Tuesday 18 June 2013

DURAMAYAN ADAM - Ümit Ünal



Galiba üç gündür, karısı Dursun Bey'e tek laf etmemişti. Bu onun kendince sessiz isyan yöntemiydi. Bütün evlilik hayatları boyunca yani son otuz iki yıldır bir tek kavga etmemişlerdi, sesleri bile yükselmemişti. Dursun Bey karısını severdi. Karısı da onu. Otuz iki yılda birkaç kere Selda Hanım susma eylemine girmişti. Son yıllarda bu susmalar artmıştı. Hiç bir şey demeden, günlük hayatın akışını bozmadan, temizliğini yemeğini akşam beş çayını aksatmadan susardı Selda Hanım. Onun neden sustuğunu, küskünlüğün gerçek sebebini Dursun Bey çoğu zaman bilemez, tahmin edemez, ancak susma cezası kendiliğinden bitince anlardı. Çoğu zaman bu sebep sudan bir kıskançlık, Dursun Bey'in iki laf arasında ettiği düşüncesizce bir söz falan olurdu. Dursun Bey ilk bir iki susma isyanında karısına sorular sormuş, neden sustuğunu anlamaya çalışmış ama cevap alamayınca vazgeçmiş ve işleri oluruna bırakmıştı.

İşin tuhafı Dursun Bey asla bırakmazdı karısıyla konuşmayı. Sanki hiç bir şey yokmuş gibi, cevap gelsin gelmesin konuşurdu. Havadan sudan bahseder, televizyondaki dizilere yorum yapar, yemek ister, çay ister, bazen bir kadeh rakı isterdi. Karısı da susmasına rağmen, sanki hiçbir şey duymuyormuş gibi davranmasına rağmen itiraz etmeden istenileni yapardı. Biraz önce de Dursun Bey'in yanındaki sehpaya bir bardak çay ve bir dilim kek bırakmış, sonra da sessizce taze fasulye ayıklamaya koyulmuştu. 

Çocukları olmamıştı. Şehrin merkezine oldukça yakın, deniz manzaralı nezih bir sokakta, Dursun Bey'in babasından kalma eski usul bir apartman dairesinde oturuyorlardı. 

Dursun Bey “Bu sefer neden susuyor” diye geçiriyordu içinden ama asla sormayı düşünmüyordu. Ama yani bu suskunluk gerçekten münasebetsiz bir zamana denk gelmişti. Ülke bir ateş çemberinden geçiyor gibiydi. Sokaklarda Dursun Bey'in hiç anlam veremediği, çoğu genç insanlardan oluşan bir kalabalık polisle çatışıyordu. Hikayenin başını kaçırmıştı Dursun Bey, şehir merkezindeki parkta ağaç mı kesmişler, bir şey olmuş, polis fazla gaz bombası atmış, falan. Başbakan parka bir kışla yaptıracakmış. Filan. Park- kışla hikayesi neydi, anlamıyordu Dursun Bey. Zaten dışarı çıkmayı çok seven biri değildi. Kalabalıklardan çekinirdi. Ne kışlası, orda kışla mı varmış? Kışla mı yapılacak, alışveriş merkezi mi, otel mi? Ne? Hikayenin başı kaçınca gerisi iyice karışık geliyordu. Yirmi gün boyunca ağaçtı kışlaydı deyip sokaklarda vuruşanları, gaz ve basınçlı su sıkılan bayraklı pankartlı kalabalıkları seyretmişlerdi. Seyretmek derken o görüntülere otuz saniyeden fazla dayanamıyordu Dursun Bey, hemen zaplıyordu. Karısı otuz saniye bile değil, görür görmez gözlerini kapıyor ve “Ay ay ay, ay Dursun ay Dursun!” diye bağırıyordu sadece. Sonra da “Allah ıslah etsin, Allah bu milleti korusun” diye kendince bir dua ediyordu. Gençken yaşadıkları “anarşi zamanı”nı hatırlıyorlar ve çok korkuyorlardı.

Sadece bir kere bir kanalda beliren gaz ve direnen kalabalık görüntülerinden birini zaplamaya hazırlandığı anda, Dursun Bey'in parmağı havada kalmıştı. Çünkü ekranda, canlı yayında kendi sokaklarının hemen girişindeki köşe marketi görmüştü. Market sahibi Enis telaş içinde mallarını toplayıp kepenklerini indiriyordu. Dursun Bey ve karısı o güne kadar bir iki kilometre öteden duyulan sloganlar ve gaz tüfeği seslerinin şimdi çok çok yakından geldiğini fark ettiler. Sonra burunlarına tuhaf, çok pis bir koku geldi ve ne olduğunu anlayıp pencereleri kapamakta çok geç kaldıkları için ikisi de deli gibi öksürmeye başladı. Sokakta yüzlerce kişi vardı, atılan gaz içeriye de biraz sızmıştı. Pencereleri kapadıktan sonra Dursun Bey bu nefesini kesen gazın onu öldüreceğini düşündü. Ciğerleri patlayacak gibiydi. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Karısı “Ay Dursun ay Dursun, ay ay ay, Allahım yardım et bize!” diye bağırdı. Sonra lavaboya yetişemeden kustu, banyo kapısının dibine yığılıp ağladı, ağladı.

Dursun Bey hayatta birkaç bayram ve cenaze namazı dışında namaz kılmamıştı. Karısı Ramazan gelince mutlaka oruç tutardı. Dursun Bey midesini bahane ederek onu da yapmazdı. Ama ikisi de dua eder ve “Allah korusun”, “Allah ıslah etsin” gibi deyişleri bolca kullanırlar ve kendilerini dindar sayarlardı.

Kalabalık çabuk dağıldı, sesler uzaklaştı ve geri gelmedi. Yine de Dursun Bey ve karısı sabaha kadar pencereleri açmadılar. Korkudan ışıkları söndürüp karanlıkta oturdular. İkisi de uyuyamadı. Sabahın ilk ışıklarında sızdılar. Neyse ki sabah işe gitme sorunu yoktu.

Dursun Bey iki senedir emekliydi. 57 yaşındaydı. Bugüne kadar polisle başı asla derde girmemişti. Polis karakolu denen şeyi sadece filmlerden ve dizilerden biliyordu. Askerde bir yüzbaşıdan bir yanlış anlama yüzünden yediği tokat hariç devletten hiç kötü muamele görmemişti. 12 Eylül darbesinde üniversitedeydi. Siyasete hiç bulaşmamıştı. Okula sorunsuz girip çıkan ve kimseden dayak yemeyen tek kişiydi. Ne sağcılar ne solcular ne de polisler onu dikkate almışlardı. Dursun Bey upuzun boyuna ve iri cüssesine rağmen, bazen saydam olduğunu düşünürdü. 

O gazlı geceden sonra biraz da kendi güvenlikleri için, televizyonda çatışma direniş haberlerini dualar ede ede daha dikkatle seyreder oldular. Meğerse binlerce kişi şehrin merkezindeki parkı korumak için işgal etmişti. Anlayamadılar. Sonra güzelim bir yaz akşamı polis parkın olduğu meydana inanılmaz bir şiddetle girdi ve binlerce insanı gazla, zehirli suyla dağıttı. “Büfenin camına konmuş sineğe balyozla saldırıyorlar sanki, n'oluyoruz?” dedi Dursun Bey karısına. Polisi de anlamıyordu direnenleri de. “Neyin savaşını veriyorlar? Neyi değiştirecekler ki? Neyi değiştirebildiler bugüne kadar?” diyordu. Devlet güçleri balyozla her yeri dümdüz edip meydandan geçmeyi yasakladı. Ertesi gün bir televizyon kanalı “Park halka açıldı, şu an kimsenin girmesine izin verilmiyor” dedi. Başbakan farklı kalabalıklara muzaffer bir konuşma yaptı. Dursun Bey bu adama ısınamamıştı hiç. Siyasi sebeplerden değil. Dursun Bey'i kimin hükümet ettiği ilgilendirmiyordu. Parası vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi. Yeter ki esprili olsun. Efendi olsun. Güzel konuşsun. Sakin ve kibar konuşan düzgün siyesetçileri beğenirdi. O ve karısı yirmi küsur yıldır oy kullanmamışlardı.

“Dayağı yediler, artık pısar kalırlar biter bu olaylar” diyordu karısına. Karısı ona cevap vermiyordu. Bu kargaşada Dursun Bey karısının ona ne zaman küstüğünü farkedememişti. Yanlış hatırlamıyorsa son 2-3 gündür o haberlere yorum yapıyor, elinde kumanda sürekli zap yapıyor, karısı sadece bakıyor ve tek kelime etmiyordu. Dursun Bey nasıl olsa geçeceğini biliyordu. “Devletle oyun olmaz, haklı da olsan devlet bu, eğeceksin başını, yoksa koparırlar” diyordu. Karısından hiç ses yoktu. Dursun Bey “Bitecek bu, böyle böyle nereye kadar?” diyordu.

Ama isyan bitmiyordu. Kalabalıklar meydanlardan zorla sürülseler de protesto için başka yollar icad ediyorlardı. Kanallar arasında zaplarken boşaltılmış meydanın ortasında heykel gibi dimdik duran bir adam gördü. Haber spikeri adamın saatlerdir öylece dikildiğini, milim kıpırdamadığını anlatıyordu. Adamın adı bir anda “duran adam” ilan edilmişti, herkes ondan bahsediyordu. Bunun üzerine adamın yanına gelip dikilen başka protestocular da çıkmıştı. Hem meydanda hem de şehrin başka yerlerinde “duran adam”lar, “duran kadın”lar belirmişti. Polis önce şaşkın ve kararsız kalmış sonra kendisini canlı bir heykele dönüştürüp durduk yerde duran bu insanları da “direnişçi” diye toplamaya başlamıştı. “Yahu durduk yerde durmak da mı yasak?” diyordu Dursun Bey.

Karısı “Kızıl Gelinlik” başlayacak değiştir şunu.” dedi.

Dursun Bey hayretle günlerdir ilk kez konuşan karısına baktı. Karısı ona değil uçlarını kesip ayıkladığı taze fasulyeye bakıyordu. Dursun Bey onun susma cezasını bitirdiğine içinden sevindi. Çok sevindi. Ama yıllardır hep olduğu gibi, sevincini göstermedi. “Kızıl Gelinlik” onun da tiryakisi olduğu diziydi. Yine de gayet sakin itiraz etti: “Hayatım ya bu haber çok enteresan. Baksana insanlar durmaya başlamış. Hiçbir şey yapmıyorlar. Duruyorlar öyle. Polis de duranları bile topluyor.” Keyiflendi, gülerek “Yahu ne şimdi bunların suçu, duruyorlar işte” dedi.

Tam yeni bir cümleye daha girecekti ki, karısı elindeki uzaktan kumandayı kapıverdi. “Kızıl Gelinlik”in oynadığı kanalı seçti. Sonra da kumandayı açık pencereden aşağı fırlattı. Diziyi açmıştı ama gözü yine fasulyelerdeydi.

Dursun Bey dehşetle, hayretle, biraz da korkuyla karısına baktı. Selda Hanım hayat boyu ona karşı böyle bir harekete kalkışmamıştı. İki kişilik huzurlarıyla övünür, herkese “Biz bu evde yüksek sesle bile konuşmadık” derlerdi. Elinden kumandayı kapmak? Pencereden atmak? Dursun Bey nefessiz kalmıştı sanki. Bağırmaya çalışırken sesi incecik çıktı: “Delirdin mi sen Selda?” Pencereye koşup aşağıya baktı.

Şükür, kumanda kimsenin kafasına gelmemişti. Sokağın ortasında yatıyordu. Pil haznesi açılmış, piller ortalığa saçılmıştı.

Dursun Bey karısına baktı, ne diyeceğini bilemedi. Derin bir nefes aldı. Doğrudan kapıya yöneldi. Hızla döne döne merdivenleri indi. Gözleri kararıyordu sanki,başı dönüyordu. Sokak kapısından çıkarken çevreye bir bakındı. Sokaktan birkaç kişi geçiyordu sadece. Bir iki pencerede dışarıyı seyreden komşular vardı. Herkes kendi dünyasındaydı. Kimse dikkat etmemişti kumanda olayına. Gidip kumandayı yerden aldı. Pilleri toplamaya çalıştı. Bir tanesi eksikti, kimbilir nereye uçmuştu. Yine çevreye bakarken. biraz ileriye park etmiş, kapıları açık bir polis arabasını farketti, içinde iki polis ona bakıyorlardı.

Dursun Bey hemen başını çevirdi. Bugüne kadar polisle başı derde girmemişti hiç. Elinde kumandayla apartmanın kapısına yürüdü. Kapı kapanmıştı. İtekledi. Olmadı. Kapının kendiliğinden kapanmasını sağlayan düzeneğin üç dört yıl önce apartman yönetimi kararıyla takılmasına Dursun Bey öncülük etmişti. Zile bastı. Ses yok. Tekrar bastı yine ses yok. Dursun bey sokağın ortasına gelip üçüncü kattaki açık pencereye “Selda” diye seslenecek oldu. Ses yok, pencere boş.

Hava yavaştan kararıyordu. Dursun Bey ürperir gibi oldu. Apartman kapısına gitti. Zile ısrarla bir kez daha bastı. Sonra bir kez daha ve bu sefer parmağını çekmedi.

Bir kadın ona tuhaf tuhaf bakarak geçti. Dursun Bey Başını kapıya yaslayıp dişlerinin arasından, hiç etmediği küfürlerden birini etti. Neye kızmıştı karısı? Neydi ki derdi? “Selda ya!” diye yukarı doğru avazı çıktığı kadar bağırdı. O zaman polislerden birinin arabadan çıktığını ve ona dikkatle baktığını fark etti.

Dursun Bey 57 yaşındaydı. Bugüne kadar polisle başı derde girmek bir yana, bir polisle gözgöze bile gelmemişti. Yere baktı. Sanki asıl derdi kumandaymış gibi, kumandaya ve üzerindeki rakamlara baktı. Bir elini cebine soktu ve öylece durdu.

Nasıl düşmüştü ki bu hale? Parası vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. Ve evet, bazı tanıdıkları gibi o malum haptan kullanmasına gerek yoktu sevişmek için. Ne istiyordu daha karısı? Şimdi sokağa mı atmıştı onu? Polisten yardım istese? Karım beni sokağa attı dese. Belki bir maymuncukla...

Sonra gözleri yine polise kaydı. Polis hala ona bakıyor ve yanına gelmek için sebep arıyordu sanki. Dursun Bey birden, düşünceye dalıp fazla uzun bir süre hareketsiz kaldığını, neredeyse şu yeni çıkan “duran adam”lardan birine benzediğini farketti. Hemen duruşunu değiştirdi. Bir ayağını öne attı. Kolunu duvara yasladı.

Polis hala bakıyordu. Gözlerini ayırmadan yanındaki polise bir şey söyledi.

Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü. İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı. Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu. Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.