Hikayeler, makaleler, röportajlar, şiirler, çeviriler, fotoğraflar, desenler ve notlar. Hatta bir roman.- Stories, essays, interviews, poetry, translations, photos, drawings, and some notes. And even a novel.
Teyzem çok genç yaşta evlenmiş ve bir yıl içinde kucağında çocuğuyla ailesinin yanına dönmüştü. Evde tutucu bir üvey baba ve hastalıklarıyla uğraşmayı bir tür şefkat arayışına, ilişki biçimine dönüştürmüş bir anne vardı. Annem, anneannem ve üvey dedemle çatışmaları yüzünden, ailesiyle ilişkilerini çok gevşek tutuyordu. Bu yüzden teyzemi ilk defa yedi yaşımda görmüştüm. Kendisini ev işlerine ve benden üç yaş küçük kızına adamış sessiz sedasız bir kadındı. Sessiz sedasızlığı sonraki yıllarda daha zehirli bir içe kapanmaya dönüştü ve teyzem, anneannemin feci bir tutkuyla koltuklar, sehpalar, büfeler, aynalar, kadife perdeler, cam biblolar vesaireyle tıka basa doldurduğu evde kimsenin dikkatini çekmeyen, varlığı yokluğu bir eşyalardan birine dönüştü. Ama ev eşyaları, hatıraları en yoğun çözünürlükte kaydeden araçlardır ve bir gün gelip tozlu yüzeylerinin altına depoladıkları hatıraları kusmaları kaçınılmazdır. Üvey baba yaşlandı ve etkinliğini yitirdi, anneanne felç geçirip yatağa bağlandı, ve ben 18-19 yaşıma geldiğimde bir gün Teyzem delirdi. Yıllarca perdeleri sıkı sıkı kapatılmış havasız yatak odalarında kızıyla birlikte uyumuştu. Bir yaz ailece deniz kıyısında bir yere gittiler, orada bir adama aşık oldu. Bu evli adamın durumdan haberi var mıydı yok muydu bilinmiyor. Teyzem çıkıp çıkıp bir takım arkadaşlar bulmaya, saçına başına, kıyafetine tuhaf bir özen göstermeye; anneannemin deyişiyle deli kız işi gibi giyinmeye başladı. Mahallede acayip dedikodular çıktığı zaman onu zapt-u rapt altına almaya, yıllar sonra uyanıp başkaldırıveren deli kızı dizginlemeye çalıştılar. Ama olmadı. Teyzem yıllardır içine attığı her şeyi kusmaya başlamıştı. Çocukken üvey babanın kendisini taciz ettiğini anlatıyordu. Bir takım “hatırlı aile dostları”nı, müteahhit bir takım tipleri filan üstüne saldıklarını anlatıyordu. Evlerinde her akşam büyük kavgalar çıkmaya, anneannenin değerli bibloları, tabakları uçmaya, sofralar dağılmaya, şişeler kırılmaya başladı. Bir akşam telefonla annemi İzmir’den Bursa’ya çağırdılar. Teyzem felçli anneannenin bakımını yapamayacak haldeydi. Hep birlikte Bursa’daki eve gittik ve kabus gibi bir iki hafta geçirdik. Evde herkes çoktan küllenmiş kötü anıları yeniden ateşleyen bu eski eşyadan nefret ediyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Doktora gidildi, ilaçlar alındı ve sıkı uyuşturucular sayesinde deli kız biraz derinlere itilir gibi oldu. İzmir’e evimize döndük, ama on gün içinde bir başka haberle sarsıldık. Babamın okuluna telefon gelmişti. Teyzem evden kaçmış ve bir trafik kazası geçirmişti. Hastanedeydi. Babam ve annem akşam akşam Bursa’ya doğru yola çıktılar. Babam garajda onları geçirirken de kulağıma eğilip ölmüş, ölmüş! diye fısıldadı. Annemden gizlediği zehir gibi gerçekle beni yapayalnız bırakıp Bursa’ya gittiler.
O zamana kadar “dramatik” bir şey yazmamıştım. Ama olayın sarsıntısından kurtulabilmek için neredeyse bir savunma içgüdüsüyle teyzemin hikayesini yazdım. Teyzemin hikayesi aynı zamanda çevresinin geçirdiği değişimin de hikayesi olabilirdi. Bursa’nın bir kaplıca ve kayak sayfiyesinden tutucu ve kirli havalı bir sanayi şehrine dönüşmesi fonda yer alabilirdi.
Senaryonun ilk yazdığım hali 30-40 sayfalık tretmanla uzun öykü arası bir metindi. Atıf Yılmaz'ın yardımcı yönetmeni, arkadaşım Leyla Özalp okuduğunda bu tam senaryo sayılmaz üstünde çalışıp bunu senaryoya dönüştürmen gerek demişti. Ben de Adı Vasfiye'nin setine gitmeden önce bir ay gibi bir sürede senaryoyu yeniden yazdım. Gündüz şirkette çalışıyordum, boş vakitlerde Teyzem’le ilgili notlar alıyordum. Gece arkadaşım Raşit Çavaş’ın evine gidip onun daktilosunda senaryoyu temize çekiyordum. Çekimler başlayana dek, birkaç gece sabahlayarak senaryoyu bitirdim. Urla’daki sete gittiğimizde elimde Teyzem'in yeni bir versiyonu vardı. Bu versiyonu aynı zamanda Milliyet Gazetesi'nin senaryo yarışmasına yollamıştım. İlk senaryomun hayata geçmesinde benim için en büyük şans, Adı Vasfiye'nin setinde Müjde Ar’la şahsen tanışmamdı. İzmir Urla'da çalışıyorduk. Teyzem’in senaryosunu yanımda getirmiştim, Leyla’nın da büyük cesaretlendirmesiyle senaryoyu Müjde Ar'a verdim.
Heyecanla beklemeye başladım. Leyla da beni çok destekliyor ve Müjde Ar'a okuması için ısrar ediyordu, ancak Müjde Ar bir türlü okumuyordu; Bir sayfa okudum, iki sayfa okudum, güzel diyalog yazıyorsun filan diyordu. Sonunda ısrarlarımıza dayanamayarak, bir gece, gel şunu sen oku madem dedi. Urla’da kaldığımız otelde odasına gittim, Leyla da oradaydı. Filmin makyajcısı Sahra Hanım ikisinin de yüzüne patates maskesi yapmıştı. Bu sahneyi yıllarca gülümseyerek, sevgiyle andım: Müjde ve Leyla karşımda, yüzlerinde patates maskesiyle sabahlıklarıyla oturuyorlar; 20 yaşımdaki ben bir koltukta, sesim titreyerek senaryoyu okuyorum, arada diyalogların bazısını oynuyorum. Bir buçuk, iki saatte okudum bitirdim. Senaryo bittiğinde Müjde’nin gözleri yaşarmıştı, Ümit biz bu filmi mutlaka çekeceğiz dedi. Teyzem, o gece o odada doğdu denebilir. Odama döndüğümde mutluluktan uyuyamadım.
Türk Sineması’nda sonradan Teyzem'e benzer “fantastik unsur”lar içeren filmler çok yapıldı. Ama o ilklerden biriydi ve yapıldığı dönemde hem anlattığı şeyle, hem bakış açısı ve üslubuyla çok aykırı duran bir hikayeydi. Örneğin senaryoyu Atıf Abi de okumuştu ama beğenmemiş, çok karışık bulduğunu söylemişti. Filmin çekilmesi tümüyle Müjde Ar'ın isteği ve ısrarı sayesinde oldu. Müjde Ar destek olmasa o hikayeyi kolay kolay kimsenin çekmesi mümkün olmayacaktı.
Adı Vasfiye sonrasında Müjde Ar beni Ertem Eğilmez’le tanıştırdı. Ertem Eğilmez’le tanışmam da hayatımın dönüm noktalarından biridir. Ertem Eğilmez, Türk Sineması’nın bir döneminde çok etkin olmuş, çok önemli bir yapımcı, yazar ve yönetmendi. Kurucusu olduğu Arzu Film, 1970’li yılların ticari Türk sinemasına damga vurmuştur denebilir. Çocukluğumu anlatırken andığım yazlık sinemada seyrettiğimiz filmlerin çoğu Ertem Eğilmez'in elinden ya da şirketinden çıkmaydı.
Ertem Abi’nin evi herkesin gelip el öptüğü, tapınak gibi bir yerdi. Seven sevmeyen herkes gelip akıl danışırdı. Yıllarca Arzu Film’de birlikte çalıştığı insanların hepsi ziyarete gelirlerdi. Şener Şen, Müjde Ar, Adile Naşit, Münir Özkul, Ayşen Gruda... Hepsi gelirdi. Yavuz Turgul, Başar Sabuncu, Sinan Çetin gelirdi. Hepsini sinemaya kazandıran sonuçta Ertem Eğilmez’dir.
Ertem Eğilmez ticari sinema dünyasının içinde, kendi hikayelerini de anlatmayı deneyen bir yönetmendi. Yeni Foça’da yazlık sinemada, deliler gibi ağladığımız veya güldüğümüz, defalarca izlediğimiz; Hababam Sınıfı serisi, Adile Naşit ve Münir Özkul komedileri, Tarkan serisi zamanının en çok iş yapan filmleriydi. Hepsi, Ertem Abi’nin dişiyle tırnağıyla kurduğu bir dünyaya aitti. O filmleri yapabilmek için kendini yiyip bitirmiş, günde üç paket Gauloises içmiş ve şimdi ciğerlerinde amfizemle, bir deri bir kemik, evine ve bir koltuğa çakılıp kalmıştı. En ticari olduğu düşünülen filmlerinin içinde, son derece kişisel unsurlara; annesinin babasının ve kendisinin hikayelerine, yakın arkadaşlarıyla ilgili esprilere yer verirdi. Çok hastaydı ben tanıştığımda. Film yönetmeyi bırakmıştı. Fakat hala Müjde Ar ve Şener Şen’in akıl hocası, menajeri ve en yakın arkadaşıydı. Evine ilk kez Teyzem'i anlatmak için gitmiştim. Bana bir küçük tanrı gibi anlatılan adamın, iki büklüm, zorlukla yürüyen biri olduğunu görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Ama Ertem Abi konuşmaya başlayıp beni yörüngesine aldığında, kendimi yazdığım senaryonun inceliklerini filan anlatmayı bırakıp, doğrudan gerçek teyzemin, gerçek hikayesini anlatırken bulmuştum. Ertem Abi’de insanın bütün yapmacıklığını, bütün savunmasını yıkan ve bir anda en çıplak haliyle konuşma ve kaderiyle yüzleşmek zorunda bırakan tuhaf bir çekicilik vardı. Hayatta bu tür insanlarla karşılaşmamışsanız- ki ender bir deneyimdir- bu söylediğimi biraz zor anlarsınız.
Neyse, karşısında oturuyordum. Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Biraz kekeleyerek Teyzem'in hikayesini anlatmaya başladım. Sonuna doğru biraz açıldım ama hepsi hepsi yarım saat içinde hikaye bitti. Ertem Abi beni dikkatle dinledi, dinlerken yüzünde önce utangaç bir gülümseme, sabırsız, sanki sözümü her an kesecek bir ifade; sonra da acayip bir durgunluk, bir dalgınlık belirdi. İçin için korktum. Senaryo fikrimi beğenmedi sanmıştım ama bu ifadeyi önümüzdeki bir yıl içinde tanıyacak ve bir şeyi beğenip gerçekten ilgi duyduğunda böyle baktığını öğrenecektim.
İlk buluşmamızdan sonra Ertem Abi de Teyzem'i okudu. Heyecanla gittim tekrar buluşmaya. Senaryomu çok beğendiğini söyledi ancak bazı değişiklikler yapmamı ve bir daha yazmamı istedi. Söylediği şeylerin kimini çok akla yakın buldum, kimi doğrudan saçma geldi ama yeni bir yazım kararıyla yanından ayrıldım. Birden kışın ortasında İstanbul’da işsiz güçsüz kalmıştım. İlk ve son defa eve döndüm, İzmir’e gittim. Kışı İzmir’de geçirdim sadece Teyzem'i yeniden yazmak için. Bir üçüncü versiyon ortaya çıkardım böylece. Müjde Ar'a okuduğum ilk halini de, Leyla'nın teşviki sayesinde Milliyet Gazetesi’nin senaryo yarışmasına yollamıştım. Nisan ayında o yarışma sonuçlandı; birinci oldum. 1986’nın parasıyla bir milyon lira ödül kazandım. Aldığım ödülün büyük bir kısmını borçlarını kapamaları için aileme verdim. Kalan kısmıyla İstanbul’da birkaç ay oldukça rahat bir hayatım oldu.
Ertem Eğilmez ve Müjde Ar, bu arada Halit Refiğ’le ve yapımcısı Fedai Öztürk’le görüşüyorlardı. Milliyet’in ödülünü almaya gittiğimde Ertem Eğilmez’le buluştum, senaryonun yeni halini çok sevdi. Sağlığım yerinde olsa da, ben çeksem dediğini hatırlıyorum. Sanırım samimiydi, belki de sadece beni teşvik etmek için söylemişti, bilemem.
Halit Refiğ’le de Ertem Eğilmez ve Müjde Ar tanıştırdı beni. İlk görüşte çok etkilendim kendisinden. Etkileyici ve derinlikli bir insandı, çok yüksek sesle konuşur, yüksek sesle güler, girdiği yeri hemen etki alanına alırdı. O dönemde Türker İnanoğlu’na bir dizi çok kötü aksiyon filmi çekmişti. 60'larda çok iyi filmlerle başlayan sinemasında bir düşüş vardı bana kalırsa. Yine de tanıştığım birçok yönetmen içinde, gerçekten birikim sahibi olanlardan biriydi.
Halit Refiğ, Müjde Ar için Kurtar Beni adında bir imamla bir fahişenin aşklarını anlatan bir senaryo tasarlamış ve yapımcı şirket Burç Film’le anlaşmıştı. Ertem Eğilmez ve Müjde Ar, o proje yerine Teyzem'in çekilmesi yönünde ısrarcı oldular. Böylece Burç Film’in yapımcılığında ve Halit Refiğ’in yönetmenliğinde, Teyzem'in çekilmesine karar verildi. Halit Abi yıllar sonra o ilk tasarladığı Kurtar Beni filmini de çekti. Müjde Ar yerine Gülşen Bubikoğlu oynuyordu. Anladığım kadarıyla Halit Abi çok da sevmeden ve biraz mecburiyetten girmişti Teyzem projesine. Ona biraz emrivaki gibi oldu. Yıllar sonra Müjde Ar'a şöyle demiş: Ben bu film yıllar içinde nasıl başarılı oldu, nasıl kült film oldu anlamıyorum... Herhalde kadın seyirci çok sevdiği için böyle oldu...
Teyzem en sevdiğim senaryolarımdan biridir. Bizim işimizde samimiyetin önemini anlamama neden olmuştur.
Sinemada bazı işler saf ve mükemmel zanaatkarlık özelliğiyle göz doldurur, beğenilir. Steven Spielberg ya da Christopher Nolan filmleri gibi. Ama bazı filmler bizi, zanaat manasında zayıf da olsalar, anlattıkları şeyin gücü ve samimiyetiyle çarparlar. Teyzem, benim sinemayı az bilirken, büyük bir acıyla baş etmek için yazdığım, seyirciyi ya da seyirciyi “tavlayacak” oyunları düşünmediğim bir senaryodur. Kötü yapım koşullarında çekilmesine rağmen, yıllar sonra hala sevgiyle hatırlanmasının sebebi anlattığı şeyin gücünde ve samimiyetindedir. Yıllarca o senaryonun samimiyetine yeniden yetişmeye çalıştım ama bu çok zor bir iş.
Teyzemin asıl hastalığı manik depresyondu sanırım. Ben hayaller ve halüsinasyonlar ekleyerek, paranoid şizofreni denebilecek farklı bir yere çektim. Gerçek teyzem halüsinasyonlardan söz etmiyordu. Ama çok konuşup, çok hakaret edebiliyor ve birden masayı devirebiliyordu örneğin. Büyük olasılıkla, kesin bilinmiyor elbette, intihar etti. Filmdeki gibi, sabahın altısında bir kamyonun altında kalmıştı. Bursa’nın bir yerel gazetesinde, kocaman bir kamyon resmi koymuşlar. Kamyonun bıyıklı şoförü, köşede de teyzemin başörtülü fotoğrafı. Kocaman başlık: Bir kadın ezildi. Gerçek başlık buydu, olduğu gibi o görüntüyü ve haberi kullandım. Aslında bütün hikayeyi de özetleyen bir şeydi: Bir kadın ezildi.
Yazarken temel duygularım öfke ve samimiyetti ama elbette çok şeyi değiştirdim. İnsan kendisini en çok etkileyen gerçek şeylerden söz ettiğinde bile, olaylara daha farklı bir düzen, daha “olması gerektiği gibi” bir hava vermek ister. Sonuçta gerçek hayattaki her şey hem filmdeki gibi oldu, hem de hiçbir şey filmdeki gibi değildi.
Alain Robbe-Grillet'in çok sevdiğim Ölümsüz'ünün etkisiyle gerçek hikayenin yanı sıra benim İstanbul’la ilişkimden de yola çıkmıştım. Film sadece bir adamın teyzesini hatırlayışının değil, İstanbul'la ilişkisinin de hikayesi olsun istiyordum. İstanbul’a geldiğimde çok sarsılmıştım, gerçek olaylar Bursa’da geçmesine rağmen, İstanbul tecrübelerimi katabilmek için de olayları İstanbul’a taşıdım. Anlatmak istediğim şeyler içinde filmde ortaya çıkmayan noktalardan biri, İstanbul-Teyze paralelliğiydi. Filmdeki çocuk; Umur, teyzesini de İstanbul’u da ilk defa altı-yedi yaşlarında görür. İstanbul, Umur’un aklında, Kapalıçarşı, vapurlar ve parlak renkli kartpostal resimlerle kalsın istiyordum. Teyzesini de çok güzel, neşeli, hayat dolu bir kadın olarak hatırlayacaktı. Ama kadın delirdikten sonra tekrar geldiklerinde, İstanbul’u daha gerçek ayrıntılarıyla görmeye, teyzesinin de delirmiş, ezilmiş halini görmeye başlayacaktı. Ama maalesef pek olamadı. Filmde bu duygu pek çıkmıyor.
Yazarken pek çok şey gerçek hayattan farklılaştı: Örneğin dayı ya da Niyazi karakteri de benim dayımdan çok farklıdır. Anne tarafından bir akrabamızın üç oğlu vardı, gençliklerinde kendi orkestralarında çalmışlardı. Uzun saçlı, İspanyol paçalı gençlerdi. Evlerine gittiğimizde, ben mesela o sırada “ajli jolikombi” olarak bildiğim Adieu Jolie Candy’yi2 isterdim, onu çalarlardı. Bursa’nın sanayileşme sürecinde değişmesiyle birlikte onlar da değişti. Biri ailesinden uzaklaşıp gitti. Diğer ikisi Bursa’da kaldılar ve manifaturacı, tuhafiyeci açtılar. İslami inanç temelinde geleneksel bir yaşam bir tarzı benimsediler. Namaz kılmaya başladılar. Teyzem'in krizlerinin en arttığı dönemlerde, sanki hiçbir olağanüstü durum yokmuş gibi akrabalara misafirliklere gidilip gelinirdi. Manifaturacılıkla uğraşanlardan birinin evine gittiğimizde, ezan okuyan saati bunu satıyoruz, çok da alıcısı var diyerek getirip bize göstermişti. 10 sene önce uzun saçlı gitar çalan bir adamın şimdi ezanlı saat satıyor olması bana çok acıklı gelmişti. Bu ayrıntıyı filmde de kullandım zaten. Dolayısıyla o üç kardeşi bir kişide birleştirip, dayı karakteri yaptım. Babasına isyan edip evden kaçar, yurtdışına gider. Sonra tutunamayıp döner, babanın istediğinden çok daha geleneksel biri olmuştur: Gurbet ellerde çok yalnız kalıyor insan... din kardeşlerim olmasa aç kalırdım. Günümüzde birçok entelektüelin kaderine bakınca sanki Niyazi’yi görüyorum. Gerçek dayım öyle biri değildi. Gerçek dedem de asker değildi ama filmdeki adamın emekli bir astsubay olmasının karaktere daha katkısı olacağını düşündüm.
Teyzemin gerçek hikayesinin çoğunu, küçük bir hatıra defterinden öğrenmiştim. Daha doğrusu annemin tuttuğu bir şiir defteri varmış, o şiir defterinin bütün boş kalan sayfalarını, köşelerini, kenarlarını, minicik bir yazıyla, teyzem de günlük gibi kullanmıştı. Ben de yıllar sonra gizli gizli okumuştum. O sözlerin bir kısmını senaryoda kullandım: Allahım ne kadar mutluyum, inşallah o da beni seviyordur gibi sözler. O 1960’lı yılların hatıra defterlerinin “kitsch” dünyasını kullanmak istiyordum. Aynı “kitsch” havada Ajda Pekkan’ın eski şarkılarını kullanmak istiyordum. Ajda Pekkan’ın 1960’ların başında yaptığı ilk albümünde Moda Yolu diye bir şarkısı vardır. Marc Arian'ın şarkısından uyarlama. Sözleri de çok komiktir: Bir kız vardı hatırla kolunda/ Jiklet çiğniyordun sen ağzında/ Kırmızı jaket ve pantolonla/ Moda Moda Moda yolu”nda. Günümüzde tümüyle bitmiş, ortadan kalkmış, aslında belki de hiç olmamış bir hayal dünyasının şarkılarıdır bence o albümdeki parçalar. Bu şarkıların filme çok tuhaf bir atmosfer katacağına inanıyordum. Bir de senaryonun yapısında, zaman içinde sürekli ileri geri atlamalar vardı. Senaryo teyzenin delirişi ile banyo aynasında sırtında yazı gördüğü sahne ile başlıyordu. Nasıl o hale geldi? sorusuyla devam edecekti. Sonra İstanbul’da genç Umur’u görüyorduk, vapura biniyordu. Eve gelip zamanında teyzesinin dinlediği bir sürü 45’lik plak buluyor, o plakların arasından, dandik eski bir pikaba Moda Yolu şarkısını koyuyordu. Şarkıyla birlikte, yavaş yavaş geçmişe dönüp, teyzesinin hikayesini duymaya başlıyorduk.
1960'larda, bir genç kızın “kitsch” dolu dünyasını hayal etmiştim; Hayat Mecmuası, üç renkli kötü baskı dergiler, hatıra defterleri ve onların saçma sapan illüstrasyonları, oradaki dil... Ama öyle bir kabuğun içinde de halüsinasyonlar, cinsel kabuslar ve korkunç bir karanlıkla çevresindeki renkli süslerden kaynaklanan zıtlık. Aklınıza geleni biliyorum, hemen söyleyeyim: David Lynch veya John Waters filmlerinin birini bile görmemiştim, isimlerini bile bilmiyordum... Senaryonun bu kuruluşu, dili, dünyası Halit Refiğ’in dünyasına ve diline çok yabancıydı. Filmde kullanmayı istediğim Ajda Pekkan şarkıları için Halit Refiğ, Ajda Pekkan dinleyenler delirmez. Belki Sezen Aksu olabilir dedi; ama Sezen Aksu’dan şarkı isteme konusunda ciddi bir adım atılmadı. Zaten Sezen Aksu o günler için hala yeni, çok gündemde olan biriydi. Ajda şarkılarıyla yaratmak istediğim atmosferi karşılamazdı. Sonuçta Atilla Özdemiroğlu'nun stüdyoda yaptığı müzikler, filmin müzikleri oldu.
İlginç ve oldukça öğretici bir yeniden yazım süreci yaşadık. Halit Refiğ, İbrahim Türk'ün kendisiyle yaptığı söyleşi kitabındaTeyzem ve benden söz ettiği bölümde, beni oldukça cahil bir çocuk gibi anlatıyor: Başından ilginç bir hikaye geçmiş, bu da birilerinin ilgisini çekmiş, gel bunu yaz demişler, elinden tutup senaryo yazdırmışlar... Öyle değildi tabii ki. Senaryonun ben daha Müjde Ar ile tanışmadan önce yazdığım versiyonu Milliyet’in senaryo yarışmasında büyük ödülü almışı. Senaryo elbette 20 yaşında birinin ilk senaryosu olmanın bütün aksaklıklarını taşıyordu ama temelinde iyi bir film vardı. Ama o film, anlatmaya çalıştığı dünya ile, anlatım biçimi ile, Halit Refiğ sinemasından çok uzaktı. Birlikte çalıştığımız süreçte bir münasebetsizliğim varsa o da cahilden çok, belki çokbilmiş ve ukala olmamdır. Şu sahneyi anlatayım:
Senaryoyu ilk yazdığım sıralarda okuldan bir genç kız arkadaşım sohbet sırasında anlattı: Bunalımlı bir döneminde, aynadan kendisine bakarken arkasından bir cüce geçtiğini görmüş, korkuyla geri dönmüş elbette evde cüce falan yokmuş. Bu anıdan çok etkilenmiş, çok da korkmuştum. Üftade senaryoda bir tür halüsinasyon olarak, üç tane cücenin yatak odasının çeşitli yerlerinden çıkıp, kendisini kemirdiğini hayal eder. Ev ahalisi cüceleri görmez ama küçük Umur görür. Halit Refiğ’le senaryo üstündeki en büyük tartışmalarımızdan biri bu sahne olmuştu.
Sinema okurken, okulumuzda tatlı bir rekabet ortamı vardı; herhangi bir şeyden bahsedildiğinde, kenarda sessiz kalmak ayıp bir şeydi. Mutlaka gidip öğrenmek gerekirdi. Dolayısıyla üç cücenin ne manaya geldiğini çok iyi biliyordum. Halit Bey bu ne demek diye sorduğunda, sinir bir bilgiçlikle: Üç sayısı Freud’a göre erkek cinselliğini temsil eder. Yani ataerkil sistemde kadının kemirilişini, yenişini anlatmaya çalıştım. Buna da bir tek başkahraman, çocuk şahit oluyor. Diğer insanların hiçbiri cüceleri görmez. Bu de Oedipal bir duruma işaret ediyor ... demiştim. Ben anlatırken Halit Bey hiç aklımdan çıkmayan bir şey yapmıştı. Kalabalık kitaplığında, kitaplar üç sıra halinde dururdu. En arkadan İngilizce bir kitap çekti: 1960’lı yıllarda okumuş. Açtı, eliyle koymuş gibi, altı kurşunkalemle çizili bir satır buldu ve sen bunu demek istiyorsun yani dedi. Şimdi orijinal cümleyi tam hatırlamıyorum ama ataerkil toplumlarda üç sayısı erkek cinsel organını temsil eder gibi bir cümle gösterdi. Ben üç yaşındayken zaten onu okumuştu! O an çok büyük saygı duymuştum ona. Bu sahneyi bana kardeşim niye senaryonu teslim ettin o adama? diyen bir sürü geri zekalıya, Halit Bey’in aslında nasıl birikimli biri olduğunu kanıtlamak için sık sık anlatmışımdır. Ama bu sahneyi, kendi söyleşi kitabında sanki ben her şeyden habersiz bir cahilmişim ve o bana psikoloji kitapları vermiş de bir şeyler öğretmiş gibi anlatır. Bunu okuyunca bir hayli üzüldüm. Geçim derdiyle film çekmeye çabalarken 21 yaşında ukala bir çocuğu idare etmek, sonra da onun senaryom berbat oldu kaprislerini duymak elbette Halit Refiğ çapında bir yönetmeni üzmüştür, şimdi çok iyi anlıyorum. Yine de benim ona yıllar boyu gösterdiğim saygıya daha olgun bir karşılık beklerdim.
Sonuçta benim üç cüce filme giremeden çöplüğü boyladılar, yerlerine “daha anlaşılır” bir simge olarak genç kadının babasının üç değişik kılıktaki hali geldi. Mevcut filmde üvey babanın asker, bakkal ve namaz entarili kılıklı halleri Üftade’yi kemirirler. Simgesel manaları buyurun siz düşünün. Bence cüceler çok daha tuhaf, ürkütücü ve daha manalı olabilirdi. Üçlü baba figürü biraz fazla “Psikanalize Giriş” ya da “kör gözüm parmağına” oldu.
Bir de senaryonun ilk yazdığım halinde Serra Yılmaz’ın oynadığı görümce Şenay evden kaçıp dansöz oluyordu. Yazlıktaki dansöz sahnesinde Üftade, Erhan ve arkadaşlarının dansöz oynattığını görür. Oradaki dansöz evden kaçıp “kötü yola düşen” Serra olacaktı ve Üftade ile karşılıklı tuhaf tuhaf bakışacaklardı. Şenay hiç bir şey söylemeden kaçacaktı. Halit Bey istemedi ve oraya bir figüran dansöz koydu.
Kısa bir parantezle, Serra ile tanışma hikayemizi anlatmam şart burada. Serra Yılmaz, Müjde ile birlikte senaryoyu yazarken aklımda canlanan tek oyuncuydu. Perdede çok ilginç bir varlık gösterirdi, hemen dikkat çekerdi. Filmdeki “hain görümce” karakterini Serra’nın oynamasını istiyordum. Yapım aşamasında senaryo ona gitmiş ve okuyup beğenmiş. Çekimden biraz önce filmin asistanı Gül Erbil ile birlikte Serra’nın evinde bir partiye gittik. Serra ve Gül önceden anlaşmışlar, Gül bana kapıdan girer girmez diz çöküp Serra’ya tapman gerekiyormuş, yoksa bu filmde oynamayacakmış dedi. Serra’nın evine vardık, kapıyı o açtı ben hiç uzatmadan yere diz çöküp secdeye vardım ve Serra’ya “taptım”. Bu olayı yıllar içinde unutmuşum. 2001’de 9'u çekeceğimiz sırada, basın toplantısında bir gazeteci Serra’ya, siz bu kadar uluslararası, büyük işler yapıyorsunuz, neden bu bütçesiz ufak filmde oynamayı kabul ettiniz? diye sordu. Serra hiç düşünmeden cevap verdi: Senaryoyu beğendim ama daha önemlisi yıllar önce ilk tanıştığımızda Ümit, yerlere diz çöküp bana tapmıştı, asıl sebep bu. Serra, Teyzem’den itibaren en sevdiğim arkadaşlarımdan biri oldu.
Yeşilçam’ın Halit Bey’in de dahil olduğu belli bir kuşağı, sinemanın tekniğine ve yapım değerlerine çok önem vermezlerdi. Çünkü seyircinin teknik kaliteyi umursamadığını düşünüyorlardı. Tabii çok fazla para da yoktu, zorunlu bir tercih denebilirdi buna. Gerçekten de bir dönemin seyircisi sinematografik kaliteden çok hikayeyi izliyordu. İyi bir hikaye ve senaryo akışı varsa seyirciye yetiyordu. Teyzem'in yapım kalitesi o dönemin bir çok filmi gibi oldukça zayıftı. Örneğin Erhan karakteri bir sahnede gitar çalacak, sete bas gitar geliyor son anda. Kablosu yok bir de. Hem bas gitar hem kablosu yok! Yaşar Alptekin yazlık düğün sahnesinde çalar o gitarı. Bas gitar çalıyor, elektro gitar sesi çıkıyor. Buna benzer bin tane örnek verebilirim. Umur’un hiç büyümemesi gibi. Aynı çocuğa sadece uzun pantolon giydirip, bir de gözlük takarak büyütmeye çalıştık... O dönemin sinemasına özgü teknik özensizlikler yüzünden Teyzem, aynı sıralarda yapılan Muhsin Bey ya da Züğürt Ağa5 gibi filmlere göre çok daha eski durur. 1980’lerin ikinci yarısı Türk sinemasının en azından teknik manada kendini yenilemeye çalıştığı bir dönemdi. Reklam dünyasından, oranın teknik bilgisi ve donanımıyla sinemaya giren yönetmenler “Yeşilçam” filmlerine göre çok daha farklı görünen filmler yapmaya başlamışlardı. Teyzem bütün güzelliğine karşın o değişimi teknik manada yakalayamamış bir film, sesiyle rengiyle, yapım hatalarıyla daha çok 1970’lerin filmlerini andırır bana.
Teyzem'in gösterime çıktığı yıllarda, filmler önce sansür kuruluna giderdi. Hatta önce senaryosu gider, senaryo sansürden geçtikten sonra filmin kendisi de sansür kurulundan geçerse sinemalarda gösterime girerdi. Artık o kurullar yok ama sansür hala var, ancak yerel yetkililerin elinde. Aslında bu daha korkunç bir şey. Çünkü kararlar yerel idarecilerin elinde keyfi hale geldi. Herhangi bir vali, kaymakam, emniyet müdürü vb filmin gösterimini kendince nedenlerle (örf ve adetlerimiz, aile geleneklerine aykırı diyerek) tehlikeli bulabilir. Teyzem’in başı sansürle derde girmişti.
Sansür kuruluyla baş etmenin yolları da vardı. Yapımcı Danıştay’a başvuruyordu. Danıştay’dan geçerse, kurulu alt edebiliyordu. Teyzem'de Üftade’yi film boyunca taciz eden üç üvey baba figüründen astsubayın yer aldığı görüntüler (diğerleri namaz kıyafetli hali ve esnaf haliydi) sakıncalı bulundu. Aslında Halit Refiğ çok tedbirli davranmıştı, filmdeki oyuncunun üzerinde Türk astsubayı olduğuna dair bir işaret, ay yıldız bile yoktu. Yine de sansür kurulu onun göründüğü planların kesilmesini istedi. Yapımcı da filmi bir an önce gösterime sokabilmek için o planları kesti. Bu nedenle Halit Refiğ’le aralarında ciddi bir anlaşmazlık çıkmıştı, Halit Refiğ filmin son miksajına katılmamıştı. Filmin ses miksajı yönetmensiz yapıldı.
Bütün bunların haricinde, Halit Refiğ’in her şeye rağmen, hikayenin ruhunu çok iyi yakaladığını düşünüyorum. Sonuçta bunca sene sonra, hala en çok hatırlanan, en çok iz bırakmış işlerimden biridir. Bir yandan Halit Bey’in iyi anlamasının ve anlatmasının katkısı var, bir yandan hikayenin çok gerçek ve samimi olmasının payı var.
Yıllar içinde sinemada daha profesyonel bir yazar oldukça, elim oyunlara, numaralara alıştı; seyirciye daha fazla oyun yapmaya çalıştım. Fakat yıllar sonra 9'u yaparken, kendime neden yazdığım bazı şeylerin tamamen başarısız olduğunu sordum. Neden Teyzem yıllara dayanmıştı da mesela Amerikalı ya da Arkadaşım Şeytan dayanmamıştı? O zaman Teyzem'deki samimiyete geri dönmenin doğru olduğuna inandım. 9'u yaparken seyirciyi unutmuştum, kimseye numara yapmaya, zaten bildikleri bir oyun oynamaya çalışmıyordum.. Bence 9 da bu yüzden başarılı oldu.
Teyzem'i yazarken seyirciyi düşünerek kendimi kısıtlamamıştım; şurayı anlarlar, burayı anlamazlar, şurası hoşlarına gider, burası gitmez diye düşünmemiştim. Kimseyi etkilemeye çalışacak halim yoktu. Teyzemin ölümü canımı çok acıtmıştı, beni çok sarsmıştı. Arkasında hesap, oyun, formül olmadan yaptığım ve o gerçek acıyla hesaplaşmayı deneyen bir işti. Oradaki samimiyet sonradan sürüklendiğim “ticari” sinema dünyasında kaçırdığım ve yeniden yakalayabilmek için çok uğraştığım bir şeydi.
Bunca yıl sonra Teyzem'i yeniden yorumlamak, belki yeniden çekmek fikriyle uğraşıyorum son zamanlarda. Bir yandan filmi sevenlerin tepkisinden çekiniyorum, ilk film tüm kusurlarıyla eksikleriyle kabul gördü ve insanların aklında yer etti. Seyirci eski Türk filmlerinde büyümeyen çocukları, kablosuz elektro gitarları, kötü ses tasarımını, kötü oyunculuğu, ayrı bir rıza ve hoşgörü göstererek sineye çeker. Şimdi yapılacak bir yeniden çevrim ne kadar güzel olursa olsun, o ilk filmle kıyaslanmaktan kurtulamaz elbette. Ama diğer yandan kendi hayatımdan doğrudan etkilenmiş bu hikayeyi daha düzgün bir yapım kalitesiyle, kendi aklımdaki haliyle aktarmak fikri de çok çekici geliyor. Hatta biraz da kendimi mecbur hissediyorum buna. Benim dışımda bu hikayeyi gerçekten yaşamış insanlara bir tür borç ödeme, geçmişimle gerçekten yüzleşme mecburiyeti diyelim. Bu bir çok insanın sevdiği ve kendine malettiği bir hikaye, bir kült film olabilir; ama aynı zamanda benim hayatımın bir parçası.Teyzem'i yeniden çekmek benim için basit bir "remake" değil, yükünü yıllardır taşıdığım bir mecburiyet.
Teyzem'in gişe rakamlarını hatırlamıyorum ama o günün şartlarında yapımcıyı memnun eden, ortalamanın üstü bir gişe yaptığını söyleyebilirim. Sanırım asıl etkisini yıllar içinde televizyon kanallarında defalarca gösterildiği için yaptı. Sinemaya ilk çıktığı günlerde eleştirmenlerin çoğu çok kötü yazılar yazmışlardı. Beğenmemelerinin sebebi, Halit Refiğ’in siyasi manada farklı bir kutupta olmasıydı. Yıllarca “ulusal sinema kavgası” dediği bir fikir için uğraşmış ve o dönemin bütün sol eğilimli eleştirmenlerini karşısına almıştı. Halit Refiğ yapınca, yaptığı her film kötü olacakmış gibi, bütün eleştirmenler ağızbirliği edip filmi yerin dibine batırdılar. Benim en sevdiğim eleştirmen Fatih Özgüven’di o sıralar. Sadece Fatih, Yeni Gündem’de çok güzel bir yazı yazmıştı. Bir de İbrahim Altınsay’ın güzel bir yazısı vardır. Ama eleştirmenlere rağmen yıllar içinde Teyzem çok popüler bir film oldu. Şimdi çok genç olanlar belki kaçırdılar ve bilmiyorlar ama bir dönemin izleyicisini çok etkilenmiş bir filmdir. Tanışınca insanların hemen ilk hatırladıkları filmim hep o olmuştur.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Atıf Yılmaz Sineması adlı bir panele gitmiştim. Atıf Abi’nin, Türk insanının psikolojisi yoktur... Türk insanı iki boyutludur gibi çok sevdiği klişe lafları vardı. Yine onlardan birkaçını sıralamıştı. İzleyici öğrencilerden biri söz aldı ve Atıf Bey, Türk insanının psikolojisi yok diyorsunuz, ama sizin bizi en çok etkileyen filminiz Teyzem'di. Üstelik çok psikolojik ağırlıklı bir filmdi dedi. Atıf Abi gülerek: Yanlış hatırlıyorsunuz. Maalesef Ümit o senaryoyu ilk bana getirmişti, ama Halit çekti. Benim filmim değil dedi.
Teyzem'in afişinde Müjde Ar’ın İstanbul’da günbatımına karışan bir portresi önünde ben ayakta duruyorum. Filmdeki çocuğun büyümüş halini kim canlandırsın gibi bir şey konuşulduğunda Halit Refiğ hiç düşünmeden beni göstermişti. Filmin sonunda bir iki dakikalık korkunç bir oyunculukla perdeyi şenlendiriyorum. Ama afişte de yer almam yapımcının fikriydi. O zamanlar pek çok çizgi roman kapağını, film afişlerinin desenlerini çizen bir ressam, Şahin Karakoç bulunmuştu bu iş için. Benden bir vesikalık resmimi istediler bana ait olmayan, benim vücuduma hiç benzemeyen bir vücut üzerine kondurulan kafam kitsch bir Türk Filmi dünyasında yerini aldı. En yukarıda sanırım daha çok dikkat çekeceği düşünüldüğü için bu yaşanmış bir hikayedir yazıyordu. Afiş bu haliyle sonraki yıllarda yaşadığım Yeşilçam maceramı özetler: Teyzem'le başarılı bir giriş yaptıktan sonra kafamı, istedikleri gibi kullanmaları için Yeşilçam’a ödünç vermeye başlamıştım.
Gül Yaşartürk'le birlikte hazırladığımız "Işık Gölge Oyunları" kitabından alıntı.
-20 yaşınızdayken senaryosunu yazdığınız, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda birincilik ödülü alan, Halit Refiğ tarafından filme çekilen ve gerçek bir hikâyeden esinlenen Teyzem, zamanla kült bir film oldu. Teyzem’in sizin yönetmenliğinizde yeniden çekileceğine dair haberler filmin sevenlerini heyecanlandırmıştı. Buna dair, “Teyzem’i yeniden çekmek benim için basit bir remake değil, yükünü yıllardır taşıdığım bir mecburiyet” diyorsunuz.Teyzem yeniden sizin yönetmenliğinizde hayat bulacak mı? Senaryoda değiştireceğiniz noktalar olacak mı? İkinci filmlerin birincileri ile kıyaslandığını görüyoruz, bu bağlamda çekinceleriniz var mı?
Yazdığım tüm senaryolar içinde yeniden çekmek istediğim tek işim Teyzem. 2012'de bir oyuncu arkadaşla birlikte, büyük bir yapım şirketiyle olumlu bir görüşme yapmıştık. Senaryoyu yeniden yazmıştım ama o günlerde maddi koşullar el vermedi, olamadı. Büyük bütçeli bir iş, şu anki sinema ortamında zor görünüyor ama bir gün çekeceğim o filmi. Teyzem benim kendi hayatımdan, teyzemin hayatından esinlenen bir hikaye. Ama bu hikayeyi yeniden çekmeyi başarırsam adı Teyzem olmayacak. Yaşanmış bir hikaye olduğu için elbette çok benzer noktalar olacak ama bambaşka bir film, başka bir yorum. Teyzem'le kıyaslanmayacağını umuyorum.
-Teyzem için, “Yıllarca o senaryonun samimiyetine yetişmeye çalıştım” ifadelerini kullanmışsınız. Hangi filminiz, Teyzem’in senaryosunun samimiyetine en yakın yerde duruyor?
9 bildiğim her şeyi unutup, sıfırdan kurduğum bir işti. Ara ve Nar'ı da sayabilirim. Son olarak Aşk, Büyü vs kendimden çok şey kattığım, o samimiyete yaklaşmaya çalıştığım işlerimden biri.
-Teyzem’in ardından 7 senaryonuz daha filme çekildi… Sonrasında sanırım sinemaya bir ara verdiniz. Reklamcılık alanında çalışmalar yaptınız. Peki senaristlikten yönetmenliğe geçişiniz nasıl oldu?
1990 - 2000 arası reklam ajanslarında çalıştım. 1996'dan başlayarak RPM'de, yaratıcı yönetmenliğin yanında reklam filmleri de çekmeye başladım. Çektiğim birkaç reklam ödüller aldı. Reklam çekmek setlerde, stüdyoda bana teknik deneyim kazandırdı. İlk filmim 9'u, sadece senaryo olarak değil teknik manada hayal edebilme imkanım oldu.
-2001 yılında yazıp yönettiğiniz ilk film 9, büyük bir başarı yakalayarak 2003 yılında Yabancı Film Oscar’ında Türkiye’nin adayı seçildi. İlk senaryonuzda ödül aldınız ve çok gençtiniz, ilk yönetmenliğinizde de bu önemli başarıyı yakaladınız. Bu ilk ve önemli adımların size kattıkları neler oldu?
Ödüller elbette yol açıcı, cesaret verici. Teyzem'in başarısı benim senaryocu olmamı sağladı. 9'un Türkiye'nin Oscar adayı seçilmesi de benim için çok büyük sürprizdi. Ama Oscar'da finaldeki beş adaydan biri olabilmek için, arkanızda büyük tanıtım desteği olması şart. Amerika'da olmanız, özel gösterimler, buluşmalar düzenlemeniz, ciddi bir PR etkinliği yürütmeniz gerek. Biz 9'u olağanüstü küçük bir bütçeyle yapmıştık, yapımcılar olarak filmin tanıtımını üstlenmek bir yana, Los Angeles'e gidecek paramız bile yoktu. O günlerde Oscar adayı filmlere devlet de destek olmuyordu. Dolayısıyla film diğer ülkelerin adaylarıyla birlikte Telluride ve Palm Springs festivallerinde gösterildi, finale kalması gerektiğini söyleyen birkaç güzel eleştiri çıktı, yıllar sonra 9'u o dönemde görmüş ve beni hatırlayan birkaç yabancı sinemasever ile tanıştım ama o kadar.
-Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi isimlerle çalıştınız… Yeşilçam’ın içinden gelmek, usta isimlerle çalışmak sinema hayatınızı nasıl etkiledi?
Yeşilçam'ın son günlerine yetişip bu büyük ustalarla çalıştığım, sinemayı onların yanında öğrendiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum, onları çok sık anıyorum. Kendi filmlerim onların filmlerinden çok farklı, anlattığımız şeyler, üsluplarımız bambaşka. Ama onlardan iş ahlakını, ekonomik çalışma yöntemlerini, yaratıcı insanlara saygıyı öğrendim. Onlardan öğrendiğim temel ilkeleri hala uyguluyorum.
-Yeşilçam’ın ardından Türk sinemasına geçişi çok yakından gözlemleyen biri olarak; Yeşilçam ve şimdiki dönemi kıyasladığınızda arada ne tür farklılıklar var, neler değişti?
Türk sineması 90'lardan itibaren büyük bir değişim yaşadı. 80'lerde bağımsız sinemadan söz etmek imkansızdı. Öncü birkaç yönetmen sayesinde bir yandan bağımsız sinema gelişip, yabancı festivallerde kendini gösterdi. Öte yandan ticari sinema da kendini yeniledi ve büyük kitlelere hitap eder oldu. Son iki-üç senedir yeniden bir değişim (bu sefer geriye doğru) geçiriyoruz. Öncelikle seyirci sayısında kayda değer düşüşler yaşandı. Derken yapımcı-dağıtımcı şirketler arasında anlaşmazlıkla başlayan krize pandemi büyük bir darbe vurdu. "Şimdiki dönem" derken nasıl bir şey kast etmeliyiz, bilemiyorum. Bildiğim kadarıyla pandemi sonrası salonlar açıldı ama henüz seyirci sinemaya dönmüş değil. Bir çok salon kapanma tehlikesi yaşıyor. Şu an yapılan filmler, sinema kaynaklarından değil, digital platformlar ve bağımsız yapımcılar tarafından finanse ediliyor.
-Sizi yazmaya iten, sinemaya yönelten ana duygu nedir?
Bir tür "haksızlığa ititraz" duygusu. Yazdığım her şeyde, çektiğim filmlerde en belirgin ortak tema bu sanırım.
-Hikâyenin oluşum süreci, yazma süreci ve çekme süreci uzun bir yol… Bu yolculukta en zorlandığınız ve en keyif aldığınız kısım hangisi?
En çok acı çektiğim kısım hikayeyi bulmak ve senaryoyu yazmak, bir senaryo bitttiğinde dağları delmişim gibi bir duygu yaşıyorum. En zorlandığım kısım finans arayışı, çok zengin olmayı sadece bu yüzden isterdim. En eğlendiğim kısım elbette çekim ve kurgu-ses aşamaları, bütün zorluğuna ve kaçınılmaz aksaklıklara rağmen.
-Senaryo yazıp film çekmenizin yanı sıra yazdığınız kitaplar, çektiğiniz fotoğraflar ve çizimler var. Çok yönlü yanınız, filmlerinize nasıl yansıyor? Bu alanların birbiriyle etkileşim içine girip size farklı bakış açıları kazandırdığını düşünüyor musunuz?
Sinema dışında yaptığım her şey bence yine hayata sinemacı gözüyle bakışımın sonucu. Filmin çekemeyeceğim hikayelerimi oturup yazıyorum, kitap olarak yazıyorum. Çektiğim fotoğraflarda, yaptığım resimlerde de filmlerimin izleri var.
-Son filminiz Aşk Büyü vs.’yi yazma ve çekme sürecinizi anlatır mısınız? Hikâye nasıl ortaya çıktı, çekim süreci nasıl gelişti?
2016'dan itibaren yaz kış Büyükada'da yaşadım. Hikayeyi orada bir gün içinde geçmek üzere tasarladım. Baştan itibaren küçük bütçeli, kendi kontrolümde yapabileceğim boyutta bir proje hayal ettim. Selen Uçer ve Ece Dizdar'la işin en başından itibaren birlikteydik. Projenin her aşamasını birlikte yaşadık. 2019 kışında bir "fragman" çektik film için. Onu sosyal medyada paylaşıp finans arayışına girdik. Yapımcı-Yönetmen Tayfur Aydın filme yapımcı olarak, Mimar Fuat Volkan yapımcı ortak olarak girdiler. Film ekibinin çoğu benim ya da Tayfur'un yakın arkadaşlarıydı. Çok çok küçük bir bütçe ve ekiple, 12 gün içinde çektik filmi. Hiçbir pahalı ekipman, sinema ışığı, figürasyon, vb kullanmadık. Meslekte usta insanların bir araya gelip, profesyonel bir tasarımla ama gayet amatör bir heyecanla çalıştığı bir iş oldu. - Mekân olarak neden Büyükada’yı tercih ettiniz? Ve filmin isminin bir öyküsü var mı?
Dediğim gibi adada yaşıyordum, oranın doğasından, mimarisinden çok etkilendim. Filmin ismi yazdığım bir diyalogtan çıktı. Karakterlerden biri "Aşk, büyü vesaire, bunlar aynı şeyler" diyor. Bir de 90'larda bir saç jölesi için reklam senaryosu yazmıştım, sloganı "Gençlik, güzellik vs" idi. Bir manada kendimden çaldım.
-Aşk, Büyü vs. çok sevildi, çok sayıda önemli ödüle değer görüldü. Film, izleyiciyi nasıl bu kadar içine aldı? Ve neden bu kadar çok beğenildi?
Bunun sırrını bilmiyorum açıkçası. Bilsem her filmimde uygulamaya çalışırdım. Bazı filmler, bazı hikayeler birden zamanın akışında, seyircide bir damar yakalıyor. Bu hikayenin de anlatılma zamanı gelmiş sanırım. Ama şunu söyleyebilirim: Aşk, Büyü vs karakterlerine dışarıdan bakmayan, cinsellik konusunu suistimal etmeyen, gerçek bir dert anlatmaya çalışan bir film. Ayrıca görsel-işitsel dili de benzer bir samimiyete sahip. Şu an TV ekranlarını dolduran şiddet içeren dizilere benzemiyor, Türk filmlerinin de çoğuna benzemiyor. Sanırım özellikle genç seyircinin bir "samimiyet" arayışına, ihtiyacına cevap verdi film.
-“İki kız bulur, hayatın sırrını, apansız mısrasında bir şiirin” sözleri ile başlıyor film. Edebiyat özellikle şiir sinemayı nasıl etkiliyor? Bir film izleyicisine nasıl “şiir gibiydi” dedirtebiliyor? Edebiyat ve sinema arasındaki ilişkiye dair yorumunuz nedir?
Ben edebiyatla hep iç içe oldum. Bazı sinemacıların esin kaynağı yine sinemadır. Benim için önce hayatın kendisi, sonra da edebiyat kaynak oldu. Şiir her zaman hayatımda büyük yer kapladı. Kendim hiç yazmadım ama şiir okumayı, İngilizce'den şiir çevirmeyi severim. Geçen Aralık ayından beri arkadaşlarla her hafta bir akşam çevrimiçi toplanıp şiirler okuduğumuz bir Şiir Kahvesi yapıyoruz. Bu salgın günlerini az ruhsal hasarla atlatmama sebep olan bir etkinlik oldu.
-Filmlerinizde öne çıkan karakterler kadınlar… Kadın karakterleri daha iyi yazdığınızı söylüyorsunuz. Bu filminizde de iki kadının aşkını anlatıyorsunuz. Vurgu yaptığınız noktalardan biri de sınıf meselesi… Reyhan, filmin bir sahnesinde ilişkilerine dair Eren’e “Zengin kız fakir kıza tutulur. Melodramın kralı.” diyor. Filmin Yeşilçam ile bağı nedir? Yeşilçam’a bu sahne ile bir selam verdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Benim için filmin Yeşilçam'la bağı o diyalogtaki küçük şaka kadar. Bir Yeşilçam melodramında hiçbir şey bu filmdeki gibi olmaz sonuçta. Ama içinden çıktığım bir dünyaya, bir geleneğe "Zengin kız, fakir oğlan" filmlerine bir selam yollamak istedim.
-Aşk, Büyü vs.’nin Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri filmiyle “bir his, bağlam ortaklığı” olduğu görülüyor. Düş Gezginleri, 1992’de Kültür Bakanlığı desteği ile çekilerek gişe rekoru kırabilen bir film olmuş. Aradan geçen yıllarda Türkiye’de neler değişti? Türkiye sinemasında kuir hikâyelerin temsili neden bu kadar az?
Türkiye'de LGBT karakterlerin olduğu filmler gişe yapmıyor. Düş Gezginleri iş yapmış ender bir örnek. Türk filmlerinin çoğunda gay karakterler ikinci, üçüncü derecede dekoratif unsurlar olur. Genellikle çok karikatürize çizilir. Toplum da bu konuda, genelde cinsellik konusunda dev bir iki yüzlülük içinde. Eşcinsellik yokmuş gibi yapılıyor. Tecavüz, taciz, cinsel suçların tavan yaptığı ama tüm suçların ört bas edildiği ve erkeklerin "namus"unun temiz kaldığı bir ülke. Cinsellik konuşulamıyor. Konuşulmadıkça daha zehirli, tehlikeli bir birikim doğuyor. 90'larda da daha iyi değildi durum. Ama günümüzde iktidar, kutuplaştırma siyasetinin sonucu olarak LGBT birey ve dernekleri şeytanlaştırıyor, hedef gösteriyor. Bütün bunların sonucunda ticari yapımcılar bu konuları işlemekten korkuyorlar, kanallar yer vermek istemiyor.
-Ve yeni kitabınız, ilk çocuk kitabınız, Ada ile Böcü… Resimleyen de sizsiniz, yazan da. Bir çocuk kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Artık yetişkin insanlar olsalar da, zamanında kızlarıma çok çocuk kitabı okudum. Onlarla birlikte keyif alırdım kimi kitaplardan. Çocuk kitabı yazma fikri hep aklımın bir köşesindeydi ama sanırım her şeyin bir vakti var. Yetişkinler için onca film ve kitaptan sonra galiba çocuklar için bir kitap tasarlayacak olgunluğa ancak gelebildim.
-Çocuklar için yazıp çizmek nasıl bir deneyim?
Yetişkinlere yazmaktan daha zor. Genelde yazar çizerken, okuru, seyirciyi unutuyorum. Kendim gibi, çekincesiz konuşabiliyorum. Çocuklarla öyle olması zor. Elbette belli sınırları gözetmek zorundasınız. Ama bir yandan sesinize bebekçe bir ton verip "n'apıyosun çen?" gibi çocuk taklidiyle konuşursanız, çocuklar sizi ciddiye almıyor. Ders veren, üstten konuşan kitapları zaten sevmiyorlar. Belli sınırlar içinde yine yetişkinlerle konuşur gibi seslenmeniz gerek onlara.
-Karlı bir kış günü Kadıköy İskelesi’nden kalkan bir vapurda geçen hikâyenin baş kahramanı Ada, hayal dünyası çok geniş bir çocuk. Sizin çocukluğunuzdan izler taşıyor mu bu hikâye?
Benim çocukluğum Ege köylerinde, sonra da İzmir'de geçti. İstanbul'u, vapurları, karı sonradan tanıdım. Ama benim de hayalgücüm Ada gibi genişti diyebilirim. Onun gibi biraz yalnız bir çocuktum. Bir köşeye çekilip kendi kendime "masal anlatmak" çocukken en sevdiğim şeydi. Elimin altındaki nesnelerle bir hayal sahnesi kurardım, taşlar, deniz kabukları, anahtarlar canavar ya da savaşçı olurdu, arenalarda kalelerde maceralar yaşarlardı. Kendimi kaybederdim bu "masal"ların içinde. Çerden çöpten kurduğum hayaller şimdiki bilgisayar oyunlarından daha canlıydı.
-Diğer kahraman “Böcü”, o bir “öteki” o soğukta vapura alınmıyor. Ada onun vapura girmesini sağlıyor, Böcü mutlu, Ada da yalnız değil artık… Filmlerinizdeki gibi çocuklar için olan bu hikâyede de haksızlık yaşayanları anlatmaya, savunmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet, bütün işlerime yayıldığını söylediğim "haksızlığa itiraz" teması burada da var. Ama ben Ada kadar cesur bir çocuk değildim, o benden daha girişken. Böcü'yü kurtarmak için harekete geçebiliyor. Ben o yaşta herhalde ancak seyreder ve üzülürdüm, sonradan da hikayesini yazardım, kitaptaki gibi kurallara meydan okuyamazdım.
-Üzerinde çalıştığınız projeler var mı? Bir film projesi için mi Glasgow’da bulunuyorsunuz?
Glasgow'a üniversiteden bir arkadaşımın davetiyle geldim. Film projesi sonradan gelişti. Burada geçen İngilizce bir senaryo yazdım: Mrs Kara Goes to Glasgow. Türk bir kadının Glasgow maceraları. Buralı bir yapımcıyla tanıştım, senaryoyu çok beğendi, birlikte çalışmaya karar verdik. Film şu an finans arayışında, yapımcı çeşitli fonlara başvurdu, bütçe toparlanabilirse çekeceğiz. Şu an en büyük hayalim bu. Evlere kapandığımız günlerde oldukça üretken bir dönem geçirdim. Türkiye için de çalıştığım işler oldu. Bir dizinin genel hikayesini geliştiren ekipte yer aldım. Kerem Ayan'ın çekeceği bir film için yeni bir senaryo yazmıştım, burada bitirdim: Oregon adı.
-Son olarak İzmir ile ilgili duygu ve düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
İzmir doğduğum, büyüdüğüm, dünyayı ilk tanıdığım şehir. 20 yaşımdan beri, kısa aile ziyaretleri dışında bir daha uzun süreli yaşamadım orada. Ama anne-babam hala oradalar, her gelişte "evimdeyim" duygusunu aldığım şehir. İzmir'in uygarlığını, rahatlığını, canlılığını çok seviyorum, çok özlüyorum.
Son filmi Sofra Sırları 37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerini alırken, Ümit Ünal, yönetmenliğinin ve romancılığının yanına usulca yerleştirdiği resimlerini ve çizimlerini de Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler sergisiyle günyüzüne çıkardı. Ümit Ünal’la İstanbul Concept Gallery’de yarın (5 Mayıs) düzenlenecek bir söyleşiyle sona erecek olan sergisini ve Teyzem’den Sofra Sırları’na uzanan sinema serüvenini konuştuk.
Mahlukat Bahçesi’nin ardından iki yıl sonra Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler isimli yeni serginizi açtınız. Bu iki yıl nasıl geçti?
Ümit Ünal: Aynı anda farklı alanlarda birkaç iş üzerinde çalışıyorum. Büyükada’da yarı münzevi bir hayat sürüyorum. Yazmak çizmek dışında başka maceralı bir hayatım yok. Bir yandan sürekli bir şeyler (senaryo, hikâye, roman, oyun) yazıyorum, okuyorum, bir yandan resim yapıyorum. Hayatım böyle geçiyor. Her şey biraz iç içe.
“Aylaklık, tembellik çok yaptım, ama son on yılı çok yoğun çalışarak, bundan zevk alarak geçiriyorum” demişsiniz. On yıl önce size bu kararı aldıran neydi? Bu bir karar mıydı?
Öyle kesin bir tarih yok, on yıl lafını lafın gelişi söyledim herhalde. (gülüyor)İnsanın enerjisi kısıtlı; 1990’la 2001 arasında reklamcılık yaptım. Reklamda çalıştığınız zaman diğer işlere vakit ayırmanız daha zor. İnsanın bir noktada pili bitiyor. Yine yazıyordum elbette, o reklam döneminde de Anlat İstanbul’u, Kuyruk romanımı yazdım. Ama o zaman resim yapmaya hiçbir şekilde vakit yoktu. Tabii bu, biraz da cesaret işi. Eskiden yaptığım resimleri küçümsüyordum. Bir sergi açmak çok büyük bir hayaldi. Bir de daha gençken insana önündeki zaman sonsuzmuş gibi geliyor, kafandaki işleri erteliyorsun. Ama 53 yaşına gelince “Hmm, elimi çabuk tutsam iyi olacak” fikri beliriyor. Çünkü 100 yaşına kadar bile yaşasan yolun yarısını aşmış durumdasın. (gülüyor)
Sergi açma isteği duyacak kadar hayatınıza resmin dahil olması nasıl oldu?
Birkaç yıl önce Serra Yılmaz’ın doğumgünüydü ve benim de hediye alacak param yoktu. Onun için komik bir desen çizdim: Turuncu fil kafalı bir adam. Serra o resmi beğendi, “Buna devam etmen lâzım” diyerek beni çok cesaretlendirdi. Gidip bir kutu suluboya, biraz da güzel kâğıt aldım. (gülüyor)Eve gelip birkaç mahlûk daha çizdim. Sonra bu desenleri Instagram’da paylaştım. Görenler çok olumlu tepkiler vermeye başladı. İşsiz bir dönemimdi, her gün kalkıp bir mahlûk hayal edip çizmek günlük rutinim oldu bir süre.
Kendinizi “Mahlukat Bahçesi”nde nasıl buldunuz?
Ben resim eğitimi almadım, sinema okudum, ama her zaman iyi bir resim izleyicisi oldum. Her zaman bir şeyler çiziyordum, aslında bu mahlûkların ataları da İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda tuttuğum bir defterde vardı, bir sürü çizmişim, evde bir dosyada ve birkaç arkadaşımda hâlâ o desenlerden vardır. Tükenmez kalemle çizdiğim “canavarlar”… Bugünkü mahlûkatın daha da korkunçları. (gülüyor) Ama 2015-2016 arası daha renkli, daha ayrıntılı ve yer yer kara mizahi bir tarzda sökün ettiler. Serra'nın cesaretlendirmesi haricinde, neden daha önce değil de o sırada geldiler? Ben de tam bilmiyorum.
Mahlukat Bahçesi’nin ardından Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler nasıl oluştu?
Mahlukat Bahçesi’nin daha bütün bir tarafı vardı. “Kafası bir hayvan ya da bir nesneye dönüşmüş insanlar” gibi karikatüre yakın duran bir anafikirden yola çıkmıştım. Sokakta birilerinden duyduğum ya da kendi uydurduğum lafları desenlerin altına yazıyordum, hepsi bir şeyler söylüyormuş gibiydi. Bir kısmı da sözsüz, suskundu. O serinin kendi içinde bütünlüklü bir stili vardı. Fakat sonrasında farklı tarzlarda bir çok şey daha yaptım… Suluboya fırça darbeleriyle oluşturulmuş “kuşlar”, Arapça harflere benzeyen soyut lekelerle oluşturulmuş “yüzler”... Bir de, hikâye anlatmayan, dev manzaralarda kaybolmuş ufacık insanları gösteren bir Storyboards serisi. Hepsi aslında “serbest vezin” işler.
Bu serbestlik fikri resimde gelmek istediğiniz bir yer mi?
Resim yaparken bana bir tür özgürlük hissi geliyor. Hayatımı asıl kaplayan iş sinema ve yazmak. Film yapmak belki de hayatta en sevdiğim iş, ama sinema yaparken “kopmak” mümkün değil. Senaryo yazarken teknik, parasal bir sürü sınırın var. Yüz kişiyi, para sahiplerini, oyuncuları, yapımcıları ikna etmen ve heyecanlandırman lâzım. Sürekli bir sistem içinde, plan-programla, ekiple birlikte hareket etmek zorunluluğun var. Oysa resimde sen, kâğıt ve boyalar başbaşasın. “Kopmak”, “kaybolmak” şansın var. Bir de resmin fiziksel kısmını seviyorum. Boyayla, mürekkeple, kâğıtla hemhal olmayı...
Bu fiziki uğraşın ve serbestlik, bir nevi özgürlük duygusunun içinden bir resmin fikrini oluşturmaya nasıl varıyorsunuz?
Akademik eğitim resimde insanları belli bir teknik ve dile yöneltiyor. Benim akademik eğitimim olmadığı için beni o sırada heyecanlandıran ne varsa, ona göre çok farklı tarz ve tekniklerde resimler çıkıyor. Beni heyecanlandıran şey bazen içeriksel olabiliyor: Storyboards serisi yanıbaşımızda süren savaşlar ve göçler hakkında. İnsanın ufacıklığı, kaderini yönlendiren dev manzaralar içinde kayboluşu... Bazen de Yüzler’deki gibi sadece yaldızla mürekkebin kâğıt üstünde çarpışması ve kaligrafik şekillerin yüzlere benzeyen lekeler oluşturması heyecanlanmama yetiyor. Hurufiler insan yüzünde de harfler görülebileceğine ve oradan insanın kaderinin okunabileceğine inanıyorlar. Kendimi sürekli denemeler yapan bir tür öğrenci gibi de hissediyorum.
Renkler sergilerinizde öne çıkıyor. Sinemanızda renk öğesi o kadar belirleyici değil…
Ama sinemada her film için bir renk bütünlüğü kurman lâzım. Hikâye nasıl bir atmosfere gerek duyuyorsa, ona göre bir görsel dünya kurman lâzım. Bu sergideki resimlerin her birine tek tek baktığında her birinin kendi içinde farklı renk dünyası var, fakat hepsi bir arada olduğu zaman rengârenk bir etki yaratıyor. Örneğin Fırtına resmine baktığınızda mavi, çok az yeşil, çok az mor ve siyah var. Ama onun yanında kırmızı bir kuş, onun yanında turuncu ve mor kuşlar gelince galeri duvarında çok zıt renklerin çarpıştığı bir dünya oluşuyor. Film yaparken buradaki tek bir resmin dünyasını tutarlı bir şekilde kurmaya çalışıyorsun.
Bu sergideki resimlerinizle filmlerinizi eşleştirseniz, nasıl bir sonuç çıkar?
Resimlerdeki dünyaya ulaşan bir film yapmadım henüz. Son romanım Bana Göre Kıyamet ile Storyboards arasında bir akrabalık var denebilir. Ama filmlerle resimlerim ayrı dünyalar, şimdilik.
Resim, edebiyat, sinema, ama hepsinde hikâye anlatma meselesi var. Bir anda hikâye sizden çıkıyor ve izleyicinin oluyor. Bu his sizde ne uyandırıyor?
Yaptığımız her şey için geçerli bu. Buradaki resimlerin de bazısı belki yok olup gidecek, bazısı belki de yüz sene sonra birinin karşısına çıkacak. Tabii resim ya da edebiyatın dolaşımı daha yavaş. Fakat sinemada yaptığın bir film biter bitmez öncelikle ülkenin her yerinde, birkaç ay sonra da diyelim Singapur’da bir festivalde seyrediliyor. Yıllar içinde kendini Hong Kong’da, Roma’da, New York’ta oralı insanlara filmlerini anlatırken bulabiliyorsun. Çok tuhaf tabii. Bu ilk başta beni çok ürkütüyordu. İlk senaryom Teyzem (Halit Refiğ, 1986) için sete çıktık, çekimlerin ilk gününde yazdığım diyaloglar bir anda oyuncuların ağzında canlanmaya başladı. Birden çok utandım. Daktilo başında tek başıma uydurduğum laflar canlanınca sırlarımı ele vermişim gibi geldi. Tabii sonra o filmi yüz binlerce kişi izledi, televizyonda gösterildi. Bir anda senin tek başına uydurduğun laflar onca insanın oluyor. Senden tamamen çıkıyor.
Teyzem için belki de kariyerinizin gölgesi diyebilir miyiz?
Evet, filmi ‘86 yılında çektik. Teyzem, sonrasında bütün sinema hayatım boyunca beni takip eden ve belirleyen bir iş oldu. Film çekildiğinde 21 yaşındaydım. Senaryonun ilk halini 19 yaşındayken yazmıştım. Hikâyenin ana dramatik yapısı gerçek hayattan alınmıştı. Benim teyzem filmdekine benzer bir hayat yaşadı. Elbette yazarken gerçek hikâyeyi çok değiştirdim, filmde görülen hiçbir şey gerçek hayattaki gibi değil. Ama dediğim gibi, bir hikâyenin güçlü olabilmesi için en zor bulunan şey, dramatik çatışmalar ve hikâyenin ana iskeleti, gerçek hayatta hazırdı. Ben onu alıp bir hikâyeye uyarladım.
Peki Sofra Sırları’nın gerçek taraflarını nasıl tarif edersiniz? Absürd ve kara mizahla buluştursanız da, bir kadının cinnetine tanık oluyoruz. Demet Evgar’ın oynadığı Neslihan Yılmaz karakterinin Türkiye toplumunda nasıl bir karşılığı var sizce?
İnsan aslında hep aynı hikâyeleri anlatıyor. 1985’te çizdiğim desenleri biraz farklı bir şekilde hâlâ çiziyorum. Sofra Sırları da ta ’80’lerin başında yazdığım Teyzem’den izler taşıyor bence. Temalar, dünyaya bakışın, seni rahatsız eden şeyler, seni öfkelendiren ve yazmaya yönelten şeyler hep aynı. Teyzem’deki kadın hayatını değiştiremiyordu. Ama Teyzem’in de, Sofra Sırları’nın da yazılmasına sebep olan şey bence aynı “haksızlık duygusu”. O açıdan akrabalar. Nabokov bütün yazma sürecini insanın içinde bir urun büyümesine benzetiyor. Bir noktadan sonra da yazarın bütün çabası bünyesinden o uru atabilmek oluyor. Aklına bir hikâye geliyor ve devamlı senden beslenerek içinde büyüyor, onu bir şekilde içinden atıp kurtulmak istiyorsun. Sofra Sırları benim için yazması, yapılması en uzun süren işlerimden biri oldu.
Ümit Ünal'ın 1985 tarihli desenleri
İşlerinizde her zaman hafızalarda yer eden kadın karakterler yaratıyorsunuz.
Kadın hikâyesi anlatacağım diye yola çıkmıyorum. Dünyayla olan kendi dertlerimi kadın karakterler üzerinden anlatıyorum. Teyzem’de de böyleydi; Teyzem’in asıl konusu teyzeden çok onu izleyen, gözleyen yeğen Umur’du. Kadınların gözünden anlattığım başka hikâyelerde de aslında kendi dertlerimi aktarıyorum. Çoğu erkek yönetmen kadınları dışarıdan bakarak, sorunun kaynağı, erkeğin başına belalar açan, erkeğin dışında ve karşısında bir varlık olarak ele alıyor. Bense kadınlarla erkekleri ayırmıyorum. Sadece kurban olan ya da yardım edilen, hikâyenin çatışma kaynağı olan ve intikam alınan kadınlar değil, kendi dertleri, hayatları olan ve erkeklerle eşit sorunları yaşayan kadınlar yazmaya çalışıyorum.
Filmlerinizin kadın karakterlerinden bir kare as yapsanız…
Teyzem’deki Üftade, Nar’daki Asuman, Ara’daki Gül ve Sofra Sırları’ndaki Neslihan.
Bu kadınların ortak özelliği ne sizce?
Hepsi hayalci, hepsi bir şekilde kurban ya da erkeklerden, erkeklerin oluşturduğu düzenden çok çekiyorlar. Teyzem’deki Üftade harekete geçip intikam almıyor, ama diğerleri bir şekilde hayatlarını değiştirecek bir şeyler yapıyorlar. Hayatlarına müdahale ediyorlar.
Üftade o psikolojik duruma teslim oluyordu bir nevi, Sofra Sırları’ndaki Neslihan ise “deliliğini” erkeklerin düzenine bir müdahale aracı olarak kullanmayı başarıyor ve kurtuluşunu sağlıyor diyebilir miyiz?
O kadar iyimser mi, bilmiyorum. Neslihan’ı bazen aptallık derecesinde naif bir karakter olarak görüyorum. Bu olaylar başına geliyor. Sinemadan bir kıyaslama olacaksa, Peter Sellers’ın oynadığı Being There filmindeki karakter de dünyadan çok kopuk yaşadığı için deli denemez, ama dünyadan kopuk, içine kapanık bir karakter, dünyayı hiç tanımıyor, ama her şeyin içinden sıyrılıp geçiyor. Neslihan’ın kurtuluşunu da biraz öyle görüyorum. Sonunda mutlu olacak mı, ondan çok emin değilim. Evet, filmi mutlu son gibi bir noktada bitiriyorum. Ama Orson Welles’in ünlü sözünü hatırlayın: “Herkes mutlu bir son ister, ama bu hikâyeyi nerede kestiğinize bağlı.” (gülüyor)
37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde Sofra Sırları En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ödülünü alırken, Demet Evgar da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Festival sırasında ayrıca Bergman’ın 100. doğum yılına ithafen Türkiyeli on yönetmen tarafından seçilen bir seçki de gösterildi. Sizin seçtiğiniz film neydi?
Beni etkileyen en önemli yönetmenlerden biri Bergman. Üniversitedeyken Utanç (Shame) filmini televizyonda izlemiştim, daha önce hiç Bergman filmi görmemiştim. Çok etkilenmiştim. Bir kere hikâyesi, demek ki o dönemde hissettiğim şeylere çok uygunmuş. Savaşı bütün ürkütücülüğüyle anlatıyordu. Savaş kahramanı yoktu filmde, çok basit zevkleri, istekleri olan, politikadan habersiz iki sıradan insan savaş yüzünden mahvoluyordu. Film savaşı çok az gösteriyordu. Aslında savaş kıyısında kalan bu insanlara ne yapıyor, onların içindeki kötülüğü nasıl ortaya çıkarıyor, bunu anlatıyordu. Bir de o dönemin gözüyle kamera kullanımını çok sevmiştim. Bergman bir sürü başka filminde kamera kullanımı konusunda çok daha durgun, akademiktir. Utanç’ta daha belgesel gibi bir tarz tutturmuştu. Tele-lenslerle çok güzel fotoğraflar yakalamıştı. Daha büyük filmleri tabii ki var. Bergman’ın ilk beş filmi içine girmez belki, ama benim en sevdiğim filmi diyebilirim.
İlk izlediğinizde duyduğunuz heyecanı bugün de hissediyor musunuz? Günümüzde bu filmi izletmenin ihtiyacı ne oldu?
Savaşla iç içe yaşıyoruz. Utanç savaşı zamansız ve yersiz olarak anlatıyor. 1968’de çekilmiş, o zaman için dünyanın en rahat, refah içindeki bir ülkesi, fakat orada bir adam savaşta ne olabileceğini, bugün de yaşanan dehşetiyle hayal etmiş. Hayal edebilmek için o şiddeti içinizde yaşamalısınız, kahramanlığın, hainliğin ne kadar birbirine dönüşebildiğini, insanların hayatlarının bir anda nasıl sıfırlandığını, bizi biz yapan değerlerin nasıl bir anda hiç olduğunu çok güzel anlatıyor. Bunları şu anda yaşıyoruz. Bu ülkenin hemen güneyinde, Suriye’de, Irak’ta bunlar aynen yaşanıyor.
İnsan sanat kariyeri boyunca sizin de söylediğiniz gibi belli temaları, kavramları geliştirerek kullanıyor. Utanç filminin bütün bu yıllar boyunca size etki ettiğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki. Dokuz’da bir sahne vardır, onu Utanç’dan “çaldım”. Kitapçı Salim karakteri filmin sonuna doğru bir sahnede gördüğü rüyayı anlatır. Kendisini mahallenin üzerinde uçar gibi asılı vaziyette görüyor rüyasında, ama hiç kıpırdayamıyor. Diyor ki: “Bir kelime hatırlasam, bir kelime söylemem lâzım, böyle ata ‘deh’ der gibi bir kelime söylemem lâzım. Bir kelime söylesem kurtulacağım. Ama hatırlayamıyorum.” Bu sahneyi Utanç’ın finalindeki rüya sahnesinden esinlendim… Bergman’dan “çalmak” da bir şeref bence! (gülüyor)
Sizi her zaman etkilemiş, etkisini hiç kaybetmemiş kitaplar hangileri?
Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) benim için hayat ansiklopedisi gibi bir şey. Oradaki bir sürü şey hâlâ bana eşlik ediyor. En son yazdığım romanda Yüzyıllık Yalnızlık’tan bir alıntı var. Bir sanatçının başka sanatçılardan, yapıtlardan etkilenmemesi mümkün değil. Issız bir adada yaşamıyorsan, okuduğun seyrettiğin şeyler seni ve yaptıklarını etkileyecek, bu kaçınılmaz bir şey. Bu bazen Nabokov, Bergman ya da Marquez gibi büyük bir isim olur, bazen de ucuz bir şarkı ya da romanın bir cümlesi ya da bir ansiklopedi illüstrasyonu olur. Çoktan unuttuğun kötü bir film de içindeki bir sahneyle etkilemiş olabilir.
Son olarak, 24 Haziran “baskın seçim”ini nasıl değerlendiriyorsunuz? 25 Haziran sabahı nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz?
Açıkçası, yakın gelecek konusunda hayatta hiç olmadığım kadar karamsarım ve korkuyorum; bunu böyle söylediğim için de utanıyorum. Elbette Sait Faik’in dediği gibi “Dünya çarelidir” ve bir gün bu topraklar üzerinde de düzgün bir hayat kurulur yeniden. Ama ülkenin önünde, hepimiz için çok zor geçecek karanlık ve engebeli bir yol var gibi görünüyor. Bu konuda yanılmayı, haksız çıkmayı çok isterim. Kendimize, aklımıza mukayyet olmamız, birbirimize sahip çıkmamız, sağlam durmaya çalışmamız lâzım.