Tuesday, 24 January 2012

BAĞIRAN ADAM

1980’lerin ortası ve 90’lar boyunca bir dönem, İstiklal Caddesi’ne yolu düşen herkes onu tanırdı. Kimi sever kimi nefret ederdi. Bazıları o uzaktan görününce yolunu değiştirirdi, bazısı da inatla üzerine giderdi. O, benim ve birkaç arkadaşım için “Bağıran Adam”dı.

Herşeyin satılıp pazarlanabileceğine inanan, “marketing olayı”na yeni uyanan ileri zekalılar olur olmaz her şeye “marka” demeyi moda haline getirdiler ya; Bağıran Adam sözüm ona turistik “marka” olan Beyoğlu’nda, kendi kendini yaratmış gerçek birkaç “marka”dan biriydi.

Sanırım fırın gibi bir yerde çalışıyordu. Çoğu zaman üstü başı bembeyaz unla kaplı olurdu. Ben kimseyle konuşup sohbet ettiğini görmemiştim, dilsiz gibiydi. Orta boylu, hafif şaşı, hayli sarsak yürüyüşlü, İstiklal’in canhıraş kalabalığı içinden yanınızdan sessizce geçip gitse, belki de dikkat bile etmeyeceğiniz bir adamdı.

Ama sessizce geçmiyordu işte. Bu adam fark ettirmeden yanınıza yaklaşıyor, sonra hiç beklenmedik bir anda “puaaah” ya da “baoow” diye bağırıyordu. (Çıkardığı sesi yazıda yinelemek zor, harflere dökülemeyecek bir sesti.) Bu acayip bağırtıya sevimli bir cin gülüşü ve bir de yaramaz el hareketi eşlik ediyordu: Parmaklar bir araya getirilip yumruk ya da boru gibi yapılmış, o boru aşağı yukarı sallanıyor. Sanki o “baoow” bacaklarınızın arasından çıkıyormuş, bacaklarınızın arasında ürkütücü bir şey varmış gibi.

Yok muydu? Vardı elbette, bacaklarımızın arasında ürkütücü şeyler vardı ama biz bu tuhaf bilgiyi kabul edip, gizleyerek yaşıyorduk. Ama unlu kurabiye kılığındaki bu adam ısrarla, tekrar tekrar dikkatimizi oraya çekmeyi vazife edinmişti işte. Onu, kazara hayatının ilk pornosunu gördükten sonra mahalledeki tüm kadın ve erkeklere bilgiç bilgiç gülümseyerek “seni gidi seni” hareketi yapan Avanak Avni’ye benzetirdim.

Erkek erkeğe ya da yalnız gezen erkeklere takılmazdı. Sadece kadınların, genç kızların olduğu gruplara yapardı hareketini, ya da ben öyle hatırlıyorum. Genellikle de bu küçük taciz şakasını kaldırabilecek insanları seçerdi. Onu tanımayan masum genç kızlar ürküp çığlık atarak kaçarlar, çevreden seyredenler gülerdi. Şakasına kurban olanların çoğu, “Meczup işte” der ve gülüp geçerdi. Ama tabii mizah duygusundan nasibini almamış olanlar da vardı ve Bağıran Adam arasıra sert tepkilere hatta dayağa maruz kalırdı. Bir iki kere onu ağzı burnu kan içinde, hırpalanmış vaziyette görmüştüm.

Bağıran Adam bıkmadan usanmadan yıllarca aynı şakayı sürdürdü. Caddeden geçen binlerce insanın tanıdığı bir yüz haline getirdi kendini. Leman (ya da kardeşleri) gibi dergilerde karikatürlere konu olmuş, Roll’un arka kapağına çıkmıştı. Caddede bağırtkan müzik satıcılarının çaldığı, hep aynı hep aynı şarkıların içinde ikide bir yankılanan çok tanıdık bir sesti. Sonra birden ortadan kayboldu. Tam onu “marka” yapan hareketin modası geçmeye başlarken, her marka gibi zamanı gelip ışıltısını kaybederken aniden ortalıktan çekiliverdi.

Ümit Bayazoğlu, bir yazı araştırması için yıllar önce Kasımpaşa cıvarında dolaşırken birden Bağıran Adam’la karşılaşıvermiş. Onlar da arkadaş arasında Bağıran Adam’a “Feridun” diye bir takma isim vermişlermiş. Ümit Bayazoğlu, “N’aber Feridun?” diye konuşmak istemiş ama, “Feridun” konuşamadığından onun yerine pencereye çıkan bir mahalleli kadın konuşmuş. “Feridun” meğerse mahalledeki bir kaç binanın ve fırının sahibi bir ailenin oğluymuş. Küçükken menenjit geçirmiş. Ailenin fırınında çalışırmış ama arasıra kaçıp Beyoğlu’na çıkmasına göz yumulurmuş. Şimdi ayağı alçıda oturuyormuş. Ayağını nasıl kırdığını, ona sonradan ne olduğunu, neden artık caddeye çıkmadığını Ümit Bayazoğlu da ben de bilmiyoruz.

Onu aklımın bir köşesine çıkmaz mürekkeple yazmama sebep olan ve bana bu yazıyı yazdıran an ise şu:

Yılını hatırlamıyorum ama Bağıran Adam’ın en çok bağırdığı, en meşhur olduğu yıllardı. Emek Sineması’nda bir filme gitmiştim. Çok popüler bir film değildi sanırım, sinema çok sakindi. Orta sırada yer bulup oturdum. Bir baktım ki Bağıran Adam en önde oturuyor. Eskice bir gri takım elbise, kırmızı kravat, kendince çok şık giyinmiş. Saçlar taranmış, yapıştırılmış.

Arada sırada geriye dönüyor ve muzip bir gülümsemeyle, bütün “şöhret”lerin yaptığı gibi biz fanilere “Evet benim, yanılmıyorsunuz, buradayım” der gibi bakıyordu. Ama asıl vurucu hamlesini film başlamadan hemen önce çekti. Film başlıyor gongu duyulduğunda hafifçe yükselip geri döndü ve işaret parmağını dudaklarına götürüp (hastanelerdeki hemşire resimleri gibi) “Sus!” işareti yaptı.

Dışarıda ciddi bir “iş” yapıyor, bize bir takım ayıp bilgileri hatırlatma, bizi eğlendirme, kendi cinsel sıkıntısını dışavurma görevlerini bağırarak yerine getiriyordu. Ama dışarısı dışarıydı ve şu an sinemadaydık, biz bizeydik, hiç büyümeyecek hep çocuk kalacak bu adamın görevi de bir yere kadardı, şakanın ve münasebetsizliğin sırası değildi şimdi, susacaktık. Tenha sinemada onu tanımayan yoktu. Sus dedi, sustuk.

Bu yazıyı uzun zaman önce bir arkadaşın isteği üzerine İstiklal Caddesi'nin yüzlerini konu alan bir derleme kitap için yazmıştım. Sonra kitap fikri gerçekleşmedi, yazı da bilgisayarda bir dosyada kalmış, unutmuşum. Bugün çalışmamak için eski dosyalar arasında dolanırken buldum.