Saturday 7 October 2023

Bir Porsiyon Sanat kitabından, Sofra Sırları üzerine -



Bu söyleşi Fatma Berber ve Sümeyra Gümrah Teltik'in hazırladığı "Bir Porsiyon Sanat" kitabında yayınlandı:

ÜMİT ÜNAL / SOFRA SIRLARI 

Sinemada kara komedi, film noir ve de sıra dışı çarpıcı öykülerinizle cesur hikâyeler anlattınız ve kült filmlere imza attınız. Bize anlattığınız hikâyeler de resimler de düş ile gerçek arasında ama son derece sarsıcı her şeyi ters yüz eden sıra dışı öyküler. Çok yönlü bir sinemacı olmanızdan kaynaklı Mahlûkat Bahçesi gibi içimizdeki canavarlarla bizi yüzleştiren ezber bozan bir sergi de açmıştınız.  

Sofra Sırları (2017) filminiz tematik olarak yemek filmi diyebileceğimiz bir kara komedi. Daha önce Nar ( 2011) filminizde de "Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda." diyorsunuz. Sofra Sırları’nda da yemeklerle çok iyi bir bağ kurmuş eşine çok güzel sofralar hazırlayan seri katil Neslihan’ın hikâyesine bizi davet ediyorsunuz. Bu bağlamda insan ilişkileri ve yemekler arasında nasıl bir bağ kurabiliriz? 

Yemek, beslenmek insanın bir canlı olarak hayatta kalabilmek için en önemli ihtiyacı. En basitinden en karmaşığına kadar tüm canlılar için geçerli bu. Doğar doğmaz, tüm memeliler gibi annemizin sütüne saldırıyoruz. Dünyada ilk dakikalarımız önce nefes almak için ağlamak, sonra besin ihtiyacını gidermekle geçiyor. Tekhücreli bir canlının bütün yaptığı beslenmek ve çoğalmak. Tabii biz tekhücreliler kadar "basit" varlıklar olmadığımız için, başka hayati ihtiyaçlarımız da var. Bütün hayati ihtiyaçlarımızı, etkinliklerimizi farklı anlamlarla, törenlerle süslediğimiz gibi; gibi yemek konusunun da çevresinde beslenme işlevinin dışında binbir anlam örmüşüz. Yemek hiçbir zaman basit bir beslenme, hayatta kalma fiili değil bizim için. Bir sofranın çevresinde tarihsel, sınıfsal, cinsel, ruhsal, estetik bir çok katman var. Yemek kitaplarını, yemek programlarını, sokak yiyeceklerinden, Michelin lokantalarına yemeğin pazarlanışını düşünün... Yemeğin malzemesini alıp getiren, pişiren, sofrada sunan, yiyen insanların arasındaki farkları düşünün. Bir lokantada müşteri, garson, aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi, lokanta sahibi tek tek bir kap yemeğe baktıklarında ne kadar farklı şeyler görüyorlar, düşünün. Bir kap yemeğe 10 TL veren de var, 100 Dolar veren de. Açlık grevi yapanlar için yemeğin anlamını düşünün. Hastanede önemli bir ameliyat öncesi perhiz yemeği yiyen insan için yemeğin anlamı başka, ilk kez buluşan iki sevgili için yedikleri yemeğin anlamı başka. (Annem babamla ilk buluşmalarında yedikleri iki hurmanın çekirdeğini yıllarca saklamış, çocukken bir çekmecede, o günü anlatan bir mektubun içinde bulmuştum.)

Sofra Sırları’nda yemek yemek, yemek yapmak sofralar kurmak aşk, ilişki cinsellik ve ölümle ilişkilendirilmiş sanki. Bu bağlantıyı açıklayabilir misiniz? 

Az önce söylediğim gibi, yemek cinsellikle ve insanın diğer hayati ihtiyaçlarıyla birebir bağlantılı. Biz diğer hayvanlar gibi cinselliği sadece üreme işleviyle yaşamıyoruz. Cinsellik bütün hayatımızı kapsıyor, yönlendiriyor. Hayatımızdaki her şeye cinsel bir mana da atfediyoruz. Yemek de bundan bağımsız değil. Cinsel işlevleri kısıtlanmış insanların yemek zevkinde teselli bulduğu, "kendini yemeğe verdiği" çok tekrar edilmiş bir fikir ama yanlış değildir bence. Sevişmenin, "sahip olmak"la, sahip olmanın yemekle karıştığı da vakidir. Dilimizde sevdiğimize "yerim seni" deriz. Çok da şaka sanmamak lazım bu sözü. Mecazi anlamda da olsa yeriz çünkü sevdiklerimizi. Düşmanlarımızı da... Eski savaşlarda, düşmanı öldürdükten sonra ciğerini oracıkta yeme adeti varmış. Greenaway'in Aşçı Hırsız Karısı ve Aşığı (The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) filminde, bir kadın, kıskançlık cinayetine kurban giden sevgilisini pişirir ve katil kocasına zorla yedirir. Marco Ferreri'nin filmi Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) filmi yemeği bir intihar, kendini zevkten yok etme aracı olarak gösterir. Shakespeare'in Titus Andronicus'u, düşmanının iki oğlunu öldürüp kıymalı börek halinde annelerine yedirir. Yemeğin cinayet ve intikam aracı, baştan çıkarma yolu, sevişme ikamesi gibi kullanıldığı bir çok başka roman, film örneği bulunabilir. Sofra Sırları'nı aklımda bütün bu örneklerle tasarladım diyebilirim. 

Filmde vitrinler gibi sofralar da evliliği sergiliyor. Her gün tozu alınan işlevsiz objeler gibi kurulan sofralar, robot gibi her gün getirilen mezeler de aynı işlevi görüyor yani aynı işlevsizliği. Sofraların hafızamıza ve toplumsal ön kabullere nasıl bir etkisi var sizce? 

Yemek bir yandan en tutucu, değişime en çok direnen, geçmişe en çok bağlı tarafımız. Saraybosna'ya gittiğimde kimi yemeklerinin adının hala Osmanlı döneminden Türkçe olarak kaldığını görmüştüm ve şaşırmıştım: "Yalan dolma", "Taze fasulya"... Aslında şaşıracak bir şey yok, yüzyıllar içinde kıyafetler değişiyor, dil değişiyor, teknoloji değişiyor, iktidar birkaç kere el değiştiriyor ama mutfağın hakimi değişmiyor. Kadınlar sığındıkları mutfakta annelerinden öğrendikleri yemeği yapmaya devam ediyorlar. Çocuklar annelerinin yemeklerini özlüyor. "Ağız tadı" en tutucu olduğumuz alan belki de. Bu yüzden yemeklerin adı da, tadı da aynı kalıyor. Aslında bir kap basit ev yemeği bile yüzyılların, geleneklerin, bulunduğu coğrafyanın, toplumun canlı bir tanığı. Bir yemekten, bir sofradan çıkarak, yemeklerin nasıl hazırlanıp sunulduğundan nasıl yendiğinden bir topluma, onun yaşayışına dair önemli bilgiler edinmek mümkün. Binyıllar önce yaşamış "ilkel" insanların yaşam biçimi, inanç sistemi, hatta dil bilgilerine mağaralarda bulunmuş yemek kalıntılarını inceleyerek ulaşabiliyoruz.

Çerkez tavuğunun ve filmdeki menünün özel bir anlamı var mıydı? Kahvaltı, rakı sofrası, Çerkez tavuğu, kuş üzümlü pilav, zeytinyağlı yaprak sarma, mantarlı mantı… 

Sofra Sırları'nın ilk versiyonu, "Sultan Mutfakta", Londra'da yaşayan Sultan adında bir Türk kadının hikayesiydi. Orada yaşadım, Londra'da yaşayan Türklerle tanışma şansım oldu. Biraz da onların filmi olsun istiyordum. Bir İngiliz yapımcıyla çalıştım. Filmin çoğu İngilizce olacaktı, haliyle yurt dışı seyirciyi hedefliyordu. Bu yüzden de Türkiye dışında da bilinen ve sevilen yemekler arasından seçmek istedim. Baklava, sarma, mantı vs. Çok uğraştım ama filmi Londra'da çekemedim. Türkiye'ye uyarlayarak yeniden yazdım. Senaryoda kadının, kocasını öldürdüğü ilk cinayet farklıydı. Roald Dahl'ın "Lamb to the Slaughter" hikayesinden esinlenmiştim: Bu hikayede kendi halinde bir ev kadını, kocasını donmuş kuzu buduyla kafasına vurarak öldürür. Sonra pişirdiği kuzu budunu, yani cinayet aletini, eve gelip araştırma yapan polislere bir güzel yedirirek ortadan kaldırır. Fakat bu hikayenin telifi kapatılmıştı, uyarlama için almak imkansızdı. O yüzden yeni bir yemek, yeni bir cinayet yöntemi uydurdum. O da Çerkez Tavuğu ile boğulmasına seyirci kalmak oldu. Neslihan'ın ilk cinayeti teknik manada planlı bir cinayet değil aslında, sadece müdahele edip kocasını ölümden kurtarabilecekken, kurtarmıyor. Seyrediyor. 

Çocukken taze fasulye yemeğindeki kılçık yüzünden dağılan bir aileye tanık olmuştum. Vitamini kabuğunda elbet ama soyulmamış bir domates kabuğu öldürmese de büyük bir aile kavgasına sebep olabiliyor. Sizin geçmişte böyle bir tanıklığınız oldu mu? Tane tane olmayan pilav yüzünden dağılan sofralar gördünüz mü?

Teyzem'i görenler hatırlayabilir, taze fasulye yüzünden çıkan bir kavga da, oradaki bir sahnede vardır. Üftade'nin kocasından ayrılması o kavga sonrasında olur. Sofra Sırları benim için Teyzem'deki konuların devamı bir anlamda. Belki de Üftade'nin intikamını almışımdır. (Gülüyor.) Domates kabuğu yüzünden çıkan kavgaya yıllar önce misafir olduğum bir yemekte şahit olmuştum ve dehşete kapılmıştım. Neslihan'ın kocasının ettiği "Tiksinti verdin bana," lafını da aynen o kavgadan, gerçek hayattaki o münasebetsiz kocadan çaldım. O "yuva" da dağıldı evet; ama domates kabuğu kavgasından çok sonra, bambaşka sebeplerle. Ülkemizde kadınlar bütün bu berbat tacizi içselleştiriyorlar, yıllarca "yuvam dağılmasın" kaygısıyla katlanıyorlar. Bir erkeğin "Bu pilav lapa olmuş", "Bu et çok sert" vb azarlarını suçlu gibi sessizce içine atan kadınları görünce öfkeye kapılıyorum. Bu zaten sofrayla sınırlı kalmıyor, o çiftin hayatınının her alanına yayılan bir gizli şiddetin yansıması oluyor. Sofra Sırları'ndaki koca, nefret etiğim birkaç erkeğin karışımı, hepsinden daha kötü ve zavallı bir adam. Onu traji-komik bir şekilde öldürerek bir manada hepsinden intikam aldım sanırım. 

Bu filmdeki gibi sizce de yemek ya da mantı, dolma bir cinayet aracı olarak kullanılabilir mi? Soyutlaştırırsak estetik cinayet 

Elbette. (Gülüyor.) Her şey cinayet için kullanılabilir. Aşk ve merhamet bile... Sofra Sırları ile hemen hemen aynı zamanlarda çekilen ve büyük şans eseri daha sonra gösterime çıkan P. T. Anderson'un harika Phantom Thread filminde benim zehirli mantar sahnesinin çok benzeri bir sahne var. Kadın zehirli mantar yedirdiği kocasına, onu şefkatle okşarken, ne yaptığını üstü kapalı bir şekilde söylüyor. Biraz Sofra Sırları'nda Neslihan'ın Meral'e gayet sakin bir şekilde "Seni de öldürdüm" dediği sahne gibi. Şans eseri diyorum çünkü kazara Sofra Sırları daha sonra gösterime çıksaydı kesin "çalıntı" suçlamasıyla karşılaşırdım. Tabii ki benim Phantom Thread'den haberim yoktu, Anderson bizim senaryonun bahsini bile duymuş olamazdı. Tam bir "duygu kesişmesi". Neyse sanatsal dedikodu kısmını geçersek, Phantom Thread "haute couture" moda dünyası üzerine kurulu bir film, benimki taşra kasabasında kara mizah atmosferi. Ama ikimiz de yemeği ve merhameti cinayet aracı olarak kullanmışız. 

Film için bir aşçı ile anlaştınız mı ya da yemek tarifleri kimden alındı? Bu bağlamda filmin çıkış noktasından bahsedebilir miyiz? 

Senaryodaki yemek tariflerini kendi tecrübelerimle (ve internet yardımıyla) ben yazdım. Ama bunları daha sonra düz tariflerden çıkarıp, reklam jingle mantığında kısa sözlerle değiştirdim. Handan'ın sıkıcı, sıradan hayatının arasına giren hayal dünyasını, kendini ünlü bir TV aşçısı olarak hayal ettiği bölümleri reklam estetiği içinde görmek istedim, pırıltılı, "seksi" yiyecek reklamları gibi hayal ettim. Daha önce reklam yönetmeni olarak çalıştığım dönemlerde bunlara benzer filmler yapmıştım, o görsel dili biliyorum. Bu hayal bölümlerinde yemek danışmanı olarak Şefika Günyel ile çalıştık. Kendisi stüdyo çekimlerinde bulundu, yemeklerin sunumlarını hazırladı. Sonrasında, Handan'ın evde kurduğu sofraları ve yemekleri filmin sanat yönetmeni Atilla Çelik hazırladı. 

Filmin ilk tohumu yukarıda andığım Roald Dahl'ın kısa hikayesidir. Roald Dahl hikayeleriyle beni ilk kez Barış Pirhasan 1990'larda tanıştırmıştı, onun öncesinde sadece çocuk kitapları yazarı olarak biliyordum. Hikayenin "benden bir uzun film yap" diye aklıma düşüşü de İngiltere'de oldu. 11 Eylül sonrası işsiz kalmıştım. Evliydim ve iki küçük çocuğum vardı. Elbette dünyanın hali yüzünden ve bu kadar büyük bir krize yabancı bir ülkede, cebimde ancak bir- iki  ay yetecek parayla yakalandığım için panik ve endişe içindeydim. Bütün gün yemek düşünüp akşamları aileye yemek yapıyordum. Bir öğleden sonra kendimi divanda oturup tereyağında kavrulup karamelize olan soğanları hayal ederken bulunca, "bir dur" dedim. Yemeğin, bir sığınak, mutfağın bir kaçış, bir teselli yeri oluşunu düşünmeye başladım. Sadece hayallerinde ve yaptığı yemeklerde teselli bulan yapayalnız bir karakter hayal ettim. Sofra Sırları böyle başladı. 

Sizce sinema tarihinin en iyi yemek sahnesi? 

Pek çok sahne geliyor gözümün önüne, yukarıda da birkaç filmi andım ama en iyi yemek sahnesi ödülü herhalde Louis Malle'in Andre ile Yemek (My Dinner with Andre) filmine gitmeli. Filmin neredeyse bütünü bir yemek sırasında, sofra başında, tek bir sahnede geçiyor.

İçinde güzel şölen sofraların olduğu en sevdiğiniz yemek temalı filmler ve yönetmenleri kimlerdir? 


Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı )The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover) - Greenaway. 

Büyük Tıkınma (La Grande Bouffe) - Ferreri. 

Ye, İç, Erkek, Kadın (Eat, Drink, Man, Woman) - Ang Lee. 


Bu arada film değil bir roman ama bu konuda ilham verici bir kitap anmam şart: "Debt to Pleasure" (Türkçe'ye çevrilmemiş, Zevke Borçlu gibi mi çevirmek lazım, emin olamadım.) - John Lanchester. Burada da gurme yemek tarifleri ve menüler vererek, bu yemeklere bağlı seri cinayetler işleyen son derece seçkin, entelektüel bir karakter var. 



 Aşçı olsaydınız bize nasıl bir menü hazırlardınız? 


Profesyonel aşçı değilim elbette ama arkadaşlarım, ailem iyi yemek yaptığımı söylerler. Biraz maceracıyım yemek konusunda. Tarif, ölçü, formül falan takmadan "hisssettiğim gibi" yemek yapıyorum. Filmlerim de biraz öyle. Çok büyük hayal kırıklıkları da yaşatmadım kimseye sanırım, yemeklerimi de filmlerimi de hala sevenler var. (Gülüyor). Hazırlamayı en sevdiğim sofra, meze gibi her şeyden biraz yiyebileceğiniz bir sofra. Bol sebze, peynir ve yoğurt içeren, meyve katkılarıyla tatlı-ekşi bolca karışan, bol baharat ve otlu, belki bir iki deniz ürünü ve mutlaka vegan seçenekleri de olan bir menü. Kırmızı etle başım pek hoş olmadı hayat boyu. İçki olarak da rakı ve beyaz şarap var. 


Tuesday 3 October 2023







Eski Sokak

Behçet Necatigil


Küçük ahşap bir dizi evlerdi
On yıl önce o sokak.
Sonra geniş caddelere çıktık
Apartman - - sizden uzak.

Çocuklar orda büyüdü
Orda okula gitti,
Komşunuzduk ama görüşemedik
Hiç vakit yoktu.

Sizdendik, yalnız biraz okumuş,
İki kadın, bir erkek, iki çocuk
Uykulu, acele bir karıkoca
Bizdik geçen önünüzden başları eğik.

Akşamları çanta, file - - yorgun, ağır
Dönerdik eve.
Bir hamal bile tutmaz, cimriler!
Diye düşünürdünüz her halde.

Bilmezdik, siz
(Hiçbir şey paylaşılamazdı)
Çarşılardan neler getirirdiniz
(Herkese kendi telaşı) .

Girer miydi evinize, yer miydi
Turfanda bir meyva, iyi bir besin
Kalın kağıtlarda çöplerimiz - -
Çocuklar görüp imrenmesin!

Açılan kapıyı hemen kapatmak
Karşılıklı gizlemekti bir şeyleri.
Gelip gidenimiz olurdu ya
Gülüşmeler bizden değildi.

Kimi günler evdeydim
Masada kağıtlara kapanarak.
Ne de çok çocuk
Sesleriyle dolardı sokak.

Bir cami avlusunda kuşlarca
Bunun sekiz, onun on - - duyardım.
Ürküp kaçmasınlar, pencereden
Yavaşça bakardım.

Hadi ben çok sigara - - öksürükler
Hele çalışırken.
Ya gece yarısı, göğsü parçalanırdı
O kadın, iki ev öteden.

Bilmezdik kaç nüfus her hane
Duyulurdu sertçe sesi bir kapının:
Bağıran bir erkek boşluğa karşı
Ağlayan bir genç kadın.

Kimdin sen, karşımızdaki ev,
Sarı ampul söner onbire doğru.
Eğilirdim, havasız sokak - -
Camlar kararırdı.

Bitmezdi makinede dikişin,
Kimdin sen, bitişik komşu?
Üç yavrunla kalmışsın
Bir tanıdık söylemişti.

Kimsin sen - - sorsaydım hepinize,
Gelirdi aynı yankı hepinizden:
Sana mı kaldı, işine bak,
Kimsin sen?

Bilinmedi, ne çare, sizdendik,
Yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli.
Şimdi aynı uzaklık, aynı utanç,
Düşündükçe o sokağı, o evleri.

Saturday 30 September 2023

Bir + Bir dergisinden Yücel Göktürk ile bir söyleşi. "Nar" ve bir sürü şey üzerine.

 Yücel Göktürk tarafından yapılan bu söyleşi Bir + Bir dergisinin Aralık 2011 sayısında çıktı. Nar üzerine konuşma niyetiyle başladık ama neredeyse bir terapi seansına dönüşen bu uzun konuşma, yaptığım ropörtajlar içinde en sevdiklerimden biri oldu. Burada paylaşmak istedim:


“Aşkın Alfabesi”nden başlayalım. 

Ümit Ünal: O roman çok şanssız oldu.  1996’da İyi Şeyler Yayıncılık’tan çıktı, fakat çıkar çıkmaz yayınevi kapandı. Kitap bir sürü yerde dağıtılmadı. 


Ama şimdi blogunda(asyadada.blogspot.com) okunabiliyor, değil mi?

Tamamı var, A’dan Z’ye kadar. “Aşkın Alfabesi” bir grup arkadaş arasındaki aşk ilişkilerini anlatıyor. Bir yandan da hafif sosyal bir arka plan var. 1990-‘92 arasında Hisar ve Bebek çevresinde takılan beş-altı kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. O zamanlar bar, kafe hayatı yoktu. Deniz kıyısında bira içerdik. 


Hisar’ın güzel zamanlarının son demleri... 

Tam dağılmadan öncesi. Beyoğlu hayatı başlayınca, Hisar da bitti. Herkes Beyoğlu’na geldi. Bir dönem senaryolarımı Hisar’da yazdım. “Hayallerim, Aşkım ve Sen”i orada yazdığımı hatırlıyorum. 


“Aşkın Alfabesi”ndeki karakterler içinde Asaf öne çıkıyor...

O arkadaş grubunda en ilgi çekici adamlardan biri oydu, bizden yaşça daha büyüktü. 


Gerçek bir kişiden mi bahsediyoruz?

Gerçeğe yakın diyelim. Aslında birkaç kişinin birleşimi, oradaki her karakter için geçerli bu. “Teyzem”de de teyzemden çok esinlendim, ama oradaki karakterlerin hepsi başka birçok insanın birleşimi. “Aşkın Alfabesi”nin de otobiyografik bir tarafı var, ama gerçek olayların hiçbiri o şekilde olmadı, hepsini hayal ederek kurdum. 


Asaf senin gözünde nasıl bir karakter? 

Öyle insanlar var, ilk karşılaştığınızda insanı çarpan ve etkileyen insanlar... Bir de hayatını bunun üzerine kurmuş insanlar var. Daha ilk tanışmada insanı ele geçirmek üzerine hayatını kurmuş insanlar! Bu insanlar arkadaşlık ilişkisini de bunun üzerine kuruyor. Asaf öyle bir adam, çok karizmatik, kadınlarla ilişkisi yoğun, “götürücü” denen türden. Bir yandan da çok derin; çok okuyan, yazan – yazdıkları da güzel. Asaf, anlatıcının –20’li yaşlarında ve erkek olma, aşık olma halini bir ergen gibi yaşayan senaryo yazarı karakterin– rol modeli. Aynı zamanda yıkmak istediği biri. Hepsi bir arada; onunla ilişkisini bir tür baba figürü gibi yaşıyor. 


1990’lardayız, değil mi?  

Evet, tam o eski fabrikaların yenilenmeye başlamasından önce, oralarda büyük partiler yapılırdı. “Ara”daki dünyaya çok yakın bir durum var orada. “Aşkın Alfabesi”nin ikinci yarısı öyle bir partide geçiyor. 


“Aşkın Alfabesi”nde bir de Sümerce bahsi var. 

Evet, aynısı “Nar”da da var. (gülüyor) 


“Nar”daki Deniz (İrem Altuğ) Sümerce okumuş... 

Bir kız arkadaşım Sümerce okumaya başladı, sonra yarıda bıraktı. Sümerce okumak bana ilginç geliyor.  Deniz karakterinin ölü bir dili okumuş olması öyküle tuhaf bir hal katıyor. “Aşkın Alfabesi”ndeki Emel, Deniz’e çok benziyor. Emel’in annesi öğretmendi galiba. Deniz’in de anne babası öğretmen, cumhuriyet çocuğu, laik, bilime inanıyor. Emel de öyleydi. 


Biz de laiklik yanlısıyız, ayrıca bilime de inanırız. 

Ben de öyleyim! Bilime inanmayan biri uçağa bindiğinde inanmak zorunda kalıyor. (gülüyor) Dünyayı anlamak için bu var elimizde, başka da yok. Deniz pozitivizmi hafif aşağılayarak kullanıyor. Bir ezberle... O, Deniz karakterinin bir parçası. Sonra nasıl gecekondudan gelen kadını aşağılayan birine dönüşüyor!


“Aşkın Alfabesi”nde “B–Burçlar” bölümünde anlatıcının bütün sevgilileri yengeç. 

O otobiyografik işte, bir dönem beş-altı yengeç sevgilim olmuştu. 


Senin burcun ne?

Koç. Herhalde bir dönemde doğan yengeçlerin yıldızları üst üste gelmiş beni buluyordu.  


Yengeç nasıl bir burç? 

Hastalık hastası oluyorlar. 


Pasif agresif oldukları da söylenir.   

Biraz öyle. Bir de, çok kolay hayran olup çok kolay nefret ediyorlar. En azından benim başıma gelenler öyleydi. (gülüyor) 


Koç nasıl bir burç? 

Çok burnunun dikine gider. Bizi en iyi bu açıklar sanırım. Beceriklidirler. Sanatçılar da çıkar. Ama kitapta da dediğim gibi burçlara inanmıyorum. 


Biz de inanmıyoruz, ama mavrası  güzel. 

Mavrası çok güzel. “Nar”da da var, “Teyzem”den itibaren bütün filmlerimde metafizik şeyler oluyor. İşin içine rüyalar giriyor, birisinin rüyasına diğeri karışıyor, birinin gördüğü halüsinasyonu öbürü de görüyor. “9”da da, “Teyzem”de de vardı, “Nar”da da var. Metafizik inancım yok, ama metafizik şeyler edebiyatta ya da sinemada çok kullanışlı, çok da hoşuma gidiyor. “Anlat İstanbul”da da vardır. “Aşkın Alfabesi”nde, romanı yazdıran çocuk zamanında kürtajla alınmış bir çocuk. O fikri daha sonra kendimden çalarak “Anlat İstanbul”da kullandım. Annesi çocuğu kafasında hayal ederek büyütmüş, ama sonra anne ölünce çocuk hayalet gibi havada kalmış. Gelip bizim yazarı buluyor, romanı yazmasını sağlıyor. Gerçekte böyle bir şeyin olmasına imkan yok, ama edebiyatta böyle bir fikrin olması hoşuma gidiyor. Kaderi edebiyatta kullandığınız zaman ne kadar büyük anlamları oluyor, ama kadere de inanmam. 


Burç mevzusunun bir de “yükselen burç” boyutu var. 30 yaşından sonra “yükselen”in tarafına geçiliyormuş. 

Benim yükselenim balık. Zaten beni balığa çok benzetirler. Bu anlattıklarımı tanıdığım insanları karşılaştırarak çıkarıyorum. Mesela tanıdığım bütün yaylar gerçekten çok komik. Bütün boğalarda ise mizah duygusu sıfır. (gülüyor) Tanıdığım tüm balıkların bakışları inanılmaz oluyor. Bunu zamanında Fatih (Özgüven) söylemişti. Kızlarımdan birisi balık. İnanılmaz bakışlar. Tomris Uyar da balıkmış. Balıkların büyük gözleri oluyor ve çok güzel bakıyorlar. 


Burçlardan konuşup Susan Miller’dan bahsetmemek olmaz.

Susan Miller beni bilemedi. Antalya sırasında “Bu ay büyük bir ödül kazanacaksınız ya da büyük bir ikramiye, piyango… Büyük bir yarışma olacak” diyordu. Biz de “tamam, ödülü aldık” dedik. (gülüyor)  


“Aşkın Alfabesi”ndeki “İ–İsim”i okurken “Nar”da kapıcıyı oynayan Erdem Akakçe geldi aklımıza İnsan dürüstlük timsali bir karaktere isim bulmaya kalksa Erdem Akakçe’yi zor bulur.  

Erdem’le, 2002’de yedi bölüm çektiğim “Biz Size Aşık Olduk”da tanıştık. Oyunculuğunu orada çok beğenmiştim. “Ara”ya kadar hiç beraber çalışmadık. Sonra “Gölgesizler”de küçük bir rolü oldu. Bu da dördüncü çalışmamız. Erdem gizli yetenek. Oyuncuların patlamak için bir menajere ihtiyacı var. Sanırım Erdem’in de ihtiyacı bu. Pek çok ünlü oyuncudan daha yetenekli, ama tam patlayamadı henüz. 


Filmdeki ismi Mustafa. Rolü itibarıyla dengeli bir isim olmuş. 

Eskiden isimleri dikkat ederek koyardım. Mesela “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de Yeşilçam yıldızı kadın var, adı Derya. Başka bir karakterin adı Coşkun. Sanki bir ırmak var, akıyor gibi. İsimler konusunda düşünürdüm. Şimdi nasıl koyuyorum bilmiyorum, bir şekilde geliyor. 


“Nar”da Sema (İdil Fırat) var, “Deniz’in kalbini elinde tutan kadın”. Otoriter mizaçlı. Deniz ise gelgitli. Diğer kadın kahraman, Serra Yılmaz’ın oynadığı Asuman. Temsil ettiği sınıfla, sosyal durumla çok da örtüşür bir isim değil gibi Asuman. Galiba Sema’yla eş anlamlı bir isim diye seçilmiş. 

Var öyle bir şey. Serra’yla (Yılmaz) Asuman karakterini konuşurken bir aksanı olmasın dedik. O yaştaki kadınlara illâ kalın bir çorap giydiriyorlar, sonra üstüne bir çorap daha. Elbisesi de ona göre oluyor. İlk başta öyle düşünmüştüm, sonra Serra’yla konuştukça filmdeki Asuman doğdu. Kapıcı ona “Bizim köyden misin” deyince, “İstanbulluyuz biz” diyor. Alibeyköy’de bir gecekonduda oturuyor, ama kendini İstanbullu hissediyor. Serra’nın yanında çalışan bir kadın var, fal bakması da, konuşması da aynen  öyle, yavaş yavaş. Giyimi de şık. Gültepe’de oturuyor. Biraz onu model aldık. Onun da hiç aksanı yok. “Yoksul, gecekondulu” görüntüsündeki o klişeden çıkmak istedim. 


Walt Whitman’ın “Song of Myself” şiirinin bir bölümünü çevirip bloguna koymuşsun. “Sekste her şey vardır / Bedenler, ruhlar, anlamlar, kanıtlar, safiyet, zerafet, ilanlar…”  Niye o şiir, niye o bölüm? 

Walt Whitman’ı üniversitede birazcık keşfetmiştim, uzun zaman detaylı okumadım. Amerika’ya İlk gittiğimde “Song of Myself” i bir dolara aldım. İncecik bir kitap. Çok detaylı okudum. Sonra paylaşma ihtiyacıyla oturdum çevirdim. Çevirdiğim bir sürü şiir var blogda. Bir şey okuyorsun; “bunu Türkçede nasıl söylerim?” Hem biraz kendini sınamak gibi oluyor. Çevirmek bana bu anlamda heyecan veriyor. O parçada  “Sex contains all” diyor. Saydığı şeylerin seksle ilgisi yok gibi, ama bir yandan da seks hepsini de kapsıyor. Bu çok hoşuma gitti. Tam da inandığım şey. 


“Song of Myself”ten söz açılmışken şarkılardan konuşalım biraz. Neler dinliyorsun?

Birkaç sene önce Yunanistan’da bir senaryo seminerine gitmiştik, herkes senaryosunu getiriyor, tartışıyoruz. Bir Alman kız vardı, bir Türk kadın hakkında senaryo yazmış, Emine adında temizlikçi bir kadın. “Türkçe bir şarkı arıyorum, çalışırken söyleyeceği bir şey olsun” dedi. Ben de dersin ortasında, “Sabahtan gördüm seni çoktan beyaz geldin bana / Oy oy Emine…” diye söylemeye başladım. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra, dersin hocasına bir yılbaşı kartı atmıştım.  Hemen cevap yazdı. “Dersin ortasında türkü söylemen öğretmenlik hayatımın en parlak noktalarından biriydi”. Türkülerden rock’a sevdiğim çok şarkı var. Hangi birini ansam, öbürünün adı kalır. Şarkı tiryakisiyim. Bir şarkıya kafayı takıyorum, defalarca dinliyorum. Yıllardır böyle. “Amerikan Güzeli” diye bir hikâyem var. Kahramanı “Summertime”a kafayı takmış, bütün gün onu dinliyor, özellikle çalışırken. Senaryo yazarken aynı parçayı üç-dört saat dinlerim. 


“Nar”ı yazarken ne dinliyordun? 

Bartok’un Romen Halk Dansları için yaptığı beş parçalık bir çalışması var, onun dördüncüsü olağanüstü. İlk dinlediğimden beri aşığım. Filmde de kullanmayı çok istiyordum, fakat Bartok’un vakfı izin vermedi. Piyanoyla çalınan, çok içli bir parça. Onu çok dinliyordum. 


Bartok’a takılman nasıl oldu? 

Bu parçayı Bartok’tan keşfetmedim. Akira Rabelais diye bir adam var, o parçanın düzenlemesini yapmış, ona hasta oldum. Sonra nedir bu diye araştırırken, Bartok ve Romen Halk Dansları olarak karşıma çıktı. Çok acayip hüzünlü. Alaturka formatı da var. 


Bugünlerde ne dinliyorsun? 

The Gossip’in Beth Ditto’sunu dinliyorum. (gülüyor) Hayat boyu taktığım şarkıların kitabını yapacaktım. O şarkıların listesini yaptım, çocukluktan itibaren… Müzikle ilgimi anlatan bir kitap olacaktı, yazmaya da başladım, 70 sayfa falan oldu, fakat otobiyografiye döndü, erken olduğuna karar verdim. Bu dediğim, 10 sene önce. O liste duruyor. “Kuyruk” romanının bir bölümü o kitaptan. Bir şarkıyı sürekli dinlememin kaliteyle alakası yok. İçindeki küçük bir ses beni acayip bir yere götürebiliyor... Mesela, listede Cansever vardı, “Yeni Aşk” diye bir şarkısı. Bir ara sürekli onu dinliyordum. 


Tom Waits’in “Emotional Weather Report”unu sevdiğini öğrendik blogunu okurken. Yeni albümünü, “Bad As Me”yi dinledin mi?  

Tamamını değil, birkaç parçayı sadece. Tom Waits’i keşfettiğimde üniversitedeydim, bir Alman yönetmen gelmişti. Tom Waits’i ilk o dinletti. ‘83 ya da ‘84, ondan önce hiç bilmiyorduk. İlk dinlediğim parçası “The Piano Has Been Drinking”. Bayılmıştım. Sonra da bayağı Tom Waits hastası oldum. Tabii o zaman bulabildiğimiz kadarıyla... Çevirme merakım o zaman da vardı. “Frank’s Wild Years” albümünün üstünde açıklama yazısı gibi bir şey vardır. Frank’in yaşadığı kasabayı tarif ediyor, “Yağmur aslında çok az yağardı”, ama köyün adı Rainville –Yağmurköy. Çekip gitmek isteyen Frank’in hikâyesi... Onu çevirmiştim. İngilizceyi şarkılardan öğrendim. Çeviri illeti de oradan geldi. (gülüyor) 


Sümerceyle ilişkin oldu mu hiç? 

Olmadı. 


Sümerlerle?

Biraz okudum. Sayı sistemimiz ve burçlar Sümerlere dayanıyor. Ayları, 12 ayı, 7 günü kuran Sümerler. Sümerce okumak, bir karakterin özelliği olarak bana ilginç geliyor, Türkiye’de Sümer dili okumuş biri! Öğrenmeyi çok isterdim. (gülüyor) 


David Mamet’le ilgili yazında – “hayalî söyleşi”de– “Oyunlar Evi”ni defalarca izlediğini söylüyorsun. Demek aynı burçtanız. O filmi o kadar cazip kılan ne sence? 

David Mamet özellikle diyalog yazma tarzımı etkilemiş bir yazar. Diyalog aslında müzik kulağı gibi bir şey. Bazı insanlarda var, bazılarında yok. Mamet da “diyalog bir yetenek” diyor. Ama bir şekilde öğreniliyor da. İnsanlar hiçbir zaman tam söylemek istediklerini söylemiyor, sürekli kafalarında bir lafı döndürürken, başka bir şey söylüyorlar. Kötü diyalog yazarları, kahramana söyletmek istedikleri şeyi tam tamına söyletirler. Hâlbuki gündelik hayatta diyalog öyle gelişmiyor. Tam tersi, asıl söylemek istediklerimizi hiçbir zaman söyleyemiyoruz. Mamet’i izlerken en çok etkileyen şeylerden biri diyalogların inanılmaz doğallığı. İnsanları çok dikkatle dinlemiş; ona göre kuruyor. “Oyunlar Evi”inde adamın (Joe Mantegna) tuhaflığı, o kadını (Lindsay Crouse) kendine aşık etmesi, sonra bambaşka biri çıkması... 


Adam kumarbaz... 

Sadece kumarbaz da değil, üçkâğıtçı, dolandırıcı. Ve çok yakışıklı. 


Kadın da itibarlı bir psikanalist, “Gündelik Hayatta Obsesyonlar” adlı bir kitabı var... 

Akılcı bir insan, o da bilime inanıyor. (gülüyor) Bazı insanlarda inanılmaz bir ikna kabiliyeti var. “Aşkın Alfabesi”ndeki Asaf da öyle biri. O tür insanlara karşı bir alerjim var.  Hem özendiğim, hem de bende olmadığına inandığım bir şeydir. Halbuki yönetmenlerin ikna kabiliyetlerinin yüksek olması lâzım –bende o biraz eksiktir. 


“Oyunlar Evi”nin dinamiğini konuşalım biraz. Bir kumarbazla bir psikanalist... 

Psikanalist insanları çok iyi tanıdığını, bildiğini, bütün zaaflarını anlayabildiğini düşünüyor, ama bildiği her şeyin yerle bir olduğunu görüyor. Adamı öldürmesinin sebebi de bu. Sadece dolandırılmış olması, aşkta ve parada kaybetmiş olması değil. Kadının varlık sebebi ortadan kalkıyor. Bildiği her şeyin boş olduğunu öğreniyor. Bir de finalini hatırlarsanız, adamın çakmağı çalar. Başka birine dönüşür. 


O yazından anladığımıza göre, en çok sevdiğin David Mamet filmi “Glengarry Glen Ross”. 

Aslında bir tiyatro oyunu, filme uyarlanmış. Yönetmeni David Mamet değil, ama sette işin başında duruyormuş ve oyunculara “öyle demeyeceksiniz, böyle diyeceksiniz” diyerek kelime kelime diyalogları oynatıyormuş. Yönetmeni (James Foley) de başarılı. İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı için bir kitap çıkarıldı, benden bir yazı istediler: “Festivalde sizi en çok çarpan film”. Bu fikirden yola çıkan bir yazı olacaktı bu. “Glengarry Glen Ross” festivale gelmemişti, o yüzden yazı onun hakkında olamadı, David Mamet hakkında yazdım. Fakat, “Glengarry Glen Ross”u tam da festival öncesinde izlemiştim. Nedense Türkçesi “Amerikalılar”dı! Film, kapalı bir mekânda geçiyor. Adamların hepsi Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü”ndeki adamlar gibi. Bir emlak ofisi, dağın başında arsalar, Güney Amerika’da bilmem ne plajındaki vilları satmaya çalışan dolandırıcı emlakçılar. Jack Lemmon, Al Pacino, Ed Harris, Alan Arkin var. “9”'u da etkilemiş bir filmdir. Onların arasındaki erkeklik mücadelesi... Birbirlerini satıyorlar, hayır, satmıyorlar, işbirliği yapıyorlar. Kevin Spacey filmin kötü adamı. Alec Baldwin var, hepsinden büyük bir dolandırıcı. Gelip bunlara “Siz adam mısınız” diye başlayan bir konuşması var: “Geçen sene 150 bin dolar kazandım, sen kaç kazandın, sen, sen, sen kaç kazandın...” Kolunda Rolex saat...  Minicik bir rol, ama Alec Baldwin, çok güzel oynuyor! Jack Lemmon başrolde, eskiden süper bir satıcıymış, zamanında Al Pacino’nun ilahıymış, ama  gözden düşmüş. İkisinin bir diyaloğu var, aman yarabbim, ölürsün! 


O hayalî söyleşide şöyle bir cümle var: “Behind every fear there’s a wish.” 

O “Edmond” filminden bir cümle. 


Türkçeleştirirken “Her korkunun arkasında bir dilek vardır” demişsin. 

Arzu mu demişim, dilek mi? 


Dilek. Literatürde “wish”in karşılığı “arzu” olarak geçiyor genellikle.

Filmdeki, biraz daha dilek gibi. “Glengarry Glen Ross” kadar tapmıyorum, ama “Edmond” da çok güzel bir metin ve film. O da bir tiyatro oyunu. William H. Macy oynuyor. “Fargo”daki gibi tam beyaz Amerikan iş adamı, güzel bir karısı var. Bir akşam birden bire karar veriyor, “gideceğim” diyor. “Çok sıkıldım, bu hayat benim için bitti.” Karısı inanmıyor, ama bir yandan da umursamıyor. Adam gece çıkıyor, sabaha kadar New York sokaklarında dolaşıyor. Sonunda hayatta en çok korktuğu şey başına geliyor ve film bitiyor. Ama şu var, hayatta başına gelebilecek en büyük felaketi kabulleniyor. Bir hapishanede iri yarı bir zencinin metresi... Kafasını kazıtmış, bıyık bırakmış ve adamın metresi olmuş! 


O cümle Freud alıntısı gibi duruyor.  

David Mamet bu cümleye ne kadar inanıyor bilmiyorum. Ama filmden en çok akılda kalan cümleydi. 


O cümle, ister istemez fobi ve tabii homofobi üzerine düşündürüyor...  

Tabii! Tam da öyle, en homofobik insanlar, aslında en çok denemek, olmak isteyenler. O kesin bir bilgi. 


Bu “kesin”lik, homofobinin kültürel ve politik boyutunu –bastırılmış arzu kökenli olmayan aşağılamayı, karalamayı– görmezden gelen bir indirgeme olmuyor mu?

Evet, eşcinseller içinde de çok homofobik var. Homofobi heteroseksüellere özgü değil. Eşcinselliğini kabul etmeyen o kadar çok insan var ki. Birçok eşcinsel ilişki yaşadıktan sonra, “artık evleneceğim, başka bir insan olacağım” diyen genç erkek çok. Hakim fikir bu, hele de bizimki gibi bir ülkede başetmesi çok zor bir şey homofobi. O yüzden de eşcinsellerin filmlerde daha görünür olmasına çok inanıyorum. “9”da temalardan biri iki erkeğin aşkıydı. “Ara”da da karakterlerden biri gizli gey. Hayatı geyliğiyle mücadele etmekle geçmiş... Yerli filmlerde gey karakterler komik ya da dışarıdan bir bakışla ele alınır. “9”da ilk defa gerçek bir ilan-ı aşk var. Ali Poyrazoğlu bir sahnede beş dakika boyunca ilan-ı aşk ediyor. “Ara”daki karakter gizli yaşamayı tercih etmiş biri, ama bunu anlatırken kendisini anladığını fark ediyoruz. “İbneyim” diyor. Yerli sinemada böyle bir şeyi ilk defa duyuyoruz. “Nar”da ise lezbiyen bir çift var. Ama filmin hikâyesinin çıkmasına yol açan ve finale bağlayan sorun çiftin lezbiyen olması değil. Aslında, son derece normal, beş senedir birlikte yaşayan mutlu bir çift; asıl sorun aralarındaki iktidar ilişkisinden çıkıyor. 


Neredeyse konvansiyonel, çekirdek bir aileyle karşı karşıyayız... 

Neredeyse! Asuman hayatlarına girmeseydi, hayatlarındaki büyük sır ortaya çıkmasaydı, doktor Sema’nın bir suç işlediği ortaya çıkmasaydı, kim bilir daha ne kadar öyle mutlu yaşayacaklardı. 


O “suç”u biraz açalım. Kurulu düzenle, Sema’nın “kariyer”iyle ilişkili, o kariyere neredeyse içkin...  

Filmde söylemek istediğim o: Hepimiz suç ortağıyız. Göz yumduğun, sesini çıkarmadığın zaman, ister istemez o suça ortak oluyorsun. Doktor Sema’nın bir tiradı var, Deniz’e uzun uzun anlatıyor, onu “gerçekçi” olmaya davet ediyor. Orada söyledikleri hepimizi bağlıyor. 


“Dünyanın düzeni, işleyişi bu” diyor...

Dünyanın düzeninde böyle bir şey var. Deprem oluyor, orada olanlara göz yumuyorsun. Yan apartmanda adam karısını dövüyor, göz yumuyorsun. Belli bir standardın üstünde yaşadığın zaman bir sürü insanın omuzlarına basıyorsun. Sen hayatında hiçbir haksızlık yapmamış olabilirsin, ama bir haksızlığı paylaşarak birçok insanın hakkını yemiş oluyorsun. Aslında, Deniz de suçsuz değil. Fakat, sonuçta asıl suçlu doktor, Sema. Çünkü sadece göz yummamış, üstünün örtülmesi için de her şeyi yapmış. Resmen bir cinayet işlenmiş. Geçen gün röportaja gelen bir arkadaş şöyle dedi: “En sert davrandığın karakter Deniz”. Evet, bir yandan öyle. Deniz karakterinin Asuman’a söylediklerini hatırlayalım: “Sen ne anlayacaksın, cahil bir kadınsın, senin hayattan anladığın ‘imamın karısı ne dedi’, ‘pilavın altı yandı mı’, bundan başka bir şey bilmiyorsun ki, senin dünyan şu kadarcık.” Sonra aynı şeyi sevgilisi Sema ona söylüyor: “Senin dünyan şu kadarcık”. Aslında, hepimizin hayatı böyle, bir basamak üstümüzde duran için bizim hayatımız “şu kadarcık”. 


Kahramanlar lezbiyen olduğu için filmde kadınlar arası bir gerilim var. Aslında, erkekler dünyasındayız, değil mi? 


O çift heteroseksüel de olabilirdi. Bu kadar “gerçekçi” konuşan bir kadın aslında iktidarı temsil ediyor. Sema bir seçim yapmış, tüm hayatını ona göre düzenlemiş, ona göre de kafasında rasyonalize etmiş seçimlerini. “Büyük kötülük olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir” diyor. Bir bebeğin ölmesi onun için küçük bir kötülük. Böyle bir şey yapan, böyle konuşan bir kadın erkek dünyasını, iktidar dünyasını tercih etmiştir. Böyle çok insan var. Tansu Çiller de öyleydi. Seda Sayan da öyle. Bir kızın “karı gibi gülme lan” dediğini kulaklarımla duydum. O da iktidarın diline direkt talip olmuş. 


Sema’nın tiradı referandum sürecindeki tartışmaları hatırlattı. Kimi liberal, liberal-sol yazarlar, “Yetmez, ama Evet”e itiraz edenleri “faydasız doğrular”ı savunmakla eleştirmişlerdi. 

Benim karakterler de “bazen doğru olan yanlıştır” diyor. (gülüyor) 12 Eylül ben 15 yaşındayken oldu. Sonra da çok depolitize bir dönem geçirdik. O yüzden hiçbir zaman gerçekten politik olmadım. Annem-babam solcu öğretmenlerdi. Çevremizdeki bir sürü insan öyleydi; bir tür hak fikri, hak bilmek kültürüyle yetiştik. Şimdi o dünya bitmiş gibi geliyor. Türkiye son 20 senede, özellikle de son 10 senede her şeyin satılığa çıktığı bir yer oldu. Fikirler çıkar dünyasına göre oluşturuluyor. Çok sevdiğimiz, taparak okuduğumuz insanların da o kervanda, güce doğru meyledip bambaşka şeyler söylediklerini görüyoruz. Şu anki iktidarın en büyük başarısı bu oldu, yıllardır sağın yapmayı beceremediği şeyi bunlar başardı, entelektüellerin gerçekten sonunu getirdiler. Aydın, entelektüel duruşu kalmadı. Kimsenin söylediğine güvenilemiyor. Eskiden sözüne güvendiğimiz insanlar vardı. Şimdi bu ortadan kalktı, bu korkunç geliyor bana. Sözüne güvenerek hâlâ okuduğumuz çok az insan var. Genel açıdan güvenilirlik yerlere düştü. Buraya nereden geldim!


“Yetmez, ama evet”ten.  

Eskiden daha mütevazı bir hayat vardı. İnsanlar daha küçük şeylerle yetinebiliyordu, şimdi inanılmaz bir hırs var, daha zengin olmak… İnsanlar bunu rasyonalize ediyor. Aynen “Nar”daki doktor Sema karakteri gibi. O karakteri ilk yazdığımda, yüzme havuzu olan bir sitede, bir villada yaşayan biriydi. Sonra prodüksiyon sebeplerinden öyle bir ev bulamadık. Arnavutköy’de bir apartmanda –deniz manzaralı falan, ama bir apartman–  oturan, daha orta halli bir doktora dönüştü. “İyi ki böyle olmuş” diyorum, çünkü yeni sınıf atlamış bir kadını anlatıyoruz. Yeni konumunu kaybetmekten ölesiye korkuyor. Bundan sonraki kırk yılını garantiye almış kadar zengin değil. Daha da fazlasını istiyor, o yüzden de her şeyi rasyonalize etmeye hazır. Bu hikâye son yılların ikliminden çıktı.  


Kahramanlar anne-kız olsaydı çelişki derinleşir miydi? 

Kız bu kadar yıkılır mıydı bilmiyorum. Çocuklar zaten anne babalarının böyle bir şeyi rasyonalize ettiğini düşünebilir, ama idealize ettiği, taptığı, aşık olduğu birisi için öyle düşünmez. Deniz, sevgilisini “o senin bildiğin gibi biri değil, doğuya yardıma gider, bedava insan bakar” diye savunuyor. Sevgilisinin böyle çıkması daha yıkıcı. 


“Teyzem”den “Nar”a, aradan geçen 25 yıla, “Nar”da geldiğin noktadan önceki işlerine bakınca, nasıl bir yerde olduğunu düşünüyorsun? 

“Teyzem” afişinin üstünde yazıyor, “bu yaşanmış bir hikâyedir”. Teyzem aynen filmdeki gibi yaşadı ve öldü. Yazarken çok değiştirdim, ama gerçek bir acıdan yola çıkıyordu. Teyzem öldüğünde 19 yaşındaydım. Çok etkilendim. Filmdeki gibi, evlenip boşanmış, kenarda yaşayan bir kadın. Ölümü de etkileyiciydi, intihar mı, kaza mı? Kamyonun altında kalıp ölmüş. Onun çevresindeki hayatın değişmesini görmüştüm. Akrabalarımız vardı, evlerine giderdik, “Adieu Jolie Candy”yi çalarlardı, orkestraları vardı, uzun saçlı tiplerdi. Onların sonra Bursa Kapalı Çarşı’da dükkân açıp dindar olduklarını gördüm. “Teyzem”deki ezanlı saati satıyordu biri. Evlerine misafirliğe gidiyoruz, teyzemin yeni öldüğü zamanlar. Eskiden saçı uzun, orkestrası olan adam ezanlı saat gösteriyor, kadın nasıl delirmesin! Bütün bunları anlatmaya çalıştım. Birincisi, senaryo yazmayı tam bilmiyordum, ilk senaryom. İkincisi, piyasayı bilmiyordum. Dolayısıyla, oyun, numara yapmaya çalışan bir senaryo değildi. Bir sanatçı refleksiyle, içimdeki o acıyla boğuşmaya çalışıyordum. Onun üzerine, o sırada eli kalem tutan insan az olduğu için, piyasadan çok iş teklifi çıktı. Bir sürü ticarî iş yapmaya çalıştım. Sonra da çok sıkıldım. 1993’te tüm senaryo yazarlığı işlerini durdurdum ve reklamcılığa başladım. “Kendi filmimi çekeceğim” dedim. “9”u 2001’de çektim. Bugün hâlâ “Teyzem” en çok hatırlanan işim. “Teyzem”den sonra yedi senaryo daha yazmışım, ama çoğu hatırlanmıyor. “Teyzem”in bu kadar çok sevilmesinin sebebi, hileye başvurmayan, formüllere bel bağlamayan bir film olması. Tamamen içinden gelen bir şeyi olduğu gibi anlatıyorsun. Bunun çok değerli olduğunu düşündüm. “9”u da bu güdüyle yaptım. Orada da bir hesap yok, anlatmaya çalıştığım bir hikâye var. Biraz da kendimi bıraktığım bir film. Neredeyse seyirciyi bile düşünmeden yaptığım bir film. Çekerken de, film olacak mı, olmayacak mı, tam bilemiyordum. Bir sürü manada deneysel denebilir –o lafı da çok sevmiyorum. “9”dan sonra “Anlat İstanbul”u yaptık, onda da çok hoşuma giden şeyler var, ama kimse onu “9” kadar sevmedi. “Ara”yı yaparken olabildiği kadar kendimi serbest bırakayım ve yine kendime ait bir hikâye anlatayım istedim. Arkasından, “Gölgesizler” ve “Ses” geldi. Üzerinde en uzun çalıştığım işlerimden biri “Gölgesizler”dir. Ama bana ait olmayan bir hikâye ve bir aşamada elimden kaçtı. “Nar” bu bakımdan “Teyzem”, “Ara” ve “9” dünyasına dönüş. Yine beni çok rahatsız eden şeylerden bahsetmeye çalıştım. Belki “9” kadar sert değil, derdini daha ılımlı anlatıyor. “9” yalınkılıç bir film. “Nar” daha ılımlı, sakin, ama çok sert bir şey anlatmaya çalışıyorum. İnsanın kalabalıkta söylemeye cesaret edemeyeceği şeyler. Bence sanat öyle bir işe yarıyor. Bazen, aklına geldiğinde kendine bile söylemeye korktuğun şeyleri söyleyebiliyorsun. Ticarî sinemada öyle şeyler söylemene izin verilmiyor.  “Teyzem” benim filmim değil, ortaya çıkan da “sinemam budur işte” dediğim bir film değil, ama yıllar içinde anlatmak istediklerimin insanlara geçtiğini gördüm. O yüzden  “Nar”, “Ara” ve “9” ona bağlanıyor, birlikte anıyorum. 


Altın Portakal gecesine gelelim, Müjde Ar’ın elinden “jüri özel ödülü”nü aldığın âna. Önce galiba bir netleştirme gerekiyor. O ânı, o anda düşündüklerini medyaya, geniş kamuoyuna hitaben değil, kendi bloğunda eşe dosta, seni izleyen çevreye hitaben söylediğin halde, basın açıklaması yaparak “en iyi film” ya da “en iyi senaryo” ödülü verilmemesine tepki göstermişsin gibi anlaşıldı. 


Bizde her şey, illâ “yönetmen ateş püskürdü” tonunda olmak zorunda ya! Sanki haberin öyle yapılması gerekiyor. Bir de “kodumu oturtan” adam olmak lâzım. “Madem öyle, neden reddetmedin kardeşim!” Bir-iki kişi de böyle yazdı. 


O an neler geçti aklından? Bloğunda şöyle diyorsun: “Kafamın içinde dolanan binlerce tilki birkaç saniye içinde o kadar fevri davranmamam, geceyi berbat etmemem gerektiğini bağırdılar ve lafı zor bela dolandırıp yapımcıma, film ekibine, sevgilime teşekkür ederek bitirdim ve yerime oturdum.”

Gerçekten ödül bekliyorduk. En azından “en iyi senaryo”yu, çünkü seyreden herkes onu söylüyordu. Çok insan “en iyi film sizin”, “en iyi yönetmeni alması lâzım” dedi. “En azından en iyi senaryo!” 


“Altın Portakal Toto”da SİYAD üyeleri en iyi film olarak “Nar”ı seçmişti.  


Evet, yarışma “Zenne” ve “Nar” arasında gibiydi. “Zenne” çok popüler olmuş, ayakta alkışlanmış. Açıkçası, ödül “Zenne”ye gidecek diye düşünüyorduk. Son ana kadar sonucu öğrenemiyorsun. Bilsem, ona göre bir strateji geliştirebilir, güzel bir konuşmayla reddedebilirdim. Sondan ikinci ödülü “en iyi ilk film” olarak “Zenne” alınca, bir sürü insan yapımcımı tebrik etmeye başladı. “Jüri özel ödülü Nar’a” denince anladık ki, “en iyi film” ödülünü bize vermeyecekler. Bunları 30 saniye içinde düşünüyorsun. Ödülü almak için sahneye çıktım, gerçekten aklımda, “beni sinemaya başlatan Müjde, bu ödülü de en çok o hak ediyor” deyip geri vermek vardı. Normalde kalabalıkta çok rahat konuşurum, kekelemem, ama orada kekeliyorum. Konuşamıyorum, çünkü bir yandan da “dur yapma, sakin ol, bir sürü ödül almış yüzlerce insan var” diyorum içimden. Birden bire gecenin skandal çıkaran adamı olacaksın. Sahnede lafı dolandırıp teşekkür ettim. Ama inerken bile aklımdan Müjde’nin boş olan sandalyesine ödülü bırakıp gitmek geçti. Yapımcım sakinleştirdi. Bloğumda böyle bir şey yazmama da arkadaşlarım karşı çıkıyordu, “boş ver, herkes biliyor ne olduğunu” dediler, ama bilinmiyor. Bu daha önce de “Ara”yla başıma geldi. Antalya’da ön jüri “Ara”yı reddetmişti, gerekçe göstermeden. Oylama gizli yapılmış. Ön jüride kimler olduğu bilinmiyor. Ben de “gizli jüri ancak diktatörlükte olabilir” dedim. Sonraki yıllarda ön jüridekileri isim isim açıkladılar. Yaptığım en azından böyle bir işe yaradı. O itirazımdan ötürü bir sürü insan bana tepki duydu, fakat orada yarışan birçok filmi kimse hatırlamıyor, ama “Ara”yı çok seven, beğenen bir sürü insan var. Şimdi de filmler gösterime girdiğinde her şey belli olacak. Cüneyt Özdemir şöyle yazmış: “Siz hiç Zeki Demirkubuz’un veya Nuri Bilge’nin böyle yaptığını gördünüz, duydunuz mu?” Zeki Demirkubuz “C Blok” en iyi film ödülünü alamadığında, uzun bir konuşma yapmış ve kendisine verilen özel ödülü reddetmişti. Nuri Bilge “İklimler”in değil de “Kader”’in en iyi film ödülü aldığı gece bayılmıştı. Bunları da herkes hatırlıyor. Ağlak yapıyormuşum. Bir yıl uğraşıp bir film yapıyorsun ve onun takdir görmesini istiyorsun. Şu da var: Daha önce kaybetmedim mi, çok kaybettim. “Gölgesizler” festivallerden eli boş döndü. “Ses” aynı şekilde. Ama ikisinin de sebeplerini biliyorum. “Ses” ticarî olarak tasarlanmış; bir korku-gerilim filmi olarak pazarlandı, o ticarî kalıp bir festivalde ödül almasını engelliyor. “Ara” da İstanbul Film Festivali’nde jüri özel ödülü almıştı. Kazanan film “Tatil Kitabı”ydı. Orada “jürinin tercihi” diye düşünmüştüm. Ama burada festival boyunca herkesin en beğendiği ve öne çıkardığı film “Nar”dı. Ben de iyi bir film yaptığımı biliyorum. Kötü bir film yaptığımda bunu kabul edebilen biriyim. “Kaptan Feza” diye bir film çektim, niye kötü olduğunu biliyorum. Eleştirmenlerin yılın en kötü filmlerini seçtikleri Altın Kestane ödüllerinde “Kaptan Feza”ya özel ödül verdiler. “Alarm Zili” ödülü, “dikkat et, kötü film yapmaya başladın” manasında. Her filmim süper olacak diye bir şey yok. Neden kötü olduğunu bilirsen, üzülecek bir şey de yok. Kimi yönetmen sürekli kötü film yapıyor, ama neden kötü yaptığını bilmiyor. Ben şu sebepten kötü oldu diyebiliyorum. Veya hemen arkasından çektiğim film iyi oluyor, onu da biliyorum. Bu sene Altın Portakal’da gerçekten filmimin üstüne bastılar. 


O yazıda, “kendime örnek aldığım yönetmenler, yazarlar ve ressamların çoğu bu ülkeden ve bu zamandan değil” diyorsun. O yönetmenler kimler, zamanlar hangi zamanlar?   

Yetişirken gerçekten hayran olduğum yönetmenler Bergman, Fellini, Antonioni. ‘60’ların sineması çok çarpıyor beni. şimdi öyle film yapan çok az. Her sanatçı bir tür yarış  ya da kendini beğendirme gayreti içinde. Ama kendime örnek aldığım insanlar var. Onları düşünüyorsun, o okusa ne derdi? (gülüyor) En azından, okutmaya cesaret edebilir miydim? Yarışma ne demek? Bir yıl içinde yapılan filmler yarışıyor. Sen o insanlarla yarışmıyorsun ki, kafandaki birtakım hayaletlerle yarışıyorsun. Aslında, kafanda hayran olduğun yazarların, edebiyatçıların, yönetmenlerin hepsinin bileşiminden oluşan bir sanatçı fikri var, kendini ona beğendirmeye çalışıyorsun. (gülüyor)  


Yazarlar kimler? 

Nabokov, Gombrowicz, Perec, Bilge Karasu, Sait Faik... Var da var. Ama bu zamandan az. 


“Nar”ı yarışmadaki diğer filmlerle karşılaştırarak şöyle diyorsun: “Bu jüri, örneğin, çok beğenilen ‘Zenne’ye ya da tuhaf finaline rağmen çok beğendiğim ‘Geriye Kalan’a büyük ödülü verseydi sesim çıkmazdı. ‘Sinema anlayışları böyleymiş’ diyebilirdim. Örneğin, hayran olduğum ‘Kosmos’, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ya da ‘Vavien’ gibi filmlerin karşısında ‘özel’ ödül alsam anlardım”. 


“Vavien”in ödül aldığı sene “Ses” yarışıyordu. Söyleyecek hiçbir şey yok, “Vavien” çok daha iyi bir film. “Kosmos” da “Nar”dan çok daha büyük bir film. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yla sinema olarak kıyaslayamam. Onların yanında jüri özel ödülü almayı doğal karşılarım. Ama bu sene Antalya’daki en iyi film “Nar”dı, kusura bakmasınlar. 


“Zenne” ve “Geriye Kalan”da hoşuna giden neydi? 


“Zenne”yi görmedim, ama inanılmaz kabul görmüş bir filmdi, çok anlattılar. “Geriye Kalan” çok güzel çekilmiş bir filmdi. Fakat, kafası karışık bir film. Finali çok zayıftı, hatta yanlıştı. Ama “kötü” film diyemezsin, düzgün çekilmiş bir filmdi. 


“Kosmos”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Vavien”de seni cezbeden ne oldu? 


Apayrı filmler. “Kosmos”un taşraya bakışı, gerçeküstü ele alışı, karakterin peygamberce tuhaflığı... Yakup Kadri’nin “Yaban”ını hatırlatıyor. Alâkası yok, ama neredeyse öyle bir dünya. Kurduğu atmosfer, ses kullanımı olağanüstü güzel. Kısa zamanda çekilmiş olmasına rağmen görüntüleri harika. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ise bayağı epik bir film. Yönetmen gözüyle baktığımda, kırları öyle çekmek, fotoğraflamak gerçekten çok zor. Zaman ve para alan bir şey. Bu ülkenin erkek toplumu gerçekliğini inanılmaz iyi anlatan bir film. Erkekler arasındaki hiyerarşiyi, hem rütbe olarak hem de ezen-ezilen arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor. Ceset bulunana kadar, kırda geçen bölüm başyapıt. Nabokov’dan beri beni en çok çarpan şey detayların kullanımı. Senaryolarımda da detaylar önemlidir. Birinci sahnede bir şey kullandıysam, yirminci sahnede başka türlü ortaya çıkar, filmin sonunda bir daha… “Vavien”de de detayların kullanımı olağanüstüydü. Öyle bir karakteri anlatmaya cesaret etmek! O kadar popüler bir televizyon yıldızı çıkıp bu kadar derin, kötücül bir karakteri anlatmaya cesaret ediyor. Oyuncular inanılmazdı. Binnur Kaya’nın “ya bırakma beni, ben seni çok seviyorum” dediği o minicik sahne... İnsanın içine o kadar dokunan bir şey yakalamak. Bayıldım. Bu üç filmin yanında özel ödülü her zaman kabul ederim. 


“Nar”ı şöyle tarif ediyorsun: “Mikro bir alandan büyük resme bakmaya çalışan, görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan, küçük ama söyleyecek büyük lafları olan bir film.” 


Öyle düşünüyorum. (gülüyor) “9” ve “Ara” da öyle. “9” tek bir sorgu odasında geçiyor. Ama tüm karakterler Türkiye’de yaşayan insanların simgesi gibi. Her biri bir kesimi temsil ediyor. “Ara” da, yine bir evin içinde geçiyor, dört karakterin hayatından, ta 70’lerden başlayarak “bunlar nasıl böyle oldu” diye anlatıyoruz. Tarih anlatmaya, bizim kuşağın dökümünü yapmaya çalıştım. “9” belirsiz bir süreyi, “Ara” ise on seneyi anlatıyor, “Nar” birkaç saat içinde geçiyor. Ama yine aynı şekilde, her karakter bir kesimi temsil ediyor. Türkiye’nin şu anki haline bakmaya çalışıyorum.  Hikâyenin çok sınıfsal temelleri var. Bunları açık açık söylemek yerine, film başka bir şey söylüyormuş gibi davranıyor. Gerilim hikâyesi gibi başlayıp sonunda ciddi bir şey söylemeye çalıştım.  


Antonioni bahsinde aklıma gelmişti, “L’Eclisse”in (1962) final sahnesi vardır. Kadir Has Üniversitesi’nde ders veriyorum. Geçen sene onun finalini gösterdim. Film, bir çiftin aşk hikayesini anlatır. Hep aynı köşede buluşurlar. Film boyunca o köşeden detaylar görürüz. Geçen bir at arabası, inşaat, variller, otobüs durağı… Çift aynı köşede buluşmak üzere sözleşiyor. Ama, ilişkileri yürümüyor, aslında ayrılıyorlar. Sıradan bir yönetmen, o buluşmaya gitmediklerini, onları ayrı ayrı mekânlarda, adamı (Alain Delon) pencereden bakarken, kadını (Monica Vitti) başka bir şey yaparken gösterir. Antonioni o köşeye odaklanıyor ve detayları gösteriyor. Boş bir varil, içine su doluyor, karınca yuvası, otobüsten biri iniyor, at arabası geçiyor... Tek eksik o çift. Sinemada bir derde, soruna işaret etmek için illâ göstermen gerekmiyor. Göstermeden de anlatmak istediğini anlatmak mümkün. Filmlerimde göstermediğim çok şey var. Hepsinde başka bir şey gösteriyor gibi yapıyorum, ama derin bir meseleye işaret ediyorum. 


“Nar”ın finaliyle bitirelim. 


Filmi anlatırken şöyle diyordum: Hepimiz nar taneleri gibiyiz. Bir yandan birbirimize çok benziyoruz, bir yandan da apayrıyız, ama bizi bir arada tutan bir kabuk var. Bu kabuk nedir? Birbirimize duyduğumuz güvendir, inançtır. Bu ortadan kalkarsa, o nar çatlar ve taneler her yere dağılır. Asuman çok rahat, doktor Sema ya da Deniz olabilir. Deniz rolündeki kız da gecekondulu bir falcı olabilirdi. Kapıcı o kılıkla karşısına kim çıkarsa çıksın aynı sert tavrı gösterecekti. Onun altını çizmek, hikâyeyi dairesel hale getirmek için bulduğum bir final.