Friday 28 April 2017

Gölgesizler üzerine Bakınız.com röportajı. 2009 - Onur Yazıcıoğlu

Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanından yine aynı isimle sinema perdesine aktarılmış olan film, yakın zamanda vizyona girecek. Filmi seyretmeden yönetmen Ümit Ünal’a filme ilişkin merak ettiğimiz konuları sorduk. İlginç yanıtlar aldık ve iyice meraklandık.

Gölgesizler romanında Türkçe’nin tüm olanakları kullanılmış. Edebî yönü çok güçlü bir yapıt. Böyle bir öyküyü sinema diline aktarma fikri fazla cesur değil mi?
Roman ayrı bir bütün, anlattığı hikaye ve sinema için sunduğu olanaklar ayrı. Kitapta çok etkileyici bir dramatik altyapı var. Güçlü karakterler, çelişkiler var. Hasan Ali Toptaş, belirsizlikleri kurgulayan, şiirsel bir dil kullanan bir yazar ama öte yandan ne yaptığını, ne anlattığını çok iyi bilen bir yazar. Sadece kitabın satır aralarını çok iyi okumak ve dilin ötesine nüfuz etmek gerekli bence. Ama bunu yaptığınızda ve sinema uyarlaması yapmaya çalıştığınızda, romanı yorumlamak ve ayrı bir dile çevirmek zorundasınız. Bir rüyayı yorumlayarak anlatmak gibi. Yoksa sinemasını yapmak imkansız olurdu. Ben Gölgesizler romanından çıkabilecek filmlerin sadece bir tanesini yaptım, bir başka yazar-yönetmen gelse bambaşka bir yorum getirebilir.
Gölgesizler güçlü varoluşçu sorgulamalar yapan bir yapıt. Üstelik bunu bir köy atmosferinde gerçekleştiriyor. Kentsoylu öyküler bu tip sorgulamalar için daha uygun değil mi?
Dünya metropolü İstanbul’un ortasında yaşayan ama bir bitki gibi yaşayan milyonlarca yüzeysel insan var, onlardan köylerde de vardır mutlaka. Ama dünyayı anlamaya gayret eden, bilmeye gayret eden, derinlikli insan her yerde derinliğini korur ve yeri geldiğinde hayatını sorgular. Kaldı ki Gölgesizler bir köy romanı değil, sorguladığı şey köy gerçekliği değil. Ben de filmde köyü sadece bir sahne olarak ele aldım. Köyün inandırıcı durmasına çalıştım ama gerçek bir köy yaratma kaygım olmadı.
Roman okurun hayal gücüne fazlasıyla yer bırakıyor. Siz de izleyiciye böyle bir esneklik payı bıraktınız mı?
Evet. Kitap da film de, okuyucudan, izleyiciden emek talep ediyor. Sadece size o an gösterilenle yetinirseniz hem kitap hem film şeklinde Gölgesizler’i anlamanız zor. Seyircinin biraz düşünmesi ve neyin nereye bağlandığını bulması gerek.
Öykünün gelişimini etkileyen çok fazla karakter var. Bu anlamda oyuncu yönetiminde güçlük çektiniz mi?
O karakterleri, romandaki karakterlerden esinlenerek, ben yazdım. Neyi nasıl söyleyeceklerini zaten senaryoyu yazarken biliyordum. Oyuncu yönetiminde o açıdan zorluk çekmedim. Sette sakin ve ne istediğini bilen biriyim, oyuncularla aram her zaman iyidir.
Aynı soruya ek olarak; oyuncu seçimini yaparken nelere dikkat ettiniz?
Öncelikle “iyi oyuncu” olmalarına elbette. Oyuncu kadrosundaki herkes son derece yetenekli, kendini kanıtlamış isimler. Bir de şuna dikkat ettik: Senaryoda tek tek başroller yoktu. En başrol gibi görünen karakter, filmin yarısından sonra yok oluyor. O ana kadar silik görünen bir karakter yarıdan sonra yükseliyor. Tüm filmde yan karakter gibi görünen birkaç karakterin aniden sahneyi ele geçirdikleri anlar var. Dolayısıyla her role çok sağlam ve aynı zamanda ortak bir çalışma ruhuna katılabilecek oyuncular gerekiyordu. Ticari starlar yerine, iyi oyuncular seçtik.
Zaman\mekan bağlamında birbirinden çok farklı iki ortamda geçen paralel birer öykü var. Bu durum sizin işinize mi yaradı yoksa uğraşılacak detayların sayısı mı arttı?
Romandaki iki farklı dünyayı (büyük şehir/köy) tamamen aynı üslupla, aynı renk, kamera kullanımı, aynı tarz oyunculukla vs çektim. Bu iki dünyayı birbirinden ayırmadım. Şehir ve köy birbirini tamamlayan unsurlar filmde, aynı hikayenin farklı mekanları sadece…
Roman ya da filmden bağımsız olarak; imam, muhtar, bekçi kelimeleri geçtiğinde gözünüzde nasıl insan prototipleri canlanıyor?
Ben genellikle gözümde prototip canlandırmayı sevmem. Bir yönetmen için en büyük tehlike hayatta prototipler olduğunu düşünmek bence… Her insan ayrı bir dünya, herkesin bambaşka özellikleri var. Dünyada kaç “muhtar” varsa, her birinin, çok çok farklı insanlar olduğundan eminim. Ben yazdığım/yaptığım her şeyde, kalıplar dışında düşünmeye gayret ediyorum. İnsanın derinliğini, çeşitliliğini anlatmaya çalışıyorum.
Bu karakterler romanda son derece önemli rollere sahip. Bu üç karakterin ortak yönü toplumsal otorite kaynaklarını temsil ediyor olmaları. Sizin otorite ve otorite üreten kurumlara ilişkin nasıl bir pozisyonunuz var?
Romanın ve filmin temel izleklerinden biri otorite karşısında masum insanların çaresiz kalışı ve yok oluşu. Devletin, anne babaların, dinin, batıl inancın, iktidarın elinde sıradan insanların, gençlerin, biraz okuyup dünyayı anlamaya çalışanların harcanışı… Benim hayat boyu otoriteyle, ezici iktidarla bir derdim oldu. Yazdıklarıma çektiklerime bakanlar bunu görebilir. Gölgesizler’de varolan politik altmetin bana bu yüzden çok çekici geldi, ben bunu biraz daha belirgin hale getirdim ve Türkiye’nin bir maketini, bir metaforunu yaratmaya çalıştım. Film bu gözle de izlenirse ve değerlendirilirse sevineceğim.
Son dönemde Türkiye sineması yakın tarih filmlerine yer verdi. Bu filmlerde işkence görmüş çok sayıda karakterin hikayesi anlatılsa da işkence sahnelerinde bir “elini korkak alıştırma” durumu tespit etmek mümkün. Cennet’in oğlu da romanda sıkı bir işkenceden geçiyor. Siz bu bölümü nasıl anlattınız? İzlerken ürperecek miyiz?
Bu konuda kimseyi şartlamak ya da beklentiye sokmak istemem ama sadece dayak sahnesi değil, ürpererek, şaşırarak, irkilerek izlenecek birçok sahne var filmde, bunu söyleyebilirim. Yalnız eklemek istediğim bir şey var: Romanı sevenler, hayran olanlar lütfen bambaşka bir şey bulacaklarını bilerek gelsinler. Dediğim gibi bu benim “Gölgesizler yorumum”. Romanda mevcut birçok olay, birçok sahne, filmde yok, sırası değişik ya da başka türlü canlandırılmış. Romanın sadık okurlarından ricam, filmi ayrı bir bütünlük olarak düşünmeleri ve romanla karşılaştırmadan seyretmeleri. Bu film, romanın duygusuna, dokusuna sadık ama bütününde serbest bir uyarlama.
Filmi henüz izlemedik ancak öykü gerçeküstücü bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Sizce Türkiye izleyicisi, Türkiye sinemasında çok sık rastlanmayan bu tarzı rahatsızlık duymadan izleyebilecek mi?
Seyircinin tepkisini ben de merak içinde bekliyorum. Genelde tahmin edebilirim, bu film özelinde benim için de bir sürpriz olacak.
Gölgesizler’i ilk okuduğunuzda bir roman olarak nasıl bulmuştunuz?
Çok cesur bir roman olduğunu ve çok iyi yazılmış olduğunu düşündüm. İlk anda uyarlamasını yapmanın çok zor olduğunu, yapımcı Hakan Karahan’ın teklifini reddetmeyi düşündüm. Sonra bir cesaret geldi. Bir de Hasan Ali’nin uyarlama konusunda beni tamamen özgür bırakması büyük cesaret verdi.
Herhangi bir romanı okurken, okur gözlükleriyle kalmayı başarabiliyor musunuz yoksa öyküyü görsel olarak zihninizde canlandırır mısınız?
Romana bağlı. Bazı romanlar, “beni hayal et beni film gibi gör” diye bağırıyor. Bazısı daha dilsel bir düzeyde kalıyor.
En sevdiğiniz romanlar hangileri? Edebiyatla aranız nasıl?
Edebiyat aslında hayatımda sinemadan daha çok yer tutuyor. Bir “sinema delisi” değilim. Çok film izlemem, her filmi görmeye gitmem. İyi bir seyirciden çok iyi bir okurum. Hayatta en sevdiğim romanlar Dava (Kafka), Lolita (Nabokov), Yaşam Kullanma Kılavuzu (Perec), Pornografi (Gombrowicz), Yüzyıllık Yalnızlık (Marquez), Kara Kitap (Pamuk). Bunlara roman olmasa da hayatta en sevdiğim kitaplardan biri olan Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ni ekleyeyim.
http://www.bakiniz.com/golgesizler-umit-unal-roportaji/

Thursday 13 April 2017

Gregor'un kanatları... - Express'te bir söyleşiden.





"Değişim kendini değersiz hissetmek, ailene, en yakınlarına bile yabancılaşmak hakkında. Çok ciddi bir hastalığa yakalanabilirsin, sevdiğinden ayrılabilirsin, aklını, hayata ilgini, işini, paranı kaybedebilirsin, ya da bir böceğe dönüşebilirsin. Kafka kendini bir böcek gibi hissetmene yol açacak ne varsa hiçbirini anmadan, hiçbir sebep, belirti koymadan böcekleşmiş bir adamı anlatıyor ve bütün o durumları anlatmaya yarayacak bir metafor yaratıyor. Demin Kiracı’dan bahsettik, o da bence Değişim’den çok etkilenmiş bir hikâye. Tutucu insanlarla çevrili bir ortamda kendisini çok değersiz, yabancı hisseden bir adamın kendini yok edişi. 

Şimdi belki iddialı kaçacak ama, şunu demeden duramayacağım: Bence bu değersizlik ve yabancılık hissi bir sanatçı için olmazsa olmaz bir şey. Kendisini hayatta en az bir kere Gregor Samsa gibi yabancı ve değersiz hissetmemiş biri sanat manat yapamaz. “Sanat”ı eğlenceden, iletişim endüstrisi ürünlerinden ayıran şey bence bu. Ruhen, kimsenin gitmediği kadar uzak, çorak, yabancı bir yere gidip dünyaya ve insanlara oradan bakabilmek. Kendini bir hiç olarak hissedebilen insanların yaptığı bir şey sanat. O yabancılaşmayı yaşamamış, “en dibi” görmemiş bir sanatçı gerçek bir derinlik yakalayamaz. Zanaat açısından başarılı, iyi eğlencelikler üretebilir, bu da çok zor iştir, iyisi de gerçekten iyidir. Ama, diyelim Değişim gibi bir hikâyeyi yazabilmek için, insan ruhunun daha önce gidilmemiş yerlerine gidecek cesaretiniz olması lâzım. Sanatta belirleyici ayrım ticarî/sanatsal, popüler sanat/yüksek sanat, vs. değil, belirleyici ayrım aslında bu bence."

Express, Mayıs 2016 sayısında, Yücel Göktürk ile yaptığımız söyleşiden.