Saturday, 4 January 2025

Ümit Ünal: “Seyircinin hikâye izleme ihtiyacı bitmez". - Röportaj: Arif Hür

 


Başrollerini Öykü Karayel, Fatih Artman, Nejat İşler ve Deniz Işın'ın paylaştığı dram ve gerilim türündeki “Evcilik” sinemaseverlerle buluştu. Film, zengin şehirli bir çift ile yoksul köylü bir çift arasındaki karşılıklı özenti ve haset duyguları üzerinden sınıfsal çatışmaları ele alıyor. “Evcilik” seyircilere ne vaat ediyor?

Gerilim, heyecan, kara mizah, dram ve sevgi hepsi bu filmde var. (Gülüyor.) Film öncelikle sinemada sıkılmadan vakit geçirmeyi vaat ediyor ama boş bir eğlencelik de değil. İzlerken eğlenmeyi, sonrasında üzerine düşünmeyi ve hayatımızı sorgulamayı vaat ediyor.

“Evcilik”, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda “En İyi Senaryo” ödülü kazandı. Nejat İşler'e de “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü layık görüldü. Bu ödüller sizi ve ekibi ne yönde motive etti? “Evcilik”in Türk sinemasına katkısını nasıl değerlendirirsiniz?

Ödüller elbette filmin daha görünür, duyulur olmasını sağlıyor. Gişeyi genelde etkilemiyor, ticari getirisi o yüzden yok denebilir. Ama yaptığınız işin meslektaşlarınızdan oluşan bir jüri tarafından takdir edilmesi “Test edildi onaylandı” vurgusunu yapıyor. Ama benim için asıl takdir seyirciden ve çok daha uzun vadede gelir. Senaryosunu yazdığım, hiçbir festivalde ödül almayan film “Teyzem”, bütün işlerim içinde hâlâ en çok hatırlanan, konuşulan işlerden biri. Festivaller, kısa vadede gişe başarısı tabii ki mühim ama 10 yıl sonra, 20-30 yıl sonra da hatırlanacak ve sevilecek bir film yapabildiniz mi, bence esas mühim olan o.

“Evcilik”in konusunu ve oyuncu ekibini oluştururken hangi faktörler belirleyici oldu?

Filmin hikâyesi aklımda çok uzun süre önce canlandı. Milan Kundera'nın “Otostop Oyunu” adlı hikâyesini çok sevmiş ve uyarlamak istemiştim. O uyarlama gerçekleşemedi ama hikâye kafamda döne döne bambaşka bir hâl aldı, orijinal hikâyeyle ilgisi kalmasa da ilk ilhamı ondan aldım diyebilirim. Senaryoyu filmin ortak yapımcısı Nejat İşler'e 2023 yazında sundum. Nejat senaryoyu sevdi ve arkasında durdu, film en çok onun önderliğinde yapıldı. Tabii ki yapımcı Emre Oskay'ın desteği ve ortaklığı sayesinde. Oyuncu olarak Nejat İşler ve Öykü Karayel aklımda hep vardı. Diğer oyuncular için çeşitli isimlerle görüştük, sonunda anlaştığımız Fatih Artman ve Deniz Işın çok çok iyi iş çıkardılar. Oyuncu kadrosunun tümünden çok memnunum, kendimi çok şanslı sayıyorum onlarla çalışabildiğim için.

Ege’deki çekimlerden biraz da bahsedelim… O süreç nasıl geçti?

Filmi Assos yakınlarındaki Sivrice'de çektik. 17 günlük çekim sürecinin öncesinde sadece oyuncular, görüntü yönetmeni ve sanat ekibiyle çekim mekânına gittik ve 4-5 gün boyunca hareketli prova yaptık. Son derece profesyonel, iyi anlaşan ve işini iyi yapan bir ekiple çalıştık. Sıcak dışında bir sorun yaşamadık. Özellikle av sahnesini ve Athena Tapınağı'nı çektiğimiz günlerde unutamadığım bir sıcak vardı.

Toplum ve sosyal medya, birbirini derinden etkileyen iki önemli kavram olarak karşımızda duruyor. Filmde ayrıca günümüz toplumunun sosyal medya bağımlılığı ve "mutluluk" görüntülerinin yarattığı sahte hissiyat da ele alınıyor. Sosyal medyanın toplum üzerindeki etkileri ve toplumsal değişime katkıları hakkında neler söylersiniz? Sosyal medyanın olumsuz etkilerinin önlenmesi nasıl sağlanabilir?

Ben de bir internet ve sosyal medya bağımlısıyım. Fotoğraf paylaşmadığım, bir iki fikir paylaşmadığım günler kendimi eksik hissediyorum. Twitter (X) artık çok berbat bir yer hâline geldiği için oradaki tüm paylaşımlarımı sildim ve artık kullanmıyorum. Ama Instagram, BlueSky ve Facebook'ta hâlâ tiryakiliğim devam ediyor. O yüzden filmde eleştirdiğim karakterle aslında kendimi de eleştiriyorum. Sosyal medya benim hayatımda genelde olumlu etkiler yarattı. Filmlerimle ilgili fikirleri, haberleri orada paylaştım, duyurdum. Yaptığım resimler ilk kez orada dikkat çekti, iki sergi açmama yol açtı. Çok özel arkadaşlar da edindim. Ama olumsuz etki yarattığı insanlar da vardır eminim. Fakat bunun önüne geçmek bence imkânsız. Olumsuz etkilere açık bir insan sosyal medya yasaklı veya kısıtlı da olsa, gider çevresinden, TV'den, korsan videolardan vb. etkileri bulur. Önemli olan insanları o "olumsuz etkiler"e kapılmayacak kadar iyi eğitebilmek. Yoksa o "etkiler" hep olacak.

“İlk yazdığım senaryodan beri filmlerimin içinde kara komik unsurlar var”
“Evcilik”, kara komedi bir film. Kariyerinize baktığımızda kara mizaha karşı bir ilginiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sizi bu alanda yapım üretmeye iten şey nedir?

İlk yazdığım senaryodan beri filmlerimin içinde kara komik unsurlar var. Bunu bilerek yapmadım, kendiliğinden gelişti, çünkü tabiatım öyle. Ben hayata kara mizah gözlükleriyle bakan biriyim. “Teyzem” adlı filmimde kadının delirip sabaha karşı banyoda zıpladığı bir sahne vardır. O sahneyi çok acıklı bularak, içim kan ağlayarak yazmıştım aslında. Ama ilk izleyişte, sinemada tüm seyirci kahkahalarla güldü. Anladım ki benim trajik bulduğum şey aslında kara komedi. O kara mizah bütün filmlerime yansıdı.

Filminizi bir kenara koyup biraz sinema verileri üzerine konuşacak olursak… Türkiye’de 2022 yılında 35 milyon 754 bin 644 olan sinema seyirci sayısı, 2024'te yaklaşık 4 milyon kişi azalarak 31 milyon 5 bin 844 oldu. Bir zamanlar Amerika’nın kültürel hegemonyasının en belirgin simgelerinden biri olan Hollywood da Covid-19 salgını ve grevlerin ardından ciddi bir duraksama dönemine girdi. Sinemanın mevcut durumu ve geleceği hakkında neler söylersiniz?

Ekonomik ve sosyal değişimlere göre insanların sinema salonlarına gitme, film izleme alışkanlığının değişmesi normal. Daha da değişecektir. Değişmeyecek olan şey, insanların hikâye izleme ihtiyacı. Bu Antik Yunan'dan beri tiyatro olarak vardı. Sinema, tiyatroya benzer bir şey olarak başlayıp kendi başına bir sanat dalı hâline geldi. Sinema salonda izlenebilir, TV'den izlenebilir, dijital kanallardan izlenebilir, belki bir gün kafamıza bir çip takıp gözlerimiz kapalı izleyeceğiz hikâyeleri. Teknoloji, ortamlar değişecek ama hikâye izleme ihtiyacı hep aynı kalacak. Biz de (biz derken tüm dünya sinemacılarını kast ediyorum) değişimlere ayak uydurmak zorundayız.

Bağımsız sinema, büyük yapım şirketlerinden ve ticari kaygılardan bağımsız olarak özgür bir şekilde yaratılan ve çoğu zaman toplumsal eleştiriler içeren filmleriyle sinema dünyasında önemli bir yer tutuyor. “Bağımsız sinemacı” olarak piyasada var olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Ben aslında "ticari" sinemadan geliyorum. Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz gibi isimlere senaryolar yazdım. Bu işi onların yanında öğrendim. Ama bir noktadan sonra ticari sinemanın talepleri bana çok dar gelmeye başladı, kendi yolumu çizmeye çalıştım. Ama “9”, “Ara”, “Nar”, “Aşk”, “Büyü” gibi filmlerimi çok küçük bütçelerle bağımsız koşullarda yaparken “Anlat İstanbul”, “Sofra Sırları” ve “Ses” gibi daha büyük bütçeli ve görece ticari koşullarda yaratılmış filmler de çektim. Bağımsız sinema yapmanın avantajları ortada. Karışan görüşen az oluyor, özgürsünüz, istediğinizi yapıyorsunuz. Dezavantajlar da herkesin tahmin edebileceği şeyler. Genelde küçük bütçelere mahkûm kalıyorsunuz, filminize festivaller dışında gösterim alanı açmanız zor oluyor. Az para kazanıyorsunuz ya da hiç.

“Beyaz perdede yüzlerce kişiyle birlikte film izlemenin yerini hiçbir şey tutamaz”
Dijital platformların sinemaya etkisi, son yıllarda büyük bir dönüşüm yarattı. Netflix, Amazon Prime Video, Disney+, HBO Max ve Apple TV+ gibi dijital platformlar, geleneksel sinema izleme alışkanlıklarını köklü bir şekilde değiştirdi. Dijital platformlar sinemanın yerini tutabilir mi?

Beyaz perdede yüzlerce kişiyle birlikte film seyretmenin yerini bence hiçbir şey tutamaz, o bambaşka bir deneyim. Glasgow'da 1000 kişilik sinema salonunda, hop oturup hop kalkan, tezahürat yapan bir seyirci kitlesiyle “Barbie” filmini seyrettim geçen sene. Dev bir parti gibiydi. Çocukluğumun sinemalarını hatırladım. Ama 30-40 kişilik ufacık salonlara bölünen, ufacık ekranlı cine-plex sinemalar yüzünden o deneyim de tatsızlaştı. Günümüz ekonomisi insanların sinemaya gitmesine izin vermiyorsa, evde dijital platformlardan seyretmek hem rahat hem ekonomik geliyorsa diyecek bir şey yok. Bu akışı nasıl kendi lehimize, sinemanın lehine kullanabiliriz onu düşünmeliyiz.

Öte yandan yapay zekâ ve sinema son yıllarda giderek daha fazla birbirine entegre olmaya başladı. Yapay zekânın sinemada kullanımı hem film yapım sürecinde hem de sinematik deneyimin izleyicilerle etkileşiminde önemli bir rol oynamaya başladı. Yeşilçam’ı da yaşamış biri olarak film yapımında yapay zekâ desteğine nasıl bakıyorsunuz?

Yapay zekâ bir oyuncak olarak eğlenceli ama bunu "Ben yepyeni bir şey ürettim" diye ortaya sürmek açık açık emek hırsızlığı ve sanatla ilgisi yok. Çünkü yapay zekâ ile üretilen işler orijinal değil, internetteki başka işlerin harmanlanmasından oluşuyor. Yapay zekâ olarak gördüğümüz her şey daha önce yapılmış, başkasının emeğinden çalınmış. Ben İngilizce yazdığım kimi metinlerin yazım yanlışlarını düzetmek dışında yaratıcı alanlarda yapay zekâ kullanmadım. Kendi kendine eğlenmek dışında kullananları, orada ürettikleri görselleri yayımlayanları da küçümsüyorum ve ayıplıyorum. Yapay zekâ muhasebe yapsın, teknik çizim yapsın, pratik konuları çözsün, yaratıcı insanlara ve emeklerine dokunmasın mümkünse.

“Emek” dediğimiz şey hiç şüphesiz insan yaşamının gelişimi, üretim süreçleri ve toplumsal refah için kritik öneme sahip. Son olarak yeni bir proje üzerinde çalıştığınızı da biliyorum. Okuyucularımıza ondan da bahseder misiniz?

Glasgow'da çekmek istediğim bir proje var. İskoç bir yapımcıyla üç yıldır üzerine çalışıyoruz. Screen Scotland'dan “Geliştirme Desteği” aldı ama bütçesi henüz tamamlanmadı. Bugünlerde en büyük hayalim onu İngilizce olarak orada çekmek. Unutmak/ hatırlamak ve yas üzerine bir hikâye. Bir de burası için yeni yazdığım bir korku ve gerilim filmi projem var. “Hamlet”ten esinlenen çok serbest bir uyarlama. Hangisi önce olur zaman gösterecektir.

Bu röportaj 4 Ocak 2025'te Tercüman Gazetesi'nde yayınlandı.

https://www.tercuman.com/roportaj/umit-unal-seyircinin-hikaye-izleme-ihtiyaci-bitmez-503/

Ah şu burjuvalar... - Uğur Vardan

Monotonlaşan evliliklerine renk katmak için Ege’nin sakin bir yöresine tatile giden şehirli bir çift, buradaki mekânı işleten karı-koca arasındaki ilişkinin tutkusundan etkilenirken biraz da üstten bir bakışla onları taklit etmeye başlar... Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği ‘Evcilik’ bu yıl Antalya Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu (Nejat İşler) ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanmıştı.

İstanbullu çift, Filiz ve Fırat tatillerini geçirmek üzere Ege kıyılarındaki sempatik bir butik otel olan Evcilik’e ayak basarlar. Kendilerinden başka müşterinin olmadığı bu mekânı Özkan ve yaşça ondan bir hayli küçük olan karısı Aysun işletmektedir. Bu ikili arasında özel bir kimya vardır ve birbirlerine ‘Kınalı’ ve ‘Duman’ olarak seslenirler. Şehirli çift onların bu ilişkisinden etkilenir, kendi aralarında birbirlerine aynı takma adlarla seslenirler ve bunu bir taklit oyununa dönüştürürler. Lakin onların bu halleri Aysun ve Özkan tarafından anlaşılır ve durgun akan su, yerini son derece gerilimli bir atmosfere bırakır...

Hayatları monotonlaşmış çiftler kimi tatil ya da gezi fırsatlarına yeni kıvılcım misali sarılırlar ve aradıkları heyecanı o yörelerde bulabileceklerine inanırlar. Bu türden hikâyeleri Batı sinemasında çokça görürüz. Böylesi öykülere sahip yapımlardan en çok etkilendiklerim arasında Paul Schrader’ın Ian McEwan uyarlaması ‘Yabancı Kucak’ (The Comfort of Strangers, 1990) ve Angelina Jolie’nin yönettiği, başrolünü de Brad Pitt’le paylaştığı ‘Hayatın Kıyısında’ (By the Sea, 2015) ön plana çıkar.

 

SINIFSAL BİR ÇEKİŞME...

Ümit Ünal senaryosunu da kaleme aldığı son çalışması ‘Evcilik’te işte bu temayı coğrafyamızın gerçekleriyle harmanlayarak perdeye taşırken meseleyi şehirliler ve kırsaldakiler düzleminden okuyor. Film başlarda bizi, kentli ana karakterleri gibi huzur dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Mekân, doğa, tarihi eserler vs. derken kamera cennet gibi bir yerde dolaşıyor uzun süre. Lakin bu mutlu ortam Filiz’in gece gizli saklı sigara içmek için dışarıya çıktığında Kınalı ve Duman’ın karanlık bir ortamda sevişmelerine tanık olmasıyla bambaşka bir ivme kazanıyor. Genç kadın gördüklerini kocasına aktarıyor ve onların ihtiraslı ilişkileri, kendi tekdüzelikleri için bir nevi ‘ilham kaynağı’ haline geliyor. Üstüne üstlük birbirlerine aynı şekilde hitapları ve bir süre sonra deşifre olmalarıyla sınıfsal ve kültürel bir çekişme ortama hâkim oluyor.


Ümit Ünal usta işi rejisiyle öyküyü -o bildik klişe ifadeyle- ilmek ilmek örüyor ve ‘Evcilik’ belli noktalarda, müziğinin de desteğiyle bir gerilim filmi tadına ulaşıyor. Hoş, hemen girişte tanıştığımız Özkan’ın annesinin öfke dolu sayıklamaları zaten bize ‘Acaba film paranormal sulara mı uğrayacak’ hissiyatı veriyor ama ulaştığımız sular kent-köy denklemindeki çelişkiler, kibir, ikiyüzlülük, aşağılanma duygusu gibi meseleler oluyor.

 

YILIN EN İYİ YERLİ FİLMİ


Açık söylemek gerekirse ‘Evcilik’ sinemamız genelinde pek uğranmayan bir limana son derece sert, derin ve etkileyici bir ziyarette bulunuyor. Tabii ki herkes bu görüşte olmayabilir ama bana kalırsa bu yapıt, Ümit Ünal’ın filmografisi için bir zirve, yani en iyisi. Aynı zamanda bu çalışma bu yıl vizyona giren en iyi yerli film unvanını da hak ediyor.


‘Evcilik’i özel kılan unsurlar rejinin ustalığı, hikâyenin derinliği, geçtiği yerin güzelliği ve atmosfer diyebiliriz ama bütün bu yapıyı daha güçlü kılan yanlardan biri de oyunculuk performansları. Öykü Karayel ve Fatih Artman, Filiz ve Fırat’ta, Luis Buñuel’e gönderme yaparak söylersek, ‘burjuvazinin gizemsiz sıkıcılığı’nı çok iyi yansıtıyorlar. Özkan’da Nejat İşler muhteşem bir portre çizmiş, keza Aysun’da ilk kez etkileyici yeteneğine şahit olduğum Deniz Işın da çizginin kesinlikle çok üstündeydi.


Kentlinin uzaklardan gelip kırsaldakinin kendi içindeki masumiyetini, tutkusunu ve en önemlisi huzurunu önce kıskanma, sonra da kaçırma sürecini anlatan bu çarpıcı filmin bir başka başarısı bence diyalogları olmuş. Bu açıdan Rüçhan Çalışkur’un canlandırdığı annenin “İstanbul şeytanlarını bekler” (!) cümlesi fazlasıyla vurucuydu. Sınıf meselesine de sağlam bir bakış atan filmin tek ikna edici olmayan ya da şöyle söyleyeyim daha iyi halledilmesi gereken sahnesiyse Aysun’un çiftin kendilerini taklit ederek onları eğlence malzemesine dönüştürmesini iPad’den öğrenmesi olmuş. Lakin öykünün sizi içine çekme gücü sayesinde bu da önemli bir soruna dönüşmüyor. ‘Evcilik’i kaçırmayın derim.


Bu yazı 28.12.2024'te Hürriyet Gazetesi'nde yayınlandı. 


https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ugur-vardan/ah-su-burjuvalar-42640742

Tehlikeli Oyunlar - Emrah KOLUKISA

Ümit Ünal’ın yeni filmi “Evcilik” yılın son haftasında vizyona girdi. Nejat İşler’in yapımcılığını ve başrollerinden birini üstlendiği “Evcilik” aşk, evlilik ve hayata hem renk hem de gerilim katan oyunlar üzerine bir film.

Evlilik çocuklar için yapılan ama çocuklara yasak bir filmdir. Filmlerde ve evlilikte bol miktarda gerilim bulunur.”

Ümit Ünal - “Aşkın Alfabesi”

Ümit Ünal’ın yeni filmi “Evcilik”in İstanbul prömiyerinin sonlarına doğru bir sahnede salondan şöyle bir ses yükseldi: “Filmin lafı bu”… Bu sesin sahibi aynı zamanda filmin başrol oyuncularından ve yapımcılarından biri de olan Nejat İşler idi ve kastettiği ‘laf’ da filmde Aysun (“Kınalı”) rolünü oynayan Deniz Işın’ın ağzından duyduğumuz “Bir şey olmaz” repliğiydi. Bu lafın ne anlama geldiğini sonradan Ümit Ünal’a sorduğumda yanıtı şu oldu:  “Çocuk avutur gibi söylüyor. Sanki karşısında "anneeee düştüm dizim acıyor" diye ağlayan bir çocuk varmış gibi, sakinleştirmek için. Öyle konuşan bir arkadaşım vardı, ben ona buna sinir olup itiraz edince "bir şey olmaz, bir şey olmaz" derdi.”

“Evcilik” gerçekten de böyle bir film aslında; yani her bir cümlesi, her bir karesi üzerine düşünüp yorum yapmak isteyeceğiniz incelikte, o derinlikte… Ümit Ünal’ın sinematografisine eklemlemekte zorlanmayacağınız (yine bir tek mekan filmi, yine aşk üstüne ve yine toplumsal/sınıfsal/kültürel çatışmalar temelinden yükselen) ve onun 20 yılı aşkın yönetmenlik kariyerinin içinde büyük bir yap-boz’un eksik bir parçasını tamamlayan bir film. Kuzey Ege’nin antik kentler ve serin sularıyla sizi karşılayan koylarının arasında bir kasabada yer alan pansiyon/motel kırması bir tatil mekanında (ki mekanın adıdır zaten “Evcilik”) geçen film bir süredir evli ve çocuksuz kentsoylu bir karı-koca ile bir haftalık tatillerini geçirecekleri konukevinin çalışanları olan köylü çiftle yaşadıkları tuhaf şekilde gerilimli, erotik ama bir o kadar da acınası komiklikteki macerayı anlatıyor.

Bir haftalık tatillerini bir Yunan adasında ya da Bodrum’da geçirmek yerine Ege’nin bu ücra sahil köyünde geçirmeye karar veren (ki bu kararda ağırlıklı olarak kadının yani Öykü Karayel’in canlandırdığı Filiz’in belirleyici olduğunu öğreniyoruz) İstanbullu çifti daha ilk gördüğümüz sahnede onların didişmeli ilişkilerinin ne kadar da bildik ve klişelere hapsolmuş bir beraberlik olduğunu anlayıveriyoruz. Öyle ki film boyunca onlara dair hiçbir şeyi de merak etmeyeceğimiz kadar gizemsiz ve sıkıcı bir ikilidir Filiz ve Fırat. Oysa diğer tarafta birbirlerine neden Kınalı ve Duman adlarını taktıklarını bile büyük bir ilgiyle dinlediğimiz Aysun (Deniz Işın) ve Özkan (Nejat İşler) var. “Ben küçükken amca derdim buna” diyen genç ve güzel Kınalı ile her halinden ona sırıksıklam aşık olduğu belli olan Duman. Daha ilk dakikalardan itibaren tarafımız bellidir ama kamera daha çok şehirli ikilinin yanında durduğundan hikayenin gidişatına da biraz onlar yön verecektir. Nitekim “Güzele bakmak sevaptır” Fırat ile her gece kocasının yanında horlaya horlaya uyumasından bunalan sosyal medya cambazı Filiz bir akşam vakti birbirlerine Duman ve Kınalı diye hitap etmeye başladıklarında işin rengi değişir ve erotizmden çok da nasibini almamış komik ama tehlikeli bir oyun başlar, tüm dörtlüyü etkileyecek. Bundan sonrasını biraz sizin merakınıza bırakalım ve konuyu uzatmayalım. Ama şunu da ekleyelim, kimileri için mutlu kimileri için mutsuz bir son bekliyor hikayenin evrildiği yerde; izleyici olarak salondan kendinizi iyi hissederek ayrılacağınıza ise en azından ben kefilim.

Aşk üzerine çok kafa patlatmış bir sanatçı Ümit Ünal (onun “Aşkın Alfabesi” adlı kitabı yeni baskı yapsa keşke, gerçi o alfabeyi yıllardır sinemaya uyarladığı bile düşünülebilir). Her filminde ya başrolde aşk var ya da bir yerinden sızıyor içine, hissettiriyor kendini bir köşede. Her filminde farklı bir vechesiyle çıkıyor karşımıza, ya da belki farklı bir bağlamda desek daha doğru. Ünal, karakterleri ve onların toplumsal dinamikleri üzerinden her seferinde farklı bir aşk tarifiyle geliyor karşımıza ve “Evcilik”te de yine bunu yapmış. Kınalı ve Duman’ın her şeye rağmen mutlu aşklarıyla, Filiz ve Fırat’ın onca şeye rağmen mutsuz aşkları farklı tarifler gizliyor içlerinde ve siz de hangisi size daha güzel, daha yakın, daha mümkün geliyorsa onu alacaksınız filmden. Ya da zaten yaşadığınız aşkın hangisi olduğunu filmi izleyince daha iyi kavrayacaksınız. Tıpkı kendi ilişkilerini yeni tanıştıkları çiftin ilişkileri üzerinden sınava tabi tutan Kınalı-Duman ve Filiz-Fırat ikilileri gibi.

Ümit Ünal’ın bu 10. uzun metrajlı filmi tüm bileşenleri dozunda ayarlanmış bir yemek tarifi gibi. Her lezzeti alacağınız, bir tutam tuzun bile fazla kaçmadığı usta işi bir ziyafet adeta. Tüm oyuncular rollerine ‘cuk’ oturmuşlar ve hepsi de müthiş bir iş çıkarmışlar. Elbette Nejat İşler aralarında bir adım öne çıkıyor zira kendisini başka bir yaratığa dönüştürmeyi öyle iyi becermiş ki, hayret etmemek imkansız. Öykü Karayel ve Fatih Artman bıçak sırtı komik/acınası şehirli çift performanslarında alabildiğine akıcı ve inandırıcılar. Hani yaptıkları işi çok kolaymış gibi oyuncular vardır ya, Karayel ve Artman onlardan işte. Deniz Işın ise bence kariyerinin en iyi performansını sergiliyor ve o çok iyi bildiğimiz komedi cevherinin de ötesinde güçlü bir içgörüye sahip olduğunu gösteriyor. Onu ilk kez izlesek gerçekten de köylü kızı Aysun olduğunu sanabiliriz neredeyse. Tabii ki Rüçhan Çalışkur ve Selen Uçer’in kısa dokunuşlarla filmi tamamladıklarını söylememek olmaz.

“Evcilik” ister 2024’e güzel bir veda, ister 2025’e iyi bir başlangıç olsun, içimden bir ses her iki yıl için de unutulmaz filmlerden biri olacağını söylüyor. Salonlara veda etmeden izlemekte yarar var.

Bu yazı 30.12.2024'te Birgün Gazetesi'nde yayınlandı. 

https://www.birgun.net/haber/tehlikeli-oyunlar-587350

Evcilik üzerine - Elif Gökçe Aras -


Her anımı dolu dolu geçirmiyorum elbette ama zaman israfına da katlanamıyorum. Her an bir işle meşgul olmalıymışım gibi geliyor. Eğlencesine bir Amerikan aksiyon filmi açamıyorum mesela yahut vakit öldürmelik bir içerik takip edemiyorum. Öğretici olmak zorunda değil ama bir cümlesi olmak zorunda vaktimi alan içeriğin. Bende olmayan bir şeylerin peşindeyim her daim.

Bu yüzden Türk sinemasına mesafeliydim uzunca bir zaman.


Ümit Ünal ile tanışma


Sinemaya zaman ayırıyorsam bu gerçekten cümlesi olan bir film için olmalıydı ve bilmediğim bir kültürden bu aktarım gerçekleştirilebilir gibi geliyordu. Yahut bu topraklara bakarken yabancılaşmış bir gözle bakıyorsa göremediğim bir şeyi gösterebilirdi bir yönetmen.


Ön yargılarım yüzünden çok geç tanıştım Ümit Ünal’la. Aşk Büyü vs.’yi izledikten sonra takip ettiğim yönetmenler arasına girdi. Tüm retrospektifini izledim sonra ve çok etkilendim.

Ümit Ünal’ın sadece kendi cümleleri değil, kendi dertleri ve o dertlere getirdiği farklı bakış açıları vardı. Tıpkı Lars Von Trier gibi bildiğiniz bir şeyi kendi dilinde anlatmıyor, daha önce üzerine düşünmediğiniz bir şeyi anlatıyor. Bir olayı bir de onun açısından görmüyorsunuz, daha önce görmediğiniz bir şeyi görüyorsunuz.


Gerçek bir entelektüel ve kendi evreninden hikâyeler paylaşıyor bizimle. Bu yüzden o bir şey yazmışsa yahut çekmişse o iş mutlaka okunacaklar, izlenecekler arasında artık.


Evcilik filminin haberini duyduğumda “Yaşasın! Sinemaya gitmeye değecek bir film geliyor!” diye düşündüm. İtiraf edeyim, çoğu proje için dijital platforma gelince izlerim diyorum ama bazı yönetmenlerin filmleri sinema salonunda izlenmeli.


Enteresan bir tesadüf de yaşadım bu filmi beklerken. Bir gün Karaköy’den Tünel’e çıkan tarihi fünikülere binmek üzereyken rastladım Ümit Bey’e. Durdurup “Aaa Ümit Bey” dedim. Ben öyle samimi seslenince tanışıyoruz da o hatırlayamadı zannetti. Kendimi tanıttım, selamlaştık ayrıldık. Sonra Twitter’dan öğrendim ki o gün bu film için mekân bakmaya gitmişler.


Ten ve ruh uyuşması


Film geçen hafta vizyona girdi. Ben de erken biten bir eğitimin ardından günün kalanını kendime hediye etmeye karar verdim ve filmi izledim.


Katıldığım eğitimde bir metin okunmuştu. Baştan sona çok etkileyiciydi ama kime ait olduğu belli değildi. İçerisindeki terimleri tarattığımda akredite olmayan birkaç sitede Can Dündar’a ait olduğu söylenen bir yazı çıktı karşıma. Teyit etmek için kendisine ulaştım ve birkaç farklı yazısından derlenmiş bir metin olabileceğini öğrendim.


Şöyle diyordu bir bölümünde:

“Ben, ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim… İşte bu yüzden içimizde sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz.”


Filme bu cümleleri ve dahasını işitmiş olarak girdim. İyi ki de öyle olmuş, film toprağını bulmuş oldu. Tazecik ekip can suyunu verebildim böylece.


Evcilik filmi üzerine


Filmde, kısa bir tatil için Kuzey Ege’de sakin bir otele giden şehirli bir çift ile aynı zamanda yöre insanı olan otel çalışanı çiftin kendi ilişkileri ve birbirlerinin ilişkileri arasındaki gerilime tanık oluyoruz. Hayatı yaşamak yerine her şeyi deneyimlemeye programlanmış yeni nesil şehirli çiftin evliliklerindeki tüm heyecan kaybolmuştur. Karşılaştıkları çift ise adeta bir avuç dağ çileği gibidir. Boyuna baktığınızda hiç ummadığınız bir tat ve kokusu vardır ilişkilerinin. Tıpkı yukarıdaki alıntıda olduğu gibi gerçek ruhları olan iki insan, hem ten uyumunu hem ruh uyumunu yakalamıştır.

Paralarından başka hiçbir şeyleri olmayan şehirli çiftimiz bu doğa harikası çiftin hayatlarına öykünür ve her şeye sahip olabildikleri gibi doğada gördükleri bu dağ çileklerinin de onların olmasını isterler. Ne de olsa yepyeni bir deneyim için gitmişlerdir o tatile.


Ancak Ege’nin Yörüklerinden olan otel çalışanları Kınalı ve Duman hoşlanmaz bu deneyimin bir parçası olmaktan. Yalın ayakla gezilmesi gereken çayırlarda şehirden gelen bu kaba ayakkabılar incitmiştir onları. Yörük kızı Kınalı her ne kadar oyuna dâhil olmak istemese de Duman oyuna dâhil olmaya kalkar ancak şehirli yabancılar onun yaban diline alışık değillerdir. Geldikleri gibi konfor alanlarına, arabalarına, rezidanslarına kaçmak isterler ama bir dakika!! Uğruna bütün o yaban hayatına katlandıkları fotoğraf ve videolar odalarında unuttukları tablette kalmıştır.

Deneyimlerini geri almak için girdikleri yol, kendi suretlerine tutulan bir aynaya çıkar. Şehirli çiftimiz ilk defa kendilerinden kaçamayacak kadar büyük bir aynayla karşılaşır ve dev aynasında gerçek suretlerini görünce ezilir, un ufak olurlar.


Ama sınıf işte, sınıf dayanışması tutar ya iskambil kâğıtlarından kulelerimizi ayakta. Kınalı ve Duman birbirlerine dayanıp doğadaki egemenliklerini ilan ederken, şehirli çiftimizin sacayağı otelin patroniçesi oyuna dâhil olur ve birden dengeler değişir. Yörük çiftimize o küçücük, butik köy oteli çok görülür. Köy evine, bağlarına, hayvanlarına itilmek istenirler.


Evcilik: Filmin cümleleriyle baş başa kalmak


Filmin sonunda bir zarf sahnesi var. Ümit Ünal burada, yine Nejat İşler’in oynadığı, Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmindeki zarf sahnesine nazire mi yaptı acaba diye düşündüğüm bir sahne. Kış uykusunda zarf ateşe atılır ve kibir yere kapanır, burada Kınalı’nın cümlesi gökteki koçu yere indiriyor.


Yörük çiftimiz, şehirli çiftin ayaklarına kadar getirdiği lanet yüzünden belki de dağ havasından kopup şehre inmek zorunda artık. Kınalı ve Duman şehre giderlerse o dağ çileği kokusunu koruyabilirler mi, şehir onları onlara bırakır mı, onları pişirip market rafında bir kavanoza mı koyar, bilemedim. Bu sorularla çıktım filmden.


Körün taşı bir AVM’de izlemiştim filmi. Öyle denk geldi ne yapayım? Filmden çıktığımda satılık olan her şey ve satın alacak bir şeyler arayan gözler daha da itici göründü gözüme. Satış personellerinin yorgunluğu, masaj koltuklarında parasıyla 5 dakika gevşemeye çalışan insanların gerginliği, vitrinlerde starların parmaklarında pırıldayan yüzükler, yılbaşı indirimleri ve asgari ücretleri belirlenmiş güvenlik görevlilerinin bezginliği. Yeni yıla nasıl girersek öyle geçer telaşıyla hediye seçmeye çalışanların yanı başında yeni yılı nasıl geçireceklerini kara kara düşünen satış görevlileri.


Gösterimdeyken  bir kere daha izlemek istiyorum filmi. Nejat İşler ve Deniz Işın olağanüstü bir performans sergilemişler, büyülenmemek, hikâyeye kapılmamak elde değil. Öykü Karayel oynadığı karakterden beklenen küçümser bakışları şehirli empatik kaygılarla ince ince beslemiş. Selen Uçer’in patroniçe olarak kurduğu kibar otorite, minicik bir göz süzmesi, bir dudak kıvrımıyla yakaladığı sınıf birlikteliği, Yörükleri kaderine razı etmeye yetiyor.


Ara ara açıp izlemek isteyeceğimiz arşivlik bir iş çıkarmış Ümit Ünal.


Sinemada izleme şansınız varken kaçırmayın. Dijitaldeki tadı dev ekrandaki gibi olmayabilir. Film bittiğinde bir süre karanlıkta oturmak, filmin cümleleriyle baş başa kalmak isteyebilirsiniz.


Bu yazı 4 Ocak 2025'te Medyascope sitesinde yayınlandı:


https://medyascope.tv/2025/01/04/evcilik-flmi-uzerine-elif-gokce-aras-yazdi/

Thursday, 5 December 2024

A Long Beginning - From 1+1 Express Magazine, Fall 2020 Issue



















Originally published in Turkish in the Fall 2020 issue of 1+1 Express, this article was written during my first six months in Glasgow in the summer of 2020. Intended as a piece about the city, it unexpectedly became a reflection on isolation during the pandemic.



I arrived in Glasgow at the end of January 2020, seeking a fresh start. "What fresh start at 55?" one might ask. My answer: I don't know. For a long time, I had suffered in "New Turkey," as the regime likes to call it. I felt a deep connection to the "Old Turkey" of the past. It seemed as though everything I cherished was slipping away. All I could do was write, draw, and make low-budget films... The futility and helplessness were debilitating. I yearned for a break. And Glasgow welcomed me, a weary soul, with its Glaswegian warmth. It was love at first sight.


Legend has it that a Scottish boy, seeing Glasgow for the first time years ago, was so awestruck that he returned to his village exclaiming, "There's no sky there; they've covered the whole city in glass!" It seems he never ventured beyond Central Station, a colossal 19th-century glass edifice. While I, hailing from the bustling metropolis of Istanbul, didn't experience such shock, I still found much to admire and enjoy.


Glasgow has been a significant part of the Scottish Enlightenment since the 18th century. Glasgow University, founded in the 15th century, has contributed to this rich intellectual history. Many figures revered as "English" in Turkey, particularly scientists and artists, actually come from Scotland, with Glasgow as a notable source. The city's streets and squares are adorned with statues of poets, writers, thinkers, and scientists, often outnumbering those of politicians or military figures.


Once a bustling global port on the banks of the Clyde River, Glasgow was the second-largest city in Britain during the 19th century. It thrived on shipbuilding, textiles, chemicals, and metalwork. In fact, John Berger noted in "On the Bosphorus" that one of the old steamboats he boarded in Istanbul was built in Glasgow. However, the rise of larger ships that couldn't navigate the river led to the decline of maritime trade in the 1950s. As global industry shifted to Germany and Japan, Glasgow faced severe unemployment and urban decay.


In recent decades, the city has undergone a remarkable transformation, revitalized through investment and development. The descendants of shipyard workers now occupy white-collar positions. Gentrification has reshaped significant parts of the city, with ongoing renewal projects. Yet, remnants of its industrial past remain, visible in the Victorian architecture of sandstone tenement houses, public buildings, bridges, and churches.


Pre-pandemic, Glasgow boasted a vibrant theater scene, hosting renowned bands that rarely toured Istanbul. Its museums were always bustling. In a move unimaginable in Turkey, disused churches were repurposed as cultural hubs, complete with bars, theaters, and meeting rooms.


While income inequality persists, as it does globally, I've read that some parts of Glasgow rank among the poorest in Britain. I haven't personally visited these areas yet. My time in Glasgow has been curtailed by the pandemic, limiting my exploration to a small radius. Soon after my arrival, the city, like much of the world, entered lockdown.


Upon my arrival, a Scottish friend gifted me "111 Places in Glasgow That You Shouldn't Miss." I eagerly embarked on exploring the city, ticking off each item on the list. However, the looming threat of the pandemic, initially perceived as a distant issue, rapidly escalated. By mid-March, Glasgow, ahead of Turkey, implemented stricter hygiene and social distancing measures. On March 23rd, a full lockdown was imposed. Confined to my home, Glasgow shrank to the dimensions of my bedroom, living room, kitchen, bathroom, and backyard. An invisible danger lurked outside.


Before the pandemic and my move to Glasgow, I was already somewhat of a homebody. Living on Büyükada, a tranquil Istanbul island, I often found solace in solitude, spending most of my time at my desk, either working on a film or simply enjoying a quiet moment.


When the quarantine began, initial fear and anxiety gave way to a profound longing for the outside world. Being 3,000 kilometers away, I missed my old life in Istanbul, my family, friends, and even those I'd distanced myself from. I yearned for the Bosphorus, the ferry rides, my favorite restaurants, our little house, our cat—everything.


I also missed Glasgow. I missed the charming, toy-like subway, its single line circling the city center. I missed the vibrant, free museums, the historic university with its sprawling 12-story library (the English Literature section alone is a library in its own right), the serene parks, and the riverside walks. I missed the humble Scots, always willing to go the extra mile to provide directions. I missed the bustling pubs, cafes, restaurants, and the vibrant city life. Of course, Glasgow has its flaws, but it's the good things that one misses the most.


Humans are remarkably adaptable. We've learned to survive in the harshest conditions, from the polar regions to the ocean depths, even near active volcanoes. Similarly, we adapted to the constraints of quarantine. We grew accustomed to masks, hand sanitizers, avoiding physical contact, social distancing, and meticulous hygiene routines, including disinfecting surfaces and sanitizing groceries.

In 2015, during a previous period of creative stagnation, I created a series of sketches titled "Garden of Oddities." This time, I've turned to daily sketching, a series I've dubbed "Masks." While my reading habits have been curtailed, I've found solace in creative outlets like cooking experiments and virtual conversations. I've also taken on new writing projects, developing two TV series proposals and a screenplay set in Glasgow. Additionally, I've facilitated online writing workshops, a rewarding experience that has both honed my teaching skills and provided a sense of social connection.


Prolonged isolation can unearth long-buried memories, both positive and negative. Despite being thousands of miles away from my homeland, confined to a one-bedroom flat, I've been haunted by past mistakes and injustices. A desire to seek out those I've wronged and offer apologies has surfaced. Conversely, resentment towards those who've wronged me has also resurfaced. The irony is that as I grapple with these past transgressions, my plans for a new beginning have been suspended. Perhaps my mind clings to the past as a way to maintain stability in the face of an uncertain future.


With a quiet determination, we ventured out into the deserted streets. I began taking long walks, initially circling the neighborhood, then gradually venturing further afield. The early morning walks were particularly striking, the streets eerily empty, reminiscent of a dystopian film set. Closed shops, absent traffic, and silent intersections created a surreal atmosphere. A banner draped across a bridge proclaimed, "Glasgow Endures," a poignant message in the face of adversity. The absence of traditional advertising allowed space for alternative messages, such as "Capitalism Kills" and "Every Age Has Its Own Fascism."


Despite the harsh winter, spring arrived with surprising vigor. The sun shone brightly, and trees burst into bloom. Yet, the city remained largely deserted. Occasionally, a lone jogger or a woman comforting a baby at a window would break the silence. It was a dreamlike existence, a city for one. I meticulously explored the city's two closest parks and the surrounding neighborhoods, committing every street and alleyway to memory. For four months, I relied solely on foot power, eschewing public transportation.

 

The global pandemic continues to rage, with new variants and uncertainty casting a long shadow. Yet, Scotland seems to be emerging from the crisis. Deaths have dwindled, cases have significantly reduced, and the Scottish First Minister, Nicola Sturgeon, has provided clear and consistent updates. While the threat of resurgence remains, the Scottish public has largely adhered to guidelines, including travel restrictions.


Despite ongoing precautions, Glasgow has returned to a semblance of normalcy. Parks, markets, and shopping streets are bustling with activity. Though the pandemic and its associated fears may not be entirely eradicated, the post-apocalyptic atmosphere of those quiet spring mornings will forever be etched in my memory.


I hope to fully immerse myself in Glasgow's vibrant culture and explore its hidden corners. Perhaps my Glasgow-set screenplay will one day be realized, marking a true beginning to my new life in this city.