Showing posts sorted by relevance for query nar. Sort by date Show all posts
Showing posts sorted by relevance for query nar. Sort by date Show all posts

Tuesday, 10 July 2012

Sekans - Sinema Yazıları Seçkisi 6 - Söyleşi: Ece Özdemir


Dokuz, Ara ve Nar’da hep ‘bastırılanın geri dönüşü’ne tanıklık ediyoruz. Dokuzda sorgu ilerledikçe insanların sakladıkları, bastırdıkları her şeyin geri geldiğini görürüz. Ara’da da tüm karakterlerin sırları, saklıları ve bastırdıkları seyirciyle paylaşılıyor. Nar’da da Deniz-Selma çifti ve kapıcı için benzer bir durum söz konusu. Karakterlerinizdeki bu hali (Freudyen bir önermeden yola çıkarak “uygarlık=bastırma”yı kabul edersek ve karakterlerinizi modernleşmenin birebir etkilediği orta ve orta üst sınıfa ait kıldığınızı düşünürsek) Türkiye’nin yarım yamalak gerçekleşen modernleşme macerasının bir sonucu olarak okuyabilir miyiz?
 
Bu özellikle Ara ve Nar için söylenebilir sanırım. Ara’nın temel dertlerinden birinin bu olduğu bile söylenebilir. Ara, parasal açıdan tuhaf bir zenginleşmenin yaşandığı son 30 yıla, belki daha da önceden başlayarak, 70’lerde çocuk olmuş Türklerin hayatına, yani içinde bulunduğum kuşağın dertlerine tanıklık etme çabasıdır. Tam manasıyla “arada kalmış” bir kuşağı anlatır. Nar’daki Doktor Sema ve Deniz karakterleri çok rahat Ara’nın kahramanlarıyla arkadaş olabilirlerdi. Ama onları hiç bilmedikleri, bilmek de istemedikleri bir dünyanın insanlarıyla, 9’un dünyasından gelmiş gibi duran Asuman ve Mustafa ile aynı mekana hapsettim. 9 artık bitmiş bir dünyayı, çoktan kaybolmuş değerleri zombi gibi yaşatmaya çalışan, bugünün saçma sapan gerçekliğine eski bildikleri kalıplarla karşı koymaya çalışan ama yenilen insanlar üzerinedir.

Meral Özçınar Eşli, sinemanız üzerine yazdığı “Arada Kalmak” kitabında filmlerinizdeki karakterlerin arada kalmışlığından söz ediyor. Doğu ile Batı, geçmiş ile gelecek, gelenek ile modernlik, taşra ile şehir, heteroseksizm ile eşcinsellik (biseksüellik), idealler ile ‘gerçekler’, para ile idealler vs…Karakterleriniz ve elbette filmlerinizdeki bu arada kalmışlığı ve ikilikleri nasıl değerlendiriyorsunuz.

Meral’den önce İstanbul Festivali 30. Yıl kapsamında çıkan “30 Yıl 20 Yönetmen” adlı kitapta Alman gazeteci Daniela Sannwald beni “arada kalmış” biri olarak tarif etmişti. Bu aslında iyi bir tanım mı yoksa küçültücü bir şey mi, bilmem. Arada kalmak benim tecrübeme göre iyi bir şey değil. Ama evet, Susam Sokağı’nın meşhur şarkısındaki gibi “arada kaldım” ben de. Belki gerçekten yukarıda saydığınız neredeyse tüm ikilikleri hayatı boyunca şahsen yaşamış ve yaşayan biri olarak, yaptığım işlerde böyle arada karakterler yaratıyorum. Filmlerim pek çok açıdan “otobiyografik” olarak görülebilir.

Ara ve Nar’da orta sınıf (orta-üst?) ahlakını da görünür kılıyorsunuz. Bu ahlakın hem filmlerinizdeki görünümünü hem de genel olarak Türkiye’deki görünümünü nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye, mesela İngiltere’nin Victoria döneminde yaşayıp büyük ölçüde atlattığı korkunç bir ahlaki ikiyüzlülük içinde yaşıyor. Sadece cinsel konularda değil, ticari, siyasi, ahlaki, sanatsal her alanda yokmuş gibi yapmayı, her şey yolundaymış gibi yapmayı, çalarken çırparken en dürüst bizmişiz gibi yapmayı, omuzlara basarken en haksever bizmişiz gibi görünmeyi çok iyi biliyoruz. Kısacası –mış gibi yapmak en iyi başardığımız şey. Bunu da sadece orta-üst sınıflarla sınırlı tutmuyorum. Yoksulların içinde de aynı oranda “ahlaksız” insan çok.

Fredric Jameson’ın üçüncü dünya edebiyatı için yaptığı “üçüncü dünyadan gelen tüm metinler zorunlu olarak alegoriktir ve bu metinler ulusal alegorilerdir” genellemesinin izini filmlerinizde sürmek mümkün. Dokuz’daki mahalleyi Türkiye’nin mikrokozmosu olarak değerlendirebiliriz: Karakterler ve eşyalar bazında bile alegoriyi okumak mümkün (Milliyetçi Tunç’un kasap oluşu; Veli’nin asker babasıyla kurduğu ilişkinin Türkiye’nin askerle kurduğu ilişkiye benzemesi; Ender’in çizgili pijamadan nefret etmesinin, taşra-merkez ilişkisine benzemesi; Selda ve Ender’in Gül’ün ‘Fransızlığı’yla kurdukları ilişkinin Türkiye’nin batıyla kurduğu hayranlık-düşmanlık ilişkisini anımsatıyor olması vs….). Ne dersiniz?

9’un Türkiye’nin bir modeli olması, hemen hemen her karakterin belli bir kesimi bir anlayışı temsil ediyor olması, dolayısıyla tüm filmin bir alegori olarak görülmesi elbette katıldığım bir şey. Bu Ara, Nar ve hatta Gölgesizler’de de amaçladığım, bilerek yaptığım bir şeydi. Ama sorunuzun girişindeki alıntıya katılmıyorum. Kendimi hiç bir zaman 3. Dünyalı olarak görmedim. Yaptığım filmlerin dünyanın her yerinde (yeniden yorumlanarak) geçebileceğini, yazar ve yönetmen olarak sadece buraya değil, her yere ait olduğumu düşünüyorum.

Fatih Özgüven sizi 80’lerin çocuğu olarak tanımladı ve karakterleriniz için de benzer bir okumanın yapılabileceğini belirtti. Nasıldır 80’lerin çocuğu olmak? 12 Eylül’le ve etkileriyle ‘hesaplaştığımız’ şu günlerde, 80’lileri nasıl değerlendiriyorsunuz? (Kendinizi apolitik olarak tanımladığınız söyleşileriniz var; arada kalmış bir kuşak olarak tanımladığınız söyleşileriniz var… Oysa ki filmlerinizin apolitik olduğunu söylemek pek mümkün değil) .

Fatih, artık pek görüşmesek de eski arkadaşımdır. Eski arkadaşlar hem sever hem döverler böyle. “80’lerin çocuğu” derken hem belli bir perspektife oturtmaya hem de hafiften bir “eski moda”  dokundurması yapmaya çalışmış sanırım. 80’lere ait olmak, saç kesimlerini, kıyafetlerini, eski Türk filmi sahnelerini, VH1’da yayınlanan eski klipleri falan düşününce; insanın gururla söyleyeceği bir tabir değil. Benim en hayran olduğum yazarlar, yönetmenler 1950’ler, 1960’larda en iyi işlerini vermiş insanlar. Sürrealistler, Kafka, Flaubert vb gibi çok daha eskileri de seviyorum. Ama kendimi illa bir on yılla tanımlamam gerekse bence son yüzyılların en güzel on yılı olan 1960’ların çocuğu olmak isterdim. İçinde büyüdüğüm 80’lerin, tutucu ve bunak bir akraba gibi hafif bir tiksinti ve utanç yaratmak dışında üstümde bir etkisi yok. Hayatımın hiç bir döneminde aktif politikanın içinde yer almadım. Ama filmlerim elbette politiktir, hakkıyla anlatılan bir hikayenin politika dışı olması imkansız.

Türkiye sinemasında eşcinselliğin, biseksüelliğin normalliğini, olağanlığını sizin kadar iyi yansıtabilen başka bir yönetmen olmadığını düşünüyorum. Meseleye bakışınız, heteroseksist çoğunluğun bakışını ve konumlanışını, ahlakını yansıtışınız da çok gerçekçi. Siz ne dersiniz bu konuda?  

30’lu yaşlarımın sonuna kadar hayatım ciddi bir cinsel kimlik arayışıyla, oradan oraya savrularak geçti. Cinsel kimliğimle 40 yaşımdan itibaren barıştım diyebilirim. Filmlerimin de aynı cinsel arayışları konu ediniyor olması doğal. Türk sinemasında eşcinsel karakterler genelde heteroseksüel yönetmen/yazarların elinde şekillenir ve genellikle karikatürize ve kaba hatlı olurlar. Bu maalesef çok iyi niyetlerle yola çıkmış Zenne filminde bile böyle. Ben kendi deneyimlerimden de yola çıkarak “gerçek” eşcinsel karakterler yaratmaya çalışıyorum. Bir karakterin eşcinsel olması onun tek belirleyicisi, tek özelliği olmasın diye uğraşıyorum.  Başka karakter özelliklerinin ve derinliklerinin yanında aynı zamanda eşcinsel olan, sadece cinselliğiyle değil başka çatışma öğeleriyle hikayeye katılan insanlar çizmeye çalışıyorum.

Filmlerinizde metafizik öğelere ve delilere (borderline olanlara) de rastlıyoruz. Metafizik olan ve deliler hep bir yarık açıyor, seyirciyi ve kahramanları gerçeğin alanından hakikatin alanına çekip, onları yüzleşmeye, vicdanlı olmaya çağırıyor gibiler. Bu iki motifi böyle mi okumalıyız? Başka anlamlara da aracılık ediyorlar mı?

Benim metafizik, doğaüstü inançlarım yok. Filmlerimde, hikayelerimde, romanlarımda yer alan tüm bu öğeler kurmacanın içinde kullanmayı çok sevdiğim için oradalar. “Gerçek” hayatta iki insanın aynı hayali göremeyeceğini ya da hayalet diye bir şey olmadığını, gaipten haber vermenin mümkün olmadığını vs. ben de biliyorum. Ama bunlar bir hikayenin parçası olarak, binlerce yıldır hayal kuran, ortak rüya gören, kendine bir gerçek ötesi alem yaratmış insanlığın muhteşem hayalgücüne bir selam yollamak için birer araç bence.

Filmlerinizin diyalog ve diyalogla ilerletilen, oluşturulan öyküler üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Diyalog Türkiye sinemasının hala (son dönem ‘sanat sineması’ örneklerini de katarsak) üstesinden gelemediği bir sorun. Diyalog sorunundan başlayarak Türkiye sinemasının senaryo konusundaki vasatlığını nasıl değerlendirirsiniz?

İyi senaryo ve diyalog eksikliği sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın sorunu. Ama Türkiye’de ciddi bir dramatik geleneğin olmaması her şeyi daha da zorlaştırıyor. Sanatta her şey aslında gelenekler üzerinden yürür. Sizden önce birileri bir şey yapar. Siz onların üstüne, yanına bir şeyler yapar ve bir adım farklı bir dünya yaratırsınız. Türkiye’de mesela 70’li yıllarda yapılan filmlerle aynı dönemde, herhangi bir gelişkin sinemada yapılan filmlerin dilini karşılaştırınca, ne demek istediğim anlaşılır sanırım. Bu zayıflık filmlerimizin yapılışı kadar algılanışını da etkiliyor. Türkiye’de “sanat” sinemasında fotografik, doğaçlama, belgesele yakın bir tarz en geçerli, en yüceltilen sinema olmuştur. Bu mesela birer başyapıt olan “Umut” için olduğu kadar “Mayıs Sıkıntısı” için de geçerlidir. Dramatik gelenek zayıf olduğu için diyalog yazımı da gelişmemiştir. Hala çok diyaloglu filmlerin “teatral” sanıldığı bir ülkedeyiz. Sorun burada.

Nar’ı “Görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan” bir film olarak tanımlıyorsunuz. Dokuz’dan başlayarak sinematografi anlayışınızı tarif etmenizi rica etsek?

Ben ticari ve “sanatsal” sinema arasında gidip gelen filmler yaptım. Büyük bütçeli, ticari seyirciyi ve dağıtım hedefleyen işler de yaptım, 9, Ara ve Nar gibi küçük bütçeli ve “içimden gelen ses”e uyduğum filmler de... 9 sadece söylediğiyle değil, üslubuyla da sert ve aykırı, deneysel denebilecek bir filmdi. Ara için de benzer şeyler söylenebilir. Nar’da söylemek istediğim şeyler belki üslubun önüne geçti denebilir. Tek bir evin içinde geçtiği için “epic” görseller yoktu elbette. Birkaç saat içinde geçtiği için de kurguda yapılacak fazla oyun yoktu. Daha çok hikayenin akışıyla ilgilendim ve ortaya üslup açısından daha yumuşak bir film çıktı. Ama bu bir sonraki filmim de böyle olacak demek değil. Her filmde değişik üsluplar denemeyi ve farklı bir şey yapmayı seviyorum.

Dokuz ve Nar’da açık bir şekilde suçla ilgileniyorsunuz: Suçun ontolojisiyle belki de. Sistemle, toplumla ilişkisine… Nar’da Sema (uzun monoloğunda) Deniz’e, yaşadığı hayatın nasıl kurulduğunu, nelerle kurulduğunu, sürdürüldüğünü hiç düşünmediğine, merak etmediğine dair şeyler söyleyerek, Deniz’i de suçun ortağı kılar. Bu ortaklıkları sorgulamaya başladığımızda mı suçlarla gerçekten yüzleşebileceğiz?

Aslında hepimiz bir şekilde suça bulaşmış durumdayız. Sessiz kalarak, kenarda kalarak, onaylayarak, görmezden gelerek hepimiz küçük büyük suçlara ortak oluyoruz. Nar’ın söylemeye çalıştığı şeylerden biri de buydu zaten. 

Edebiyatla da yakından ilişkili bir yönetmen olarak size Türkiyeli yönetmenlerin Dostoyevski’yle olan ilişkilerini sormak istiyorum. Pek çok ismin (Pirselimoğlu, Ceylan, Dermirkubuz, Kaplanoğlu, Akar vs..) mütemadiyen Dostoyevski’ye göndermede bulunmasını (siz de Ara ve Dokuz’da  doğrudan göndermede bulunuyorsunuz, ki ‘suç’ a, vicdana bakışınız açısından da ilişkilisiniz…) nasıl yorumluyorsunuz? Sinemamızın Dostoyevski’yle derdi ne olabilir

Bir yazarın, bir sanatçının Dostoyevski ile derdi olmalı mutlaka. Ama açıkçası benim üzerimde mesela Kafka kadar etkisi olmadı. Ama 9 ve Ara’daki göndermeler karakterleri tarif etmekle alakalı. 9’daki kitapçı Salim, oğlu Kaya’ya Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okutuyor. Bu doğrudan edebi bir göndermeden çok bence Salim’i tarif etmek için bir araç. Ara’da da kavga sahnesinde, “Sen ekmeğe pepe derken ben Dostoyevski okuyordum” diyor baş karakter. Bu da belki de hiç okumayan birinin Dostoyevski ismi ile hava atmaya çalışması, yine karakter tarifi. Hemen peşinden Kierkegaard da diyor zaten.

Nar’ın sonrasında yazdığınız yazıda (Altınportakal yazısı), Nar’a gelene kadar eleştirmenlerin filmlerinizi çok da beğenmediğinden falan bahsediyorsunuz. Kendinizi işleri yeterince görünür olmamış, ihmal edilen bir yönetmen olarak gördüğünüz oluyor mu?

Hayır eleştirmenlerin çok beğendiği başka filmlerim var. O yazıda beğendiklerinde samimi bir şekilde öven, beğenmedikleri zaman filmlerimi yerin dibine batıran dürüst eleştirmenlerden bahsettim. Kendimi ihmal edilen bir yönetmen gibi görmedim. Elbette istediğim filmi istediğim zaman yapan, çok seyirciye ulaşıp çok para kazanan, gittiği her festivalden ödüllerle dönen biri olmayı isterdim, kim istemez? Ama 21 yaşında girdiğim, 1986’dan beri, senaryocu ve yönetmen olarak içinde yaşadığım sinema bana yeterli sevgi ve saygıyı verdi. Festivallerde konuştuğum insanlar, internet üzerinden bana yazanlar, yaptıklarımın boşa olmadığını gayet güzel anlatıyorlar. Sayıları birkaç milyon değil ama söyledikleri yeter.

Bu sayımızın dosya konusu sinema ve aşk. Nar’da Deniz’in Sema’ya duyduğu aşkı anlattığı çok güzel bir monolog var, “her şeyim o benim” diye süren. Teyzem’de Umur’un teyzesine, Dokuz’da Firuz’un Kaya’ya duyduğu aşk da etkileyici. Sinemanın ve sinemamızın aşkı ele alışını nasıl buluyorsunuz? Sevdiğiniz filmler, diyaloglar vs..açısından.  

Aşk insanlığın ölüme, yani sonsuz can sıkıntısına karşı bulduğu tek çare. Filmlerin çoğunda çok kötüye kullanılıyor. Ama iyi bir aşk filmi (mesela Hiroshima Mon Amour, Eternal Sunshine, Dikkat: Şehvet ya da az önce seyrettiğim Weekend) kadar insana iyi gelen şey çok az bulunur. 

Saturday, 30 September 2023

Işık Gölge Oyunları'ndan: NAR.

  


x



























Sıra Nar’a geldi. Şimdilik son filmim, dolayısıyla hatıraları hala taze, film de yolun çok başında.


Türkiye son on yılda ciddi bir değişimden ve dönüşümden geçti, geçiyor. Çocukluğumuzun ülkesinde değiliz artık. Gücün ve paranın el değiştirmesiyle birlikte, resmi tarih değişiyor, değerli ve doğru bilinen şeyler değişiyor, yeni değerler ve doğrular yerleşiyor; korkulanlar, sevilenler, nefret ya da saygı duyulanlar değişiyor. Güzel memleketimizin krizi, darbesi eksik olmaz ama bu son yıllar gerçekten her şeyin derinlemesine alt üst olduğu ve belirsizliğin, güvensizliğin, kutuplaşmanın, inanç savrulmalarının dorukta olduğu, gerçekten tuhaf zamanlar.


Kalabalık bir grup insana bakınca ne kadar farklı olduklarını, aynı anda birbirinden bunca faklı düşünen insanın birlikte yaşamayı nasıl başardıklarını düşünürüm hep. İstanbul’un kalbi denebilecek İstiklal Caddesi’nin başında durup nehir gibi akan insanlara bir baksanız: Günümüz insanları, 1970’ler, 1960’lar, 19. yüzyıl... Sanki tüm bu zamanlardan saç baş, kılık kıyafet ve uçurumlarla ayrılmış bambaşka zihniyetler aynı anda yan yana yürür gibidir. Birbirlerine dokunmamaya çalışarak geçer giderler. Aslında fikir düzeyinde birbirinin yok olmasını isteyecek binlerce insan, yine de barış içinde bir şekilde yaşar. Nedir onları birlikte yaşatan?


Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda. Bence bir narın tüm tanelerini bir arada tutan kabuk gibi, bizi bir arada tutan şey, birbirimize duyduğumuz inançtır.

Peki ya o kabuk çatlarsa... Ya birbirimize duyduğumuz güven dahil inandığımız her şeyden kuşkuya düşersek... Ya adalet duygumuz kaybolursa... Ya, her insan kendi adaletini aramaya başlarsa... Çatlayan bir nar gibi, taneler her yere yayılmaz mı?

Nar çok yeni ve henüz seyirci kitlesiyle buluşmamış bir film. Bu kitap çıktığında da büyük olasılıkla filmi görmemiş pek çok insan olacak. O yüzden hikayesini özetlemek istemiyorum. Ama karşılıklı güvenin ve inancın, toplumdaki adalet duygusunun kayboluşuyla ilgili olduğunu söylersem herhalde hikayeyi ele vermiş olmam. 

Kendi adaletini sağlamak üzere boyundan büyük işlere kalkışan, çok ezilmiş ve acılar çekmiş ve bu yüzden her şeye inancını kaybetmiş çaresiz bir kadının hikayesiyle başlıyor film. Onun yol açtığı olaylar başka üç insanın hayatını temelden değiştiriyor. 

Apayrı şeylere inanan dört kişiyi bir evin içinde, yarım gün gibi kısa bir sürede adalet konusunda, kendilerine yarattıkları inanç dünyaları konusunda ciddi bir sorguya tabi tutmayı istedim. Bugün düştüğümüz belirsizlik ve güvensizlik ortamını, batıl inançla bilime duyulan inancın, naif idealistlerle büyük kötülükler olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir diyenlerin çatışmasını anlatmak istedim. 

9 ve Ara gibi yine küçük bütçeli bir tek mekan filmi çekmek üzere yola çıktım. Senaryoyu yazmak araya giren başka işler yüzünden oldukça uzun vaktimi aldı. Gazetelerde çok sık karşıma çıkan hastane kazası haberlerinden, otobiyografik öğelere kadar ilham aldığım çok şey vardı yine. 

Bugünlerde zihni iyice bulanmış köşe yazarlarının “vijdan” diye dalga geçtikleri “eski bir kelime”yi hatırlatmak istedim. Vicdan ya da vicdansızlık da filmin temel motiflerinden biri oldu.

Filmin yapımcısı Türker Korkmaz’ı çok uzun zamandır tanırdım ama birlikte çalışma şansımız olmamıştı. Türker, reklam filmleri yapıyor birçok filmde de ortak yapımcı ya da yürütücü yapımcılık görevi üstleniyordu. Selim Demirdelen’in filmi Kavşak’ın da yapımcısıydı. Nar’ın senaryosunu ona götürdüm ve ilk okuyuşta senaryoyu çok sevdiğini ve yapmak istediğini söyledi. Bir ön satış yapmadan, bakanlık vs desteği olmadan tamamen kendi yatırımıyla işe başladı. Oyuncular ve ben ücretsiz çalıştık. Türker’le proje boyunca çok çok iyi anlaştığımızı söyleyebilirim. Kendi özgün fikirleri olan ama bunu dikte etmek yerine öneri olarak sunabilen, tartışabilen, aynı zamanda kendi işini çok iyi yapan bir yapımcı. Filmin hazırlığında, çekiminde ve post-prodüksüyonunda olağanüstü uyumlu çalıştık. 

Nar dört başrollü bir film. Bir rolü, arkadaşım Serra Yılmaz’ı düşünerek yazdım. Serra sevinerek kabul etti. Erdem Akakçe de senaryodaki tek erkek karakter için aklımdaki ilk isimdi. Diğer iki kadın oyuncu için bir çok alternatif düşündük. Casting sorumlusu Luiza Almızrak’ın önerdiği, benim tanıdığım isimler içinde en beğendiklerimiz İrem Altuğ ve İdil Fırat oldular. Özellikle uzun diyaloglu kimi sahneleri, uzun uzun prova yaptık. Ara günlerinde olduğu gibi oyuncularla evimde toplanıp sahnelerin üzerinden geçmek, kim neyi niye diyor, ne demek istiyor tartışmaları yapmak, kimi sahneleri tekrar tekrar prova etmek bende büyük heyecan yaratıyordu. Sonuçta  bence oyunculuk açısından olağanüstü bulduğum birkaç bölüm çektiğimizi söyleyebilirim. 

Daha önce çalıştığım ve çok iyi anlaştığım herkesi bu projeye davet ettim. Görüntü yönetmeni yine Türksoy Gölebeyi oldu. Sanat yönetmeni Elif Taşçıoğlu’ydu. Birinci asistan da Ses’te çalıştığım Toygun Başıdinç’ti. Ekibin diğer üyeleri Türker Korkmaz’ın önerdiği çok hoş ve çalışkan insanlardı. On beş gün boyunca şimdi kısa bir rüya gibi gelen bir çekim yaşadık. Hava muhalefeti dışında bir aksaklık görmedik. Kurguyu yine Çiçek Kahraman’la, ses tasarımını da yine Burak Topalakçı ile yaptık. Bu ekiple bundan sonra yapacağım her işte çalışabilirim diye düşünüyorum. 

Filmin müziklerini Anlat İstanbul'dan beri tanıştığım ve işlerini sevdiğim Selim Demirdelen yaptı. Filme çok güzel eşlik eden bir soundtrack yaptı ve sözlerini benim yazdığım Nar Taneleri adında bir şarkı besteledi. Selim'le çalışmak sadece bir müzisyenle çalışmak değildi, yönetmen olduğu için çok uyumlu çalıştık. Film kapalı ve sınırlı bir mekanda geçmesine rağmen zengin bir ses kuşağına sahip. Düzgün teknik şartlarda seyredildiğinde seyirciye o evin çevresindeki sesleri, yoldan geçen arabaları, Boğaz'dan geçen tekneleri, rüzgarı ve yağmuru hissettirecek; evi ve çevresini yaşatacak bir ses tasarımı yaptık. 

Filmin çoğunu Arnavutköy’de bir apartman dairesinde çektik. Arnavutköy sahili, Alibeyköy sırtlarında gecekondu mahallesi ve çok yoksul bir ev içi, İstanbul’a yakın Karadeniz kıyısında bir köy olan Yukarı Ağaçlı’da bir tepe.. dış mekanlarımız bunlardı. Filmin tüm gerilimini, hikayenin akışını temelde yine dört duvar arasında çözmek zorundaydım.

Filmlerim içinde en sevdiklerim 9, Ara ve Nar'ın bir üçleme olarak anılmasını isterim. Bu önceden düşünerek karar verdiğim bir şey değildi, ama yıllar içinde tema ve üslup açısından birbirine benzeyen bu üç filmi yaptım. Üçü de dar mekanlardan, mikro bir alandan geniş resme bakmaya çalışan filmler. Üçü de oyunculuk ve diyalog üzerine kurulu. Üçü de toplumsal dertleri temel alıp, küçük birey hikayeleri üzerinden o dertleri incelemeye çalışıyor. Bir hayalim istenirse bir çok ortak noktası daha bulunabilecek bu üç filmi birlikte izlenebilecek bir set haline getirip seyirciye sunmak.

Nar henüz yolun başında bir film, bu kitabı yayın hazırlıkları için teslim etmek üzere son kez gözden geçirdiğim bu günlerde sinemalarda ilk günlerini yaşıyor. Eleştirmenlerden olağanüstü olumlu yazılar ve tepkiler gelmeye devam ediyor. Bugüne kadar Antalya, Ankara Kuir Fest, Londra Türk Filmleri Festivali gibi yerlerde, ancak birkaç yüz kişilik seyirci gruplarıyla buluştu. Salonlardaki ve gelecekteki kaderini çok merak ediyorum.

Bir + Bir dergisinden Yücel Göktürk ile bir söyleşi. "Nar" ve bir sürü şey üzerine.

 Yücel Göktürk tarafından yapılan bu söyleşi Bir + Bir dergisinin Aralık 2011 sayısında çıktı. Nar üzerine konuşma niyetiyle başladık ama neredeyse bir terapi seansına dönüşen bu uzun konuşma, yaptığım ropörtajlar içinde en sevdiklerimden biri oldu. Burada paylaşmak istedim:


“Aşkın Alfabesi”nden başlayalım. 

Ümit Ünal: O roman çok şanssız oldu.  1996’da İyi Şeyler Yayıncılık’tan çıktı, fakat çıkar çıkmaz yayınevi kapandı. Kitap bir sürü yerde dağıtılmadı. 


Ama şimdi blogunda(asyadada.blogspot.com) okunabiliyor, değil mi?

Tamamı var, A’dan Z’ye kadar. “Aşkın Alfabesi” bir grup arkadaş arasındaki aşk ilişkilerini anlatıyor. Bir yandan da hafif sosyal bir arka plan var. 1990-‘92 arasında Hisar ve Bebek çevresinde takılan beş-altı kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. O zamanlar bar, kafe hayatı yoktu. Deniz kıyısında bira içerdik. 


Hisar’ın güzel zamanlarının son demleri... 

Tam dağılmadan öncesi. Beyoğlu hayatı başlayınca, Hisar da bitti. Herkes Beyoğlu’na geldi. Bir dönem senaryolarımı Hisar’da yazdım. “Hayallerim, Aşkım ve Sen”i orada yazdığımı hatırlıyorum. 


“Aşkın Alfabesi”ndeki karakterler içinde Asaf öne çıkıyor...

O arkadaş grubunda en ilgi çekici adamlardan biri oydu, bizden yaşça daha büyüktü. 


Gerçek bir kişiden mi bahsediyoruz?

Gerçeğe yakın diyelim. Aslında birkaç kişinin birleşimi, oradaki her karakter için geçerli bu. “Teyzem”de de teyzemden çok esinlendim, ama oradaki karakterlerin hepsi başka birçok insanın birleşimi. “Aşkın Alfabesi”nin de otobiyografik bir tarafı var, ama gerçek olayların hiçbiri o şekilde olmadı, hepsini hayal ederek kurdum. 


Asaf senin gözünde nasıl bir karakter? 

Öyle insanlar var, ilk karşılaştığınızda insanı çarpan ve etkileyen insanlar... Bir de hayatını bunun üzerine kurmuş insanlar var. Daha ilk tanışmada insanı ele geçirmek üzerine hayatını kurmuş insanlar! Bu insanlar arkadaşlık ilişkisini de bunun üzerine kuruyor. Asaf öyle bir adam, çok karizmatik, kadınlarla ilişkisi yoğun, “götürücü” denen türden. Bir yandan da çok derin; çok okuyan, yazan – yazdıkları da güzel. Asaf, anlatıcının –20’li yaşlarında ve erkek olma, aşık olma halini bir ergen gibi yaşayan senaryo yazarı karakterin– rol modeli. Aynı zamanda yıkmak istediği biri. Hepsi bir arada; onunla ilişkisini bir tür baba figürü gibi yaşıyor. 


1990’lardayız, değil mi?  

Evet, tam o eski fabrikaların yenilenmeye başlamasından önce, oralarda büyük partiler yapılırdı. “Ara”daki dünyaya çok yakın bir durum var orada. “Aşkın Alfabesi”nin ikinci yarısı öyle bir partide geçiyor. 


“Aşkın Alfabesi”nde bir de Sümerce bahsi var. 

Evet, aynısı “Nar”da da var. (gülüyor) 


“Nar”daki Deniz (İrem Altuğ) Sümerce okumuş... 

Bir kız arkadaşım Sümerce okumaya başladı, sonra yarıda bıraktı. Sümerce okumak bana ilginç geliyor.  Deniz karakterinin ölü bir dili okumuş olması öyküle tuhaf bir hal katıyor. “Aşkın Alfabesi”ndeki Emel, Deniz’e çok benziyor. Emel’in annesi öğretmendi galiba. Deniz’in de anne babası öğretmen, cumhuriyet çocuğu, laik, bilime inanıyor. Emel de öyleydi. 


Biz de laiklik yanlısıyız, ayrıca bilime de inanırız. 

Ben de öyleyim! Bilime inanmayan biri uçağa bindiğinde inanmak zorunda kalıyor. (gülüyor) Dünyayı anlamak için bu var elimizde, başka da yok. Deniz pozitivizmi hafif aşağılayarak kullanıyor. Bir ezberle... O, Deniz karakterinin bir parçası. Sonra nasıl gecekondudan gelen kadını aşağılayan birine dönüşüyor!


“Aşkın Alfabesi”nde “B–Burçlar” bölümünde anlatıcının bütün sevgilileri yengeç. 

O otobiyografik işte, bir dönem beş-altı yengeç sevgilim olmuştu. 


Senin burcun ne?

Koç. Herhalde bir dönemde doğan yengeçlerin yıldızları üst üste gelmiş beni buluyordu.  


Yengeç nasıl bir burç? 

Hastalık hastası oluyorlar. 


Pasif agresif oldukları da söylenir.   

Biraz öyle. Bir de, çok kolay hayran olup çok kolay nefret ediyorlar. En azından benim başıma gelenler öyleydi. (gülüyor) 


Koç nasıl bir burç? 

Çok burnunun dikine gider. Bizi en iyi bu açıklar sanırım. Beceriklidirler. Sanatçılar da çıkar. Ama kitapta da dediğim gibi burçlara inanmıyorum. 


Biz de inanmıyoruz, ama mavrası  güzel. 

Mavrası çok güzel. “Nar”da da var, “Teyzem”den itibaren bütün filmlerimde metafizik şeyler oluyor. İşin içine rüyalar giriyor, birisinin rüyasına diğeri karışıyor, birinin gördüğü halüsinasyonu öbürü de görüyor. “9”da da, “Teyzem”de de vardı, “Nar”da da var. Metafizik inancım yok, ama metafizik şeyler edebiyatta ya da sinemada çok kullanışlı, çok da hoşuma gidiyor. “Anlat İstanbul”da da vardır. “Aşkın Alfabesi”nde, romanı yazdıran çocuk zamanında kürtajla alınmış bir çocuk. O fikri daha sonra kendimden çalarak “Anlat İstanbul”da kullandım. Annesi çocuğu kafasında hayal ederek büyütmüş, ama sonra anne ölünce çocuk hayalet gibi havada kalmış. Gelip bizim yazarı buluyor, romanı yazmasını sağlıyor. Gerçekte böyle bir şeyin olmasına imkan yok, ama edebiyatta böyle bir fikrin olması hoşuma gidiyor. Kaderi edebiyatta kullandığınız zaman ne kadar büyük anlamları oluyor, ama kadere de inanmam. 


Burç mevzusunun bir de “yükselen burç” boyutu var. 30 yaşından sonra “yükselen”in tarafına geçiliyormuş. 

Benim yükselenim balık. Zaten beni balığa çok benzetirler. Bu anlattıklarımı tanıdığım insanları karşılaştırarak çıkarıyorum. Mesela tanıdığım bütün yaylar gerçekten çok komik. Bütün boğalarda ise mizah duygusu sıfır. (gülüyor) Tanıdığım tüm balıkların bakışları inanılmaz oluyor. Bunu zamanında Fatih (Özgüven) söylemişti. Kızlarımdan birisi balık. İnanılmaz bakışlar. Tomris Uyar da balıkmış. Balıkların büyük gözleri oluyor ve çok güzel bakıyorlar. 


Burçlardan konuşup Susan Miller’dan bahsetmemek olmaz.

Susan Miller beni bilemedi. Antalya sırasında “Bu ay büyük bir ödül kazanacaksınız ya da büyük bir ikramiye, piyango… Büyük bir yarışma olacak” diyordu. Biz de “tamam, ödülü aldık” dedik. (gülüyor)  


“Aşkın Alfabesi”ndeki “İ–İsim”i okurken “Nar”da kapıcıyı oynayan Erdem Akakçe geldi aklımıza İnsan dürüstlük timsali bir karaktere isim bulmaya kalksa Erdem Akakçe’yi zor bulur.  

Erdem’le, 2002’de yedi bölüm çektiğim “Biz Size Aşık Olduk”da tanıştık. Oyunculuğunu orada çok beğenmiştim. “Ara”ya kadar hiç beraber çalışmadık. Sonra “Gölgesizler”de küçük bir rolü oldu. Bu da dördüncü çalışmamız. Erdem gizli yetenek. Oyuncuların patlamak için bir menajere ihtiyacı var. Sanırım Erdem’in de ihtiyacı bu. Pek çok ünlü oyuncudan daha yetenekli, ama tam patlayamadı henüz. 


Filmdeki ismi Mustafa. Rolü itibarıyla dengeli bir isim olmuş. 

Eskiden isimleri dikkat ederek koyardım. Mesela “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de Yeşilçam yıldızı kadın var, adı Derya. Başka bir karakterin adı Coşkun. Sanki bir ırmak var, akıyor gibi. İsimler konusunda düşünürdüm. Şimdi nasıl koyuyorum bilmiyorum, bir şekilde geliyor. 


“Nar”da Sema (İdil Fırat) var, “Deniz’in kalbini elinde tutan kadın”. Otoriter mizaçlı. Deniz ise gelgitli. Diğer kadın kahraman, Serra Yılmaz’ın oynadığı Asuman. Temsil ettiği sınıfla, sosyal durumla çok da örtüşür bir isim değil gibi Asuman. Galiba Sema’yla eş anlamlı bir isim diye seçilmiş. 

Var öyle bir şey. Serra’yla (Yılmaz) Asuman karakterini konuşurken bir aksanı olmasın dedik. O yaştaki kadınlara illâ kalın bir çorap giydiriyorlar, sonra üstüne bir çorap daha. Elbisesi de ona göre oluyor. İlk başta öyle düşünmüştüm, sonra Serra’yla konuştukça filmdeki Asuman doğdu. Kapıcı ona “Bizim köyden misin” deyince, “İstanbulluyuz biz” diyor. Alibeyköy’de bir gecekonduda oturuyor, ama kendini İstanbullu hissediyor. Serra’nın yanında çalışan bir kadın var, fal bakması da, konuşması da aynen  öyle, yavaş yavaş. Giyimi de şık. Gültepe’de oturuyor. Biraz onu model aldık. Onun da hiç aksanı yok. “Yoksul, gecekondulu” görüntüsündeki o klişeden çıkmak istedim. 


Walt Whitman’ın “Song of Myself” şiirinin bir bölümünü çevirip bloguna koymuşsun. “Sekste her şey vardır / Bedenler, ruhlar, anlamlar, kanıtlar, safiyet, zerafet, ilanlar…”  Niye o şiir, niye o bölüm? 

Walt Whitman’ı üniversitede birazcık keşfetmiştim, uzun zaman detaylı okumadım. Amerika’ya İlk gittiğimde “Song of Myself” i bir dolara aldım. İncecik bir kitap. Çok detaylı okudum. Sonra paylaşma ihtiyacıyla oturdum çevirdim. Çevirdiğim bir sürü şiir var blogda. Bir şey okuyorsun; “bunu Türkçede nasıl söylerim?” Hem biraz kendini sınamak gibi oluyor. Çevirmek bana bu anlamda heyecan veriyor. O parçada  “Sex contains all” diyor. Saydığı şeylerin seksle ilgisi yok gibi, ama bir yandan da seks hepsini de kapsıyor. Bu çok hoşuma gitti. Tam da inandığım şey. 


“Song of Myself”ten söz açılmışken şarkılardan konuşalım biraz. Neler dinliyorsun?

Birkaç sene önce Yunanistan’da bir senaryo seminerine gitmiştik, herkes senaryosunu getiriyor, tartışıyoruz. Bir Alman kız vardı, bir Türk kadın hakkında senaryo yazmış, Emine adında temizlikçi bir kadın. “Türkçe bir şarkı arıyorum, çalışırken söyleyeceği bir şey olsun” dedi. Ben de dersin ortasında, “Sabahtan gördüm seni çoktan beyaz geldin bana / Oy oy Emine…” diye söylemeye başladım. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra, dersin hocasına bir yılbaşı kartı atmıştım.  Hemen cevap yazdı. “Dersin ortasında türkü söylemen öğretmenlik hayatımın en parlak noktalarından biriydi”. Türkülerden rock’a sevdiğim çok şarkı var. Hangi birini ansam, öbürünün adı kalır. Şarkı tiryakisiyim. Bir şarkıya kafayı takıyorum, defalarca dinliyorum. Yıllardır böyle. “Amerikan Güzeli” diye bir hikâyem var. Kahramanı “Summertime”a kafayı takmış, bütün gün onu dinliyor, özellikle çalışırken. Senaryo yazarken aynı parçayı üç-dört saat dinlerim. 


“Nar”ı yazarken ne dinliyordun? 

Bartok’un Romen Halk Dansları için yaptığı beş parçalık bir çalışması var, onun dördüncüsü olağanüstü. İlk dinlediğimden beri aşığım. Filmde de kullanmayı çok istiyordum, fakat Bartok’un vakfı izin vermedi. Piyanoyla çalınan, çok içli bir parça. Onu çok dinliyordum. 


Bartok’a takılman nasıl oldu? 

Bu parçayı Bartok’tan keşfetmedim. Akira Rabelais diye bir adam var, o parçanın düzenlemesini yapmış, ona hasta oldum. Sonra nedir bu diye araştırırken, Bartok ve Romen Halk Dansları olarak karşıma çıktı. Çok acayip hüzünlü. Alaturka formatı da var. 


Bugünlerde ne dinliyorsun? 

The Gossip’in Beth Ditto’sunu dinliyorum. (gülüyor) Hayat boyu taktığım şarkıların kitabını yapacaktım. O şarkıların listesini yaptım, çocukluktan itibaren… Müzikle ilgimi anlatan bir kitap olacaktı, yazmaya da başladım, 70 sayfa falan oldu, fakat otobiyografiye döndü, erken olduğuna karar verdim. Bu dediğim, 10 sene önce. O liste duruyor. “Kuyruk” romanının bir bölümü o kitaptan. Bir şarkıyı sürekli dinlememin kaliteyle alakası yok. İçindeki küçük bir ses beni acayip bir yere götürebiliyor... Mesela, listede Cansever vardı, “Yeni Aşk” diye bir şarkısı. Bir ara sürekli onu dinliyordum. 


Tom Waits’in “Emotional Weather Report”unu sevdiğini öğrendik blogunu okurken. Yeni albümünü, “Bad As Me”yi dinledin mi?  

Tamamını değil, birkaç parçayı sadece. Tom Waits’i keşfettiğimde üniversitedeydim, bir Alman yönetmen gelmişti. Tom Waits’i ilk o dinletti. ‘83 ya da ‘84, ondan önce hiç bilmiyorduk. İlk dinlediğim parçası “The Piano Has Been Drinking”. Bayılmıştım. Sonra da bayağı Tom Waits hastası oldum. Tabii o zaman bulabildiğimiz kadarıyla... Çevirme merakım o zaman da vardı. “Frank’s Wild Years” albümünün üstünde açıklama yazısı gibi bir şey vardır. Frank’in yaşadığı kasabayı tarif ediyor, “Yağmur aslında çok az yağardı”, ama köyün adı Rainville –Yağmurköy. Çekip gitmek isteyen Frank’in hikâyesi... Onu çevirmiştim. İngilizceyi şarkılardan öğrendim. Çeviri illeti de oradan geldi. (gülüyor) 


Sümerceyle ilişkin oldu mu hiç? 

Olmadı. 


Sümerlerle?

Biraz okudum. Sayı sistemimiz ve burçlar Sümerlere dayanıyor. Ayları, 12 ayı, 7 günü kuran Sümerler. Sümerce okumak, bir karakterin özelliği olarak bana ilginç geliyor, Türkiye’de Sümer dili okumuş biri! Öğrenmeyi çok isterdim. (gülüyor) 


David Mamet’le ilgili yazında – “hayalî söyleşi”de– “Oyunlar Evi”ni defalarca izlediğini söylüyorsun. Demek aynı burçtanız. O filmi o kadar cazip kılan ne sence? 

David Mamet özellikle diyalog yazma tarzımı etkilemiş bir yazar. Diyalog aslında müzik kulağı gibi bir şey. Bazı insanlarda var, bazılarında yok. Mamet da “diyalog bir yetenek” diyor. Ama bir şekilde öğreniliyor da. İnsanlar hiçbir zaman tam söylemek istediklerini söylemiyor, sürekli kafalarında bir lafı döndürürken, başka bir şey söylüyorlar. Kötü diyalog yazarları, kahramana söyletmek istedikleri şeyi tam tamına söyletirler. Hâlbuki gündelik hayatta diyalog öyle gelişmiyor. Tam tersi, asıl söylemek istediklerimizi hiçbir zaman söyleyemiyoruz. Mamet’i izlerken en çok etkileyen şeylerden biri diyalogların inanılmaz doğallığı. İnsanları çok dikkatle dinlemiş; ona göre kuruyor. “Oyunlar Evi”inde adamın (Joe Mantegna) tuhaflığı, o kadını (Lindsay Crouse) kendine aşık etmesi, sonra bambaşka biri çıkması... 


Adam kumarbaz... 

Sadece kumarbaz da değil, üçkâğıtçı, dolandırıcı. Ve çok yakışıklı. 


Kadın da itibarlı bir psikanalist, “Gündelik Hayatta Obsesyonlar” adlı bir kitabı var... 

Akılcı bir insan, o da bilime inanıyor. (gülüyor) Bazı insanlarda inanılmaz bir ikna kabiliyeti var. “Aşkın Alfabesi”ndeki Asaf da öyle biri. O tür insanlara karşı bir alerjim var.  Hem özendiğim, hem de bende olmadığına inandığım bir şeydir. Halbuki yönetmenlerin ikna kabiliyetlerinin yüksek olması lâzım –bende o biraz eksiktir. 


“Oyunlar Evi”nin dinamiğini konuşalım biraz. Bir kumarbazla bir psikanalist... 

Psikanalist insanları çok iyi tanıdığını, bildiğini, bütün zaaflarını anlayabildiğini düşünüyor, ama bildiği her şeyin yerle bir olduğunu görüyor. Adamı öldürmesinin sebebi de bu. Sadece dolandırılmış olması, aşkta ve parada kaybetmiş olması değil. Kadının varlık sebebi ortadan kalkıyor. Bildiği her şeyin boş olduğunu öğreniyor. Bir de finalini hatırlarsanız, adamın çakmağı çalar. Başka birine dönüşür. 


O yazından anladığımıza göre, en çok sevdiğin David Mamet filmi “Glengarry Glen Ross”. 

Aslında bir tiyatro oyunu, filme uyarlanmış. Yönetmeni David Mamet değil, ama sette işin başında duruyormuş ve oyunculara “öyle demeyeceksiniz, böyle diyeceksiniz” diyerek kelime kelime diyalogları oynatıyormuş. Yönetmeni (James Foley) de başarılı. İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı için bir kitap çıkarıldı, benden bir yazı istediler: “Festivalde sizi en çok çarpan film”. Bu fikirden yola çıkan bir yazı olacaktı bu. “Glengarry Glen Ross” festivale gelmemişti, o yüzden yazı onun hakkında olamadı, David Mamet hakkında yazdım. Fakat, “Glengarry Glen Ross”u tam da festival öncesinde izlemiştim. Nedense Türkçesi “Amerikalılar”dı! Film, kapalı bir mekânda geçiyor. Adamların hepsi Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü”ndeki adamlar gibi. Bir emlak ofisi, dağın başında arsalar, Güney Amerika’da bilmem ne plajındaki vilları satmaya çalışan dolandırıcı emlakçılar. Jack Lemmon, Al Pacino, Ed Harris, Alan Arkin var. “9”'u da etkilemiş bir filmdir. Onların arasındaki erkeklik mücadelesi... Birbirlerini satıyorlar, hayır, satmıyorlar, işbirliği yapıyorlar. Kevin Spacey filmin kötü adamı. Alec Baldwin var, hepsinden büyük bir dolandırıcı. Gelip bunlara “Siz adam mısınız” diye başlayan bir konuşması var: “Geçen sene 150 bin dolar kazandım, sen kaç kazandın, sen, sen, sen kaç kazandın...” Kolunda Rolex saat...  Minicik bir rol, ama Alec Baldwin, çok güzel oynuyor! Jack Lemmon başrolde, eskiden süper bir satıcıymış, zamanında Al Pacino’nun ilahıymış, ama  gözden düşmüş. İkisinin bir diyaloğu var, aman yarabbim, ölürsün! 


O hayalî söyleşide şöyle bir cümle var: “Behind every fear there’s a wish.” 

O “Edmond” filminden bir cümle. 


Türkçeleştirirken “Her korkunun arkasında bir dilek vardır” demişsin. 

Arzu mu demişim, dilek mi? 


Dilek. Literatürde “wish”in karşılığı “arzu” olarak geçiyor genellikle.

Filmdeki, biraz daha dilek gibi. “Glengarry Glen Ross” kadar tapmıyorum, ama “Edmond” da çok güzel bir metin ve film. O da bir tiyatro oyunu. William H. Macy oynuyor. “Fargo”daki gibi tam beyaz Amerikan iş adamı, güzel bir karısı var. Bir akşam birden bire karar veriyor, “gideceğim” diyor. “Çok sıkıldım, bu hayat benim için bitti.” Karısı inanmıyor, ama bir yandan da umursamıyor. Adam gece çıkıyor, sabaha kadar New York sokaklarında dolaşıyor. Sonunda hayatta en çok korktuğu şey başına geliyor ve film bitiyor. Ama şu var, hayatta başına gelebilecek en büyük felaketi kabulleniyor. Bir hapishanede iri yarı bir zencinin metresi... Kafasını kazıtmış, bıyık bırakmış ve adamın metresi olmuş! 


O cümle Freud alıntısı gibi duruyor.  

David Mamet bu cümleye ne kadar inanıyor bilmiyorum. Ama filmden en çok akılda kalan cümleydi. 


O cümle, ister istemez fobi ve tabii homofobi üzerine düşündürüyor...  

Tabii! Tam da öyle, en homofobik insanlar, aslında en çok denemek, olmak isteyenler. O kesin bir bilgi. 


Bu “kesin”lik, homofobinin kültürel ve politik boyutunu –bastırılmış arzu kökenli olmayan aşağılamayı, karalamayı– görmezden gelen bir indirgeme olmuyor mu?

Evet, eşcinseller içinde de çok homofobik var. Homofobi heteroseksüellere özgü değil. Eşcinselliğini kabul etmeyen o kadar çok insan var ki. Birçok eşcinsel ilişki yaşadıktan sonra, “artık evleneceğim, başka bir insan olacağım” diyen genç erkek çok. Hakim fikir bu, hele de bizimki gibi bir ülkede başetmesi çok zor bir şey homofobi. O yüzden de eşcinsellerin filmlerde daha görünür olmasına çok inanıyorum. “9”da temalardan biri iki erkeğin aşkıydı. “Ara”da da karakterlerden biri gizli gey. Hayatı geyliğiyle mücadele etmekle geçmiş... Yerli filmlerde gey karakterler komik ya da dışarıdan bir bakışla ele alınır. “9”da ilk defa gerçek bir ilan-ı aşk var. Ali Poyrazoğlu bir sahnede beş dakika boyunca ilan-ı aşk ediyor. “Ara”daki karakter gizli yaşamayı tercih etmiş biri, ama bunu anlatırken kendisini anladığını fark ediyoruz. “İbneyim” diyor. Yerli sinemada böyle bir şeyi ilk defa duyuyoruz. “Nar”da ise lezbiyen bir çift var. Ama filmin hikâyesinin çıkmasına yol açan ve finale bağlayan sorun çiftin lezbiyen olması değil. Aslında, son derece normal, beş senedir birlikte yaşayan mutlu bir çift; asıl sorun aralarındaki iktidar ilişkisinden çıkıyor. 


Neredeyse konvansiyonel, çekirdek bir aileyle karşı karşıyayız... 

Neredeyse! Asuman hayatlarına girmeseydi, hayatlarındaki büyük sır ortaya çıkmasaydı, doktor Sema’nın bir suç işlediği ortaya çıkmasaydı, kim bilir daha ne kadar öyle mutlu yaşayacaklardı. 


O “suç”u biraz açalım. Kurulu düzenle, Sema’nın “kariyer”iyle ilişkili, o kariyere neredeyse içkin...  

Filmde söylemek istediğim o: Hepimiz suç ortağıyız. Göz yumduğun, sesini çıkarmadığın zaman, ister istemez o suça ortak oluyorsun. Doktor Sema’nın bir tiradı var, Deniz’e uzun uzun anlatıyor, onu “gerçekçi” olmaya davet ediyor. Orada söyledikleri hepimizi bağlıyor. 


“Dünyanın düzeni, işleyişi bu” diyor...

Dünyanın düzeninde böyle bir şey var. Deprem oluyor, orada olanlara göz yumuyorsun. Yan apartmanda adam karısını dövüyor, göz yumuyorsun. Belli bir standardın üstünde yaşadığın zaman bir sürü insanın omuzlarına basıyorsun. Sen hayatında hiçbir haksızlık yapmamış olabilirsin, ama bir haksızlığı paylaşarak birçok insanın hakkını yemiş oluyorsun. Aslında, Deniz de suçsuz değil. Fakat, sonuçta asıl suçlu doktor, Sema. Çünkü sadece göz yummamış, üstünün örtülmesi için de her şeyi yapmış. Resmen bir cinayet işlenmiş. Geçen gün röportaja gelen bir arkadaş şöyle dedi: “En sert davrandığın karakter Deniz”. Evet, bir yandan öyle. Deniz karakterinin Asuman’a söylediklerini hatırlayalım: “Sen ne anlayacaksın, cahil bir kadınsın, senin hayattan anladığın ‘imamın karısı ne dedi’, ‘pilavın altı yandı mı’, bundan başka bir şey bilmiyorsun ki, senin dünyan şu kadarcık.” Sonra aynı şeyi sevgilisi Sema ona söylüyor: “Senin dünyan şu kadarcık”. Aslında, hepimizin hayatı böyle, bir basamak üstümüzde duran için bizim hayatımız “şu kadarcık”. 


Kahramanlar lezbiyen olduğu için filmde kadınlar arası bir gerilim var. Aslında, erkekler dünyasındayız, değil mi? 


O çift heteroseksüel de olabilirdi. Bu kadar “gerçekçi” konuşan bir kadın aslında iktidarı temsil ediyor. Sema bir seçim yapmış, tüm hayatını ona göre düzenlemiş, ona göre de kafasında rasyonalize etmiş seçimlerini. “Büyük kötülük olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir” diyor. Bir bebeğin ölmesi onun için küçük bir kötülük. Böyle bir şey yapan, böyle konuşan bir kadın erkek dünyasını, iktidar dünyasını tercih etmiştir. Böyle çok insan var. Tansu Çiller de öyleydi. Seda Sayan da öyle. Bir kızın “karı gibi gülme lan” dediğini kulaklarımla duydum. O da iktidarın diline direkt talip olmuş. 


Sema’nın tiradı referandum sürecindeki tartışmaları hatırlattı. Kimi liberal, liberal-sol yazarlar, “Yetmez, ama Evet”e itiraz edenleri “faydasız doğrular”ı savunmakla eleştirmişlerdi. 

Benim karakterler de “bazen doğru olan yanlıştır” diyor. (gülüyor) 12 Eylül ben 15 yaşındayken oldu. Sonra da çok depolitize bir dönem geçirdik. O yüzden hiçbir zaman gerçekten politik olmadım. Annem-babam solcu öğretmenlerdi. Çevremizdeki bir sürü insan öyleydi; bir tür hak fikri, hak bilmek kültürüyle yetiştik. Şimdi o dünya bitmiş gibi geliyor. Türkiye son 20 senede, özellikle de son 10 senede her şeyin satılığa çıktığı bir yer oldu. Fikirler çıkar dünyasına göre oluşturuluyor. Çok sevdiğimiz, taparak okuduğumuz insanların da o kervanda, güce doğru meyledip bambaşka şeyler söylediklerini görüyoruz. Şu anki iktidarın en büyük başarısı bu oldu, yıllardır sağın yapmayı beceremediği şeyi bunlar başardı, entelektüellerin gerçekten sonunu getirdiler. Aydın, entelektüel duruşu kalmadı. Kimsenin söylediğine güvenilemiyor. Eskiden sözüne güvendiğimiz insanlar vardı. Şimdi bu ortadan kalktı, bu korkunç geliyor bana. Sözüne güvenerek hâlâ okuduğumuz çok az insan var. Genel açıdan güvenilirlik yerlere düştü. Buraya nereden geldim!


“Yetmez, ama evet”ten.  

Eskiden daha mütevazı bir hayat vardı. İnsanlar daha küçük şeylerle yetinebiliyordu, şimdi inanılmaz bir hırs var, daha zengin olmak… İnsanlar bunu rasyonalize ediyor. Aynen “Nar”daki doktor Sema karakteri gibi. O karakteri ilk yazdığımda, yüzme havuzu olan bir sitede, bir villada yaşayan biriydi. Sonra prodüksiyon sebeplerinden öyle bir ev bulamadık. Arnavutköy’de bir apartmanda –deniz manzaralı falan, ama bir apartman–  oturan, daha orta halli bir doktora dönüştü. “İyi ki böyle olmuş” diyorum, çünkü yeni sınıf atlamış bir kadını anlatıyoruz. Yeni konumunu kaybetmekten ölesiye korkuyor. Bundan sonraki kırk yılını garantiye almış kadar zengin değil. Daha da fazlasını istiyor, o yüzden de her şeyi rasyonalize etmeye hazır. Bu hikâye son yılların ikliminden çıktı.  


Kahramanlar anne-kız olsaydı çelişki derinleşir miydi? 

Kız bu kadar yıkılır mıydı bilmiyorum. Çocuklar zaten anne babalarının böyle bir şeyi rasyonalize ettiğini düşünebilir, ama idealize ettiği, taptığı, aşık olduğu birisi için öyle düşünmez. Deniz, sevgilisini “o senin bildiğin gibi biri değil, doğuya yardıma gider, bedava insan bakar” diye savunuyor. Sevgilisinin böyle çıkması daha yıkıcı. 


“Teyzem”den “Nar”a, aradan geçen 25 yıla, “Nar”da geldiğin noktadan önceki işlerine bakınca, nasıl bir yerde olduğunu düşünüyorsun? 

“Teyzem” afişinin üstünde yazıyor, “bu yaşanmış bir hikâyedir”. Teyzem aynen filmdeki gibi yaşadı ve öldü. Yazarken çok değiştirdim, ama gerçek bir acıdan yola çıkıyordu. Teyzem öldüğünde 19 yaşındaydım. Çok etkilendim. Filmdeki gibi, evlenip boşanmış, kenarda yaşayan bir kadın. Ölümü de etkileyiciydi, intihar mı, kaza mı? Kamyonun altında kalıp ölmüş. Onun çevresindeki hayatın değişmesini görmüştüm. Akrabalarımız vardı, evlerine giderdik, “Adieu Jolie Candy”yi çalarlardı, orkestraları vardı, uzun saçlı tiplerdi. Onların sonra Bursa Kapalı Çarşı’da dükkân açıp dindar olduklarını gördüm. “Teyzem”deki ezanlı saati satıyordu biri. Evlerine misafirliğe gidiyoruz, teyzemin yeni öldüğü zamanlar. Eskiden saçı uzun, orkestrası olan adam ezanlı saat gösteriyor, kadın nasıl delirmesin! Bütün bunları anlatmaya çalıştım. Birincisi, senaryo yazmayı tam bilmiyordum, ilk senaryom. İkincisi, piyasayı bilmiyordum. Dolayısıyla, oyun, numara yapmaya çalışan bir senaryo değildi. Bir sanatçı refleksiyle, içimdeki o acıyla boğuşmaya çalışıyordum. Onun üzerine, o sırada eli kalem tutan insan az olduğu için, piyasadan çok iş teklifi çıktı. Bir sürü ticarî iş yapmaya çalıştım. Sonra da çok sıkıldım. 1993’te tüm senaryo yazarlığı işlerini durdurdum ve reklamcılığa başladım. “Kendi filmimi çekeceğim” dedim. “9”u 2001’de çektim. Bugün hâlâ “Teyzem” en çok hatırlanan işim. “Teyzem”den sonra yedi senaryo daha yazmışım, ama çoğu hatırlanmıyor. “Teyzem”in bu kadar çok sevilmesinin sebebi, hileye başvurmayan, formüllere bel bağlamayan bir film olması. Tamamen içinden gelen bir şeyi olduğu gibi anlatıyorsun. Bunun çok değerli olduğunu düşündüm. “9”u da bu güdüyle yaptım. Orada da bir hesap yok, anlatmaya çalıştığım bir hikâye var. Biraz da kendimi bıraktığım bir film. Neredeyse seyirciyi bile düşünmeden yaptığım bir film. Çekerken de, film olacak mı, olmayacak mı, tam bilemiyordum. Bir sürü manada deneysel denebilir –o lafı da çok sevmiyorum. “9”dan sonra “Anlat İstanbul”u yaptık, onda da çok hoşuma giden şeyler var, ama kimse onu “9” kadar sevmedi. “Ara”yı yaparken olabildiği kadar kendimi serbest bırakayım ve yine kendime ait bir hikâye anlatayım istedim. Arkasından, “Gölgesizler” ve “Ses” geldi. Üzerinde en uzun çalıştığım işlerimden biri “Gölgesizler”dir. Ama bana ait olmayan bir hikâye ve bir aşamada elimden kaçtı. “Nar” bu bakımdan “Teyzem”, “Ara” ve “9” dünyasına dönüş. Yine beni çok rahatsız eden şeylerden bahsetmeye çalıştım. Belki “9” kadar sert değil, derdini daha ılımlı anlatıyor. “9” yalınkılıç bir film. “Nar” daha ılımlı, sakin, ama çok sert bir şey anlatmaya çalışıyorum. İnsanın kalabalıkta söylemeye cesaret edemeyeceği şeyler. Bence sanat öyle bir işe yarıyor. Bazen, aklına geldiğinde kendine bile söylemeye korktuğun şeyleri söyleyebiliyorsun. Ticarî sinemada öyle şeyler söylemene izin verilmiyor.  “Teyzem” benim filmim değil, ortaya çıkan da “sinemam budur işte” dediğim bir film değil, ama yıllar içinde anlatmak istediklerimin insanlara geçtiğini gördüm. O yüzden  “Nar”, “Ara” ve “9” ona bağlanıyor, birlikte anıyorum. 


Altın Portakal gecesine gelelim, Müjde Ar’ın elinden “jüri özel ödülü”nü aldığın âna. Önce galiba bir netleştirme gerekiyor. O ânı, o anda düşündüklerini medyaya, geniş kamuoyuna hitaben değil, kendi bloğunda eşe dosta, seni izleyen çevreye hitaben söylediğin halde, basın açıklaması yaparak “en iyi film” ya da “en iyi senaryo” ödülü verilmemesine tepki göstermişsin gibi anlaşıldı. 


Bizde her şey, illâ “yönetmen ateş püskürdü” tonunda olmak zorunda ya! Sanki haberin öyle yapılması gerekiyor. Bir de “kodumu oturtan” adam olmak lâzım. “Madem öyle, neden reddetmedin kardeşim!” Bir-iki kişi de böyle yazdı. 


O an neler geçti aklından? Bloğunda şöyle diyorsun: “Kafamın içinde dolanan binlerce tilki birkaç saniye içinde o kadar fevri davranmamam, geceyi berbat etmemem gerektiğini bağırdılar ve lafı zor bela dolandırıp yapımcıma, film ekibine, sevgilime teşekkür ederek bitirdim ve yerime oturdum.”

Gerçekten ödül bekliyorduk. En azından “en iyi senaryo”yu, çünkü seyreden herkes onu söylüyordu. Çok insan “en iyi film sizin”, “en iyi yönetmeni alması lâzım” dedi. “En azından en iyi senaryo!” 


“Altın Portakal Toto”da SİYAD üyeleri en iyi film olarak “Nar”ı seçmişti.  


Evet, yarışma “Zenne” ve “Nar” arasında gibiydi. “Zenne” çok popüler olmuş, ayakta alkışlanmış. Açıkçası, ödül “Zenne”ye gidecek diye düşünüyorduk. Son ana kadar sonucu öğrenemiyorsun. Bilsem, ona göre bir strateji geliştirebilir, güzel bir konuşmayla reddedebilirdim. Sondan ikinci ödülü “en iyi ilk film” olarak “Zenne” alınca, bir sürü insan yapımcımı tebrik etmeye başladı. “Jüri özel ödülü Nar’a” denince anladık ki, “en iyi film” ödülünü bize vermeyecekler. Bunları 30 saniye içinde düşünüyorsun. Ödülü almak için sahneye çıktım, gerçekten aklımda, “beni sinemaya başlatan Müjde, bu ödülü de en çok o hak ediyor” deyip geri vermek vardı. Normalde kalabalıkta çok rahat konuşurum, kekelemem, ama orada kekeliyorum. Konuşamıyorum, çünkü bir yandan da “dur yapma, sakin ol, bir sürü ödül almış yüzlerce insan var” diyorum içimden. Birden bire gecenin skandal çıkaran adamı olacaksın. Sahnede lafı dolandırıp teşekkür ettim. Ama inerken bile aklımdan Müjde’nin boş olan sandalyesine ödülü bırakıp gitmek geçti. Yapımcım sakinleştirdi. Bloğumda böyle bir şey yazmama da arkadaşlarım karşı çıkıyordu, “boş ver, herkes biliyor ne olduğunu” dediler, ama bilinmiyor. Bu daha önce de “Ara”yla başıma geldi. Antalya’da ön jüri “Ara”yı reddetmişti, gerekçe göstermeden. Oylama gizli yapılmış. Ön jüride kimler olduğu bilinmiyor. Ben de “gizli jüri ancak diktatörlükte olabilir” dedim. Sonraki yıllarda ön jüridekileri isim isim açıkladılar. Yaptığım en azından böyle bir işe yaradı. O itirazımdan ötürü bir sürü insan bana tepki duydu, fakat orada yarışan birçok filmi kimse hatırlamıyor, ama “Ara”yı çok seven, beğenen bir sürü insan var. Şimdi de filmler gösterime girdiğinde her şey belli olacak. Cüneyt Özdemir şöyle yazmış: “Siz hiç Zeki Demirkubuz’un veya Nuri Bilge’nin böyle yaptığını gördünüz, duydunuz mu?” Zeki Demirkubuz “C Blok” en iyi film ödülünü alamadığında, uzun bir konuşma yapmış ve kendisine verilen özel ödülü reddetmişti. Nuri Bilge “İklimler”in değil de “Kader”’in en iyi film ödülü aldığı gece bayılmıştı. Bunları da herkes hatırlıyor. Ağlak yapıyormuşum. Bir yıl uğraşıp bir film yapıyorsun ve onun takdir görmesini istiyorsun. Şu da var: Daha önce kaybetmedim mi, çok kaybettim. “Gölgesizler” festivallerden eli boş döndü. “Ses” aynı şekilde. Ama ikisinin de sebeplerini biliyorum. “Ses” ticarî olarak tasarlanmış; bir korku-gerilim filmi olarak pazarlandı, o ticarî kalıp bir festivalde ödül almasını engelliyor. “Ara” da İstanbul Film Festivali’nde jüri özel ödülü almıştı. Kazanan film “Tatil Kitabı”ydı. Orada “jürinin tercihi” diye düşünmüştüm. Ama burada festival boyunca herkesin en beğendiği ve öne çıkardığı film “Nar”dı. Ben de iyi bir film yaptığımı biliyorum. Kötü bir film yaptığımda bunu kabul edebilen biriyim. “Kaptan Feza” diye bir film çektim, niye kötü olduğunu biliyorum. Eleştirmenlerin yılın en kötü filmlerini seçtikleri Altın Kestane ödüllerinde “Kaptan Feza”ya özel ödül verdiler. “Alarm Zili” ödülü, “dikkat et, kötü film yapmaya başladın” manasında. Her filmim süper olacak diye bir şey yok. Neden kötü olduğunu bilirsen, üzülecek bir şey de yok. Kimi yönetmen sürekli kötü film yapıyor, ama neden kötü yaptığını bilmiyor. Ben şu sebepten kötü oldu diyebiliyorum. Veya hemen arkasından çektiğim film iyi oluyor, onu da biliyorum. Bu sene Altın Portakal’da gerçekten filmimin üstüne bastılar. 


O yazıda, “kendime örnek aldığım yönetmenler, yazarlar ve ressamların çoğu bu ülkeden ve bu zamandan değil” diyorsun. O yönetmenler kimler, zamanlar hangi zamanlar?   

Yetişirken gerçekten hayran olduğum yönetmenler Bergman, Fellini, Antonioni. ‘60’ların sineması çok çarpıyor beni. şimdi öyle film yapan çok az. Her sanatçı bir tür yarış  ya da kendini beğendirme gayreti içinde. Ama kendime örnek aldığım insanlar var. Onları düşünüyorsun, o okusa ne derdi? (gülüyor) En azından, okutmaya cesaret edebilir miydim? Yarışma ne demek? Bir yıl içinde yapılan filmler yarışıyor. Sen o insanlarla yarışmıyorsun ki, kafandaki birtakım hayaletlerle yarışıyorsun. Aslında, kafanda hayran olduğun yazarların, edebiyatçıların, yönetmenlerin hepsinin bileşiminden oluşan bir sanatçı fikri var, kendini ona beğendirmeye çalışıyorsun. (gülüyor)  


Yazarlar kimler? 

Nabokov, Gombrowicz, Perec, Bilge Karasu, Sait Faik... Var da var. Ama bu zamandan az. 


“Nar”ı yarışmadaki diğer filmlerle karşılaştırarak şöyle diyorsun: “Bu jüri, örneğin, çok beğenilen ‘Zenne’ye ya da tuhaf finaline rağmen çok beğendiğim ‘Geriye Kalan’a büyük ödülü verseydi sesim çıkmazdı. ‘Sinema anlayışları böyleymiş’ diyebilirdim. Örneğin, hayran olduğum ‘Kosmos’, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ya da ‘Vavien’ gibi filmlerin karşısında ‘özel’ ödül alsam anlardım”. 


“Vavien”in ödül aldığı sene “Ses” yarışıyordu. Söyleyecek hiçbir şey yok, “Vavien” çok daha iyi bir film. “Kosmos” da “Nar”dan çok daha büyük bir film. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yla sinema olarak kıyaslayamam. Onların yanında jüri özel ödülü almayı doğal karşılarım. Ama bu sene Antalya’daki en iyi film “Nar”dı, kusura bakmasınlar. 


“Zenne” ve “Geriye Kalan”da hoşuna giden neydi? 


“Zenne”yi görmedim, ama inanılmaz kabul görmüş bir filmdi, çok anlattılar. “Geriye Kalan” çok güzel çekilmiş bir filmdi. Fakat, kafası karışık bir film. Finali çok zayıftı, hatta yanlıştı. Ama “kötü” film diyemezsin, düzgün çekilmiş bir filmdi. 


“Kosmos”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Vavien”de seni cezbeden ne oldu? 


Apayrı filmler. “Kosmos”un taşraya bakışı, gerçeküstü ele alışı, karakterin peygamberce tuhaflığı... Yakup Kadri’nin “Yaban”ını hatırlatıyor. Alâkası yok, ama neredeyse öyle bir dünya. Kurduğu atmosfer, ses kullanımı olağanüstü güzel. Kısa zamanda çekilmiş olmasına rağmen görüntüleri harika. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ise bayağı epik bir film. Yönetmen gözüyle baktığımda, kırları öyle çekmek, fotoğraflamak gerçekten çok zor. Zaman ve para alan bir şey. Bu ülkenin erkek toplumu gerçekliğini inanılmaz iyi anlatan bir film. Erkekler arasındaki hiyerarşiyi, hem rütbe olarak hem de ezen-ezilen arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor. Ceset bulunana kadar, kırda geçen bölüm başyapıt. Nabokov’dan beri beni en çok çarpan şey detayların kullanımı. Senaryolarımda da detaylar önemlidir. Birinci sahnede bir şey kullandıysam, yirminci sahnede başka türlü ortaya çıkar, filmin sonunda bir daha… “Vavien”de de detayların kullanımı olağanüstüydü. Öyle bir karakteri anlatmaya cesaret etmek! O kadar popüler bir televizyon yıldızı çıkıp bu kadar derin, kötücül bir karakteri anlatmaya cesaret ediyor. Oyuncular inanılmazdı. Binnur Kaya’nın “ya bırakma beni, ben seni çok seviyorum” dediği o minicik sahne... İnsanın içine o kadar dokunan bir şey yakalamak. Bayıldım. Bu üç filmin yanında özel ödülü her zaman kabul ederim. 


“Nar”ı şöyle tarif ediyorsun: “Mikro bir alandan büyük resme bakmaya çalışan, görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan, küçük ama söyleyecek büyük lafları olan bir film.” 


Öyle düşünüyorum. (gülüyor) “9” ve “Ara” da öyle. “9” tek bir sorgu odasında geçiyor. Ama tüm karakterler Türkiye’de yaşayan insanların simgesi gibi. Her biri bir kesimi temsil ediyor. “Ara” da, yine bir evin içinde geçiyor, dört karakterin hayatından, ta 70’lerden başlayarak “bunlar nasıl böyle oldu” diye anlatıyoruz. Tarih anlatmaya, bizim kuşağın dökümünü yapmaya çalıştım. “9” belirsiz bir süreyi, “Ara” ise on seneyi anlatıyor, “Nar” birkaç saat içinde geçiyor. Ama yine aynı şekilde, her karakter bir kesimi temsil ediyor. Türkiye’nin şu anki haline bakmaya çalışıyorum.  Hikâyenin çok sınıfsal temelleri var. Bunları açık açık söylemek yerine, film başka bir şey söylüyormuş gibi davranıyor. Gerilim hikâyesi gibi başlayıp sonunda ciddi bir şey söylemeye çalıştım.  


Antonioni bahsinde aklıma gelmişti, “L’Eclisse”in (1962) final sahnesi vardır. Kadir Has Üniversitesi’nde ders veriyorum. Geçen sene onun finalini gösterdim. Film, bir çiftin aşk hikayesini anlatır. Hep aynı köşede buluşurlar. Film boyunca o köşeden detaylar görürüz. Geçen bir at arabası, inşaat, variller, otobüs durağı… Çift aynı köşede buluşmak üzere sözleşiyor. Ama, ilişkileri yürümüyor, aslında ayrılıyorlar. Sıradan bir yönetmen, o buluşmaya gitmediklerini, onları ayrı ayrı mekânlarda, adamı (Alain Delon) pencereden bakarken, kadını (Monica Vitti) başka bir şey yaparken gösterir. Antonioni o köşeye odaklanıyor ve detayları gösteriyor. Boş bir varil, içine su doluyor, karınca yuvası, otobüsten biri iniyor, at arabası geçiyor... Tek eksik o çift. Sinemada bir derde, soruna işaret etmek için illâ göstermen gerekmiyor. Göstermeden de anlatmak istediğini anlatmak mümkün. Filmlerimde göstermediğim çok şey var. Hepsinde başka bir şey gösteriyor gibi yapıyorum, ama derin bir meseleye işaret ediyorum. 


“Nar”ın finaliyle bitirelim. 


Filmi anlatırken şöyle diyordum: Hepimiz nar taneleri gibiyiz. Bir yandan birbirimize çok benziyoruz, bir yandan da apayrıyız, ama bizi bir arada tutan bir kabuk var. Bu kabuk nedir? Birbirimize duyduğumuz güvendir, inançtır. Bu ortadan kalkarsa, o nar çatlar ve taneler her yere dağılır. Asuman çok rahat, doktor Sema ya da Deniz olabilir. Deniz rolündeki kız da gecekondulu bir falcı olabilirdi. Kapıcı o kılıkla karşısına kim çıkarsa çıksın aynı sert tavrı gösterecekti. Onun altını çizmek, hikâyeyi dairesel hale getirmek için bulduğum bir final.