Tuesday 31 January 2012

"Ölüler"den - James Joyce











İstanbul'da yağan kara baktıkça "The Dead" (Ölüler) hikayesinin finali aklıma geliyor.Joyce'un en güzel hikayelerinden biri, son sahnesi çok çarpıcı, son paragrafı ise bence şiir gibi. Aşağıda çevirmeye de çalıştım ama her çeviri şiir gibi biraz eksik kaldı.


"A few light taps upon the pane made him turn to the window. It
had begun to snow again. He watched sleepily the flakes, silver
and dark, falling obliquely against the lamplight. The time had
come for him to set out on his journey westward. Yes, the
newspapers were right: snow was general all over Ireland. It was
falling on every part of the dark central plain, on the treeless hills,
falling softly upon the Bog of Allen and, farther westward, softly
falling into the dark mutinous Shannon waves. It was falling, too,
upon every part of the lonely churchyard on the hill where Michael
Furey lay buried. It lay thickly drifted on the crooked crosses and
headstones, on the spears of the little gate, on the barren thorns.
His soul swooned slowly as he heard the snow falling faintly
through the universe and faintly falling, like the descent of their
last end, upon all the living and the dead."

"Camdaki tıpırtılar yüzünden pencereye baktı. Kar yeniden başlamıştı. Uykulu gözlerle sokak lambasının ışığında eğimli yağan gümüşi, karanlık kar tanelerini süzdü. Şimdi batıya doğru yola çıkma zamanı gelmişti. Evet gazetelerin hava tahminleri doğruydu, tüm İrlanda kar altındaydı.  Kar yağıyordu her yerine, merkezdeki karanlık ovanın, ağaçsız tepelerin üzerine. Usul usul kar yağıyordu Allen bataklığının üzerine, daha batıda, karanlık isyankar Shannon tepelerinin üzerine usul usul kar yağıyordu. Kar yağıyordu Michael Furey'nin gömüldüğü ıssız kilise bahçesine. Yamulmuş haçların, mezar taşlarının, küçük kapıdaki parmaklıkların üzerine kalın kar tabakası yayılıyordu. Yavaşça kendinden geçti, kainattan süzülerek yağan karın usul usul sesiyle, usul usul hepsinin sonunu getirecek gibi iniyordu kar, tüm yaşayanların ve ölülerin üzerine."

Monday 30 January 2012

Battaniye'den - Sait Faik

"Anlamıştım. Her şeyi anlamıştım. Onu (bütün kalbimle) sevdiğimi anlamıştım. Şimdi yoldaydı. Evine doğru gidiyordu. İçinde garip bir şey vardı. Bu belki de sevilmediğini bilmekten doğan bir elem, belki de sevildiğini bilmekten doğan bir hainlikti."

Friday 27 January 2012

Alaturka nedir? - Aşkın Alfabesi'nden

“Alaturka, Avrupalıların Osmanlıların hayatına, yaşama alışkanlıklarına yakıştırdıkları İtalyanca bir söz,” dedim. “Alla Turca, Türk usülü demek herhalde. Eski Türk Müziği'ne de alaturka deriz. Şimdi birkaç bin kişi dışında seveni, anlayanı kalmadı ama alaturka çok zengin bir müzikti. Saraylarda, konaklarda, taş plaklar ve gramofonlarda, son günlerinde de sahne ve radyolarda şaşaalı bir hayat sürüp, bu yüzyıl başlarında hasta düştü. 1960’lara kadar can cekiştikten sonra da, feci şekilde öldü. Daha doğrusu yürüyen bir ölüye, zombiye dönüştü. Ben çocukken akşamları hep aynı saatte, radyodan kanunla çalınan ve insanın tüylerini diken diken eden bir parça başlar hemen ardından da bir anons duyulurdu: ‘Ali Rıza Avni’nin hazırladığı Ses ve Saz Dünyamızdan programını dinleyeceksiniz.’ Neler yoktu ki o dünyanın içinde: Ayağı öpülen, bastığı yere yüz sürülen vefasız sevgililer, bir gün gibi geçen yıllar, saçlara birden düşen aklar, yalılar, köşkler, siyah derin bir suyun biriktiği yosunlu havuzlarıyla esrarlı bahçeler, bahçelerin yüksek duvarları ardından duyulan ve günaha çağıran şen kahkahalar, Boğaz'ın karanlık sularına vuran mehtap, işlemeli mendiller ve kandiller, asla iyileşemeyecek kırık kalp yaraları, sandal gezileri, ufuklara yaslanmış yorgun dağlar, tamburun sapına konan bülbül, yeni icat otomobiller, ezan sesi, nazlı ceylanlar, ömür boyu solmayan gonca güller, bir kere gördükten sonra belleklerden çıkmayan büyüleyici gözler ve bakışlar, can alıcı benler, baygın gecelere yayılan ud sesi, arnavut kaldırımlarına küçük benekler halinde çiseleyen yağmur, tüm semtleriyle eşsiz İstanbul, hele hele İstanbul adaları, o adalardan başlayıp boğazın çok uzaklarına kadar uzanan sessiz ve mavi gökyüzü... Hepsi alaturka müzikle birlikte öldü ve sonsuza karıştı. Alaturka bunların hepsi demekti...”

Aşkın Alfabesi'nin, A - "Alaturka" bölümünden.

Wednesday 25 January 2012

"Neden yazıyorum?" - Orhan Pamuk

"Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. mutlu olmak için yazıyorum."

Orhan Pamuk, Nobel konuşmasından.

Tuesday 24 January 2012

BAĞIRAN ADAM

1980’lerin ortası ve 90’lar boyunca bir dönem, İstiklal Caddesi’ne yolu düşen herkes onu tanırdı. Kimi sever kimi nefret ederdi. Bazıları o uzaktan görününce yolunu değiştirirdi, bazısı da inatla üzerine giderdi. O, benim ve birkaç arkadaşım için “Bağıran Adam”dı.

Herşeyin satılıp pazarlanabileceğine inanan, “marketing olayı”na yeni uyanan ileri zekalılar olur olmaz her şeye “marka” demeyi moda haline getirdiler ya; Bağıran Adam sözüm ona turistik “marka” olan Beyoğlu’nda, kendi kendini yaratmış gerçek birkaç “marka”dan biriydi.

Sanırım fırın gibi bir yerde çalışıyordu. Çoğu zaman üstü başı bembeyaz unla kaplı olurdu. Ben kimseyle konuşup sohbet ettiğini görmemiştim, dilsiz gibiydi. Orta boylu, hafif şaşı, hayli sarsak yürüyüşlü, İstiklal’in canhıraş kalabalığı içinden yanınızdan sessizce geçip gitse, belki de dikkat bile etmeyeceğiniz bir adamdı.

Ama sessizce geçmiyordu işte. Bu adam fark ettirmeden yanınıza yaklaşıyor, sonra hiç beklenmedik bir anda “puaaah” ya da “baoow” diye bağırıyordu. (Çıkardığı sesi yazıda yinelemek zor, harflere dökülemeyecek bir sesti.) Bu acayip bağırtıya sevimli bir cin gülüşü ve bir de yaramaz el hareketi eşlik ediyordu: Parmaklar bir araya getirilip yumruk ya da boru gibi yapılmış, o boru aşağı yukarı sallanıyor. Sanki o “baoow” bacaklarınızın arasından çıkıyormuş, bacaklarınızın arasında ürkütücü bir şey varmış gibi.

Yok muydu? Vardı elbette, bacaklarımızın arasında ürkütücü şeyler vardı ama biz bu tuhaf bilgiyi kabul edip, gizleyerek yaşıyorduk. Ama unlu kurabiye kılığındaki bu adam ısrarla, tekrar tekrar dikkatimizi oraya çekmeyi vazife edinmişti işte. Onu, kazara hayatının ilk pornosunu gördükten sonra mahalledeki tüm kadın ve erkeklere bilgiç bilgiç gülümseyerek “seni gidi seni” hareketi yapan Avanak Avni’ye benzetirdim.

Erkek erkeğe ya da yalnız gezen erkeklere takılmazdı. Sadece kadınların, genç kızların olduğu gruplara yapardı hareketini, ya da ben öyle hatırlıyorum. Genellikle de bu küçük taciz şakasını kaldırabilecek insanları seçerdi. Onu tanımayan masum genç kızlar ürküp çığlık atarak kaçarlar, çevreden seyredenler gülerdi. Şakasına kurban olanların çoğu, “Meczup işte” der ve gülüp geçerdi. Ama tabii mizah duygusundan nasibini almamış olanlar da vardı ve Bağıran Adam arasıra sert tepkilere hatta dayağa maruz kalırdı. Bir iki kere onu ağzı burnu kan içinde, hırpalanmış vaziyette görmüştüm.

Bağıran Adam bıkmadan usanmadan yıllarca aynı şakayı sürdürdü. Caddeden geçen binlerce insanın tanıdığı bir yüz haline getirdi kendini. Leman (ya da kardeşleri) gibi dergilerde karikatürlere konu olmuş, Roll’un arka kapağına çıkmıştı. Caddede bağırtkan müzik satıcılarının çaldığı, hep aynı hep aynı şarkıların içinde ikide bir yankılanan çok tanıdık bir sesti. Sonra birden ortadan kayboldu. Tam onu “marka” yapan hareketin modası geçmeye başlarken, her marka gibi zamanı gelip ışıltısını kaybederken aniden ortalıktan çekiliverdi.

Ümit Bayazoğlu, bir yazı araştırması için yıllar önce Kasımpaşa cıvarında dolaşırken birden Bağıran Adam’la karşılaşıvermiş. Onlar da arkadaş arasında Bağıran Adam’a “Feridun” diye bir takma isim vermişlermiş. Ümit Bayazoğlu, “N’aber Feridun?” diye konuşmak istemiş ama, “Feridun” konuşamadığından onun yerine pencereye çıkan bir mahalleli kadın konuşmuş. “Feridun” meğerse mahalledeki bir kaç binanın ve fırının sahibi bir ailenin oğluymuş. Küçükken menenjit geçirmiş. Ailenin fırınında çalışırmış ama arasıra kaçıp Beyoğlu’na çıkmasına göz yumulurmuş. Şimdi ayağı alçıda oturuyormuş. Ayağını nasıl kırdığını, ona sonradan ne olduğunu, neden artık caddeye çıkmadığını Ümit Bayazoğlu da ben de bilmiyoruz.

Onu aklımın bir köşesine çıkmaz mürekkeple yazmama sebep olan ve bana bu yazıyı yazdıran an ise şu:

Yılını hatırlamıyorum ama Bağıran Adam’ın en çok bağırdığı, en meşhur olduğu yıllardı. Emek Sineması’nda bir filme gitmiştim. Çok popüler bir film değildi sanırım, sinema çok sakindi. Orta sırada yer bulup oturdum. Bir baktım ki Bağıran Adam en önde oturuyor. Eskice bir gri takım elbise, kırmızı kravat, kendince çok şık giyinmiş. Saçlar taranmış, yapıştırılmış.

Arada sırada geriye dönüyor ve muzip bir gülümsemeyle, bütün “şöhret”lerin yaptığı gibi biz fanilere “Evet benim, yanılmıyorsunuz, buradayım” der gibi bakıyordu. Ama asıl vurucu hamlesini film başlamadan hemen önce çekti. Film başlıyor gongu duyulduğunda hafifçe yükselip geri döndü ve işaret parmağını dudaklarına götürüp (hastanelerdeki hemşire resimleri gibi) “Sus!” işareti yaptı.

Dışarıda ciddi bir “iş” yapıyor, bize bir takım ayıp bilgileri hatırlatma, bizi eğlendirme, kendi cinsel sıkıntısını dışavurma görevlerini bağırarak yerine getiriyordu. Ama dışarısı dışarıydı ve şu an sinemadaydık, biz bizeydik, hiç büyümeyecek hep çocuk kalacak bu adamın görevi de bir yere kadardı, şakanın ve münasebetsizliğin sırası değildi şimdi, susacaktık. Tenha sinemada onu tanımayan yoktu. Sus dedi, sustuk.

Bu yazıyı uzun zaman önce bir arkadaşın isteği üzerine İstiklal Caddesi'nin yüzlerini konu alan bir derleme kitap için yazmıştım. Sonra kitap fikri gerçekleşmedi, yazı da bilgisayarda bir dosyada kalmış, unutmuşum. Bugün çalışmamak için eski dosyalar arasında dolanırken buldum.

Saturday 14 January 2012

Hikaye anlatmak bir büyü işi.



"Hikaye anlatmak bir büyü işi. Hikayeci her şeyden önce bir sihir yaratmak zorunda... Nabokov bu yüzden Lolita'nın sonsözünde anadilinde ve İngilizce yazış tarzlarını karşılaştırırken sihirbaz benzetmesine başvurur. Orson Welles bu yüzden F for Fake'in girişinde bir sihirbaz olarak görünür. Hikayeci, ister sözcüklerle, ister perdede yanıp sönen görüntülerle hikaye anlatsın bir sihirbazdır. İnsanların gözünü boyayıp kandırmaktan söz etmiyorum. Ama en “gerçekçi” hikayeyi anlatırken bile seyircinizi anbean ikna etmek, kurduğunuz tamamen yapay dünyanın gerçekliğine inandırmak zorundasınız. Hikayenin her öğesi sihri tamamlamalıdır. Sahnedeki sihirbazın ceketi bir beden küçükse, sahne ışıklarının bir tanesi göz kırpıyorsa, arkadaki perdenin bir kenarı sarkıyorsa, sihir tutmaz."


Işık Gölge Oyunları'ndan. Gül Yaşartürk'le birlikte hazırladığımız bu uzun söyleşi kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı.

Friday 6 January 2012

BİR + BİR'den

Ümit Ünal'la “Nar” üzerine
OYUNLAR EVİ
Söyleşi: Yücel Göktürk

Antalya'dan teselli mükafatı kabilinden “Jüri Özel Ödülü”yle dönen “Nar”, sinema yazarlarının ekseriyetinin gözünde festivaldeki “En İyi Film”di. Neden öyle bir haksızlığa uğradı ayrı bir tartışma. Ama geçen hafta vizyona giren “Nar”ı seyredenler portakalın hasını Ümit Ünal'a vermişlerdir herhalde. Biz de öyle yaptık, dahası Ünal'ın kapısını çaldık, 15 yıl önce yayınlanan romanı “Aşkın Alfabesi”yle başlayıp “Teyzem”den “Nar”a aradan geçen 25 yıla göz attık.




Aşkın Alfabesi”nden başlayalım. 
 Ümit Ünal: O roman çok şanssız oldu. 1996’da İyi Şeyler Yayıncılık’tan çıktı, fakat çıkar çıkmaz yayınevi kapandı. Kitap bir sürü yerde dağıtılmadı.

Ama şimdi blogunuzda (asyadada.blogspot.com) okunabiliyor, değil mi?
Tamamı var, A’dan Z’ye kadar. “Aşkın Alfabesi” bir grup arkadaş arasındaki aşk ilişkilerini anlatıyor. Bir yandan da hafif sosyal bir arka plan var. 1990-‘92 arasında Hisar ve Bebek çevresinde takılan beş-altı kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. O zamanlar bar, kafe hayatı yoktu. Deniz kıyısında bira içerdik.

Hisar’ın güzel zamanlarının son demleri...
Tam dağılmadan öncesi. Beyoğlu hayatı başlayınca, Hisar da bitti. Herkes Beyoğlu’na geldi. Bir dönem senaryolarımı Hisar’da yazdım. “Hayallerim, Aşkım ve Sen”i orada yazdığımı hatırlıyorum.

Aşkın Alfabesi”ndeki karakterler içinde Asaf öne çıkıyor...
O arkadaş grubunda en ilgi çekici adamlardan biri oydu, bizden yaşça daha büyüktü.

Gerçek bir kişiden mi bahsediyoruz?
Gerçeğe yakın diyelim. Aslında birkaç kişinin birleşimi, oradaki her karakter için geçerli bu. “Teyzem”de de teyzemden çok esinlendim, ama oradaki karakterlerin hepsi başka birçok insanın birleşimi. “Aşkın Alfabesi”nin de otobiyografik bir tarafı var, ama gerçek olayların hiçbiri o şekilde olmadı, hepsini hayal ederek kurdum.

Asaf sizin gözünüzde nasıl bir karakter?
Öyle insanlar var, ilk karşılaştığınızda insanı çarpan ve etkileyen insanlar... Bir de hayatını bunun üzerine kurmuş insanlar var. Daha ilk tanışmada insanı ele geçirmek üzerine hayatını kurmuş insanlar! Bu insanlar arkadaşlık ilişkisini de bunun üzerine kuruyor. Asaf öyle bir adam, çok karizmatik, kadınlarla ilişkisi yoğun, “götürücü” denen türden. Bir yandan da çok derin; çok okuyan, yazan – yazdıkları da güzel. Asaf, anlatıcının –20’li yaşlarında ve erkek olma, aşık olma halini bir ergen gibi yaşayan senaryo yazarı karakterin– rol modeli. Aynı zamanda yıkmak istediği biri. Hepsi bir arada; onunla ilişkisini bir tür baba figürü gibi yaşıyor.

1990’lardayız, değil mi?
Evet, tam o eski fabrikaların yenilenmeye başlamasından önce, oralarda büyük partiler yapılırdı. “Ara”daki dünyaya çok yakın bir durum var orada. “Aşkın Alfabesi”nin ikinci yarısı öyle bir partide geçiyor.

Aşkın Alfabesi”nde bir de Sümerce bahsi var.
Evet, aynısı “Nar”da da var. (gülüyor)

Filmdeki Deniz adlı kahraman Sümerce okumuş...
Bir kız arkadaşım Sümerce okumaya başladı, sonra yarıda bıraktı. Sümerce okumak bana ilginç geliyor. Deniz karakterinin ölü bir dili okumuş olması öyküye tuhaf bir hal katıyor. “Aşkın Alfabesi”ndeki Emel, Deniz’e çok benziyor. Emel’in annesi öğretmendi galiba. Deniz’in de anne babası öğretmen, cumhuriyet çocuğu, laik, bilime inanıyor. Emel de öyleydi.

Biz de laiklik yanlısıyız, ayrıca bilime de inanırız.
Ben de öyleyim! Bilime inanmayan biri uçağa bindiğinde inanmak zorunda kalıyor. (gülüyor) Dünyayı anlamak için bu var elimizde, başka da yok. Deniz pozitivizmi hafif aşağılayarak kullanıyor. Bir ezberle... O, Deniz karakterinin bir parçası. Sonra nasıl gecekondudan gelen kadını aşağılayan birine dönüşüyor!

Aşkın Alfabesi”nde “B–Burçlar” bölümünde anlatıcının bütün sevgilileri yengeç.
O otobiyografik işte, bir dönem beş-altı yengeç sevgilim olmuştu.

Sizin burcunuz ne?
Koç. Herhalde bir dönemde doğan yengeçlerin yıldızları üst üste gelmiş beni buluyordu.

Yengeç nasıl bir burç?
Hastalık hastası oluyorlar.

Pasif agresif oldukları da söylenir.
Biraz öyle. Bir de, çok kolay hayran olup çok kolay nefret ediyorlar. En azından benim başıma gelenler öyleydi. (gülüyor)

Koç nasıl bir burç?
Çok burnunun dikine gider. Bizi en iyi bu açıklar sanırım. Beceriklidirler. Sanatçılar da çıkar. Ama kitapta da dediğim gibi burçlara inanmıyorum.

Biz de inanmıyoruz, ama mavrası güzel.
Mavrası çok güzel. “Nar”da da var, “Teyzem”den itibaren bütün filmlerimde metafizik şeyler oluyor. İşin içine rüyalar giriyor, birisinin rüyasına diğeri karışıyor, birinin gördüğü halüsinasyonu öbürü de görüyor. “9”da da, “Teyzem”de de vardı, “Nar”da da var. Metafizik inancım yok, ama metafizik şeyler edebiyatta ya da sinemada çok kullanışlı, çok da hoşuma gidiyor. “Anlat İstanbul”da da vardır. “Aşkın Alfabesi”nde, romanı yazdıran çocuk zamanında kürtajla alınmış bir çocuk. O fikri daha sonra kendimden çalarak “Anlat İstanbul”da kullandım. Annesi çocuğu kafasında hayal ederek büyütmüş, ama sonra anne ölünce çocuk hayalet gibi havada kalmış. Gelip bizim yazarı buluyor, romanı yazmasını sağlıyor. Gerçekte böyle bir şeyin olmasına imkan yok, ama edebiyatta böyle bir fikrin olması hoşuma gidiyor. Kaderi edebiyatta kullandığınız zaman ne kadar büyük anlamları oluyor, ama kadere de inanmam. (Gülüyor)

Burç mevzusunun bir de “yükselen burç” boyutu var. 30 yaşından sonra “yükselen”in tarafına geçiliyormuş.
Benim yükselenim balık. Zaten beni balığa çok benzetirler. Bu anlattıklarımı tanıdığım insanları karşılaştırarak çıkarıyorum. Mesela tanıdığım bütün yaylar gerçekten çok komik. Bütün boğalarda ise mizah duygusu sıfır. (gülüyor) Tanıdığım tüm balıkların bakışları inanılmaz oluyor. Bunu zamanında Fatih (Özgüven) söylemişti. Kızlarımdan birisi balık. İnanılmaz bakışlar. Tomris Uyar da balıkmış. Balıkların büyük gözleri oluyor ve çok güzel bakıyorlar.

Burçlardan konuşup Susan Miller’dan bahsetmemek olmaz.
Susan Miller beni bilemedi. Antalya sırasında “Bu ay büyük bir ödül kazanacaksınız ya da büyük bir ikramiye, piyango… Büyük bir yarışma olacak” diyordu. Biz de “tamam, ödülü aldık” dedik. (gülüyor)

Aşkın Alfabesi”ndeki “İ–İsim”i okurken “Nar”da kapıcıyı oynayan Erdem Akakçe geldi aklımıza İnsan dürüstlük timsali bir karaktere isim bulmaya kalksa Erdem Akakçe’yi zor bulur.
Erdem’le, 2002’de yedi bölüm çektiğim “Biz Size Aşık Olduk”da tanıştık. Oyunculuğunu orada çok beğenmiştim. “Ara”ya kadar hiç beraber çalışmadık. Sonra “Gölgesizler”de küçük bir rolü oldu. Bu da dördüncü çalışmamız. Erdem gizli yetenek. Oyuncuların patlamak için bir menajere ihtiyacı var. Sanırım Erdem’in de ihtiyacı bu. Pek çok ünlü oyuncudan daha yetenekli, ama tam patlayamadı henüz.

Filmdeki ismi Mustafa. Rolü itibarıyla dengeli bir isim olmuş.
Eskiden isimleri dikkat ederek koyardım. Mesela “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de Yeşilçam yıldızı kadın var, adı Derya. Başka bir karakterin adı Coşkun. Sanki bir ırmak var, akıyor gibi. İsimler konusunda düşünürdüm. Şimdi nasıl koyuyorum bilmiyorum, bir şekilde geliyor.

Filmde Sema (İdil Fırat) var, “Deniz’in kalbini elinde tutan kadın”. Otoriter mizaçlı. Deniz ise gelgitli. Diğer kadın kahraman, Serra Yılmaz’ın oynadığı Asuman. Temsil ettiği sınıfla, sosyal durumla çok da örtüşür bir isim değil gibi Asuman. Galiba Sema’yla eş anlamlı bir isim diye seçilmiş.
Var öyle bir şey. Serra’yla (Yılmaz) Asuman karakterini konuşurken bir aksanı olmasın dedik. O yaştaki kadınlara illâ kalın bir çorap giydiriyorlar, sonra üstüne bir çorap daha. Elbisesi de ona göre oluyor. İlk başta öyle düşünmüştüm, sonra Serra’yla konuştukça filmdeki Asuman doğdu. Kapıcı ona “Bizim köyden misin” deyince, “İstanbulluyuz biz” diyor. Alibeyköy’de bir gecekonduda oturuyor, ama kendini İstanbullu hissediyor. Serra’nın yanında çalışan bir kadın var, fal bakması da, konuşması da aynen öyle, yavaş yavaş. Giyimi de şık. Gültepe’de oturuyor. Biraz onu model aldık. Onun da hiç aksanı yok. “Yoksul, gecekondulu” görüntüsündeki o klişeden çıkmak istedim.

Walt Whitman’ın “Song of Myself” şiirinin bir bölümünü çevirip bloğunuza koymuşsunuz. “Sekste her şey vardır / Bedenler, ruhlar, anlamlar, kanıtlar, safiyet, zerafet, ilanlar…” Niye o şiir, niye o bölüm?
Walt Whitman’ı üniversitede birazcık keşfetmiştim, uzun zaman detaylı okumadım. Amerika’ya İlk gittiğimde “Song of Myself” i bir dolara aldım. İncecik bir kitap. Çok detaylı okudum. Sonra paylaşma ihtiyacıyla oturdum çevirdim. Çevirdiğim bir sürü şiir var blogda. Bir şey okuyorsun; “bunu Türkçede nasıl söylerim?” Hem biraz kendini sınamak gibi oluyor. Çevirmek bana bu anlamda heyecan veriyor. O parçada “Sex contains all” diyor. Saydığı şeylerin seksle ilgisi yok gibi, ama bir yandan da seks hepsini de kapsıyor. Bu çok hoşuma gitti. Tam da inandığım şey.

Song of Myself”ten söz açılmışken şarkılardan konuşalım biraz. Neler dinliyorsunuz?
Birkaç sene önce Yunanistan’da bir senaryo seminerine gitmiştik, herkes senaryosunu getiriyor, tartışıyoruz. Bir Alman kız vardı, bir Türk kadın hakkında senaryo yazmış, Emine adında temizlikçi bir kadın. “Türkçe bir şarkı arıyorum, çalışırken söyleyeceği bir şey olsun” dedi. Ben de dersin ortasında, “Sabahtan gördüm seni çoktan beyaz geldin bana / Oy oy Emine…” diye söylemeye başladım. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra, dersin hocasına bir yılbaşı kartı atmıştım. Hemen cevap yazdı. “Dersin ortasında türkü söylemen öğretmenlik hayatımın en parlak noktalarından biriydi”. Türkülerden rock’a sevdiğim çok şarkı var. Hangi birini ansam, öbürünün adı kalır. Şarkı tiryakisiyim. Bir şarkıya kafayı takıyorum, defalarca dinliyorum. Yıllardır böyle. “Amerikan Güzeli” diye bir hikâyem var. Kahramanı “Summertime”a kafayı takmış, bütün gün onu dinliyor, özellikle çalışırken. Senaryo yazarken aynı parçayı üç-dört saat dinlerim.

Nar”ı yazarken ne dinliyordunuz?
Bartok’un Romen Halk Dansları için yaptığı beş parçalık bir çalışması var, onun dördüncüsü olağanüstü. İlk dinlediğimden beri aşığım. Filmde de kullanmayı çok istiyordum, fakat Bartok’un vakfı izin vermedi. Piyanoyla çalınan, çok içli bir parça. Onu çok dinliyordum.

Bartok’un bu eserini keşfetmeniz nasıl oldu?
Bu parçayı Bartok’tan keşfetmedim. Akira Rabelais diye bir adam var, o parçanın düzenlemesini yapmış, ona hasta oldum. Sonra nedir bu diye araştırırken, Bartok ve Romen Halk Dansları olarak karşıma çıktı. Çok acayip hüzünlü. Alaturka formatı da var.

Bugünlerde ne dinliyorsunuz?
The Gossip’in Beth Ditto’sunu dinliyorum. (gülüyor) Hayat boyu taktığım şarkıların kitabını yapacaktım. O şarkıların listesini yaptım, çocukluktan itibaren… Müzikle ilgimi anlatan bir kitap olacaktı, yazmaya da başladım, 70 sayfa falan oldu, fakat otobiyografiye döndü, erken olduğuna karar verdim. Bu dediğim, 10 sene önce. O liste duruyor. “Kuyruk” romanının bir bölümü o kitaptan. Bir şarkıyı sürekli dinlememin kalitesiyle alakası yok. İçindeki küçük bir ses beni acayip bir yere götürebiliyor... Mesela, listede Cansever vardı, “Yeni Aşk” diye bir şarkısı. Bir ara sürekli onu dinliyordum.

Tom Waits’in “Emotional Weather Report”unu sevdiğinizi blogunuzdan biliyoruz. Yeni albümünü, “Bad As Me”yi dinlediniz mi?
Tamamını değil, birkaç parçayı sadece. Tom Waits’i keşfettiğimde üniversitedeydim, bir Alman yönetmen gelmişti. Tom Waits’i ilk o dinletti. ‘83 ya da ‘84, ondan önce hiç bilmiyorduk. İlk dinlediğim parçası “The Piano Has Been Drinking”. Bayılmıştım. Sonra da bayağı Tom Waits hastası oldum. Tabii o zaman bulabildiğimiz kadarıyla... Çevirme merakım o zaman da vardı. “Frank’s Wild Years” albümünün üstünde açıklama yazısı gibi bir şey vardır. Rainville'de Frank’in yaşadığı yeri tarif ediyor, “Yağmur aslında çok az yağardı”, ama köyün adı –Yağmurköy. Çekip gitmek isteyen Frank’in hikâyesi... Onu çevirmiştim. İngilizceyi şarkılardan öğrendim. Çeviri illeti de oradan geldi. (gülüyor)

Sümerceyle ilişkiniz oldu mu hiç?
Olmadı.

Sümerlerle?
Biraz okudum. Sayı sistemimiz ve burçlar Sümerlere dayanıyor. Ayları, 12 ayı, 7 günü kuran Sümerler. Sümerce okumak, bir karakterin özelliği olarak bana ilginç geliyor, Türkiye’de Sümer dili okumuş biri! Öğrenmeyi çok isterdim. (gülüyor)

David Mamet’le ilgili yazınızda – “hayalî söyleşi”de– “Oyunlar Evi”ni defalarca izlediğinizi söylüyorsunuz. Demek aynı burçtanız. O filmi size o kadar cazip kılan ne?
David Mamet özellikle diyalog yazma tarzımı etkilemiş bir yazar. Diyalog aslında müzik kulağı gibi bir şey. Bazı insanlarda var, bazılarında yok. Mamet da “diyalog bir yetenek” diyor. Ama bir şekilde öğreniliyor da. İnsanlar hiçbir zaman tam söylemek istediklerini söylemiyor, sürekli kafalarında bir lafı döndürürken, başka bir şey söylüyorlar. Kötü diyalog yazarları, kahramana söyletmek istedikleri şeyi tam tamına söyletirler. Hâlbuki gündelik hayatta diyalog öyle gelişmiyor. Tam tersi, asıl söylemek istediklerimizi hiçbir zaman söyleyemiyoruz. Mamet’i izlerken en çok etkileyen şeylerden biri diyalogların inanılmaz doğallığı. İnsanları çok dikkatle dinlemiş; ona göre kuruyor. “Oyunlar Evi”inde adamın (Joe Mantegna) tuhaflığı, o kadını (Lindsay Crouse) kendine aşık etmesi, sonra bambaşka biri çıkması...

Adam kumarbaz...
Sadece kumarbaz da değil, üçkâğıtçı, dolandırıcı. Ve çok yakışıklı.

Kadın da itibarlı bir psikanalist, “Gündelik Hayatta Obsesyonlar” adlı bir kitabı var...
Akılcı bir insan, o da bilime inanıyor. (gülüyor) Bazı insanlarda inanılmaz bir ikna kabiliyeti var. “Aşkın Alfabesi”ndeki Asaf da öyle biri. O tür insanlara karşı bir alerjim var. Hem özendiğim, hem de bende olmadığına inandığım bir şeydir. Halbuki yönetmenlerin ikna kabiliyetlerinin yüksek olması lâzım –bende o biraz eksiktir.

Oyunlar Evi”nin dinamiğini konuşalım biraz. Bir kumarbazla bir psikanalist...
Psikanalist insanları çok iyi tanıdığını, bildiğini, bütün zaaflarını anlayabildiğini düşünüyor, ama bildiği her şeyin yerle bir olduğunu görüyor. Adamı öldürmesinin sebebi de bu. Sadece dolandırılmış olması, aşkta ve parada kaybetmiş olması değil. Kadının varlık sebebi ortadan kalkıyor. Bildiği her şeyin boş olduğunu öğreniyor. Bir de finalini hatırlarsanız, adamın çakmağını çalar. Başka birine dönüşür.

O yazınızdan anladığımıza göre, en çok sevdiğiniz David Mamet filmi “Glengarry Glen Ross”.
Aslında bir tiyatro oyunu, filme uyarlanmış. Yönetmeni David Mamet değil, ama sette işin başında duruyormuş ve oyunculara “öyle demeyeceksiniz, böyle diyeceksiniz” diyerek kelime kelime diyalogları oynatıyormuş. Yönetmeni (James Foley) de başarılı. İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı için bir kitap çıkarıldı, benden bir yazı istediler: “Festivalde sizi en çok çarpan film”. Bu fikirden yola çıkan bir yazı olacaktı bu. “Glengarry Glen Ross” festivale gelmemişti, o yüzden yazı onun hakkında olamadı, David Mamet hakkında yazdım. Fakat, “Glengarry Glen Ross”u tam da festival öncesinde izlemiştim. Nedense Türkçesi “Amerikalılar”dı! Film, kapalı bir mekânda geçiyor. Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” vardır ya, ordaki adamların hepsi “Satıcının Ölümü”ndeki adamlar gibi. Bir emlak ofisi, dağın başında arsalar, Güney Amerika’da bilmem ne plajındaki vilları satmaya çalışan dolandırıcı emlakçılar. Jack Lemmon, Al Pacino, Ed Harris, Alan Arkin var. “9”'u da etkilemiş bir filmdir. Onların arasındaki erkeklik mücadelesi... Birbirlerini satıyorlar, hayır, satmıyorlar, işbirliği yapıyorlar. Kevin Spacey filmin kötü adamı. Alec Baldwin var, hepsinden büyük bir dolandırıcı. Gelip bunlara “Siz adam mısınız” diye başlayan bir konuşması var: “Geçen sene 150 bin dolar kazandım, sen kaç kazandın, sen, sen, sen kaç kazandın...” Kolunda Rolex saat... Minicik bir rol, ama Alec Baldwin, çok güzel oynuyor! Jack Lemmon başrolde, eskiden süper bir satıcıymış, zamanında Al Pacino’nun ilahıymış, ama gözden düşmüş. İkisinin bir diyaloğu var, aman yarabbim, ölürsün!

O hayalî söyleşide şöyle bir cümle var: “Behind every fear there’s a wish.”
O “Edmond” filminden bir cümle.

Türkçeleştirirken “Her korkunun arkasında bir dilek vardır” demişsiniz.
Arzu mu demişim, dilek mi?

Dilek. Literatürde “wish”in karşılığı “arzu” olarak geçiyor genellikle.
Filmdeki, biraz daha dilek gibi. “Glengarry Glen Ross” kadar tapmıyorum, ama “Edmond” da çok güzel bir metin ve film. O da bir tiyatro oyunu. William H. Macy oynuyor. “Fargo”daki gibi tam beyaz Amerikan iş adamı, güzel bir karısı var. Bir akşam birden bire karar veriyor, “çekip gideceğim” diyor. “Çok sıkıldım, bu hayat benim için bitti.” Karısı inanmıyor, ama bir yandan da umursamıyor. Adam gece çıkıyor, sabaha kadar New York sokaklarında dolaşıyor. Sonunda hayatta en çok korktuğu şey başına geliyor ve film bitiyor. Ama şu var, hayatta başına gelebilecek en büyük felaketi kabulleniyor. Bir hapishanede iri yarı bir zencinin metresi... Kafasını kazıtmış, bıyık bırakmış ve adamın metresi olmuş!

Her korkunun arkasında bir dilek vardır” Freud alıntısı gibi duruyor.
David Mamet bu cümleye ne kadar inanıyor bilmiyorum. Ama filmden en çok akılda kalan cümleydi.

O cümle, ister istemez fobi ve tabii homofobi üzerine düşündürüyor...
Tabii! Tam da öyle, en homofobik insanlar, aslında en çok denemek, olmak isteyenler. O kesin bir bilgi.

Bu “kesin”lik, homofobinin kültürel ve politik boyutunu –bastırılmış arzu kökenli olmayan aşağılamayı, karalamayı– görmezden gelen bir indirgeme olmuyor mu?
Evet, eşcinseller içinde de çok homofobik var. Homofobi heteroseksüellere özgü değil. Eşcinselliğini kabul etmeyen o kadar çok insan var ki. Birçok eşcinsel ilişki yaşadıktan sonra, “artık evleneceğim, başka bir insan olacağım” diyen genç erkek çok. Hakim fikir bu, hele de bizimki gibi bir ülkede başetmesi çok zor bir şey homofobi. O yüzden de eşcinsellerin filmlerde daha görünür olmasına çok inanıyorum. “9”da temalardan biri iki erkeğin aşkıydı. “Ara”da da karakterlerden biri gizli gey. Hayatı geyliğiyle mücadele etmekle geçmiş... Yerli filmlerde gey karakterler komik ya da dışarıdan bir bakışla ele alınır. “9”da ilk defa gerçek bir ilan-ı aşk var. Ali Poyrazoğlu bir sahnede beş dakika boyunca ilan-ı aşk ediyor. “Ara”daki karakter gizli yaşamayı tercih etmiş biri, ama bunu anlatırken kendisini anladığını fark ediyoruz. “İbneyim” diyor. Türk sinemasında böyle bir şeyi ilk defa duyuyoruz. “Nar”da ise lezbiyen bir çift var. Ama filmin hikâyesinin çıkmasına yol açan ve finale bağlayan sorun çiftin lezbiyen olması değil. Aslında, son derece normal, beş senedir birlikte yaşayan mutlu bir çift; asıl sorun aralarındaki iktidar ilişkisinden çıkıyor.

Neredeyse konvansiyonel, çekirdek bir aileyle karşı karşıyayız...
Neredeyse! Asuman hayatlarına girmeseydi, hayatlarındaki büyük sır ortaya çıkmasaydı, doktor Sema’nın bir suç işlediği ortaya çıkmasaydı, kim bilir daha ne kadar öyle mutlu yaşayacaklardı.

O “suç”u biraz açalım. Kurulu düzenle, Sema’nın “kariyer”iyle ilişkili, o kariyere neredeyse içkin...
Filmde söylemek istediğim o: Hepimiz suç ortağıyız. Göz yumduğun, sesini çıkarmadığın zaman, ister istemez o suça ortak oluyorsun. Doktor Sema’nın bir tiradı var, Deniz’e uzun uzun anlatıyor, onu “gerçekçi” olmaya davet ediyor. Orada söyledikleri hepimizi bağlıyor.

Dünyanın düzeni, işleyişi bu” diyor...
Dünyanın düzeninde böyle bir şey var. Deprem oluyor, orada olanlara göz yumuyorsun. Yan apartmanda adam karısını dövüyor, göz yumuyorsun. Belli bir standardın üstünde yaşadığın zaman bir sürü insanın omuzlarına basıyorsun. Sen hayatında hiçbir haksızlık yapmamış olabilirsin, ama bir haksızlığı paylaşarak birçok insanın hakkını yemiş oluyorsun. Aslında, Deniz de suçsuz değil. Fakat, sonuçta asıl suçlu doktor, Sema. Çünkü sadece göz yummamış, üstünün örtülmesi için de her şeyi yapmış. Resmen bir cinayet işlenmiş. Geçen gün röportaja gelen bir arkadaş şöyle dedi: “En sert davrandığın karakter Deniz”. Evet, bir yandan öyle. Deniz karakterinin Asuman’a söylediklerini hatırlayalım: “Sen ne anlayacaksın, cahil bir kadınsın, senin hayattan anladığın ‘imamın karısı ne dedi’, ‘pilavın altı yandı mı’, bundan başka bir şey bilmiyorsun ki, senin dünyan şu kadarcık.” Sonra aynı şeyi sevgilisi Sema ona söylüyor: “Senin dünyan şu kadarcık”. Aslında, hepimizin hayatı böyle, bir basamak üstümüzde duran için bizim hayatımız “şu kadarcık”.

Kahramanlar lezbiyen olduğu için filmde kadınlar arası bir gerilim var. Aslında, erkekler dünyasındayız, öyle değil mi?
O çift heteroseksüel de olabilirdi. Bu kadar “gerçekçi” konuşan bir kadın aslında iktidarı temsil ediyor. Sema bir seçim yapmış, tüm hayatını ona göre düzenlemiş, ona göre de kafasında rasyonalize etmiş seçimlerini. “Büyük kötülük olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir” diyor. Bir bebeğin ölmesi onun için küçük bir kötülük. Böyle bir şey yapan, böyle konuşan bir kadın erkek dünyasını, iktidar dünyasını tercih etmiştir. Böyle çok insan var. Tansu Çiller de öyleydi. Seda Sayan da öyle. Bir kızın “karı gibi gülme lan” dediğini kulaklarımla duydum. O da iktidarın diline direkt talip olmuş.

Sema’nın tiradı referandum sürecindeki tartışmaları hatırlattı. Kimi liberal, liberal-sol yazarlar, “Yetmez, ama Evet”e itiraz edenleri “faydasız doğrular”ı savunmakla eleştirmişlerdi.
Benim karakterler de “bazen doğru olan yanlıştır” diyor. (gülüyor) 12 Eylül ben 15 yaşındayken oldu. Sonra da çok depolitize bir dönem geçirdik. O yüzden hiçbir zaman gerçekten politik olmadım. Annem-babam solcu öğretmenlerdi. Çevremizdeki bir sürü insan öyleydi; bir tür hak fikri, hak bilmek kültürüyle yetiştik. Şimdi o dünya bitmiş gibi geliyor. Türkiye son 20 senede, özellikle de son 10 senede her şeyin satılığa çıktığı bir yer oldu. Fikirler çıkar dünyasına göre oluşturuluyor. Çok sevdiğimiz, taparak okuduğumuz insanların da o kervanda, güce doğru meyledip bambaşka şeyler söylediklerini görüyoruz. Şu anki iktidarın en büyük başarısı bu oldu, yıllardır sağın yapmayı beceremediği şeyi bunlar başardı, entelektüellerin gerçekten sonunu getirdiler. Aydın, entelektüel duruşu kalmadı. Kimsenin söylediğine güvenilemiyor. Eskiden sözüne güvendiğimiz insanlar vardı. Şimdi bu ortadan kalktı, bu korkunç geliyor bana. Sözüne güvenerek hâlâ okuduğumuz çok az insan var. Genel açıdan güvenilirlik yerlere düştü. Buraya nereden geldim!

Yetmez, ama evet”ten.
Eskiden daha mütevazı bir hayat vardı. İnsanlar daha küçük şeylerle yetinebiliyordu, şimdi inanılmaz bir hırs var, daha zengin olmak… İnsanlar bunu rasyonalize ediyor. Aynen “Nar”daki doktor karakteri gibi. O karakteri ilk yazdığımda, yüzme havuzu olan bir sitede, bir villada yaşayan biriydi. Sonra prodüksiyon sebeplerinden öyle bir ev bulamadık. Arnavutköy’de bir apartmanda –deniz manzaralı falan, ama bir apartman– oturan, daha orta halli bir doktora dönüştü. “İyi ki böyle olmuş” diyorum, çünkü yeni sınıf atlamış bir kadını anlatıyoruz. Yeni konumunu kaybetmekten ölesiye korkuyor. Bundan sonraki kırk yılını garantiye almış kadar zengin değil. Daha da fazlasını istiyor, o yüzden de her şeyi rasyonalize etmeye hazır. Bu hikâye son yılların ikliminden çıktı.

Kahramanlar anne-kız olsaydı çelişki derinleşir miydi?
Kız bu kadar yıkılır mıydı bilmiyorum. Çocuklar zaten anne babalarının böyle bir şeyi rasyonalize ettiğini düşünebilir, ama idealize ettiği, taptığı, aşık olduğu birisi için öyle düşünmez. Deniz, sevgilisini “o senin bildiğin gibi biri değil, doğuya yardıma gider, bedava insan bakar” diye savunuyor. Sevgilisinin böyle çıkması daha yıkıcı.

Teyzem”den “Nar”a, aradan geçen 25 yıla, “Nar”da geldiğiniz noktadan önceki işlerinize bakınca, nasıl bir yerde olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Teyzem” afişinin üstünde yazıyor, “bu yaşanmış bir hikâyedir”. Teyzem aynen filmdeki gibi yaşadı ve öldü. Yazarken çok değiştirdim, ama gerçek bir acıdan yola çıkıyordu. Teyzem öldüğünde 19 yaşındaydım. Çok etkilendim. Filmdeki gibi, evlenip boşanmış, kenarda yaşayan bir kadın. Ölümü de etkileyiciydi, intihar mı, kaza mı? Kamyonun altında kalıp ölmüş. Onun çevresindeki hayatın değişmesini görmüştüm. Akrabalarımız vardı, evlerine giderdik, “Adieu Jolie Candy”yi çalarlardı, orkestraları vardı, uzun saçlı tiplerdi. Onların sonra Bursa Kapalı Çarşı’da dükkân açıp dindar olduklarını gördüm. “Teyzem”deki ezanlı saati satıyordu biri. Evlerine misafirliğe gidiyoruz, teyzemin yeni öldüğü zamanlar. Eskiden saçı uzun, orkestrası olan adam ezanlı saat gösteriyor, kadın nasıl delirmesin! Bütün bunları anlatmaya çalıştım. Birincisi, senaryo yazmayı tam bilmiyordum, ilk senaryom. İkincisi, piyasayı bilmiyordum. Dolayısıyla, oyun, numara yapmaya çalışan bir senaryo değildi. Bir sanatçı refleksiyle, içimdeki o acıyla boğuşmaya çalışıyordum. Onun üzerine, o sırada eli kalem tutan insan az olduğu için, piyasadan çok iş teklifi çıktı. Bir sürü ticarî iş yapmaya çalıştım. Sonra da çok sıkıldım. 1993’te tüm senaryo yazarlığı işlerini durdurdum ve reklamcılığa başladım. “Kendi filmimi çekeceğim” dedim. “9”u 2001’de çektim. Bugün hâlâ “Teyzem” en çok hatırlanan işim. “Teyzem”den sonra yedi senaryo daha yazmışım, ama çoğu hatırlanmıyor. “Teyzem”in bu kadar çok sevilmesinin sebebi, hileye başvurmayan, formüllere bel bağlamayan bir film olması. Tamamen içinden gelen bir şeyi olduğu gibi anlatıyorsun. Bunun çok değerli olduğunu düşündüm. “9”u da bu güdüyle yaptım. Orada da bir hesap yok, anlatmaya çalıştığım bir hikâye var. Biraz da kendimi bıraktığım bir film. Neredeyse seyirciyi bile düşünmeden yaptığım bir film. Çekerken de, film olacak mı, olmayacak mı, tam bilemiyordum. Bir sürü manada deneysel denebilir –o lafı da çok sevmiyorum. “9”dan sonra “Anlat İstanbul”u yaptık, onda da çok hoşuma giden şeyler var, ama kimse onu “9” kadar sevmedi. “Ara”yı yaparken olabildiği kadar kendimi serbest bırakayım ve yine kendime ait bir hikâye anlatayım istedim. Arkasından, “Gölgesizler” ve “Ses” geldi. Üzerinde en uzun çalıştığım işlerimden biri “Gölgesizler”dir. Ama bana ait olmayan bir hikâye ve bir aşamada elimden kaçtı. “Nar” bu bakımdan “Teyzem”, “Ara” ve “9” dünyasına dönüş. Yine beni çok rahatsız eden şeylerden bahsetmeye çalıştım. Belki “9” kadar sert değil, derdini daha ılımlı anlatıyor. “9” yalınkılıç bir film. “Nar” daha ılımlı, sakin, ama çok sert bir şey anlatmaya çalışıyorum. İnsanın kalabalıkta söylemeye cesaret edemeyeceği şeyler. Bence sanat öyle bir işe yarıyor. Bazen, aklına geldiğinde kendine bile söylemeye korktuğun şeyleri söyleyebiliyorsun. Ticarî sinemada öyle şeyler söylemene izin verilmiyor. “Teyzem” benim filmim değil, ortaya çıkan da “sinemam budur işte” dediğim bir film değil, ama yıllar içinde anlatmak istediklerimin insanlara geçtiğini gördüm. O yüzden “Nar”, “Ara” ve “9” ona bağlanıyor, birlikte anıyorum.

Altın Portakal gecesine gelelim, Müjde Ar’ın elinden “jüri özel ödülü”nü aldığınız âna. Önce galiba bir netleştirme gerekiyor. O ânı, o anda düşündüklerinizi medyaya, geniş kamuoyuna hitaben değil, kendi bloğunuzda eşe dosta, sizi izleyen çevreye hitaben söylediğiniz halde, basın açıklaması yaparak “en iyi film” ya da “en iyi senaryo” ödülü verilmemesine tepki göstermişsiniz gibi anlaşıldı.

Bizde her şey, illâ “yönetmen ateş püskürdü” tonunda olmak zorunda ya! Sanki haberin öyle yapılması gerekiyor. Bir de “kodumu oturtan” adam olmak lâzım. “Madem öyle, neden reddetmedin kardeşim!” Bir-iki kişi de böyle yazdı.

O an neler geçti aklınızdan? Blogda şöyle diyorsunuz: “Kafamın içinde dolanan binlerce tilki birkaç saniye içinde o kadar fevri davranmamam, geceyi berbat etmemem gerektiğini bağırdılar ve lafı zor bela dolandırıp yapımcıma, film ekibine, sevgilime teşekkür ederek bitirdim ve yerime oturdum.”
Gerçekten ödül bekliyorduk. En azından “en iyi senaryo”yu, çünkü seyreden herkes onu söylüyordu. Çok insan “en iyi film sizin”, “en iyi yönetmeni alması lâzım” dedi. “En azından en iyi senaryo!”

Altın Portakal Toto”da SİYAD üyeleri en iyi film olarak “Nar”ı seçmişti.
Evet, yarışma “Zenne” ve “Nar” arasında gibiydi. “Zenne” çok popüler olmuş, ayakta alkışlanmış. Açıkçası, ödül “Zenne”ye gidecek diye düşünüyorduk. Son ana kadar sonucu öğrenemiyorsun. Bilsem, ona göre bir strateji geliştirebilir, güzel bir konuşmayla ödülü reddedebilirdim. Sondan ikinci ödülü “en iyi ilk film” olarak “Zenne” alınca, bir sürü insan yapımcımı tebrik etmeye başladı. “Jüri özel ödülü Nar’a” denince anladık ki, “en iyi film” ödülünü bize vermeyecekler. Bunları 30 saniye içinde düşünüyorsun. Ödülü almak için sahneye çıktım, gerçekten aklımda, “beni sinemaya başlatan Müjde, bu ödülü de en çok o hak ediyor” deyip geri vermek vardı. Normalde kalabalıkta çok rahat konuşurum, kekelemem, ama orada kekeliyorum. Konuşamıyorum, çünkü bir yandan da “dur yapma, sakin ol, bir sürü ödül almış yüzlerce insan var” diyorum içimden. Birden bire gecenin skandal çıkaran adamı olacaksın. Sahnede lafı dolandırıp teşekkür ettim. Ama inerken bile aklımdan Müjde’nin boş olan sandalyesine ödülü bırakıp gitmek geçti. Yapımcım sakinleştirdi. Bloğumda böyle bir şey yazmama da arkadaşlarım karşı çıkıyordu, “boş ver, herkes biliyor ne olduğunu” dediler, ama bilinmiyor. Bu daha önce de “Ara”yla başıma geldi. Antalya’da ön jüri “Ara”yı reddetmişti, gerekçe göstermeden. Oylama gizli yapılmış. Ön jüride kimler olduğu bilinmiyor. Ben de “gizli jüri ancak diktatörlükte olabilir” dedim. Sonraki yıllarda ön jüridekileri isim isim açıkladılar. Yaptığım en azından böyle bir işe yaradı. O itirazımdan ötürü bir sürü insan bana tepki duydu, fakat orada yarışan birçok filmi kimse hatırlamıyor, ama “Ara”yı çok seven, beğenen bir sürü insan var. Şimdi de filmler gösterime girdiğinde her şey belli olacak. Cüneyt Özdemir şöyle yazmış: “Siz hiç Zeki Demirkubuz’un veya Nuri Bilge’nin böyle yaptığını gördünüz, duydunuz mu?” Zeki Demirkubuz “C Blok” en iyi film ödülünü alamadığında, uzun bir konuşma yapmış ve kendisine verilen özel ödülü reddetmişti. Nuri Bilge “İklimler”in değil de “Kader”’in en iyi film ödülü aldığı gece bayılmıştı. Bunları da herkes hatırlıyor. Ağlak yapıyormuşum. Bir yıl uğraşıp bir film yapıyorsun ve onun takdir görmesini istiyorsun. Şu da var: Daha önce kaybetmedim mi, çok kaybettim. “Gölgesizler” festivallerden eli boş döndü. “Ses” aynı şekilde. Ama ikisinin de sebeplerini biliyorum. “Ses” ticarî olarak tasarlanmış; bir korku-gerilim filmi olarak pazarlandı, o ticarî kalıp bir festivalde ödül almasını engelliyor. “Ara” da İstanbul Film Festivali’nde jüri özel ödülü almıştı. Kazanan film “Tatil Kitabı”ydı. Orada “jürinin tercihi” diye düşünmüştüm. Ama burada festival boyunca herkesin en beğendiği ve öne çıkardığı film “Nar”dı. Ben de iyi bir film yaptığımı biliyorum. Kötü bir film yaptığımda bunu kabul edebilen biriyim. “Kaptan Feza” diye bir film çektim, niye kötü olduğunu biliyorum. Eleştirmenlerin yılın en kötü filmlerini seçtikleri Altın Kestane ödüllerinde “Kaptan Feza”ya özel ödül verdiler. “Alarm Zili” ödülü, “dikkat et, kötü film yapmaya başladın” manasında. Her filmim süper olacak diye bir şey yok. Neden kötü olduğunu bilirsen, üzülecek bir şey de yok. Ben şu sebepten kötü oldu diyebiliyorum. Veya hemen arkasından çektiğim film iyi oluyor, onu da biliyorum. Bu sene Altın Portakal’da gerçekten filmimin üstüne bastılar.

O yazıda, “kendime örnek aldığım yönetmenler, yazarlar ve ressamların çoğu bu ülkeden ve bu zamandan değil” diyorsunuz. O yönetmenler kimler, zamanlar hangi zamanlar?
Yetişirken gerçekten hayran olduğum yönetmenler Bergman, Fellini, Antonioni. ‘60’ların sineması çok çarpıyor beni. şimdi öyle film yapan çok az. Her sanatçı bir tür yarış ya da kendini beğendirme gayreti içinde. Ama kendime örnek aldığım insanlar var. Onları düşünüyorsun, o okusa ne derdi? (gülüyor) En azından, okutmaya cesaret edebilir miydim? Yarışma ne demek? Bir yıl içinde yapılan filmler yarışıyor. Sen o insanlarla yarışmıyorsun ki, kafandaki birtakım hayaletlerle yarışıyorsun. Aslında, kafanda hayran olduğun yazarların, edebiyatçıların, yönetmenlerin hepsinin bileşiminden oluşan bir sanatçı fikri var, kendini ona beğendirmeye çalışıyorsun. (gülüyor)

Yazarlar kimler?
Nabokov, Gombrowicz, Perec, Bilge Karasu, Sait Faik... Var da var. Ama bu zamandan az.

Nar”ı yarışmadaki diğer filmlerle karşılaştırarak şöyle diyorsunuz: “Bu jüri, örneğin, çok beğenilen ‘Zenne’ye ya da tuhaf finaline rağmen çok beğendiğim ‘Geriye Kalan’a büyük ödülü verseydi sesim çıkmazdı. ‘Sinema anlayışları böyleymiş’ diyebilirdim. Örneğin, hayran olduğum ‘Kosmos’, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ya da ‘Vavien’ gibi filmlerin karşısında ‘özel’ ödül alsam anlardım”.
Vavien”in ödül aldığı sene “Ses” yarışıyordu. Söyleyecek hiçbir şey yok, “Vavien” çok daha iyi bir film. “Kosmos” da “Nar”dan çok daha büyük bir film. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yla sinema olarak kıyaslayamam. Onların yanında jüri özel ödülü almayı doğal karşılarım. Ama bu sene Antalya’daki en iyi film “Nar”dı, kusura bakmasınlar.

Zenne” ve “Geriye Kalan”da hoşunuza giden neydi?
Zenne”yi görmedim, ama inanılmaz kabul görmüş bir filmdi, çok anlattılar. “Geriye Kalan” çok güzel çekilmiş bir filmdi. Fakat, kafası karışık bir film. Finali çok zayıftı, hatta yanlıştı. Ama “kötü” film diyemezsin, düzgün çekilmiş bir filmdi.

Kosmos”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Vavien”de sizi cezbeden ne oldu?
Apayrı filmler. “Kosmos”un taşraya bakışı, gerçeküstü ele alışı, karakterin peygamberce tuhaflığı... Yakup Kadri’nin “Yaban”ını hatırlatıyor. Alâkası yok, ama neredeyse öyle bir dünya. Kurduğu atmosfer, ses kullanımı olağanüstü güzel. Kısa zamanda çekilmiş olmasına rağmen görüntüleri harika. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ise bayağı epik bir film. Yönetmen gözüyle baktığımda, kırları öyle çekmek, fotoğraflamak gerçekten çok zor. Zaman ve para alan bir şey. Bu ülkenin erkek toplumu gerçekliğini inanılmaz iyi anlatan bir film. Erkekler arasındaki hiyerarşiyi, hem rütbe olarak hem de ezen-ezilen arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor. Ceset bulunana kadar, kırda geçen bölüm başyapıt. Nabokov’dan beri beni en çok çarpan şey detayların kullanımı. Senaryolarımda da detaylar önemlidir. Birinci sahnede bir şey kullandıysam, yirminci sahnede başka türlü ortaya çıkar, filmin sonunda bir daha… “Vavien”de de detayların kullanımı olağanüstüydü. Öyle bir karakteri anlatmaya cesaret etmek! O kadar popüler bir televizyon yıldızı çıkıp bu kadar derin, kötücül bir karakteri anlatmaya cesaret ediyor. Oyuncular inanılmazdı. Binnur Kaya’nın “ya bırakma beni, ben seni çok seviyorum” dediği o minicik sahne... İnsanın içine o kadar dokunan bir şey yakalamak. Bayıldım. Bu üç filmin yanında özel ödülü her zaman kabul ederim.

Nar”ı şöyle tarif ediyorsunuz: “Mikro bir alandan büyük resme bakmaya çalışan, görkemli görselleri olmayan, sinema dilinde devrim yapmaya uğraşmayan, küçük ama söyleyecek büyük lafları olan bir film.”
Öyle düşünüyorum. (gülüyor) “9” ve “Ara” da öyle. “9” tek bir sorgu odasında geçiyor. Ama tüm karakterler Türkiye’de yaşayan insanların simgesi gibi. Her biri bir kesimi temsil ediyor. “Ara” da, yine bir evin içinde geçiyor, dört karakterin hayatından, ta 70’lerden başlayarak “bunlar nasıl böyle oldu” diye anlatıyoruz. Tarih anlatmaya, bizim kuşağın dökümünü yapmaya çalıştım. “9” belirsiz bir süreyi, “Ara” ise on seneyi anlatıyor, “Nar” birkaç saat içinde geçiyor. Ama yine aynı şekilde, her karakter bir kesimi temsil ediyor. Türkiye’nin şu anki haline bakmaya çalışıyorum. Hikâyenin çok sınıfsal temelleri var. Bunları açık açık söylemek yerine, film başka bir şey söylüyormuş gibi davranıyor. Gerilim hikâyesi gibi başlayıp sonunda ciddi bir şey söylemeye çalıştım.

Antonioni bahsinde aklıma gelmişti, “L’Eclisse”in (1962) final sahnesi vardır. Kadir Has Üniversitesi’nde ders veriyorum. Geçen sene onun finalini gösterdim. Film, bir çiftin aşk hikayesini anlatır. Hep aynı köşede buluşurlar. Film boyunca o köşeden detaylar görürüz. Geçen bir at arabası, inşaat, variller, otobüs durağı… Çift aynı köşede buluşmak üzere sözleşiyor. Ama, ilişkileri yürümüyor, aslında ayrılıyorlar. Sıradan bir yönetmen, o buluşmaya gitmediklerini, onları ayrı ayrı mekânlarda, adamı (Alain Delon) pencereden bakarken, kadını (Monica Vitti) başka bir şey yaparken gösterir. Antonioni o köşeye odaklanıyor ve detayları gösteriyor. Boş bir varil, içine su doluyor, karınca yuvası, otobüsten biri iniyor, at arabası geçiyor... Tek eksik o çift. Sinemada bir derde, soruna işaret etmek için illâ göstermen gerekmiyor. Göstermeden de istediğini anlatmak mümkün. Filmlerimde göstermediğim çok şey var. Hepsinde başka bir şey gösteriyor gibi yapıyorum, ama derin bir meseleye işaret ediyorum.

Nar”ın finaliyle bitirelim. Deniz Asuman'a, Asuman Denize dönüşüyor.
Filmi anlatırken şöyle diyordum: Hepimiz nar taneleri gibiyiz. Bir yandan birbirimize çok benziyoruz, bir yandan da apayrıyız, ama bizi bir arada tutan bir kabuk var. Bu kabuk nedir? Birbirimize duyduğumuz güvendir, inançtır. Bu ortadan kalkarsa, o nar çatlar ve taneler her yere dağılır. Asuman çok rahat, doktor Sema ya da Deniz olabilir. Deniz rolündeki kız da gecekondulu bir falcı olabilirdi. Kapıcı o kılıkla karşısına kim çıkarsa çıksın aynı sert tavrı gösterecekti. Onun altını çizmek, hikâyeyi dairesel hale getirmek için bulduğum bir final. 


Bu söyleşi Bir+Bir'in Aralık 2011- Ocak 2012 sayısında yayınlandı.