşe havasına girerdi.
"Ne güzel değil mi Umur? Bu hafta iki elim kanda olsa birşeyler yazacağım bu sergi hakkında."
Kalabalığın arasında, kafayı 24'e takmış art direktör arkadaşıyla konuşan ve büyük olasılıkla beni soran Fırat'ı farkettim. Emel'in kolundan çektim, "Gel bak Emel şurada da çok ilgini çekecek bir iş var". Duvar yıkılarak açılmış kapıların birinden dışarı çıktık.
Müziğin ve kalabalığın gürültüsü içeride kaldı. Emel'i sürükler gibi bir köşeye çektim. "Yahu n'oluyoruz? Burada iş miş yok" dedi şaşkınlıkla. "Fırat" dedim, "Fırat geliyordu." Omuz silkerek "Gelsin ne olacak ki?" dedi. Güldü, "Gülsen'i yine terketmiş. Kızla Köpek'te karşılaştık, çok kötüydü Gülsen’cik, teselliye ihtiyacı vardı. Asaf'a onu teselli etmesini söyledim, sonra gözden kayboldular. Ya da ben kayboldum. Kaya da bir arkadaşım gördüm diye gitti, bir saattir yok ortada..."
Gülsen’le Kaya’nın yerini biliyordum. "Asaf sizinle miydi, o da burada mı?" diye sordum. Emel yere bakıyordu, olduğu yere çöküp paslı, demir bir borunun üzerine oturdu. Ciğerlerine sıkışıp kalmış bir şeyi üfleyerek dışarı atmak istiyormuş gibi derin bir iç çekerek, ellerini yüzüne kapadı.
"N'oldu Emel, neyin var?"
Ellerini açmadan, bir an duraksadıktan sonra, duyulur duyulmaz bir sesle "Asaf'ı öldüreceğim" dedi.
“Ne dedin?”
“Asaf’ı öldüreceğim!”
"Nasıl yani?" diyebildim. Emel ellerini açıp bana uzun uzun baktıktan sonra, "Bak, sana bir sır vereceğim Umur." dedi. Verme diyemedim.
“Hani birgün Asaf bizi sinagoga götürmüştü," dedi. "Hani çok zorlamıştık bizi götürsün diye. Kaya gelememişti, babasıyla Ankara’ya gitmişti o gün... Taa o zamandan beri Asaf'la ben, sevgiliyiz". Durdu, omuz silkti, “Sevgiliy-dik.” dedi, “Bu sabah kesin olarak bitirdik.” Dimdik yüzüme bakıyordu, "Hiç şaşırmadın mı?"
Kendimi toparlayarak şaşırma numarası yaptım, pek olmadı ama Emel farkedecek durumda değildi: "Şaşırdım, çok şaşırdım. Peki Kaya?"
"Zavallının hiç haberi yok" dedi Emel ve aniden ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemiyordum.
"Umur valla anlatması çok zor ama ben Kaya'yı seviyorum." dedi hıçkırıklar arasından. “Yani, çocuğa etmediğim kötülük kalmadı, o beni aldatsa ve gelip ben aslında seni seviyorum dese, inan ağzının ortasına yumruğu yer. Kimsenin bana inanmasını beklemiyorum, evet, kocamı aldattım ama ona aşığım ben. Vallahi aşığım billahi aşığım.”
Emel’den daha önce hiç duymadığım bu dindar yeminler biraz gülünç kaçmıştı ama gözyaşları sahici gözyaşlarıydı. İçim acımayla karışık bir tür görev duygusuyla doldu. Onu korumak, birşeyler yapıp herşeyi eski haline döndürmek istedim.
"Umur allah aşkına kimseye söylemeyeceksin bak..."
"Söylemem... Söyler miyim hiç? Ama bu öldüreceğim möldüreceğim lafları nereden çıktı?"
Ağlamasını bastırmaya çalışarak, "Bu akşam Asaf’ın karısıyla tanıştık" dedi Emel, "İlk defa gördüm kadını." "Tuhaf biri" dedim, "Ben bir iki kere karşılaştım".
"Hepimiz Köpek'te buluşmuştuk. Bu partiye gelecektik. Asaf'ın ikizler de oradaydı. Gülsen geldi filan. Ben Kaya'yla Asaf'ın konuşmalarından çok sıkıldım. Çocuğun saflığından yararlanıp öyle laflar sokuyor ki, daha sabah telefonda bana kesinlikle birlikte olamayacağımızı, ne cinsel ne kafa bakımından birbirimize uymadığımızı filan söylüyor; sonra da Kaya’ya ne kadar harika biriyle evlendin, böyle kız dostlar başına, ben de bulsam ben de evlenirim Emel gibi kızla diyor. Sinirimden kalktım, ikizlerle şöyle bir dolaştık İstiklal Caddesinde. Sonra oğlanlar bira içmek istediler. Ben de için birer kutu diye bunlara bira aldım. Meğer yanlarında şey varmış, şey..." Eliyle sigara içme hareketi yaptı. "Çocuklar yolun ortasında çıkarıp içmeye başladılar. Normal filtreli Marlboro'ya doldurmuşlar. Önce kızdım, sonra ben de içtim onlarla. Kafam öyle bir oldu ki..." Durup uzun bir ıslık çaldı.
"Asaf burada mı?" dedim. Emel beni duymamış gibi hikayesini anlatmayı sürdürdü: "Sonra Köpek'e döndük. Vay sen misin çocuklara bira içiren, beni küçük bir kızmışım gibi bir haşladı aklın durur. Bu gece de annelerinin yanına dönme gecesiymiş. Buraya gelmeden önce kadının evine uğradık, çocukları bırakmaya..."
Nasıl bir kıyamet kopmuş olabileceğini tahmin ediyordum.
"Kadının evinde parti varmış" diye devam etti Emel. "Böyle terasta hanımlar beyler... Ha ha ha, hi hi hi takılıyorlar. Biz arabayı kapının önünde durdurduk, terslik işte, Ulaş çıktı arabanın yanında 'Anarchy in the UK'yi söylemeye başladı. Kadın terastan koptu geldi. Ulaş'ı öyle sarhoş vaziyette görünce Asaf'a bir giydirmeye girişti ki, bu kadar olur. Yok işte nasıl izin verirmiş oğlanların bu hale gelmesine filan. Serseri babalarının şu melek gibi çocukları kendisine benzetmesine izin vermeyecekmiş. Asaf hiç adam olmazmış, pisliğin içinde debelene debelene geberip gidecekmiş."
Filmlerde delilerin güldüğü gibi güldü, "Bir yandan da Ulaş'a Deniz diye sarılıyor ha... İkiz mikiz, kendi oğullarını karıştırıyor kadın. Sonra iyice kantarın topuzunu kaçırdı, yok işte karanlık basınca bu Asaf'ın içindeki yabani kurt adam ortaya çıkarmış da bilmemneymiş de... Asaf da basireti bağlanmış, ööyle bakıyor. Sonra kadın bize bakıp, bize giydirmeye başladı. Seçkin çaylaklar topluluğu dedi... Her zamanki gibi çok iyi bir grup kurmuşsun kendine dedi... Bu vahşilerin arasından hiç bir zaman kurtulamayacaksın dedi. Bu küçük kızları da kandırıp kandırıp yatağa atıyor musun? dedi. Ben buna dayanamayıp arabadan fırladım. Geçirecem karnına tekmeyi yani, yeter ulan, aile meselelerinize bizi karıştırmayın dedim. Böyle yüzüme baktı, hangi aile? dedi. Sonra Deniz sandığı Ulaş'a sarıldı.."
Aniden güçlenen gözyaşları dalgasıyla bir an durmak zorunda kaldı, "Sonra.. Deniz sandığı Ulaş'a sarıldı, böyle içten gelen bir sesle, benim hayatımı karartmak ister gibi, 'aşkım aşkım' diye inledi."
"Ben nasıl oldum biliyor musun? Böyle başımdan aşağı kaynar kaynar..." lafını bitiremeyip, yine hıçkırıklara boğuldu. Bir yandan "Aşkım, aşkım, aşkım" diye aynı tonda, aynı kelimeyi tekrar edip duruyordu.
Ensemden kuyruksokumuma ince bir ürperti uzanıyordu. Emel bana bakmadan elini uzattı. Bir anlık kararsızlıktan sonra elini tuttum. Emel hıçkırıkların arasında "Bana aynen o karı gibi aşkım aşkım diye inlemeyi öğretmişti" dedi, "Her sevişmemizde beni aynen öyle aşkım aşkım demeye zorlardı. Hoş, ben de alıştım yani, allahın cezası, hoşuma bile gidiyordu. Bir milyon kere aşkım dedim herhalde." Gözleri bir noktaya takılı kaldı, üzüntü birden hiddete dönüştü, "Madem karını o kadar unutamıyorsun, git kapısına köpek ol, yalvar, belki geri alır seni, benden ne istiyorsun, benim hayatımı ne diye mahvediyorsun hayvan." Asaf'ın konuşmasını taklit etmeye başladı "Ayrılmalıyız dayanamıyorum, seni sandığın gibi sevmiyorum. Kaya'ya acıyorum, Tatlı bir kızsın ama benim aklım başkasında." Birden bağırdı. "Canımı çıkartana kadar becer, ondan sonra tatlı kız." Küçük, terli eli avucumda titriyordu.
Tam bu sırada bahçenin taa öbür tarafından Fırat göründü. O zaman Asaf’ın sırrını açık ettiğimi, bunun yol açacağı korkunç sonuçlardan kaçacak hiç bir yerim kalmadığını hatırladım, içimi kemiren ve tırnaklarını bir süre için gevşeten pişmanlık duygusu dişlerini yeniden geçirdi içimin en canalıcı yerlerine. Fırat neşeyle el salladı. Bizi ararken bütün tersaneyi dolaşmış olmalıydı. Emel gözlerini silerek kendisine çeki düzen veriyordu. Fırat yanımıza geldi. Emel'e kötü davranacağını sanmıştım ama gülerek "N'aber Emel" dedi. Emel ona bakıp sessizce gülümsemekle yetindi. Fırat elindeki plastik bardağı işaret ederek bana "Sana da viski almıştım ama seni kaybedince içtim" derken, Emel'in yanına oturup kolunu omzuna atıverdi "Emelciğim, n'oldu? Kocanız yoklar mı?"
Emel dudağının kıyısında acı alay gülücüğüyle, hiç de sevecen olmayan bir cevap verdi: "Kocam kayıp. Bu arada senin Gülsen'le Asaf da kayıp. Hayat bu, seninki Asaf'ın kollarında olabilir şu dakikada."
Fırat'ın yüzünden bir acil imdat sinyali geçti. Ama içinde ötüp duran kırmızı alarm düdüklerini bastırarak, Emel'e cevap yetiştirdi: "Madem öyle, biz niye böyle yalnızız, şu aramızda olması gereken şeyi, niye bu gece halletmiyoruz?"
Emel tedirgin, bana baktı, sonra Fırat'a döndü: "Hangi, şeyi?" Fırat'ın beni umursayacak hali kalmamıştı "Come on baby, let's get lost!" diye bir çığlık attı. "Hadi Emel, şurdan bir taksiye atlar bana gideriz, kimse bizi bulamaz." Emel acıyarak baktı Fırat'a, "Seninle hiç bir yere gidemiyorum, gidemem, gitmem, gitmeyeceğim. Beni hep yanlış anladın Fırat"...
Fırat "Ne yanlış anlaması? Ben yanlış anlıyorum da, bi tek Asaf mı doğru anlıyor?" diye köpürdüğünde oradan geri geri uzaklaşmaya başlamıştım. Sırtımı dönüp adımlarımı hızlandırırken arkamdan Emel'in "Asaf nereden çıktı, ne ilgisi var?" dediğini duydum. Fırat "Asaf'la ilişkini öğrendim bu akşam" dedi. Emel'in "Asaf mı söyledi yoksa?" diye bağırışını duyduğumda kulaklarımı tıkamak istedim.
Kapkara bir denizin ortasında plastik bir bota sığınıp kalmış kazazedelerdik. Tersanenin hurda gemisi, ışıklarını yakmış bir felaket hayaleti olarak tam yol üzerimize geliyordu.
Molozlarda ayaklarım kaya kaya ana kapıya doğru koştum. Tam kapıya varmıştım, arkamdan gelen biri, beni sıyırarak yanımdan geçti. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu.
Işık'tı bu. Gümüşlük’te tanıştığımız gün giydiği bordo elbise vardı üzerinde. Kokusu bir daha hiç bir zaman giremeyeceğim ebedi saadet ülkesinin bir hatırası gibi burnumu sızlattı, geçti. Tam ona seslenecektim ki, arkamdan bir ses, benim yerime, benden bir salise önce bağırdı: "Işık!".
Işık bir an duraksayıp, döndü. Bana baktığını sandım ama bakışları beni delip geçiyor, arkamdaki birine yöneliyordu. Arkama dönünce biraz ileride dikilen, Işık’a seslenmiş olan Asaf'ı gördüm. Evet, bakışmaların aman vermez yaylım ateşi arasında kalmıştım. Işık ağlamasını zor bastırır gibi dudaklarını ısırarak ikirciklendi.
Kalbime kış geldi, karlar yağdı, bahar oldu, bahar geçti, yaz geçti, herşey hafifçe bulandı ve kadrın dışına taşar gibi oldu, derken bir baktım ki Işık arabasına binmiş, gidiyor. Ayaklarım toprağa gömülüp kök salmış gibi kıpırtısız kaldım. Zavallı beynim "harekete geç!" komutunu verene kadar Işık'ın arabası anayola çıkmıştı bile.