Showing posts sorted by relevance for query ara. Sort by date Show all posts
Showing posts sorted by relevance for query ara. Sort by date Show all posts

Saturday, 23 September 2023

ARA: Bir Kırılma Noktası - Işık Gölge Oyunları kitabından.


 














İngiliz yapımcılarla bağları koparıp, birkaç Türk yapımcıyla umutsuzca görüştükten sonra Sultan Mutfakta’yı o sırada yapamayacağım kesinleşince; yine kendi olanaklarımla küçük bütçeli bir film yapmaya karar verdim. Anlat İstanbul'u yapamayınca nasıl 9’u yapmaya karar verdiysem benzer bir süreç oldu kısacası. Çektiğim reklamlardan birikmiş biraz param da vardı. Para derken elbette normal bütçeli bir filmin ön hazırlığına bile yetmeyecek bir paraydı. Ama eğer herşeyi 9’daki gibi kurarsam, yapıma yük getiren herşeyi atıp ya da azaltıp sadece metne, oyunculuğa ve kurguya yüklenirsem başarabilirim diye düşündüm.


Bir reklam için Cihangir’de, Orhan Kemal müzesi olarak tanınan binanın bir katında çekim yapmıştık. Kullandığımız daire sürekli filmlere, reklam ya da klip çekimlerine kiraya verilen bir daireydi. Her yeri yama gibi boyanmış, bir duvarı kağıt kaplanmış, bir duvarın yarısında boyalar denenmiş... O evden çok etkilenmiştim. Yamalı hali tek başına hikaye anlatıyor gibiydi zaten. Orada çalışırken uzun zamandır aklımı kurcalayan bir hikaye birden şekil alıverdi. 


Otobiyografik denilebilecek, çok kişisel bir hikaye ele almak istiyordum bu kez. Anna’yla ilk oturduğumuz evden, beş sene sonra taşınırken evin boş haline şöyle bir bakıp orada yaşanmış şeyleri hatırlamıştım. Onunla boşandıktan sonra da şu an hala oturduğum evin eşyalarını değiştirmiş,  torbalar dolusu eşya, kağıt, eski giysi atmıştım. Duvarlara ve ruhumuza sinen geçmişi düşünüp, bir evin nelere tanık olabileceğinden yola çıktım, kendi yaşadıklarımla biraz bağı olan ama tamamen hayali bir hikaye doğdu. Bir evde yaşanmış olabilecek ilişkilerin on yıla yayılan gelişimini anlatacaktım. Aşk, aldatma, kavga... Ama hepsinin fonunda ülkenin değişimi, kahramanların çocukluklarından başlayarak bir kuşak hikayesi. 


Bir yandan kronolojik bir hikaye anlatmayı seçiyordum. Ama bir yandan da tıpkı kafamızın içinde olduğu gibi herşey aynı anda yaşanıyormuş gibi bir etki çıksın istedim. Günlük hayatta anılar bizimle yaşar. Yemek pişirir, alışveriş yapar, ya da yolda yürürken çoğu zaman o anı değil, geçmişte bizi etkilemiş bir anı yaşarız. Bir sevgilinin yaralayıcı bir bakışı, bir arkadaşın övgüsü, annemizin bir dokunuşu, hayatımızı oluşturan yaşantı parçaları kafamızda sürekli yinelenerek, bize sürekli eşlik ederler. 


Bu sinemanın çok kullandığı bir etkidir zaten. Bir hikaye anlatılırken kısa geriye dönüşlerle kahramanın hatırladıklarını göstermek sık kullanılan bir yöntemdir. Ben klasik geriye dönüşlerin de ötesinde, zaman içinde atlamalı bir kurgu hayal ettim. Bir ilişkinin en mutlu ilk gecesinden, en mutsuz anlarından birine atlamak; verilen sözlerden o sözlerin harcanıverdiği anlara geçmek; herşeyin bittiği çok karanlık bir noktadan, herkesin çok mutlu ve umutlu olduğu bir ana bağlanmak... 


Harold Pinter’ın başyapıtlarından biri olan İhanet oyunu her yeni sahnede zaman içinde geri gider. Oyunun başında ayrılan bir çift görür, bir sonraki sahnede ilişkilerinin önceki aşamalarından birini izler, son sahnede ise sevgili oldukları ilk günü görürüz. Oyunun son sahnesi aslında gerçek ilişkinin ilk sahnesidir. Oyunu sahnede hiç görmedim ama okuduğum metni beni çarpmıştı. Ara’da elde etmek istediğim etki, İhanet’teki karşıtlıklar gibi bir etkiydi. Oyundan etkilendiğimi ve saygımı göstermek için filmin başına oyundan bir cümleyi alıntıladım.


Bu noktada nasıl yazdığımdan bahsetmek gerekli olabilir. Ben bir hikayeyi yazmaya girişirken ne anlatacağımı bilmiyorum. Ropörtaj yaptığım zaman 9’da diyelim “gündelik faşizmi” anlattığımı söylüyorum ama bu daha çok yazdıkça gelişen ve sonradan ben galiba bunu anlatıyorum dediğim bir fikir. 


Bazı yazarların kafasında öncelikle bir ana fikir olur. Örneğin bir dönem tiyatro yönetmeni ve yazar Kerem Kurdoğlu benimle bir tiyatro oyunu çalışmak istemişti. Hikayesi hazırdı, bana oyunun diyaloglarını yazmamı önermişti, birlikte yazdık. Oyunun adı Sahte Kimlikler’di. Kerem’le daha ilk buluşmamızda, ben, kimlik meseleleri konusunda bir oyun yapmak istiyorum diyordu. Anlatmak istediği şeyi, oyunun ana fikrini en baştan biliyordu. Ben kendi kontrolümde yaptığım hiç bir işte öyle olamadım. Bunu herhangi bir yazma yönteminin iyiliği ya da üstünlüğünü belirtmek için söylemiyorum. Sadece kişisel yöntemlerdeki farka değinmek istiyorum. 


Ben genelde çok küçük imgelerden, bir sahneden veya sözden yola çıkabiliyorum. Bazen anılarla yüklü boş bir binada tek bir kadın görüntüsü herşeyden önce geliyor. O kadın kim, neden orda, o soruları sorarken hikaye oluşuyor. Bazen beni rahatsız eden, kafamı meşgul eden bir görüntünün ne işe yarayacağını bilmiyorum. Üç tane adamın, evsiz, sokakta yaşayan, hamile bir kadını tecavüz ederek öldürmesi 9’un ilk fikriydi örneğin. Bunun çevresinde hikaye oluşturmaya başlayıp ardından sorgu fikriyle birleştirmek ilginç gelmişti. Hikaye biraz şekillenmeye başladığında, bu görüntü neden beni rahatsız etti ve kendini yazdırıyor? gibi sorular da sormaya başlıyorum kendime. Derken aslında ne anlattığımı anladıktan sonra, geri dönüp her şeyi o ana fikre göre sınayıp düzelterek yazmaya başlayabiliyorum ya da her şeyi düşündüğüm temel fikre göre değiştirebiliyorum. 


İşin başında bir ana fikrim olmuyor kısacası. Ara’da da aynıydı. Boş ev ve o evdeki hesaplaşmalar fikri vardı sadece. İlk yazdığım sahne iki çok yakın arkadaşın, 17-18 senelik dostluklarını bir masa başında bitirişleriydi. İki erkeğin tüm hayatlarını ortaya koyarak hesaplaştıkları sahneyi yazdım. Ender (Erdem Akakçe) ve Veli (Serhat Tutumluer) bir masa başında oturuyorlar, aralarında çok büyük gerilim var. Ender, Veli'nin eşcinsel olduğunu biliyor, Veli de Ender'in kendi karısıyla, Selda'yla ilişkisi olduğunu biliyor ve karısı hamile. Ama bunları bildiklerini bilmiyorlar, söyleyemiyorlar. Böyle bir gerilim kurup, arkasından gelen on sayfa boyunca, söz konusu gerilimi işlemek çekici gelmişti. Yavaş yavaş diğer sahneler canlanmaya başladı. Derken “Ben bunları niye yazıyorum?” sorusunun da cevabı oluşmaya başladı.


Ara’yı yazarken 40’ımı geçmiştim. Bizim kuşağımız Türkiye ile birlikte çok ciddi değişim yaşadı. Bizim çocukluğumuzda Türkiye bir tür “demir perde” ülkesiydi; dışarıya kapalı ve yoksul, kendi yağında kavrulan bir ülkeydi. Zenginler de vardı ama onlar bile “çok zengin” değillerdi. Şimdi çok basit görünen şeyler lükstü, muz lükstü örneğin. TV tek devlet kanalıydı. Ülkenin genelinde 1977 -1978 yıllarında elektrikler her gece iki saat kesilirdi. Son derece mütevazi bir yaşam biçiminden, 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak giderek zenginleşen koşullara geçiş yaptı Türkiye. Herkes “daha iyi yaşamak” hırsına sahip oldu. Hırs ve arsızlık küçük görülen, ayıp sayılan şeyler olmaktan çıktı. Şehirlerin görünür dış yüzleri yenilendi, evlerin eşyaları yenilendi, dev alışveriş merkezlerimiz ve yüzlerce kanallı televizyonlarımız oldu. Ama insanların ruhsal dünyası aynı şekilde zenginleşmedi. Benim kuşağımın çoğu insanı o tuhaf yoksulluktan çıkıp, otuzlu yaşları zenginleşme, beslenme zincirinde üstlere tırmanma hırsıyla geçirdi. Reklamcı oldular, hızlı para kazandıran tekstil gibi işlere daldılar, şirketler kurdular, bir kısmı yarışta elendi ama bir kısmı da çok zengin oldular. Ancak, kırklı yaşlarına gelen pek çok arkadaşımda da ben ne yapıyorum? sorgusunun başladığına da tanıklık ettim. Dine dönenler ve politik olarak da yükselen İslam’a eklemlenenler oldu; Uzak Doğu inançlarına takılanlar, ya da kendisini içki veya uyuşturucuya verenler oldu. Daha çok eşya, daha çok para, daha çok seks macerası, daha çok “aşk” abartısına kapılanlar da oldu. İşin gerçeği hepsinin hayatında ciddi bir “manevi boşluk” vardı, bu boşluğu dolduramıyorlardı. Manevi derken uhrevi anlamını kastetmiyorum. Kendini adamaktan, kendini ait hissetmekten; hayatına paradan puldan, eşyadan daha çok anlam katacak bir şey bulmaktan söz ediyorum. Biraz bunları anlatmaya çalıştım. Her kuşak kayıp kuşaktır evet, ancak benim kuşağım gerçekten bir dönemin adanmış solcularına da benzemiyordu, şimdinin “apolitik” gençlerine de. Gerçekten tam manasıyla arada kalmış bir kuşaktı. 

 

Gustave Flaubert, meşhur sözünde; Madame Bovary, benim der ya… Yıllar önce 9’da ülkücü, ırkçı Tunç dahil her karakterin benden iz taşıdığını söylemiştim. Ara’da da kadın karakterler dahil olmak üzere, hepsinin ağzından elbette ben konuşuyordum. Kendisini değersiz bulduğu için, sevgilisini çok sevdiği halde, kötü davranan ve aldatan o sızı hiç geçmeyecek, biz hiç doymayacağız diyen “macho” erkek Ender de, olabilecek en gizli şekilde gay hayatı yaşayan Veli de benim korkularımı, pişmanlıklarımı dile getiriyorlardı. 


Hayatımda ciddi dönüşümlerden geçtim, karşıt uçlar arasında gittim geldim. “Cinsel kimlik arayışı” denen şey çoğu insanda erken yaşlarda biter, bir karar verirler. Bense 40 yaşımda bile hala kafası karışık biriydim. Kendimi olduğum gibi kabullenmeyi ve korkusuz, pişmanlık hissi olmadan huzurlu yaşamayı ancak 40 yaşımdan sonra başardım sanırım. Yazmak, okumak, filmler seyretmek ve yapmak bana tutunabileceğim bir manevi değerler dünyası sağladı. Bunlar olmasaydı ve cinsel kimliğimle barışmasaydım Veli gibi sahtekar ya da Ender gibi dengesiz de olabilirdim. Ara’da anlatılan olayların hiç birini aynen yaşamadım, hepsi uydurmadır.  Ama yine de en içten dertlerimi, meselelerimi paylaştığımı, gerçekten beni en çok yıldıran kabuslarımı anlattığımı söyleyebilirim.. 


Anlat İstanbul'u çektiğimiz sırada Yelda Reynauld ve Güven Kıraç’la arkadaş olmuştuk. 9’u çok seviyorlardı. Biz de öyle küçük bütçeli bir film yapalım diyorlardı. Ara’yı biraz da onları düşünerek tasarladım. Filmdeki Gül karakterinin yarı Fransız olması, biraz Türklerin batılılaşma serüveninin Fransızcayla iç içe olmasından, biraz da yıllarca Fransa’da yaşamış ve çok iyi Fransızca bilen Yelda Reynaud için yazmış olmamdan kaynaklanıyor. Senaryoyu neredeyse bir yıla yayılan bir süreçte sürekli değişiklikler yaparak yazdım. İlk başlarda yazarken sürekli Yelda ve Güven’le paylaşıyordum. Hatta Yelda, Gül’ün hiç kendi hayatından, geçmişinden söz etmediğini söyleyince, Gül’ün fotoğraf çekerken uzun uzun kendinden bahsettiği sahneyi oluşturdum. Birkaç kere Yelda ve Güven’le okuma provaları yaptık. 


Fakat  Yelda Reynaud ve Güven Kıraç çok şaşırtıcı bir şekilde, çekime başlamaya kısa bir süre kala,  senaryoyu “riskli” bulduklarını söylediler. Menajerleri Ayşe Barım da beni arayarak senaryonun çok riskli olduğunu, ticari olmadığını ve benim böyle bütçesiz işleri bırakıp daha büyük ses getirecek bir film çekmem gerektiğini söyledi. Özetle “Yelda ve Güven de oynamasın ama sen de çekme” dedi. O kadar emeğin üzerine çok şaşırdım ve üzüldüm elbette. Risk derken ne demek istediklerini anlamıyordum. Açık saçık sevişme sahnelerinden çekiniyorlardı biraz ama sürekli anlattığım şey şuydu: Bu filmdeki biraz bolca sevişme sahnesini uyarıcı, seyircinin zaaflarını suistimal eden sahneler olarak çekmeyecektim. O sevişme sahnelerinden almak istediğim etki, tahrik edici olmaktan çok,  acıklı ve nerdeyse uzaklaştırıcı bir etkiydi. Ayrıca ticari bir film yapmanın ne demek olduğunu, para koyan herkesin işe karıştığını ve işin elimizden uçtuğunu onlar da benim kadar biliyorlardı; bu senaryoyu da daha özgür, “kafamıza göre” bir şey yapabilmek için yazmıştım. Zaten o kadar küçük bir bütçeyle yola çıkıyordum ki parasal bir risk de yoktu. Ama anlaşamadık. Projeden çekildiler.


Bense bu filmi mutlaka çekmek istiyordum, çünkü hayatımı ilgilendiren, çok kişisel bir hikayeydi. Bazı şeyleri söylemezseniz çatlayacak gibi olursunuz ya, bazı filmler de öyledir bence, insanın kendi sağlığı için yapması gerekir.  


Güven ve Yelda’nın çekilmesinin ardından Selen Uçer, Betül Çobanoğlu, Erdem Akakçe ve Serhat Tutumluer’den oluşan kastı kurdum. Selen Anlat İstanbul’da çok küçük bir rolde kısaca görünmüştü o günlerden tanışıyorduk. Rolü çok büyük bir heyecanla kabul etti. Erdem Akakçe’yi Biz Size Aşık Olduk dizisini çekerken tanımış ve çok sevmiştim, derinlikli bir oyunculuğu vardı, aslında filmdeki duyarlı ama “macho” yanlarına engel olamayan erkek tipine Güven Kıraç’tan çok daha yakışıyordu. Serhat Tutumluer’i Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken filminde izleyip beğenmiştim. Senaryoda gizli bir ikinci hayat yaşayan karakterin tutukluğuna çok yakışan bir iç enerjisi vardı. Betül Çobanoğlu ise Serhat’ın ve Erdem’in önerisiyle geldi. Çok yetenekli bir tiyatro oyuncusuydu. 2007 baharında, sık sık benim evimde toplandık; içkiler ve yemekler eşliğinde senaryoyu yüksek sesle okuyarak tartıştık, okuma provaları yaptık.  Çok eğlenceli ve zevkli zamanlardı. 

 

Mekan olarak kullanmak istediğim Orhan Kemal Müzesi uzun metraj çekimi için izin vermedi. Mekanın uzun süre işgal edilmesini istemiyorlardı. Onun yerine bulduğum ev, Galata'da Yalova apartmanındaydı. Bir İngiliz arkadaşımın arkadaşı daireyi yıkıntı halinde satın almıştı ve yenilemek üzere bekliyordu. Sanat yönetmenimiz Serdar Yılmaz evin yıkıntı halini çok bozmadan, biraz tamir boya işiyle çekime uygun düzgün bir hale getirdi. 


Yalova Apartmanı’nda çekime girdik. Senaryoda on bir uzun sahne vardı. Her birine bir gün ayırmıştım. Sahnelerin çoğu gece olduğu için daha çok geceleri çalışıyor, gündüzleri uyuyor ya da bir sonraki günü hazırlıyorduk. Sahnelerin arasına giren o evde çekilmiş filmler, diziler, reklamlar ya da kliplerden görüntüleri de, dekorla bağlantılı oldukları için aynı çekim gününde çekmek zorundaydık. On üç günde bitirdik. Neredeyse bir tiyatro oyununa hazırlanır gibi, uzun provalarla hazırlandığımız için, oyunlarla ilgili sette tartışacak fazla şey yoktu. Daha çok teknik tasarımla uğraştık ama bir sahneyi iki kez çekmek zorunda kaldım. Serhat Tutumluer  Veli karakterini canlandırıyordu. Veli’nin eşcinsel olduğunu itiraf ettiği sahnenin çekiminden önce Serhat tuhaf bir şekilde gergindi. Gerçek hayatta eşcinsellikle hiç ilgisi olmayan biri olduğu için kendisi hakkında defalarca “ibne” kelimesini kullanmak zor geliyordu sanırım. Rolüne biraz viskiyle hazırlandı. Sette oyuncunun “görevleri” konusunda uzun bir konuşma yaptı. Sonunda ben de o kadar gerildim ki sahneyi çok kötü çekmişim. Çektiğim parçaları izlediğimde yeniden çekmemiz gerektiğine ikna oldum. Serhat’ı buna ikna etmem biraz zor oldu. Ama ek çekim koyarak yeniden çektiğimiz sahne çok daha güzel oldu. Ama Serhat İstanbul Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü aldıktan sonra bile, ilk gecenin çekiminin daha güzel olduğunu söyleyip durdu. Oyuncu milletiyle anlaşmak zordur vesselam. 


Evin yavaş yavaş değişmesi, hergün yapılan boya ve duvar kağıdı işleri, oyuncuların zaman içinde değişen saçları, giysileri... Çekim yaptığımız mahallenin güzelliği... Hepsi aklımda çok güzel kaldı. Galata’daki Küçük Hendek sokağa ne zaman gitsem içim hala pırpır eder. 


 Ara’yı da video çekmeye karar vermiştim. PanasonicHVX formatında çektik. Oldukça güzel sonuç verdi. 

 

Filmin görüntü yönetmeni Gökhan Atılmış, piyasada tanındığı ismiyle Doktor, çok sevdiğim bir insandır. Filmin hayata geçmesinde çok büyük katkıları oldu. Kendisi ve ekibi bedava gelip çalıştıkları gibi, ışık ekibini de temel masraflar haricinde ücretsiz getirdi. Gökhan pek çok görüntü yönetmeninin tersine denemeyi, risk almayı seven biridir. Sinema dünyasının teknik adamları genellikle garantici olur, kendilerini en rahat hissedecekleri koşullar oluşmadan sete çıkmazlar. Pek çok geleneksel görüntü yönetmeni karanlık sahneleri, riskli kamera kullanımlarını tercih etmez. Filmin dünyasını gerçekleştirmekten çok, kendi kariyerleri için ışıltılı görüntüler çekmeyi severler. Gökhan bu insanlardan değildir. Çok az malzemeyle, elindeki olanaklar dairesinde en iyi sonucu almaya çalışır. Tekniği zorlamaktan çekinmez, yoksunluklar arasında yaratıcı çözümler geliştirir. Ara’yı minimal bir ışık düzeniyle, çok çok az malzeme kullanarak çekti. Kameradan emin olmadığımız için birkaç test baskısı yapmıştık, ilk test sonuçları kötüydü. Bu yüzden Gökhan çekim sırasında daha düz, homojen bir ışıklandırma yapıp renk düzeltme sırasında tek tek her kare üzerinde oynama yoluna gitti. Ara daha sonra görüntü yönetmeni olarak da çalışacağım Türksoy Gölebeyi ile de tanıştığım projeydi. Türksoy, Gökhan’ın asistanı, kamera operatörüydü. Bir çok durumda üçayak ya da şaryo olmadan eline kamerayı alıp mükemmel kamera hareketleri yaratıyordu. Türksoy gibi bir operatör olmasa pek çok hareketi yapmaktan vaz geçerdim sanırım; çok vakit alacak bir çok karmaşık kamera hareketini eline kamerayı aldığı gibi hiç titretmeden çözüverirdi.


Ara, kurgucu Çiçek Kahraman’la da çalıştığımız ilk filmdi. Çiçek filmden aylar önce arayıp benimle çalışmak istediğini söylemişti. Çiçek tanıdığım çok ender “yaratıcı” kurguculardandır. Çalışırken, bütünsel hikaye konusunda, sahnenin gelişimi konusunda gerçekten özgün fikirler sunabilir. 


Burada bir parantez açayım: Kurgu konusu sanırım hemen hemen her ülkede farklı algılanıyor. Hollywood'da bazı yönetmenler, filmi çektikten sonra kurguya hiç karışmıyorlarmış ya da yapımıcılar yönetmeni kurguya sokmazmış diye rivayetler duyarız. Ben Türkiye'de bunu diziler haricinde hiç görmedim. Açıkçası böyle bir durumu hayal de edemiyorum, benim için kurgu film çekmenin en zevkli aşamalarından biri. Çok hayati kararların alındığı, filmin dilinin belirlendiği bir aşama. Dizi çekerken inanılmaz vakit sıkışıklığı yüzünden kurgu bir başkasına teslim ediliyor, bildiğim kadarıyla pek çok dizide yönetmen kurgunun ancak son aşamalarını kontrol ediyor. Ama bu yüzden de bence anonim, kişiliksiz bir dil doğuyor. TV dünyası böyle bir şeyi kaldırır ama her yönetmenden yaratıcı olmasını, kendi dilini kurmasını beklediğimiz sinemada, yönetmenin kurguya girmemesi bence çok çok tuhaf, imkansız bir durum. 


Ben film çekmeyi, Atıf Abi gibi eski Yeşilçam ustalarından öğrendim. Eskiler maddi sınırlar yüzünden çok az tekrar çeker, filmi kafalarında büyük ölçüde kurgularlardı. Yönetmen olarak benim tarzımda da fazla alternatife yer yoktur. Benim için dramatik anlamda en önemli şeyleri çekiyorum. Herhangi bir oyunu altı yedi tekrardan daha fazla çektiğim çok enderdir. Aynı aksiyonu birkaç değişik açıdan çekmem de çok enderdir. Bir çok farklı açıdan çekeyim, kurguda bakarız dediğim durumlar ancak tekrarı zor ve karmaşık aksiyon içeren sahneler için geçerlidir. Örneğin Gölgesizler’deki at sahnesi, üç kamerayla bir çok açıdan dafalarca çekildi. Ama dramatik bir hikaye anını çekiyorsam benim için o sahnenin bir tek doğru açısı ve bir tek doğru sıralaması vardır, onu çekim sırasında yakalamaya çalışırım, sahnenin manasını kurguya yani şansa bırakmam. Dolayısıyla filmlerimin zihnen kurgusu neredeyse çekim sırasında bitmiş olur.  Ama masa başında son anda hayati değişiklikler yaptığım da oldu. Böyle durumlarda Çiçek gibi, sadece teknikten değil hikayeden, filmin içeriğinden anlayan ve fikir verebilen bir kurgucu en büyük yardımcıdır. 


Ara’yı kurgusuyla, sesiyle videoda bitirdikten sonra amacım, filmin DVD ve televizyon haklarını satmak ve o parayla stüdyo işlemlerini bitirmekti. Dediğim gibi, gülünç denebilecek bir bütçem vardı. Stüdyo işlemlerine başladığımda borç yapmaya da başlamıştım. Filmi 44. Altın Portakal Film Festivali’ne yolladım. O günlerde Antalya’ya katılmak benim için çok önemliydi. Tüm televizyoncular, dağıtımcılar orada olurdu, filmin dikkat çekip satılabilmesi için önemli bir yerdi. 


Ancak Ara o ana kadar varlığından haberdar olmadığım bir ön jüri tarafından elendi, festivale alınmadı. Böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyordum. O güne kadar eleştirmenler ve festivaller tarafından hep el üstünde tutulmuş biri olarak fazla şımardığım söylenebilir belki. Büyük bir gurur kırıklığı yaşadım. Ama benim kişisel derdim ne olursa olsun, ortada ancak Türkiye gibi “authoritarian” ülkelere özgü, kimsenin ses çıkarmaya cesaret edemediği bir büyük haksızlık vardı. Bu noktada o günlerde Empire dergisinin Ekim 2007 sayısında yayınladığım bir makaleyi paylaşmak isterim, hikayeyi derli toplu özetliyor:

BABİL PİYANGOSU  


Borges, ünlü “Babil Piyangosu” hikayesinde, Babil’de masum bir piyango şirketi olarak kurulan bir örgütü anlatır. Babil halkı, ödüllerin yanında önerilen küçük bir cezayı çok cazip bulur. Piyango şirketi, giderek ödüllerin yanında ciddi cezalar da vermeye başlar. Zamanla ölüm, yaşam, başarı, aşk dahil herşeyi kontrol eden gizli bir yeraltı gücü haline gelir. Kim olduklarını, hatta var olup olmadıklarını kimse bilmez. 


Ülkemizde de küçük çapta bir Babil Piyangosu var. Türk sinemasına bir ceza verdiler, ben de gururum ve adalet duygum gereği buna şiddetle itiraz ettim.

Ben kim oluyorum?

Senaryo yazarı ve yönetmenim. 21 yıl önce ilk senaryom Teyzem’in çekilişinden beri, sinemanın bir çok ustasıyla çalıştım, sekiz uzun metrajlı film yazdım. 


Film çekmeye kalkınca bir baktım, kendim için yazdıklarım yapımcıların ilgisini çekmiyor: Ben de ilk filmimi çok kısıtlı bir bütçeye göre tasarladım, arkadaşların ve çalışanların gönüllü katkısıyla çektim: 9, 2002’de tüm eleştirmenlerin yılsonu listelerinde ilk üçe girdi (Atilla Dorsay’ın listesi hariç), girdiği bütün festivallerden ödüller aldı, o yılın yabancı film Oscar’ı için Türkiye’nin adayı oldu. 


2004’te büyük bütçeli bir senaryomu dört farklı yönetmenle birlikte yönettim: Anlat Istanbul da Türkiye’de katıldığı her festivalden, yurtdışında Bangkok ve Roma’dan ödüllerle döndü. 


Sonra, iki farklı filme yapımcılardan para bulamayınca, yine 9 gibi “bütçesiz” bir film tasarladım. Tümüyle tek mekanda geçen, dört oyuncunun rol aldığı Ara, yine çalışanların gönüllü katılımıyla çekildi. 


            Arada kaynamak

Ara, başvurduğum 44. Altın Portakal Film Yarışması’nda kimlikleri, kaç kişi oldukları, kriterleri ve gerekçeleri gizli tutulan bir “gizli ön jüri” tarafından elendi, yarışmaya alınmadı. Benimle birlikte başvuran 30 küsur filmin 20 kadarının da elendiğini öğrendim. (Sayılar belirsiz çünkü resmen açıklanmadı.)


Başvuru sırasında, festivalin düzenleyicisi Türsak’ta bana bir tür ön elemeden bahsedilmişti. Ama bu ancak, filmlerin yarışma standartlarına göre teknik manada değerlendirildiği, rutin bir ön eleme olabilirdi. Sanatsal bir eleme yapacak bir ön jürinin varlığını bilemezdim. 


Hele bu jürinin Babil Piyangosu’ndakine benzer, isimleri tamamen gizli tutulan bir topluluk olduğunu hayal bile edemezdim. Türsak, sözde “spekülasyonlara yer vermemek” için gizli bir ön jüri oluşturmuş. Bunlar kimdir, kaç kişidir kimse bilmiyor. Hatta ön jüridekiler birbirlerini de tanımıyor. Ünlem. Soru işareti.


Biraz sağduyu! 

Normal bir ülkede, gizli jüri diye bir yöntem olabilir mi? Diyelim seçim yapılıyor, oy veriyorsunuz, ama sizden başka kaç seçmen var, nerelerde oy kullanmışlar, sandıklar nasıl açılmış, bilinmiyor. Birilerinin kazandığı açıklanıyor ama bunun haricinde tüm sonuçlar gizli. Bu ancak, o sırada iktidar kimse onun işine yarayacak bir seçimdir.


Festivale 30 civarında film, birer adet DVD kopya vererek başvurdu. Peki bu filmler nasıl çoğaltıldı? Birbirini bile tanımayan gizli ön jüri üyeleri, hepsini nasıl izleyip oy verdiler? Bu oylar nasıl sayıldı? En başta, kim bu insanlar? 

             Cevap yok!

Gizli ön jüriden sadece Atilla Dorsay açıklandı. TV’de itirazlarımı “saldırı” olarak niteleyen Dorsay, beni kuralları bildiği halde, filmi beğenilmediği için mızıkçılık yapan kaprisli sanatçı konumuna itmeye çalıştı. “Bu dünyanın her yerinde böyle, Cannes’da da ön eleme yapılıyor, kimler kimler eleniyor, Ümit de sorup öğrenseydi” dedi. 


Antalya-Cannes benzemezliğini geçelim, herkes istediğine imrenmekte serbest. Ama bir gizli jüri kumpasını bilmek zorunda değilim. Çünkü Dorsay’ın da bal gibi bildiği üzere, bu işler dünyanın her yerinde böyle olmaz. 


Bir örnek: 

Geçen sene Dubai film festivalinin ön jürisine davet edildim. Benimle birlikte Ingiliz, Mısırlı, Tunuslu, Alman vs juri üyelerinin adları basvurular öncesinde açıklandı. 2006 Ekim’inde, on gün boyunca Dubai’de bir otelde ağırlandık ve başvuran 32 filmi, eşit koşullarda izledik. Filmler hakkında konuşmak, yarıda bırakıp çıkmak yasaktı. Kararlar sadece jürinin bulunduğu, dış müdaheleye kapalı bir toplantıda hep birlikte tartışarak, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla alındı, tutanaklar imzalandı.


Diğer bir çok festivalde de adları, eğilimleri bilinen “artistik direktör”ler, küratörler bu ön elemeyi yapar. Kime başvurduğunuzu bilir, olumsuz cevaba kızamazsınız.  

             Şüpheli eleme

Oysa Antalya için “gizli ön jüri” tarafından yapılan ön eleme, Babil Piyangosu kadar fantastik, her tür suistimale, dış müdaheleye açık, şüpheli bir durum. Bu ülkede sinema yapan hiç kimse, bunu içine sindirmemeli.


Elenen filmleri bir ikisi hariç bilmiyorum. Ara’nın ön elemeyi geçen filmlerden daha iyi olduğunu da iddia etmiyorum. Ara küçük olduğunu saklamayan ancak söylediği aykırı şeyler ve üslubuyla iddialı bir film. Diğer filmlerim gibi çok sevenler de olacak, izlemeye dayanamayanlar da. Yarışmaya girseydi ve asıl jüriden tek bir ödül bile almasaydı, itirazım olamazdı. Çünkü filmi, o jüriyi kabul ederek yolladım.


Ama şunu sineye çekmeme imkan yok: Atilla Dorsay dışında kim olduklarını bilinmeyen, sureti belirsiz gizli jürinin sinema zevki asıl jürinin önüne geçti. Genco Erkal, Zeki Demirkubuz, Cem Yılmaz, Hale Soygazi, Nida Karabol, Ugur İçbak, Mahinur Ergun, Mehmet Açar gibi insanlardan kurulu asıl jüriden daha önemli hale geldi. Asıl jüri, Dorsay ve benzerlerinin çizdiği sınırlar içinden bir seçim yapmak zorunda kaldı. 

Kim Bunlar?

Ben filmimi bu asıl jüriye yolladım. Arada, karanlıkta, o ana kadar orada olduklarını bilmediğim birileri filmimi el çabukluğu marifet kaybettiler ve adrese ulaşmasını engellediler. 20 küsur başka film de bu süreçte kaybedildi.


Gizli jüri gibi ancak diktatörlüklerde rastlanacak bir saçmalığa, kılıfına uydurulmuş bir oldu bittiye, kimsenin sesi çıkmadı. “Reklam yapıyor” suçlamalarını, mahallenin delisi olmayı göze alıp ortalıkta bağırdım ama sonuç: Tıpp!


Sessizlik:

Şu ana kadar, bir ikisi hariç elenen diğer filmlerin yönetmenlerinden ses çıkmadı. Meslek birliklerinden ses çıkmadı. Elemeyi geçen filmlerin yaratıcılarından “geçmiş olsun” dışında ses çıkmadı Anlıyorum tabii, 300 bin YTL ödül, kariyer, köprü, ayı, dayı, fincancı katırları vs. 


Peki gurur, dürüstlük, hakkaniyet, vb?


Bu gidişe dur diyebilecek tek yetkili, asıl jüri de sustu. En azından “gizli jüri”yi yok sayıp tüm filmleri görmek, kendi değerlendirmelerini yapmak isterler diye umuyordum. Onlara bir “açık mektup” bile yazdım. Ama: Tıpp!

 

Festivalden 8 gün önce yazıyorum. Bundan sonra neler olacağını, sonuçları kestiremiyorum. Belki bir mucize olur, birileri konuşur. 


Bazen içimden makul olmaya çalışan bir ses, herşeyin komplo olmayabileceğini, belki de bütün sefaletin Babil Piyangosu’ndaki gibi, şans ya da kahpe kaderin eseri olduğunu söylüyor.


Yine de 44. Altın Portakal, bu ülkede bin bir zorlukla film yapanlara, Türk Sinemasına, hakarete varan bir haksızlık etti. Belki hikayedeki Babil halkı gibi, gizli/açık iktidara hayır diyemeyen Türk Sineması da bu hakareti hak etmiştir. 


Bütün bu süreçte yer alanları, gizli jüri gibi bir saçmalığı icad edenleri, içlerine sindirenleri, sessiz kalanları, gülümseyerek ödül alıp-verecekleri şimdiden kutlarım.


Ben en temelde hayatta gördüğüm haksızlıklara dayanamadığım için yazdım, sinemacı oldum. Sinemanın o haksızlıkların bizzat yuvası olabileceğini bilmiyordum.


Bu yazı da büyük bir sessizlikle, daha doğrusu sessiz bir öfkeyle karşılandı. Yakın arkadaşlarımın bile, artık biraz fazla oldun, kendine zarar veriyorsun, bırak bu işin ucunu dediği günleri gördüm. Ama festival başladıktan sonra eleştirmenlerden Ara’ya gönderme yapan yazılar gelmeye başladı. Birçok yazı festivale katılan filmlerin kalitesini düşük bulurken örneğin Uğur Vardan Ümit Ünal’ın reddedilen filmi bunlardan daha kötü olabilir mi diye soruyordu. Film çıktıktan sonra çıkan pek çok olumlu eleştirinin arasında Fatih Özgüven, 27 Mart 2008’de Radikal’de çıkan yazısında da Ara neden Antalya festivalinin yarışma filmleri arasına giremedi? Birçok başkaları gibi ben de bunu anlayamıyorum. Girmeliydi ve eğer girseydi, en azından oyuncularından birinin, Selen Uçer'in ödül alacağına kesin gözüyle bakılabilirdi diye yazdı. Nitekim film 15. Adana Altın Koza Film Festivali’ne katıldı ve Selen Uçer’le En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü, En İyi Kurgu, En İyi Senaryo Ödüllerini aldı. 27. İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü ve Serhat Tutumluer ile En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı. 


Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerindeki festivallerde kişisel tasarruflar maalesef öne çıkabiliyor. Kişisel çekişmeler seçimleri etkileyebiliyor. Benimki küçücük bir örnek, çok daha iyi filmlerin hakkı yenebiliyor. 


Yıllar içinde acıyla öğrendim ki, bir meslekte sadece kendi alanında iyi olmak, kendi işini iyi yapmaya çalışmak yetmiyor, aynı zamanda rakip olabilecek herkesin önünü kesmek de gerekiyormuş. Geçen gün öğrendiğim bir deyişe göre: “Yarışta kazanmak için sadece sizin iyi olmanız yetmez, rakiplerinizin de başarısız olması gerekir.” Çok genç yaşta genelde hep dostça, saygıyla karşılandığım bir mesleki ortama girmiştim, bu yüzden şımarıkça bir naifliğim vardı. Dedikoduların, komploların bana bulaşmayacağını sanıyordum. Elbette yüzüme karşı hakaret eden, kötülük yapanlar olmuştu ama onlar zaten herkese kötü davranan, tescilli “kötü”ydüler. Geri kalan dünya sanki daha adil ve dostça bir yerdi. İlk defa Ara sayesinde, gözlerim daha sert ve gerçek bir dünyaya açıldı. Birtakım tanıdıkların yaptığı dedikodular, kötücül ayak oyunları, örneğin çok yakından tanıdığım bir yönetmenin bulunduğu jüride, sadece Ara’ya ödül verilmemesi için “Ümit yönetmen değil” diyecek kadar ileri gitmesi, canımı çok yaktı. En İyi Film ödülünün Ara’ya verilmemesi için canla başla uğraşmış, O zaman en azından En İyi Yönetmen ödülünü Ümit’e verelim diyen bir başka jüri üyesine de öyle demiş: Ümit yönetmen değil, yazar. Ben bu işi böyle öğrenmemiştim. Ama böylece dersimi de almış oldum.


Ara, 2008 yılında; Stockholm Uluslararası Film Festivali, Roma Uluslar arası Med Film Festivali, New York Türk Filmleri Festivali, Montpellier Film Festivali gibi bir çok festivali gezdi. İsviçre, Basel’de bir sanat merkezinde üç hafta gösterildi. 2010 Ağustos'unda Polonya, Wroclaw New Horizons Festivali’ne davet edildi. Benim de katıldığım iki gösteriminde, aldığı tepkiler çok güzeldi. 2010’da ayrıca Prof. Seçil Büker’in doktora öğrencilerinin makalelerinden derlediği Karpuz Kabuğu Denize Düşünce adlı kitapta Ara hakkında kapsamlı bir makale yer aldı. Şok denebilecek bir doğumla dünyaya gelmiş olmasına rağmen filmlerim içinde uzun ömürlülerden biri olacak sanıyorum. 


Teyzem, 9 ve Ara hayatımda yaptığım en samimi işlerdir, aynı zamanda en sevdiklerim ve kendimi bir “sanatçı” olarak en başarılı gördüğüm filmlerdir. Ara ve Teyzem otobiyografik filmler. 9’da ise yaşadığım topluma dair çok samimi bir acı var. 9’da bu ülkeye dair hissettiklerimi, hiçbir şeyden korkmadan, hiçbir şeyi hoş göstermeye, seyirciye şirinlik yapmaya çalışmadan anlattım. Bu kitap hazırlanırken henüz seyirci karşısına çıkmayan son filmim Nar da bence Ara ve 9’la tema ve üslup açısından bir üçlü oluşturabilir. Kitabın sonunda Nar’dan yine söz edeceğim...


Işık Gölge Oyunları  Ümit Ünal - Gül Yaşartürk YKY Yayınları (İlk Basım 2012)

Tuesday, 10 July 2012

Sekans - Sinema Yazıları Seçkisi 6 - Söyleşi: Ece Özdemir


Dokuz, Ara ve Nar’da hep ‘bastırılanın geri dönüşü’ne tanıklık ediyoruz. Dokuzda sorgu ilerledikçe insanların sakladıkları, bastırdıkları her şeyin geri geldiğini görürüz. Ara’da da tüm karakterlerin sırları, saklıları ve bastırdıkları seyirciyle paylaşılıyor. Nar’da da Deniz-Selma çifti ve kapıcı için benzer bir durum söz konusu. Karakterlerinizdeki bu hali (Freudyen bir önermeden yola çıkarak “uygarlık=bastırma”yı kabul edersek ve karakterlerinizi modernleşmenin birebir etkilediği orta ve orta üst sınıfa ait kıldığınızı düşünürsek) Türkiye’nin yarım yamalak gerçekleşen modernleşme macerasının bir sonucu olarak okuyabilir miyiz?
 
Bu özellikle Ara ve Nar için söylenebilir sanırım. Ara’nın temel dertlerinden birinin bu olduğu bile söylenebilir. Ara, parasal açıdan tuhaf bir zenginleşmenin yaşandığı son 30 yıla, belki daha da önceden başlayarak, 70’lerde çocuk olmuş Türklerin hayatına, yani içinde bulunduğum kuşağın dertlerine tanıklık etme çabasıdır. Tam manasıyla “arada kalmış” bir kuşağı anlatır. Nar’daki Doktor Sema ve Deniz karakterleri çok rahat Ara’nın kahramanlarıyla arkadaş olabilirlerdi. Ama onları hiç bilmedikleri, bilmek de istemedikleri bir dünyanın insanlarıyla, 9’un dünyasından gelmiş gibi duran Asuman ve Mustafa ile aynı mekana hapsettim. 9 artık bitmiş bir dünyayı, çoktan kaybolmuş değerleri zombi gibi yaşatmaya çalışan, bugünün saçma sapan gerçekliğine eski bildikleri kalıplarla karşı koymaya çalışan ama yenilen insanlar üzerinedir.

Meral Özçınar Eşli, sinemanız üzerine yazdığı “Arada Kalmak” kitabında filmlerinizdeki karakterlerin arada kalmışlığından söz ediyor. Doğu ile Batı, geçmiş ile gelecek, gelenek ile modernlik, taşra ile şehir, heteroseksizm ile eşcinsellik (biseksüellik), idealler ile ‘gerçekler’, para ile idealler vs…Karakterleriniz ve elbette filmlerinizdeki bu arada kalmışlığı ve ikilikleri nasıl değerlendiriyorsunuz.

Meral’den önce İstanbul Festivali 30. Yıl kapsamında çıkan “30 Yıl 20 Yönetmen” adlı kitapta Alman gazeteci Daniela Sannwald beni “arada kalmış” biri olarak tarif etmişti. Bu aslında iyi bir tanım mı yoksa küçültücü bir şey mi, bilmem. Arada kalmak benim tecrübeme göre iyi bir şey değil. Ama evet, Susam Sokağı’nın meşhur şarkısındaki gibi “arada kaldım” ben de. Belki gerçekten yukarıda saydığınız neredeyse tüm ikilikleri hayatı boyunca şahsen yaşamış ve yaşayan biri olarak, yaptığım işlerde böyle arada karakterler yaratıyorum. Filmlerim pek çok açıdan “otobiyografik” olarak görülebilir.

Ara ve Nar’da orta sınıf (orta-üst?) ahlakını da görünür kılıyorsunuz. Bu ahlakın hem filmlerinizdeki görünümünü hem de genel olarak Türkiye’deki görünümünü nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye, mesela İngiltere’nin Victoria döneminde yaşayıp büyük ölçüde atlattığı korkunç bir ahlaki ikiyüzlülük içinde yaşıyor. Sadece cinsel konularda değil, ticari, siyasi, ahlaki, sanatsal her alanda yokmuş gibi yapmayı, her şey yolundaymış gibi yapmayı, çalarken çırparken en dürüst bizmişiz gibi yapmayı, omuzlara basarken en haksever bizmişiz gibi görünmeyi çok iyi biliyoruz. Kısacası –mış gibi yapmak en iyi başardığımız şey. Bunu da sadece orta-üst sınıflarla sınırlı tutmuyorum. Yoksulların içinde de aynı oranda “ahlaksız” insan çok.

Fredric Jameson’ın üçüncü dünya edebiyatı için yaptığı “üçüncü dünyadan gelen tüm metinler zorunlu olarak alegoriktir ve bu metinler ulusal alegorilerdir” genellemesinin izini filmlerinizde sürmek mümkün. Dokuz’daki mahalleyi Türkiye’nin mikrokozmosu olarak değerlendirebiliriz: Karakterler ve eşyalar bazında bile alegoriyi okumak mümkün (Milliyetçi Tunç’un kasap oluşu; Veli’nin asker babasıyla kurduğu ilişkinin Türkiye’nin askerle kurduğu ilişkiye benzemesi; Ender’in çizgili pijamadan nefret etmesinin, taşra-merkez ilişkisine benzemesi; Selda ve Ender’in Gül’ün ‘Fransızlığı’yla kurdukları ilişkinin Türkiye’nin batıyla kurduğu hayranlık-düşmanlık ilişkisini anımsatıyor olması vs….). Ne dersiniz?

9’un Türkiye’nin bir modeli olması, hemen hemen her karakterin belli bir kesimi bir anlayışı temsil ediyor olması, dolayısıyla tüm filmin bir alegori olarak görülmesi elbette katıldığım bir şey. Bu Ara, Nar ve hatta Gölgesizler’de de amaçladığım, bilerek yaptığım bir şeydi. Ama sorunuzun girişindeki alıntıya katılmıyorum. Kendimi hiç bir zaman 3. Dünyalı olarak görmedim. Yaptığım filmlerin dünyanın her yerinde (yeniden yorumlanarak) geçebileceğini, yazar ve yönetmen olarak sadece buraya değil, her yere ait olduğumu düşünüyorum.

Fatih Özgüven sizi 80’lerin çocuğu olarak tanımladı ve karakterleriniz için de benzer bir okumanın yapılabileceğini belirtti. Nasıldır 80’lerin çocuğu olmak? 12 Eylül’le ve etkileriyle ‘hesaplaştığımız’ şu günlerde, 80’lileri nasıl değerlendiriyorsunuz? (Kendinizi apolitik olarak tanımladığınız söyleşileriniz var; arada kalmış bir kuşak olarak tanımladığınız söyleşileriniz var… Oysa ki filmlerinizin apolitik olduğunu söylemek pek mümkün değil) .

Fatih, artık pek görüşmesek de eski arkadaşımdır. Eski arkadaşlar hem sever hem döverler böyle. “80’lerin çocuğu” derken hem belli bir perspektife oturtmaya hem de hafiften bir “eski moda”  dokundurması yapmaya çalışmış sanırım. 80’lere ait olmak, saç kesimlerini, kıyafetlerini, eski Türk filmi sahnelerini, VH1’da yayınlanan eski klipleri falan düşününce; insanın gururla söyleyeceği bir tabir değil. Benim en hayran olduğum yazarlar, yönetmenler 1950’ler, 1960’larda en iyi işlerini vermiş insanlar. Sürrealistler, Kafka, Flaubert vb gibi çok daha eskileri de seviyorum. Ama kendimi illa bir on yılla tanımlamam gerekse bence son yüzyılların en güzel on yılı olan 1960’ların çocuğu olmak isterdim. İçinde büyüdüğüm 80’lerin, tutucu ve bunak bir akraba gibi hafif bir tiksinti ve utanç yaratmak dışında üstümde bir etkisi yok. Hayatımın hiç bir döneminde aktif politikanın içinde yer almadım. Ama filmlerim elbette politiktir, hakkıyla anlatılan bir hikayenin politika dışı olması imkansız.

Türkiye sinemasında eşcinselliğin, biseksüelliğin normalliğini, olağanlığını sizin kadar iyi yansıtabilen başka bir yönetmen olmadığını düşünüyorum. Meseleye bakışınız, heteroseksist çoğunluğun bakışını ve konumlanışını, ahlakını yansıtışınız da çok gerçekçi. Siz ne dersiniz bu konuda?  

30’lu yaşlarımın sonuna kadar hayatım ciddi bir cinsel kimlik arayışıyla, oradan oraya savrularak geçti. Cinsel kimliğimle 40 yaşımdan itibaren barıştım diyebilirim. Filmlerimin de aynı cinsel arayışları konu ediniyor olması doğal. Türk sinemasında eşcinsel karakterler genelde heteroseksüel yönetmen/yazarların elinde şekillenir ve genellikle karikatürize ve kaba hatlı olurlar. Bu maalesef çok iyi niyetlerle yola çıkmış Zenne filminde bile böyle. Ben kendi deneyimlerimden de yola çıkarak “gerçek” eşcinsel karakterler yaratmaya çalışıyorum. Bir karakterin eşcinsel olması onun tek belirleyicisi, tek özelliği olmasın diye uğraşıyorum.  Başka karakter özelliklerinin ve derinliklerinin yanında aynı zamanda eşcinsel olan, sadece cinselliğiyle değil başka çatışma öğeleriyle hikayeye katılan insanlar çizmeye çalışıyorum.

Filmlerinizde metafizik öğelere ve delilere (borderline olanlara) de rastlıyoruz. Metafizik olan ve deliler hep bir yarık açıyor, seyirciyi ve kahramanları gerçeğin alanından hakikatin alanına çekip, onları yüzleşmeye, vicdanlı olmaya çağırıyor gibiler. Bu iki motifi böyle mi okumalıyız? Başka anlamlara da aracılık ediyorlar mı?

Benim metafizik, doğaüstü inançlarım yok. Filmlerimde, hikayelerimde, romanlarımda yer alan tüm bu öğeler kurmacanın içinde kullanmayı çok sevdiğim için oradalar. “Gerçek” hayatta iki insanın aynı hayali göremeyeceğini ya da hayalet diye bir şey olmadığını, gaipten haber vermenin mümkün olmadığını vs. ben de biliyorum. Ama bunlar bir hikayenin parçası olarak, binlerce yıldır hayal kuran, ortak rüya gören, kendine bir gerçek ötesi alem yaratmış insanlığın muhteşem hayalgücüne bir selam yollamak için birer araç bence.

Filmlerinizin diyalog ve diyalogla ilerletilen, oluşturulan öyküler üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Diyalog Türkiye sinemasının hala (son dönem ‘sanat sineması’ örneklerini de katarsak) üstesinden gelemediği bir sorun. Diyalog sorunundan başlayarak Türkiye sinemasının senaryo konusundaki vasatlığını nasıl değerlendirirsiniz?

İyi senaryo ve diyalog eksikliği sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın sorunu. Ama Türkiye’de ciddi bir dramatik geleneğin olmaması her şeyi daha da zorlaştırıyor. Sanatta her şey aslında gelenekler üzerinden yürür. Sizden önce birileri bir şey yapar. Siz onların üstüne, yanına bir şeyler yapar ve bir adım farklı bir dünya yaratırsınız. Türkiye’de mesela 70’li yıllarda yapılan filmlerle aynı dönemde, herhangi bir gelişkin sinemada yapılan filmlerin dilini karşılaştırınca, ne demek istediğim anlaşılır sanırım. Bu zayıflık filmlerimizin yapılışı kadar algılanışını da etkiliyor. Türkiye’de “sanat” sinemasında fotografik, doğaçlama, belgesele yakın bir tarz en geçerli, en yüceltilen sinema olmuştur. Bu mesela birer başyapıt olan “Umut” için olduğu kadar “Mayıs Sıkıntısı” için de geçerlidir. Dramatik gelenek zayıf olduğu için diyalog yazımı da gelişmemiştir. Hala çok diyaloglu filmlerin “teatral” sanıldığı bir ülkedeyiz. Sorun burada.

Nar’ı “Görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan” bir film olarak tanımlıyorsunuz. Dokuz’dan başlayarak sinematografi anlayışınızı tarif etmenizi rica etsek?

Ben ticari ve “sanatsal” sinema arasında gidip gelen filmler yaptım. Büyük bütçeli, ticari seyirciyi ve dağıtım hedefleyen işler de yaptım, 9, Ara ve Nar gibi küçük bütçeli ve “içimden gelen ses”e uyduğum filmler de... 9 sadece söylediğiyle değil, üslubuyla da sert ve aykırı, deneysel denebilecek bir filmdi. Ara için de benzer şeyler söylenebilir. Nar’da söylemek istediğim şeyler belki üslubun önüne geçti denebilir. Tek bir evin içinde geçtiği için “epic” görseller yoktu elbette. Birkaç saat içinde geçtiği için de kurguda yapılacak fazla oyun yoktu. Daha çok hikayenin akışıyla ilgilendim ve ortaya üslup açısından daha yumuşak bir film çıktı. Ama bu bir sonraki filmim de böyle olacak demek değil. Her filmde değişik üsluplar denemeyi ve farklı bir şey yapmayı seviyorum.

Dokuz ve Nar’da açık bir şekilde suçla ilgileniyorsunuz: Suçun ontolojisiyle belki de. Sistemle, toplumla ilişkisine… Nar’da Sema (uzun monoloğunda) Deniz’e, yaşadığı hayatın nasıl kurulduğunu, nelerle kurulduğunu, sürdürüldüğünü hiç düşünmediğine, merak etmediğine dair şeyler söyleyerek, Deniz’i de suçun ortağı kılar. Bu ortaklıkları sorgulamaya başladığımızda mı suçlarla gerçekten yüzleşebileceğiz?

Aslında hepimiz bir şekilde suça bulaşmış durumdayız. Sessiz kalarak, kenarda kalarak, onaylayarak, görmezden gelerek hepimiz küçük büyük suçlara ortak oluyoruz. Nar’ın söylemeye çalıştığı şeylerden biri de buydu zaten. 

Edebiyatla da yakından ilişkili bir yönetmen olarak size Türkiyeli yönetmenlerin Dostoyevski’yle olan ilişkilerini sormak istiyorum. Pek çok ismin (Pirselimoğlu, Ceylan, Dermirkubuz, Kaplanoğlu, Akar vs..) mütemadiyen Dostoyevski’ye göndermede bulunmasını (siz de Ara ve Dokuz’da  doğrudan göndermede bulunuyorsunuz, ki ‘suç’ a, vicdana bakışınız açısından da ilişkilisiniz…) nasıl yorumluyorsunuz? Sinemamızın Dostoyevski’yle derdi ne olabilir

Bir yazarın, bir sanatçının Dostoyevski ile derdi olmalı mutlaka. Ama açıkçası benim üzerimde mesela Kafka kadar etkisi olmadı. Ama 9 ve Ara’daki göndermeler karakterleri tarif etmekle alakalı. 9’daki kitapçı Salim, oğlu Kaya’ya Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okutuyor. Bu doğrudan edebi bir göndermeden çok bence Salim’i tarif etmek için bir araç. Ara’da da kavga sahnesinde, “Sen ekmeğe pepe derken ben Dostoyevski okuyordum” diyor baş karakter. Bu da belki de hiç okumayan birinin Dostoyevski ismi ile hava atmaya çalışması, yine karakter tarifi. Hemen peşinden Kierkegaard da diyor zaten.

Nar’ın sonrasında yazdığınız yazıda (Altınportakal yazısı), Nar’a gelene kadar eleştirmenlerin filmlerinizi çok da beğenmediğinden falan bahsediyorsunuz. Kendinizi işleri yeterince görünür olmamış, ihmal edilen bir yönetmen olarak gördüğünüz oluyor mu?

Hayır eleştirmenlerin çok beğendiği başka filmlerim var. O yazıda beğendiklerinde samimi bir şekilde öven, beğenmedikleri zaman filmlerimi yerin dibine batıran dürüst eleştirmenlerden bahsettim. Kendimi ihmal edilen bir yönetmen gibi görmedim. Elbette istediğim filmi istediğim zaman yapan, çok seyirciye ulaşıp çok para kazanan, gittiği her festivalden ödüllerle dönen biri olmayı isterdim, kim istemez? Ama 21 yaşında girdiğim, 1986’dan beri, senaryocu ve yönetmen olarak içinde yaşadığım sinema bana yeterli sevgi ve saygıyı verdi. Festivallerde konuştuğum insanlar, internet üzerinden bana yazanlar, yaptıklarımın boşa olmadığını gayet güzel anlatıyorlar. Sayıları birkaç milyon değil ama söyledikleri yeter.

Bu sayımızın dosya konusu sinema ve aşk. Nar’da Deniz’in Sema’ya duyduğu aşkı anlattığı çok güzel bir monolog var, “her şeyim o benim” diye süren. Teyzem’de Umur’un teyzesine, Dokuz’da Firuz’un Kaya’ya duyduğu aşk da etkileyici. Sinemanın ve sinemamızın aşkı ele alışını nasıl buluyorsunuz? Sevdiğiniz filmler, diyaloglar vs..açısından.  

Aşk insanlığın ölüme, yani sonsuz can sıkıntısına karşı bulduğu tek çare. Filmlerin çoğunda çok kötüye kullanılıyor. Ama iyi bir aşk filmi (mesela Hiroshima Mon Amour, Eternal Sunshine, Dikkat: Şehvet ya da az önce seyrettiğim Weekend) kadar insana iyi gelen şey çok az bulunur.