Söyleşi:
Murat Hocaoğlu
Sinemada geçirdiği yirmibeş yılın sonunda, Gül Yaşartürk’ün hazırladığı bu anı kitabında, Ümit Ünal, Yeşilçam ortamındaki yaşadıklarını ve kendi sinemasını nasıl kurduğunu anlatıyor. Başkalarına yazılmış sekiz senaryo, yazıp yönettiği yedi film, iki roman ve bir öykü kitabı olan sanatçının anıları, onun dünyasını paylaşmak için güzel bir fırsat. Ümit Ünal’ın kariyeri, sinemamızın kurucu yönetmen kuşağının sonuna yetişti ve oralardan bambaşka bir kişisel deneyime yöneldi. Bu anılar, hem onun hem de sinemamızın geçirdiği dönüşüm için ilk elden tanıklıklar içeriyor…
‘Yeşilçam’ın ölmeden önceki son yılları benim sinemada ilk yıllarım oldu’ diyorsunuz ve bu bence kitabınızın önemini ortaya koyan bir ifade. Bu anılar, belki de ‘yeşilçam’ın bitişiyle ilgili ilk ‘içeriden’ konuşmalar. Siz Yeşilçam’ın ölümünü, ölmekte oluşunu nasıl yaşadınız?
1985’te İstanbul’a gelip reji asistanı olarak çalışmaya başladığımda Yeşilçam zaten zor hayatta kalıyordu. Sinemaya giden seyirci sayısı çok çok düşüktü. Herkes evinde video izliyordu. Komadaki Yeşilçam video dağıtım ağlarının “yaşam destek ünitesi” sayesinde hayatta tutuluyordu. Üretilen filmlerin çoğu video sektörü için yapılan ucuz yapımlardı. Ben şansıma Atıf Yılmaz gibi bir ustanın yanında çalışmaya başladım. Atıf abi’nin filmleri her şeye rağmen hala sinemaya çıkıyor ve seyirci çekiyordu. Ama onun da finansmanı büyük ölçüde video şirketlerine bağlıydı. 80’lerin sonunda o destek ünitesinin fişi çekildi ve hasta sessizce öldü. 90’lardan itibaren de tüm film yapım yöntemleri değişti, “Yeşilçam” şu an pratikte “yok”. Bir zihniyet biçimi olarak hatıralarda yaşıyor belki ama artık gerçek sinemamız bambaşka bir dünya, o günkü üretim biçimleriyle alakası yok.
Anılarınızı okurken, ‘Teyzem’ deki çocuğu, ‘Hayallerim Aşkım ve Sen’deki yazar adayını sizin yaşam öykünüzde bir kez daha hissediyoruz. Bu iki senaryo kadar sizi ya da hassasiyetlerinizi yansıtan işleriniz oldu mu sizce?
Genç yazarların ilk işleri hep otobiyografik olur diye bir inanış vardır. ‘Teyzem’ ilk işim olarak bu inanışı doğrular. ‘Hayallerim, Aşkım ve Sen’ de otobiyografik unsurların ağır bastığı bir hikaye. Ama bu benim gerçekten “kendime ait” saydığım tüm işlerimde var. ‘9’, ‘Ara’ ya da ‘Nar’ gerçek hayatta yaşanmış hiçbir şey içermeseler de yine otobiyografik diyebileceğim işler. Benden, yakından tanıdığım insanlardan, kuşağımın yaşadığı sıkıntılardan çok parça taşıyorlar. Sinemada hep sizden beklenen görevler vardır. Ticari sinemada oyuncu, hikaye, üslup açısından beklentiler, kurallar vardır. Benzer beklentiler “sanat” sinemasında da farklı boyutlarda geçerlidir. Ben bu son üç filmi hiç bir beklentiye seslenmeden, hiçbir formüle sığınmadan “paşa gönlüm nasıl istiyorsa” öyle yazdım ve çektim. Bu yüzden de en “kişisel” filmlerim diyebilirim.
‘Teyzem’ ile yarattığınız etki müthiş olmuş, sonunu yaşamaya doğru ilerleyen sinemaya büyük heyecan getirmişsiniz.
Aslında pek öyle olmadı. ‘Teyzem’ ilk çıktığında gişede ortalama bir iş yaptı, Fatih Özgüven ve İbrahim Altınsay dışında tüm eleştirmenler tarafından yerin dibine batırıldı. Hiç bir festivalde ödül almadı. Ama etkisini yıllar içinde gösterdi. Yıllar içinde video ve TV’de izleyen bir kuşak tarafından “kült film” haline getirildi. Yıllar içinde yarattığı kalıcı etki, sonrasında yaptığım tüm işleri eleştirel gözle değerlendirmemi ve “asıl olan”a, “samimiyet”e yeniden yönelmemi sağladı. ‘9’ benim için ‘Teyzem’deki samimiyeti yönetmen olarak yeniden yakalama gayretiydi. “Samimiyet” bugünlerde kirletilmiş, şaka konusu edilen eski moda bir laf. Ama bence bir sanatçı için olmazsa olmaz bir kavram.
Yeşilçam’ın bitmeye başladığı yıllara yetişmenize rağmen, bütün kurucu yönetmenleriyle çalıştınız. Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Ertem Eğilmez gibi efsanelerle çalışabildiniz. Sizin hikayenizi en etkileyici kılan da bence bu; böyle bir geleneğe yetiştiniz, ticari sinemaya ‘yıldız bir senarist’ olarak katıldınız ama buradan, belki de olabilecek en kişisel sinemayla çıktınız. O zamanlarda aklınızdaki, gönlünüzdeki bu muydu?
Benim derdim hep hikayelerimi anlatmak ve insanlara belki de normalde dikkat etmedikleri şeyleri gösterebilmek oldu. Bunu besleyecek ticari bir ortam bulsaydım, ticari filmler yapmayı isterdim. ‘Teyzem’ ve ‘Hayallerim, Aşkım ve Sen’ çok kişisel işler olmalarına rağmen ticari ortamda yapılabilmiş filmlerdir. O günlerin ortamı özel deneylere izin veriyordu. Ama kendi filmlerimi yapmaya başladığımda ticari sinema çoktan başka bir yere, çok daha katı bir ticarete kaymıştı. 7 film yaptım, normal bir ticari filmin bütçesi sayılabilecek “1 Milyon Dolar” sınırına ancak üç kez ulaşabildim. ‘Anlat İstanbul’, ‘Gölgesizler’ ve ‘Ses’ ticari sinema koşullarında, büyük bütçelerle yaptığım işlerim. Diğer filmlerde kendi sözümü, kendi istediğim şekilde ancak çok düşük bütçelerle söyleyebildim.
Ertem Eğilmez’den bahsederken, ‘Ertem Abi’de insanın bütün yapmacıklığını, bütün savunmasını yıkan ve bir anda en çıplak haliyle konuşma ve kaderiyle yüzleşmek zorunda bırakan tuhaf bir çekicilik vardı’ diyorsunuz. Kitabınızda uzun sohbet ve çalışma gecelerinden bahsediyorsunuz. ‘Milyarder’in hikayesi dışında bir proje çıktı mı o çalışmalardan?
Teyzem’in oluşmasında katkısı büyüktür. Yazımında olmasa da, yapılabilmesi onun kurduğu bağlantılarla mümkün oldu. ‘Milyarder’ dışında ortak çalışmamız olmadı ama mesela ‘Arabesk’ filmini sahne sahne dinledim kendisinden. O sırada bile kafasında hepsi hazırdı.
Ertem Eğilmez ve filmlerini, bugün kendi sinemasını kurmuş bir yönetmen olarak, nasıl değerlendirirsiniz? Sizin için nasıl bir tecrübeydi?
Ertem Eğilmez beni en çok etkileyen insanlardan biridir. Belki çok genç olduğum içindi, belki bu yaşımda o günkü Ertem Abi’yle tanışsam o kadar sevmeyecektim. Ama 1985’te herşey bir araya geldi 20 yaşımda onunla tanışıp hayran oldum.
Ertem Eğilmez bize kalan filmlerinden çok daha büyük ve ilginç bir adamdı. “Süt Kardeşler” ya da “Hababam Sınıfı” bugünün gözüyle bakınca maddi ve teknik yetersizliklerle dolu olabilirler ama Türk komedisinde bence hala aşılamamış doruklar. Ertem Eğilmez aynı kuşaktan mesela Metin Erksan kadar büyük bir yönetmen değildi. Ama yönetmenlik onun sadece bir tarafıydı. “Yaratıcı Yapımcı” denen kavramın ülkemizdeki ilk ve en ilginç örneğiydi. Bir dönemin Türkiye’sini, Türkiye seyircisini çok iyi anlamış onlarla bütünleşmiş biriydi. Bu yüzden de bir dönem ticari sinemamızı belirleyen, yıldız oyuncuları sıfırdan yaratan bir isim oldu. Filmleri bugün bile televizyona çıkınca rating listelerinin tepesinde. Filmlerine çok kişisel unsurlar katmayı seven ve bilen biriydi. En ticari işini bile, bütün varlığını katarak, kendini harap eder gibi yapardı. Bunların dışında hayatta tanıdığım en samimi, en dobra insandı. Herşeyi açıktı. Sevgisi de, eleştirisi de, nefreti de. Bir insan için en büyük başarısızlık kayıtsız kalınmaktır. Ertem Abi onunla tanışan kimsenin kayıtsız kalamayacağı biriydi. Aslında, kitapta onu anlattığım bölümle çok uğraştım, burada daha hafif laflarla anlatmasam daha iyi.
Halit Refiğ’i anarken kullandığınız saygılı ve dikkatli dil, ona olan kırgınlıklarınızı ifade etmekten de alıkoymamış sizi… Neden sizce Halit Refiğ ile, diğer yönetmenlerle kurduğunuz bağı kuramadınız o dönemde?
‘Teyzem’in hazırlıkları ya da çekimi sırasında ya da sonrasında bir kırgınlığımız olmadı. Okuldan yeni mezundum, belki fazla bilgiç, ukala bir gençtim. Film bittiğinde her senaristin yaşadığı hayal kırıklığı ile, bir iki yerde, çıkan sonucu beğenmediğime, daha iyi olabileceğine dair sözler ettim. (Hala da aynı şekilde düşünüyorum. Bazı özensizlikler olmasa çok daha iyi bir film olabilirdi.) Halit Bey buna kızdı sanırım. İntikamını filmden yıllar sonra bir röportaj kitabında benden bilgisiz, hasbelkader başına gelen ilginç bir olayı yazıp senaryo sahibi olmuş biri olarak bahsederek aldı. Bana psikoloji kitapları vs verip temel birşeyler öğrettiğini anlatıyordu. Onunla tanışana kadar okuduğum yazdığım onca şeyi, sinema okulunda geçen yıllarımı yok sayıyordu. Üstelik, senaryonun kendisiyle tanışmadan önce yazdığım versiyonunu Milliyet’in senaryo yarışmasına göndermiş ve birincilik ödülü almıştım. Yani senaryo Halit Bey okumadan önce de, özgün, başlı başına bir metindi. Halit Refiğ’e film sırasında değil, yıllar sonra verdiği bu röportaj yüzünden çok kırıldım. Yine de bu saçma olay, gözümdeki değerini, ilk senaryomu çeken yönetmen olarak ona duyduğum sevgiyi azaltmaz. Büyük yönetmenler de insandır ve hata yaparlar. Bu tatsız olaya rağmen onu her zaman saygıyla anmaya çalışırım.
Sanırım çok kişi söylemiştir, siz de bu soruya hazırlıklı olduğunuzu ‘Gelecek’ bölümünde gösteriyorsunuz. Anılarınızı yazmak için erken değil mi?
Bu sorunun geleceğini bildiğim için kitabın sonunda cevabını peşinen verdim. Ben sinemaya 20 yaşımda girdim. 21 yaşımda ilk senaryom çekildi. 1985’ten beri çok şey birikti. Bir ara toplam yapmak gerekiyordu. Bir de bu zaman “sözde bilgi” çağı. İnternette şurada burada çok yanlış bilgi kırıntıları dolaşıyor. Bana ait olmayan işler bana ait gibi görünüyor ya da tersi. Birinci elden bir kaynak olsun istedim.
‘25 yıl oldu’ ve zaten de ‘emekli olmayacağım’ diyorsunuz. Bu aslında yerinde ve yeterli bir açıklama… Belki de kafamıza şu takılıyor; bazı anılar, kişilerle yaşanan anlaşmazlıklar ve kırgınlıklar anlatılmak için biraz erken olabilir mi? Üç beş yıllık bir olaydan sözediyorsunuz sonuçta ve o insanlarla sorunlarınızı belki de aşarsınız, böyle tarihe not düşmekten tereddüt etmediniz mi?
Bugüne kadar iş hayatımda sadece bir kişiyle gerçek ve çözümsüz bir kavga yaşadım. Geri kalanların hepsi, konuşmaya değer insanlarla, konuşsak çözülecek sorunlar. Bu kitabı yazarken kimseyi kıracak, polemik ya da kavgalara yol açacak şeyler koymadım. Kafamdan uydurmadım. Zaten o projelerin içinde yer alan bir çok kişinin şahit olduğu, bilinen konuları anlattım. Kimseyi kişiliği için hedef almadım; şahsen insanları değil, çalışma şekillerini eleştirdim. Herkes için ölçülü bir dil kullandım. Çuvaldızı kendime de batırdım. Bugüne kadar kitaba konu olanlar ya da okurlar arasında kimseden olumsuz bir tepki almadım. Çıkan değerlendirme yazıları da kitabın açıklığını, samimiyetini teslim ettiler. Kelimelerinden haset ve çiğlik damlayan bir dedikodu sütunu yazarı dışında kimse olumsuz laf etmedi.
Anılarınız, senaryo yazmaya niyetlenmiş insanlar için de kılavuz olmayı hedeflemese de bence bu tür deneyim aktarımları onlarca kılavuz kitaptan daha yararlı. Sinema endüstrisinde yazar olarak varolmaya çalışmak, geçtiğiniz yollar… Siz o anlattığınız 21 yaşındaki ‘yeni’ senarist olsanız, bu anılardan nasıl yararlanırdınız?
Bu tür kitaplardan örneğin Bunuel’in ‘Son Nefesim’i, Tarkovski’nin ‘Mühürlenmiş Zaman’ı ve Fellini’nin ‘Fellini Anlatıyor’u zamanında beni çok etkilemiş ve yol göstermiştir. ‘Işık Gölge Oyunları’ sinemayla ilgilenen insanları bir hikaye ya da roman okur gibi eğlendirsin isterim, gençlere fikir ve umut verirse sevinirim. (Bu ülkede ne söylesen yanlış anlayan en az bir kişi çıkar, hemen arkasından düzeltme yapmak gerek: Elbette kendimi sinemanın ilahlarıyla aynı düzeye koymuyorum.)
Zaman zaman yönetmenin ve senaristin filmdeki rolü ve potansiyeli hakkında değerlendirmeleriniz de var. Özellikle ‘Gölgesizler’ deneyimi ile edebiyat metinlerine yaklaşmakla ilgili tespitleriniz ufuk açıcı. ‘Gölgesizler sinema olmaya can atan, sonra da dişini tırnağına takıp direnen bir metin’ diyorsunuz. ‘İyi edebiyat’ sinema olmaya elverişsiz bir malzeme midir?
Edebiyat sinema ilişkisi bence her zaman sorunlu. Çünkü kullandıkları araçlar, diller bambaşka. Ama mesela çok iyi bir yazar olan Nabokov önce görüntülerle düşündüğünü, sonra kafasındaki görüntüleri yazı diline çevirdiğini söyler. Kitapları peşpeşe gelen çarpıcı, mükemmel kurulmuş görsel detaylarla doludur. O yüzden bir Nabokov metnini sinemaya uyarlamak görece daha kolay görünebilir. Metni iyi anladığınız ölçüde, başarılı bir film bile çıkarabilirsiniz. Ama bizde ve dünyada bir çok başka iyi yazar, yazı diliyle düşünürler. Kelimelerin birbirine çarpıp sıralanırken çıkardığı ahenkten aldıkları zevkle kurarlar metinlerini. ‘Gölgesizler’ gerçeküstücü bir şiir gibi bence. Uzun, şiirsel bir metin. İyi bir şiir sadece kendisi olarak anlaşılabilir. Bir başka yabancı dile çevrilince yoğunluğundan, derinliğinden çok şey kaybeder. Bu yüzden ‘Gölgesizler’ kadar yoğunlukla yazı üzerine kurulu bir romandan film yapmak, yabancı bir dilden şiir çevirmek gibiydi.
Bir yanda ‘Nar’, ‘Ara’, ‘9’… Bir yanda da büyük bütçeli ama tamamını tasarlamaya gücünüzün yetmediği, buruk andığınız ‘Prodüktör Filmleri’… Siz sinema kariyerinizi hangisi üzerinden yürüteceksiniz bundan sonra?
Şu an bilmiyorum. Benim hayatım her alanda hep aşırı uçlar arasında geçti. Bundan sonra çekeceğim büyük bütçeli, çok mekanlı, çok oyunculu ticari bir iş de olabilir. 5D kamera ile çekilen çok içe kapalı, çok aykırı bütçesiz bir film de olabilir. Her ikisine de uyan planlarım, senaryolarım var.
Biraz da bu kitabın nasıl oluştuğundan söz etmenizi isteyeceğiz. Gül Yaşartürk’ün etkisi, katkısı ne kadar oldu?
Kitap aslında Gül’ün fikriydi. Kendisi benim de mezun olduğum 9 Eylül Üniversitesi’nde doktora yapmış bir akademisyen-yazar. Şu an Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Kitaba hazırlık olarak uzun söyleşiler yaptık. Bir hafta, hergün saatlerce konuşup kaydettik. Gül sorduğu sorularla kitabın iskeletini, genel sıralamayı oluşturdu. Konuşma kasetlerini yazıya döktü ve düzeltip bana yolladı. Ben birkaç kere üstünden geçtim. Sonra soru kısımlarını atıp tek anlatıcılı kesintisiz, hikaye gibi akan bir metin yapma fikri doğdu. Metin son halini alana kadar aramızda sık sık gitti geldi. Gül ayrıca dipnotları, film alıntılarını vs düzenledi.
Edebiyat ürünü gelmiyor uzun zamandır… Bu yönde çalışmalarınız olacak mı?Ben kendimi “film yapamadığı zaman yazan bir yönetmen” olarak görüyorum. Düşünme şeklim, çalışma tarzım edebiyat üzerine kurulu değil, sinema düşünüyorum hep. Kitaplarımı film yapamadığım zamanlarda yazdım. Benim için mühim olan kafamda dönüp duran hikayeleri paylaşmak. Bunu sinemada yapmayı çok seviyorum. Ama eğer birgün film yapamayacak hale gelirsem yine yazarım. Ölünceye kadar bitmeyecek olan şeyse o anlatma ihtiyacı.
Roman ve hikayelerinize, yönetmen gözüyle baktığınızda onlarda filmler görüyor musunuz? Böyle niyetleriniz var mı, kitaplarınızdan filmler yapmak gibi?
Yazdığım hemen hemen herşey yazıyla değil, görüntülerle düşünülmüştür. Bu yüzden yazdıklarım uyarlamaya yatkın sanırım. Ayrıca ‘Amerikan Güzeli’ hikayemi ve ‘Aşkın Alfabesi’ romanımı öncelikle senaryo olarak geliştirdim. Krizler, ekonomik şartlar vs yüzünden çekilemeyince edebi metinlere dönüştüler. Birgün belki onlara da film olma sırası gelir.
Işık Gölge Oyunları / Yazar: Ümit Ünal / Hazırlayan: Gül Yaşartürk / Yapı Kredi Yayınları / Kitap Editörü: Yücel Demirel / Kapak Tasarımı: Nahide Dikel / 1. Basım / Haziran 2012 / 220 Sayfa
http://www.okuryazar.tv/umit-unal-isik-golge-oyunlari/