Deniz esintisi...
Sanki Foça’daki yazlık evin arka bahçesindeymişim. Asmanın altında oturmuşum. Bacaklarımda çizik çizik tuz izleri, yapışıp kurumuş erişteler... 14 yaşındaymışım, denizden yeni gelmişiz. Akşammış. Bahçe yeni sulanmış, taşlar serinmiş. Fesleğenlerle akşam sefalarının kokusu birbirine karışıyormuş. Deniz uzaktaymış ama sesi buraya kadar geliyormuş. Bahçe duvarının arkasında yükselen kavaklar hala güneşle aydınlanıyormuş, rüzgar kavakların arasında biraz oyalanmış bana 28 yaşımın sersem salak bir gecesinden kabuslu bir selam getiren rüzgar kavak yaprakları birbirine çarptıkça ne tuhaf sesler çıkarıyorlar takatak bırak kap kapatak bir yapraktan da böyle ses çıkar mı canım çatır çatır bir gürültü gözlerimi açıyorum ki başucumda biri dikiliyor.
Başucumda bir değil, iki kişi dikiliyordu. Biri Fırat. Fırat? Sen misin, ne arıyorsun burada?
Fırat “Gözlerini açtı” dedi sevinçle. Beni duymuyormuş gibi yanındakiyle konuşuyordu. Doğruldum, başıma acayip bir ağrı saplandı. “Oğlum nasıl girdin içeri?” derken yanındaki adamı tanıdım. Bizim kapıcı Sefa’ydı bu. Pijamalarıyla gelmişti. “Manyak herif manyak, ödümü koparttın!” dedi Fırat, sevinçle omzuma bir şaplak attı.
Oturma odasına gittik. Uf, ne kadar dağılmış buralar. Bu koca votka şişesini ben mi bitirdim. Şu yerdeki sigara izmaritlerine bak. İyi ki yangın çıkarmamışım. Fırat, Sefa’nın yardımıyla ikinci kattaki pencereme tırmanmış, Fırat'tır bu, tırmanır, aralık unuttuğum pencereden içeri girmiş, salonda karanlıkta ayağı telefonun kablosuna takılmış, telefonla birlikte bir takım dosyalar filan yerlere saçılmış. Köpek’te benim yönetmenle karşılaşmışmış. Adam, benim gözü dönmüş bir vaziyette ve de deli gibi sarhoş olduğumu anlatmış. Fırat akşam geldikten sonra bir daha gelmiş. Sefa’yı bulmuş bu sefer. Sefa da bütün gün evden çıkmadığımı söylemiş, ara sıra acayip yüksek sesle şarkılar söylediğimi kendi kendime bağırdığımı duymuşmuş.
Kendi kendime bağırmak mı? Sefa bunları anlatırken, sözde benim çıkardığım canhıraş, ulur gibi bir ses çıkardı... “Sefa acayip bir adamsın, kim öyle bağırmış kendi kendine? Ben mi?" Aman allahım, Notre Dame’ın Kamburu gibi bir şey... Utanç, Utanççç. Yere oturdum kaldım. O kadar içkiden sonra tamamen ayıktım sanki şimdi. Fırat hala heyecanlı, “Kötü birşey yapmandan korktum” dedi. Ne saçma. “Saçma” dedim, “kötü bir şey olarak ne yapabilirim yani? Benim canımın ne kadar tatlı olduğunu bilmiyor musun? Ben parmağım kesilse iki saat inler ortalığı velveleye veririm. Bende intihar edecek cesaret var mı? Yani Fırat, bunca yıllık arkadaşımsın, beni tanıyamadın mı?” Fırat gülerek her anlama çekilebilecek bir işaret yaptı.
"Umur Bey, bana ihtiyacınız olursa zile basarsınız, ben kaçayım..." “Yok Sefa, kusura bakma bu kadar telaş verdiğimiz için.” İyi kalpli kapıcı Sefa, plastik terliklerine sığmayan kıllı ayaklarını sürüye sürüye gitti. Odaya döndüğümde Fırat pencereden aşağıya, ben burayı nasıl tırmandım der gibi bakıyordu. "İçecek birşey var mı?" dedi, sonra gözü bir bardağın içinde söndürdüğüm, votkayı emmiş sigara izmaritlerine ilişti. "Aman boşver, çıkınca içeriz" dedi. "Ne çıkması, hiç bir yere gidemem ben" dedim, "Pencereden filan girip uyandırmasaydın şimdi kimbilir kaçıncı uykumda olacaktım. Yine de sağol, beni düşündüğün için. İnsanın bu zamanda düşünceli bir arkadaşı olması iyi birşey".
Fırat bu saatten sonra çıkma fikrini unutup “N’oldu o gece birden fırladın gittin?” dedi. “Gerilim” dedim hemencecik bir yalan atarak, "Gerilim artık dayanılmayacak bir hal almıştı." Fırat kendisi, Emel ve Kaya çevresinde dönen bir gerilimden bahsettiğimi sanarak gülümsedi. "Ben şöyle daha düz ilişkiler istiyorum." dedim, "Herşeyimiz bir oyun gibi. Gibisi fazla, aramızda geçen herşey bir oyun. Hem de sıkıcı bir oyun. Bıktım. Gerçek ilişki istiyorum ben. Şöyle eli yüzü düzgün bir kız bulacağım: Lise mezunu, iyi yemek pişiren, kötü çocukluk hatıraları olmayan, tercihan başak burcu filan, ya da terazi. Evlenip sakin bir hayat yaşayacağım. Akşamları yürüyüşe çıkarız, gazeteleri okuruz, TV'de Sinema seyrederiz. Arkadaşlarımıza misafirliğe gideriz, çay içeriz. Karım bana kazak örer, belki, neden olmasın çocuk bile yaparız...”
Fırat kıs kıs güldü. “Oğlum, bunu yapabilsen çoktan yapardın. Sen ben öyle bir hayata sığışabilir miyiz sanıyorsun? Senin o oyun moyun dediğin şey, meselenin özü... Oyun kısmını çıkardığın zaman aşktan ne kalır? Bir insanı çıplak görmek, ereksiyon, duhul, üç git-gel, beş öpücük, okşama filan... Hayatta kaç kere seviştin, hangi biri kaldı aklında? İşin aslı onu elde edinceye kadar çevresinde dönen dolaplar. Zevkli kısmı o... Ben neden Emel’e deliriyorum sanıyorsun?”
“Saçmalama allahaşkına, herşey Tehlikeli İlişkiler'deki gibi olmasa da hayat sürer” dedim. “Niye saçmalıyor muşum?” dedi Fırat. “Bak şimdi: Emel çok akıllı ve de aynı zamanda güzel. Üstelik yıllardır ilişkisi var. İşi evlenmeye kadar vardırmışlar. Kaya da fena çocuk değil (tamam klitorisi bilmiyor, büyük olasılıkla da 'cunnilingus'tan tiksiniyordur ama) Emel’e sular seller gibi aşık. Para dersen o da var, en azından bir zaman sonra olacak. Mutlu bir yuva için gereken bütün malzeme hazır ellerinde. Bir de şunu düşün. Ben, Emel’i bütün bunlara rağmen fethediyorum, kendime aşık ediyorum. Doğru hamleleri yapabilirsem... Şak! Emel benim. Bundan büyük doyum olur mu?”
“Aşık değil satranç oyuncusu gibi konuşuyorsun” dedim, "Bu aşk maşk değil, aşk olmadığı zaman sıkıntıdan işte aynen böyle oyuna döker insan işi". Fırat “Şimdi sarhoşum diye böyle akıllı akıllı analiz yapıyorum. Bunların hepsi boş laf.” dedi, “Ben aşığım... Yanıyorum... Derim, kemiklerim, her yanım yanıyor... Kuduz yarasalar bile yatıştıramaz beni.”
Kulağımda cırlak bir ses “Emel’in Asaf’la olduğunu söyle” diyordu. “Mis gibi sevgilin var" dedim kulağımdaki sesi bastırarak, "Gülsen gibi kızı bulmuşsun da bunuyorsun.” Fırat gözlerini kapayıp oturduğu yerde kaykıldı. “Abi Gülsen de bir gülmesen de... Dün gece feci bi kavga ettik, bitti artık. Bu son ayrılışımız. Ben Emel’i istiyorum. Bunca zamandır, iki yıl mı oldu, iğneyle kuyu hesabı ince ince işliyorum. Bak göreceksin, sonunda gelip verecek.”
Fırat konuşurken, gözüm boynunda pıt pıt kabarıp inen bir damara takılmıştı. Krem rengi gömleğinin göğsünde yuvarlacık bir ketçap lekesi vardı. Birden patladım, benim yerime sanki kulağımdaki ses cırladı: “Emel Asaf'a veriyor canım...”
Fırat yüzünde hiç bir kas oynamadan, donmuş gülümsemesiyle bana baktı kaldı. Sonra sanki kafatasına sığmayan büyük bir nesneyi yerli yerine oturtmak istiyormuş gibi kafasını iki yana sertçe salladı. “Ne? Ne dedin sen?”
Bir arkadaşa ihanet etmek, size sır olarak söylenen bir şeyi açıklamak kötü bir şeydir. Benim bu yaptığım türden bir ihanet, teşbihte hata olmaz, insana bir kalıp gliserinli sabun yemek ya da dikenli çalılar içinde çıplak yuvarlanmak gibi iğrenç hisleri aynı anda yaşatır. Ama kıskançlık gözümü kör etmişti. Başlattığım rezaletten neredeyse zevk alarak, “Asaf geçen gece sarhoşken bana itiraf etti," dedim. "Emel’le düzenli bir şekilde birlikte oluyorlarmış... Emel çok aşıkmış Asaf'a... Asaf son günlerde bitirmeye çalışıyor ama bırakamıyorlar birbirlerini. Günlerdir sevişme ayrıntılarını, çekişmelerini, dedikoduları dinlemekten canım çıktı.” Fırat fısıldar gibi "Yapma ya!..." dedi. Ağzımda köpüren sabunun acı lezzetini çıkara çıkara, "Ben yapmadım" dedim, "Onlar yaptı. Bu olayı öğrendiğimden beri zaten patlayacak haldeyim. Bir de senin Emel takıntını çekemeyeceğim."
Çoktan pişman olmuştum ama artık çok geçti. Sır perdesi bir kere kalktıktan sonra, arkasında saklanan hınzır cinleri tutmak mümkün olabilir mi? "Ne adam bu Asaf..." diyordu Fırat, "Abi bu herifin götürmediği karı kaldı mı acaba? Tipi de bir şeye benzemez, çenesiyle bağlıyor orospuları. Demek öyle Emel? Ben sorarım sana". Fırat söylenirken, ağlamak ister gibi bir hisle hıçkırdım, ağzıma acı bir su geldi. Yerimden fırlayıp banyoya koştum.
Kusamadım bile. Ağzımı çalkaladım, yapacak başka birşey yokmuş gibi dişlerimi fırçalamaya başladım. Kendimi, mutfakta yere düşüp kırılan bir kavanoz çilek reçelinin altında kalmış bir hamamböceği kadar zavallı buluyordum. Fırat kapıya gelmiş beni seyrediyordu. “Hadi giyin gidiyoruz” dedi. Boğazımdaki acı tat dişmacununun naneli kokusuna rağmen geçmemişti. Ağzım köpükle dolu “Nereye gidiyoruz?” dedim. “Partiye! Sana partiyi haber vermeye gelmiştim” dedi Fırat. “Ne partisi, saat kaç haberin var mı?” dedim. Fırat saatini burnuma dayadı: “Sen burada böyle fil adam hallerine girmişken saati unutmuşsun, daha on buçuk. Bu parti kaçmaz! Bizim ajanstan bir çocuk davet etti. Haliç’te eski bir tersane binasında sergi açıyorlar. Çok büyük proje. Çocuk ses düzenini anlattı, aklın durur. Sergi, enstalasyonlar, happening filan bir arada...” “Ne enstalasyon ne de happening kaldırabilirim şimdi...” dedim, “Bana olanlar olmuş zaten. Ne olur beni bırak, hala sarhoşum. İçim öyle bir kararmış durumda ki..."
"Sana ne oluyor oğlum" dedi Fırat, "Bırak Kaya'nın içi kararsın. Onlar da partide olurlar garanti. Gidip Kaya'ya yetiştirmeyen en adi olsun. Vay yazık be, içim acıdı şimdi çocuğa. Abi ben bilmeden ne gerilimler dönüyormuş ortada, sen de çekip gitmekte haklısın yani..."
Ağzımı çalkalamıştım. Boş bir çuval gibiydim artık. Elimde diş fırçası, banyo küvetinin kenarına oturdum. "Gerilim merilim hikaye..." dedim. "Asıl mesele şu: O arayan kız, Asaf'ın telefon sapığı, yıllar öncesinin büyük aşkı, o mektuplar yazdığı Hafif Hanım, Işık yani..." "Eee?" dedi Fırat.
"O kız Bodrum'da tanıştığım yeni sevgilimdi."
Fırat uzun ve derinden bir "Yok canııım!" çekti. Boğazımı ağrıtacak gibi tıkayan yeni bir ağlama yumrusuyla başetmeye çalışarak başımı salladım. "Hemen öğrenirsiniz sanıyordum. Işık, Asaf'a anlatır sanıyordum". Fırat "Abi, sen gittikten sonra Asaf da konuşamadı ki kızla" dedi, "Asaf telefonu açınca kız hemen suratına kapamış. Asaf da evinin numarasını bilmiyormuş, bir acayip hallere girdi, onu hiç öyle görmemiştim. Böyle bir titreme geldi üzerine, çöktü resmen. Yalnız kalmak istediğini söyledi. Biz de kös kös gitmek zorunda kaldık. Bak kızı cidden merak ettim şimdi. Hem senin hem Asaf gibi herifin aklını başından aldığına göre..."
"Asaf benim niye kaçtığımı bilmiyor mu yani?"
"Nereden bilecek? Seni görecek, arkandan hesap yapacak hali kalmamıştı ki" dedi Fırat, "Bugün onu da aradım ama bulamadım. Telesekreteri de cevap vermedi. Emel'lere bu partiyi haber verirken Asaf'ı bulurlarsa onu da getirmelerini söyledim. Ama Köpek'e gittim yoklar. Her yer boşalmış resmen, bütün millet bu partide".
Koltuk altlarımdan tutup beni kaldırmaya çalıştı: "Yürü gidiyoruz. Biz keyfimize bakalım. Kim ne yaparsa yapsın. Belki yepyeni birileriyle de tanışırız." Fırat'la başedemeyip kalktım ama yüzümü kurulamak için havluya uzanırken hala inat ederek "Hiç bir yere gitmiyorum" dedim. Fırat fazla lafa gerek bile duymadan kolumdan tuttu, ite kaka odama soktu. Dolaptan bulduğu bir gömleği ve kot pantolonu suratıma fırlattı. Bir gün süren acıklı bir kış uykusu geçirdiğim evi, boş şişeleri, fişten çekilmiş ölü telefonu, kararmış televizyonu ve bardakların dibine çökelmiş sıkıntı izmaritlerini bırakıp çıktık.
"Haliç'e, tersaneye". Bu saatte insanın Haliç Tersane'sinde ne işi olabileceğini pek anlamayan yaşlıca taksi şöförümüz radyodan, doğum kontrolünün dünya müslüman milletlerinin soyunu kurutmak için yaratılmış büyük bir şeytani planın parçası olduğunu ve yasaklanması gerektiğini anlatan bir adamı dinliyor ve dikiz aynasından kaçamak bakışlarla bizi süzüyordu. Ben onun çipil çipil mavi gözlerine, dudaklarının hemen üstünde biten çok kısa kesilmiş bıyıklarına ve gür sakallarına bakıp bugüne kadar kimbilir kaç taksi şöförüyle böyle bakıştığımı ama şimdi hiçbirinin yüzünü hatırlamadığımı, bu adamı da arabadan iner inmez unutacağımı düşünüyordum. Fırat camdan dışarı baktı baktı birden, "Abi ben bu Asaf’a her şeyimi anlattım” dedi, “Bir sana anlattım bir de buna. Emel'e nasıl yandığımı biliyor. Ben anlatırken için için gülüyordu demek.” Her ah’ın sonunda h’leri çatlata çatlata “Ah abi ah abi, ah abi." dedi.
Karaköy'den geçtik, geneleve çıkan yokuştan karanlık suratlı, döküntü kılıklı adamlar iniyordu. Tatlıcılar, prezervatif satanlar yokuşun başında bekleşiyorlardı. Fırat tekrar düşüncelerine gömülmüş ve böyle zamanlarda hep yaptığı gibi bir bacağını titretmeye başlamıştı. Oto yedek parçacılarını, hırdavat dükkanlarını geçtik. Erkin Oto. Dilaver Usta. As Otomotiv. Sizin Oto. Bizim Oto. Yedek parçacıların işyerlerine isim koyma konusundaki yaratıcılığı doğrusu sınır tanımıyordu.
Tersaneye vardığımızda 11’i biraz geçiyordu. Parti yeni yeni canlanıyordu. Bizim gibi henüz gelenler bile vardı. Taksiden inerken şöförün radyosunda doğum kontrolü vaazı bitmiş ilahiler çalınmaya başlamıştı. Mahallenin yoksul çocukları duvar diplerine sinmiş, şaşkınlıktan koca koca açılmış gözlerle gelen gideni seyrediyorlardı. Bir oğlan beni kastederek bağırdı: “Şu şişmana bakın, mor gömlek giymiş, kız gibi”. Beş-altı yaşındaki kapkara oğlanın saçları üç numara traşlı, gözleri belirgin biçimde şaşıydı. Bez bir don dışında hiç bir şey yoktu üzerinde. Kendisine baktığımı görünce korkuyla, yanında duran saçları kirden birbirine yapışmış küçük kızı dürtükledi: “Anladı lan, Türkçe biliyormuş”. “Anladım ama mühim değil” manasında göz kırptım geçerken, şaşı şaşı baktı yüzüme. Dev bir bez bayrak serginin sponsoru olan bankanın amblemiyle giriş kapısının üzerinde dalgalanıyordu. Biz bilet almak için girilen kuyruğun sonuna vardığımızda çocuk arkamdan bağırdı: “Şiş-ko!”
“Yaz Uykusu Düşleri-I” adını verdikleri sergiyi böyle bir mekanda açma cesaretini gösteren sanatçılar grubu çok büyük bir “proje” gerçekleştirmişti doğrusu. Eski tersane yer yer büyük spotlarla aydınlatılmıştı. Kızağa çekilmiş bir gemi, tersanenin hemen yanında Haliç’e doğru kaykılmış iri, ürkütücü cüssesiyle bir hayalet gibi eski İstanbul’un ışıltılı görünüşünü maskeliyordu.
Tersanenin dev depolarından biri serginin ana mekanı olmuştu. Kocaman bir kapıdan girdiğimizde toprak alanda gözleri kara bantlarla bağlı, beyaz, sımsıkı giysiler giymiş kızlı erkekli dansçıların dansetmekte olduğunu gördük. Serginin parçası olarak tasarlanmış "happening"lerden biriydi bu. Piyanoyla çalınan ağır, atonal bir parça güçlü bir ses sistemiyle bütün mekanı sarsıyor, üç spot ışığı serbest hareketlerle dansçıların üzerinde dolanıyordu. Dansçılar çeşitli aralıklarla, değişik yüksekliklerde, korkulu, meraklı, dehşet içinde, şefkatli tonlamalarla hep aynı kelimeyi bağırıyorlardı: "Neredesin? Neredesin? Neredesin?" Bir başka dansçı, elinde kırmızı boya dolu bir kova ve fırça, onların arasında dolaşıyor, "Nerdesin?" diye bağıran dansçıların beyaz giysilerinin önüne ve arkasına dev çarpı işaretleri boyuyordu. Kalabalığın içinde kirli mavi işçi tulumlarıyla, bıyıklı, ciddi yüzlü adamlar göze çarpıyordu. Onların da serginin bir parçası olduğunu düşündüm. Bütün dansçıların ön ve arkaları kırmızı çarpılarla dolduğunda, dansçılar kendilerini tozun içine yere attılar. Müzik büyük bir gürültüyle bitti. Birden mekanın tümünü aydınlatan ışıklar yandı. Bir alkış koptu. Meydanın çevresinde daire halini almış olan seyirciler serginin diğer yapıtlarını izlemek üzere dağıldılar.
Bir kenarda tahta masaların üzerine bar kurulmuştu. Plastik bardaklarda içki satıyorlardı. Fırat'la kendimize içkiler alıp dolanmaya başladık. Kalabalığın içinde ünlüler, uzaktan tanıdığım bir takım sanatçılar, oyuncular, mankenler, gazeteciler de vardı. Aniden birkaç flaş patlıyor, son filminde ezik bir Kürt köylü kadını canlandıran ünlü bir film yıldızı, Alman bir sanatçının çok beğendiği yapıtı önünde, sanatçıyla birlikte poz verirken görülüyordu. On vitrin mankenine kara çarşaflar giydirerek bir platform üzerine dizen, ellerine İstanbul marketlerinde bulunabilecek fallik görünümlü yabancı markalı sosisleri, muzları tutuşturan Alman sanatçı kadın, bu yapıtıyla gazetecilerin ilgi odağı haline gelmişti. Kalabalık arasında "Burçlar" filminin yönetmeni gözüme çarptı. Alman sanatçının peşinden "But, why?" diyerek seğirtip yanımızdan geçti. Beni görecek halde değildi.
Sergi daha başka ibretlik yapıtlarla da doluydu. Tersanenin karanlık binalarından dışarıya yayılan yapıtların kimileri, böyle sergilerde görmeye alışık olduğumuz şeylerdi: O duvardan duvara gerilmiş kalın ipleri, yerlere yayılmış çuvalları, sütunlara yapıştırılmış plastik ambalaj bantlarını, kırpıntı yığınlarını, molozlara gömülmüş loop filmler gösteren video monitörlerini hep bir yerlerden tanıyorduk.
Sonra orada burada, her zaman uslu uslu resimler yaptığı halde böyle bir sergi için “sıradışı” işler tasarlamaya kalkışmış Türk sanatçılarının, hayli manidar yapıtlarıyla karşılaşıyorduk:
İnce uzun bir koridor boyunca bir duvarda, yerden yaklaşık otuz santimetre yükseklikte asılmış olarak; eski imparatorluğumuzun kuruluşundan bugüne, 36 Osmanlı padişahının, yaldızlı çerçeveli portreleri yer alıyordu. Her portrenin beş on santim üzerinde kesik birer horoz kafası koca çivilerle gözlerinden duvara çakılmıştı. Her portrenin altında siyah bir mum yanıyordu, mumların çevresine kuru gül yaprakları serpiştirilmişti. Osmanların, Mehmetlerin, Muratların, bıyıkların, kürklerin, tuğların, kılıçların, ürkütücü bakışlı, çoğu batılı ressamların hayalgücünden çıkma bu suratların önünden hemen geçtim. Bu yapıtın yaratıcısı olduğunu sandığım uzun saçlı, bıyıklı bir adam koridorun sonunda ateşli hareketlerle yabancı bir kadınla konuşuyordu. Bu sanatçıyı hatırlıyordum. Televizyonda "Siyasi İslamın Yükselişi" konulu bir panelde, o sırada moda olan deyişle, "Hepimiz müslümanız, ben de müslümanım ama..." şeklinde başlayan bir konuşma yapmıştı.
Yapıtının önünde bir gazeteciye yaptığı açıklamadan anladığım kadarıyla, İstanbul’un korkunç trafik karmaşasını ve trafikte sürüklenen insanların yabancılaşmasını anlatmayı amaçlayan bir sanatçı; bir belediye otobüsü kiralamış ve otobüsü tersanenin ortasında bir alana parkedip, içini salhaneden aldığı sığır gövdeleriyle doldurmuştu. Kafası kesik, derisi yüzülmüş koca koca sığırlar, kasap çengelleriyle başaşağı otobüsün tutunma çubuklarına asılmışlardı. Otobüs elektrikli bir sisteme bağlıydı. Ellerinde plastik içki bardaklarıyla sergiyi gezen misafirler birden bire otobüsün farları dahil tüm ışıklarının yandığına ve koca aletin ve sığır etlerinin zangır zangır titrediğine şahit oluyorlardı. Bu titreme sırasında siren sesleri, kornalar, kulakları sağır eden bir trafik gürültüsü duyuluyordu.
Bir başka sanatçı kendisini sanat yapıtı haline getirmiş, boynuna ve sırtına astığı çift taraflı bir tabelayla dolaşıyordu. Tabelanın ön yüzünde “Şu an sanat yapıyorum” yazıyor, sırtına denk gelen arka yüzünde de “Şu an hiç bir şey yapmıyorum” yazısı okunabiliyordu.
Daha da kaba karikatürler vardı doğrusu: Bir başka genç sanatçı ünlü ressamların fotoğraflarına birer fes ve pos bıyık çiziktirerek çerçeveletip asmış; sonra örneğin Picasso’nun bıyıklı fesli fotoğrafının yanına 1950’lerden kalma ilk Türk kübistinin resmini, Monet’in fotoğrafının yanına ilk Türk izlenimcisinin bir resmini asmıştı. İlk Türk Action-Painting ressamının, Pop-Art ressamının, Foto-Realist ressamının vs resimleri de bu acımasız eleştiriden paylarını almışlardı.
Kalabalık içinde, bir genç adam Fırat’ın koluna yapıştı ve bizi yapıtının olduğu duvarın önüne götürdü. Fırat’ın çalıştığı reklam şirketinde art direktörlük yapan, bizim bu sergi-partiye gelmemize sebep olan genç adam da hayatında ilk defa bu büyük sergi için "kavramsal" bir yapıt üretmişti. 24x24 cm boyutunda 24 kare tuvalden oluşuyordu yapıt: 24 küçük tuval yukarıdan aşağıya 4, sağdan sola 6 tuval boyunda büyük bir diktörtgen resim oluşturmak üzere birbirlerine bitişik şekilde asılmışlardı. Her birinde alacalı bulacalı, soyut renkler boyanmıştı. Tuvaller bir araya geldiklerinde de somut bir biçim oluşturmuyorlardı. Fırat elindeki bardağı göstererek, "Sen bekle, ben ikimize de birer içki daha kapıp geleyim" diyerek uzaklaştığında neden kaçtığını anlamamıştım. Sanatçı, yapıtının uzun bir açıklamasına giriştiğinde Fırat’a içerledim. Art direktör arkadaşımız, bir kız arkadaşını çıplak vaziyette bir pencere kenarındaki yatağa oturtmuş ve kameranın yerini değiştirmeden, günün 24 saat başında, ışık değişikliklerini yakalamaya çalışarak kızın 24 ayrı fotoğrafını çekmişti. Sonra her bir fotoğrafı 24 eşit parçaya bölmüştü. Sonra birinci fotoğrafın birinci karesini büyüterek 24x24 cm. boyutlarındaki tuvale kopyalamış ve boyamıştı. Derken ikinci fotoğrafın ikinci karesini, üçüncü fotoğrafın üçüncü; dördüncü fotoğrafın dördüncü ve beşinci fotoğrafın beşinci karesini.. ve de yirmi dördüncü fotoğrafın yirmi dördüncü karesini kopyalayarak gördüğümüz 24 ayrı tuvali elde etmişti... Sonra da hepsini numara sırasına göre yanyana koymuştu. Sonra bu yapıta kaynaklık eden fotoğrafları ve filmi yakmıştı. Küller hemen resmin altında, yerdeki kristal bir vazonun içinde duruyorlardı. Konuşmayı en az yapıtı kadar seven art-direktör, hayatın ve algılarımızın parçalanmışlığı üzerine daha bir sürü şey anlatmak istiyordu. “İlginç bir fikir, hesap işi, matematikle duygu birleşimi, harika olmuş” şeklinde laflar yumurtladıktan sonra, sanatçının bir başkasına el etmesini fırsat bilip sessizce kaçtım.
Loş bir bölümde kalabalık arasında gördüğümüz işçi kılıklı adamlar toplanmış, serginin düzenlemesini yapan çocuklardan biriyle yüksek sesle tartışıyorlardı. Konuşmaya kulak verince bu adamların "işçi kılıklı" değil, işçilerin ta kendisi olduğunu anladım. Tersane özel bir şirkete satılmıştı. İşçiler işlerini kaybetme dehşetiyle bu satışa karşı eylem koymuşlar ve tersaneyi terketmemeye karar vermişlerdi. Özel şirketle anlaşan sergi düzenleyicileri bu durumdan ancak bu gece haberdar olmuşlardı. Şimdi işçilerin gözden uzak durmalarını istiyorlardı. Adamlara içkiler içirmişler, bahçede dolaşabileceklerini ama parti sonuna kadar şu depoya girmemelerini söylemişlerdi. İlk defa gördükleri bir sanat olayı, ünlü konuklar, film yıldızları falan karşısında çok heyecanlanan ve herşeyi merak etmeye başlayan işçilerin bir kısmı direnişi unutmuş, rüyada gibi ortalıkta dolanıyor, olur olmaz şeylere gülüyor, onu bunu parmakla gösteriyor ve serginin müstesna konuklarını tedirgin ediyorlardı. Konuşma işçilerin lideriyle, sergi düzenleme komitesinin başkanı arasında karşılıklı sert sözlerin edildiği bir atışmaya dönüşürken hemen oradaki bir küçük yan kapıdan kendimi dışarı attım.
Oh! Burası iki depo binasının arasında kalan iki metre eninde, yaklaşık yirmi metre uzunluğunda bir aralıktı. Yüksek iki duvarın arasından yıldızlı gökyüzünü görebiliyordum. Aralığın uzak ucu denize bakıyor, denizde yanıp sönen kırmızı bir ışık göz kırpıyordu. Kapının hemen yanındaki demir ve saç yığınının arkasından bir fısıldaşma duyuldu: "Senin gibi kızın kıymetini bilmemiş ya, aklına şaşayım ben o herifin" diyordu bir erkek sesi. Bir kız sesi ona cevap verdi: "Bunların bir imalat hatası var, sevilmek istemiyorlar her halde... Seninki de öyle ya... Böyle tatlı, böyle yumuşak bir adamı bulmuş, hala mutsuz ediyor. Ben olsam kul köle olurdum senin gibisine." Sesler önce iyice yumuşadı: "İyi ki geldin bu akşam. Sen olmasan çıldırırdım." "Bugüne kadar aklımız neredeymiş?"
Bir sessizlik oldu. Bir adım ileri çıkıp göz ucuyla hurda yığınının arkasına baktım. Kaya ve Gülsen öpüşüyorlardı. Beni görecek halde değillerdi.
Hemen geri dönüp çıktığım kapıdan girerek kalabalığa karıştım. Doğrusu, herşeyi iyice içinden çıkılmaz hale getiren bu gelişme hiç beklemediğim bir şeydi. 1. Kaya ve Gülsen bu hale gelinceye kadar hangi aşamalardan geçmişlerdi. 2. Emel şu an nerelerdeydi acaba? 3. Fırat'ı ne yapıp edip buralardan götürmeliydim, yoksa gerçekten rezalet çıkabilirdi.
Robert Smith’in derin sesi depoyu sarsıyordu: “The spider man comes!” Kulağımın dibinde bütün gürültüye rağmen ödümü kopartan bir ses patladı. Bir trompet taklidi. Döndüm ki, Emel... Sesini duyurmaya çalışarak "N'aber lan münzevi, nerelerdesin?" diye bağırdı. Emel çok sarhoş olduğu zamanlar böyle bir zorlama neşe havasına girerdi.
"Ne güzel değil mi Umur? Bu hafta iki elim kanda olsa birşeyler yazacağım bu sergi hakkında."
Kalabalığın arasında, kafayı 24'e takmış art direktör arkadaşıyla konuşan ve büyük olasılıkla beni soran Fırat'ı farkettim. Emel'in kolundan çektim, "Gel bak Emel şurada da çok ilgini çekecek bir iş var". Duvar yıkılarak açılmış kapıların birinden dışarı çıktık.
Müziğin ve kalabalığın gürültüsü içeride kaldı. Emel'i sürükler gibi bir köşeye çektim. "Yahu n'oluyoruz? Burada iş miş yok" dedi şaşkınlıkla. "Fırat" dedim, "Fırat geliyordu." Omuz silkerek "Gelsin ne olacak ki?" dedi. Güldü, "Gülsen'i yine terketmiş. Kızla Köpek'te karşılaştık, çok kötüydü Gülsen’cik, teselliye ihtiyacı vardı. Asaf'a onu teselli etmesini söyledim, sonra gözden kayboldular. Ya da ben kayboldum. Kaya da bir arkadaşım gördüm diye gitti, bir saattir yok ortada..."
Gülsen’le Kaya’nın yerini biliyordum. "Asaf sizinle miydi, o da burada mı?" diye sordum. Emel yere bakıyordu, olduğu yere çöküp paslı, demir bir borunun üzerine oturdu. Ciğerlerine sıkışıp kalmış bir şeyi üfleyerek dışarı atmak istiyormuş gibi derin bir iç çekerek, ellerini yüzüne kapadı.
"N'oldu Emel, neyin var?"
Ellerini açmadan, bir an duraksadıktan sonra, duyulur duyulmaz bir sesle "Asaf'ı öldüreceğim" dedi.
“Ne dedin?”
“Asaf’ı öldüreceğim!”
"Nasıl yani?" diyebildim. Emel ellerini açıp bana uzun uzun baktıktan sonra, "Bak, sana bir sır vereceğim Umur." dedi. Verme diyemedim.
“Hani birgün Asaf bizi sinagoga götürmüştü," dedi. "Hani çok zorlamıştık bizi götürsün diye. Kaya gelememişti, babasıyla Ankara’ya gitmişti o gün... Taa o zamandan beri Asaf'la ben, sevgiliyiz". Durdu, omuz silkti, “Sevgiliy-dik.” dedi, “Bu sabah kesin olarak bitirdik.” Dimdik yüzüme bakıyordu, "Hiç şaşırmadın mı?"
Kendimi toparlayarak şaşırma numarası yaptım, pek olmadı ama Emel farkedecek durumda değildi: "Şaşırdım, çok şaşırdım. Peki Kaya?"
"Zavallının hiç haberi yok" dedi Emel ve aniden ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemiyordum.
"Umur valla anlatması çok zor ama ben Kaya'yı seviyorum." dedi hıçkırıklar arasından. “Yani, çocuğa etmediğim kötülük kalmadı, o beni aldatsa ve gelip ben aslında seni seviyorum dese, inan ağzının ortasına yumruğu yer. Kimsenin bana inanmasını beklemiyorum, evet, kocamı aldattım ama ona aşığım ben. Vallahi aşığım billahi aşığım.”
Emel’den daha önce hiç duymadığım bu dindar yeminler biraz gülünç kaçmıştı ama gözyaşları sahici gözyaşlarıydı. İçim acımayla karışık bir tür görev duygusuyla doldu. Onu korumak, birşeyler yapıp herşeyi eski haline döndürmek istedim.
"Umur allah aşkına kimseye söylemeyeceksin bak..."
"Söylemem... Söyler miyim hiç? Ama bu öldüreceğim möldüreceğim lafları nereden çıktı?"
Ağlamasını bastırmaya çalışarak, "Bu akşam Asaf’ın karısıyla tanıştık" dedi Emel, "İlk defa gördüm kadını." "Tuhaf biri" dedim, "Ben bir iki kere karşılaştım".
"Hepimiz Köpek'te buluşmuştuk. Bu partiye gelecektik. Asaf'ın ikizler de oradaydı. Gülsen geldi filan. Ben Kaya'yla Asaf'ın konuşmalarından çok sıkıldım. Çocuğun saflığından yararlanıp öyle laflar sokuyor ki, daha sabah telefonda bana kesinlikle birlikte olamayacağımızı, ne cinsel ne kafa bakımından birbirimize uymadığımızı filan söylüyor; sonra da Kaya’ya ne kadar harika biriyle evlendin, böyle kız dostlar başına, ben de bulsam ben de evlenirim Emel gibi kızla diyor. Sinirimden kalktım, ikizlerle şöyle bir dolaştık İstiklal Caddesinde. Sonra oğlanlar bira içmek istediler. Ben de için birer kutu diye bunlara bira aldım. Meğer yanlarında şey varmış, şey..." Eliyle sigara içme hareketi yaptı. "Çocuklar yolun ortasında çıkarıp içmeye başladılar. Normal filtreli Marlboro'ya doldurmuşlar. Önce kızdım, sonra ben de içtim onlarla. Kafam öyle bir oldu ki..." Durup uzun bir ıslık çaldı.
"Asaf burada mı?" dedim. Emel beni duymamış gibi hikayesini anlatmayı sürdürdü: "Sonra Köpek'e döndük. Vay sen misin çocuklara bira içiren, beni küçük bir kızmışım gibi bir haşladı aklın durur. Bu gece de annelerinin yanına dönme gecesiymiş. Buraya gelmeden önce kadının evine uğradık, çocukları bırakmaya..."
Nasıl bir kıyamet kopmuş olabileceğini tahmin ediyordum.
"Kadının evinde parti varmış" diye devam etti Emel. "Böyle terasta hanımlar beyler... Ha ha ha, hi hi hi takılıyorlar. Biz arabayı kapının önünde durdurduk, terslik işte, Ulaş çıktı arabanın yanında 'Anarchy in the UK'yi söylemeye başladı. Kadın terastan koptu geldi. Ulaş'ı öyle sarhoş vaziyette görünce Asaf'a bir giydirmeye girişti ki, bu kadar olur. Yok işte nasıl izin verirmiş oğlanların bu hale gelmesine filan. Serseri babalarının şu melek gibi çocukları kendisine benzetmesine izin vermeyecekmiş. Asaf hiç adam olmazmış, pisliğin içinde debelene debelene geberip gidecekmiş."
Filmlerde delilerin güldüğü gibi güldü, "Bir yandan da Ulaş'a Deniz diye sarılıyor ha... İkiz mikiz, kendi oğullarını karıştırıyor kadın. Sonra iyice kantarın topuzunu kaçırdı, yok işte karanlık basınca bu Asaf'ın içindeki yabani kurt adam ortaya çıkarmış da bilmemneymiş de... Asaf da basireti bağlanmış, ööyle bakıyor. Sonra kadın bize bakıp, bize giydirmeye başladı. Seçkin çaylaklar topluluğu dedi... Her zamanki gibi çok iyi bir grup kurmuşsun kendine dedi... Bu vahşilerin arasından hiç bir zaman kurtulamayacaksın dedi. Bu küçük kızları da kandırıp kandırıp yatağa atıyor musun? dedi. Ben buna dayanamayıp arabadan fırladım. Geçirecem karnına tekmeyi yani, yeter ulan, aile meselelerinize bizi karıştırmayın dedim. Böyle yüzüme baktı, hangi aile? dedi. Sonra Deniz sandığı Ulaş'a sarıldı.."
Aniden güçlenen gözyaşları dalgasıyla bir an durmak zorunda kaldı, "Sonra.. Deniz sandığı Ulaş'a sarıldı, böyle içten gelen bir sesle, benim hayatımı karartmak ister gibi, 'aşkım aşkım' diye inledi."
"Ben nasıl oldum biliyor musun? Böyle başımdan aşağı kaynar kaynar..." lafını bitiremeyip, yine hıçkırıklara boğuldu. Bir yandan "Aşkım, aşkım, aşkım" diye aynı tonda, aynı kelimeyi tekrar edip duruyordu.
Ensemden kuyruksokumuma ince bir ürperti uzanıyordu. Emel bana bakmadan elini uzattı. Bir anlık kararsızlıktan sonra elini tuttum. Emel hıçkırıkların arasında "Bana aynen o karı gibi aşkım aşkım diye inlemeyi öğretmişti" dedi, "Her sevişmemizde beni aynen öyle aşkım aşkım demeye zorlardı. Hoş, ben de alıştım yani, allahın cezası, hoşuma bile gidiyordu. Bir milyon kere aşkım dedim herhalde." Gözleri bir noktaya takılı kaldı, üzüntü birden hiddete dönüştü, "Madem karını o kadar unutamıyorsun, git kapısına köpek ol, yalvar, belki geri alır seni, benden ne istiyorsun, benim hayatımı ne diye mahvediyorsun hayvan." Asaf'ın konuşmasını taklit etmeye başladı "Ayrılmalıyız dayanamıyorum, seni sandığın gibi sevmiyorum. Kaya'ya acıyorum, Tatlı bir kızsın ama benim aklım başkasında." Birden bağırdı. "Canımı çıkartana kadar becer, ondan sonra tatlı kız." Küçük, terli eli avucumda titriyordu.
Tam bu sırada bahçenin taa öbür tarafından Fırat göründü. O zaman Asaf’ın sırrını açık ettiğimi, bunun yol açacağı korkunç sonuçlardan kaçacak hiç bir yerim kalmadığını hatırladım, içimi kemiren ve tırnaklarını bir süre için gevşeten pişmanlık duygusu dişlerini yeniden geçirdi içimin en canalıcı yerlerine. Fırat neşeyle el salladı. Bizi ararken bütün tersaneyi dolaşmış olmalıydı. Emel gözlerini silerek kendisine çeki düzen veriyordu. Fırat yanımıza geldi. Emel'e kötü davranacağını sanmıştım ama gülerek "N'aber Emel" dedi. Emel ona bakıp sessizce gülümsemekle yetindi. Fırat elindeki plastik bardağı işaret ederek bana "Sana da viski almıştım ama seni kaybedince içtim" derken, Emel'in yanına oturup kolunu omzuna atıverdi "Emelciğim, n'oldu? Kocanız yoklar mı?"
Emel dudağının kıyısında acı alay gülücüğüyle, hiç de sevecen olmayan bir cevap verdi: "Kocam kayıp. Bu arada senin Gülsen'le Asaf da kayıp. Hayat bu, seninki Asaf'ın kollarında olabilir şu dakikada."
Fırat'ın yüzünden bir acil imdat sinyali geçti. Ama içinde ötüp duran kırmızı alarm düdüklerini bastırarak, Emel'e cevap yetiştirdi: "Madem öyle, biz niye böyle yalnızız, şu aramızda olması gereken şeyi, niye bu gece halletmiyoruz?"
Emel tedirgin, bana baktı, sonra Fırat'a döndü: "Hangi, şeyi?" Fırat'ın beni umursayacak hali kalmamıştı "Come on baby, let's get lost!" diye bir çığlık attı. "Hadi Emel, şurdan bir taksiye atlar bana gideriz, kimse bizi bulamaz." Emel acıyarak baktı Fırat'a, "Seninle hiç bir yere gidemiyorum, gidemem, gitmem, gitmeyeceğim. Beni hep yanlış anladın Fırat"...
Fırat "Ne yanlış anlaması? Ben yanlış anlıyorum da, bi tek Asaf mı doğru anlıyor?" diye köpürdüğünde oradan geri geri uzaklaşmaya başlamıştım. Sırtımı dönüp adımlarımı hızlandırırken arkamdan Emel'in "Asaf nereden çıktı, ne ilgisi var?" dediğini duydum. Fırat "Asaf'la ilişkini öğrendim bu akşam" dedi. Emel'in "Asaf mı söyledi yoksa?" diye bağırışını duyduğumda kulaklarımı tıkamak istedim.
Kapkara bir denizin ortasında plastik bir bota sığınıp kalmış kazazedelerdik. Tersanenin hurda gemisi, ışıklarını yakmış bir felaket hayaleti olarak tam yol üzerimize geliyordu.
Molozlarda ayaklarım kaya kaya ana kapıya doğru koştum. Tam kapıya varmıştım, arkamdan gelen biri, beni sıyırarak yanımdan geçti. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu.
Işık'tı bu. Gümüşlük’te tanıştığımız gün giydiği bordo elbise vardı üzerinde. Kokusu bir daha hiç bir zaman giremeyeceğim ebedi saadet ülkesinin bir hatırası gibi burnumu sızlattı, geçti. Tam ona seslenecektim ki, arkamdan bir ses, benim yerime, benden bir salise önce bağırdı: "Işık!".
Işık bir an duraksayıp, döndü. Bana baktığını sandım ama bakışları beni delip geçiyor, arkamdaki birine yöneliyordu. Arkama dönünce biraz ileride dikilen, Işık’a seslenmiş olan Asaf'ı gördüm. Evet, bakışmaların aman vermez yaylım ateşi arasında kalmıştım. Işık ağlamasını zor bastırır gibi dudaklarını ısırarak ikirciklendi.
Kalbime kış geldi, karlar yağdı, bahar oldu, bahar geçti, yaz geçti, herşey hafifçe bulandı ve kadrın dışına taşar gibi oldu, derken bir baktım ki Işık arabasına binmiş, gidiyor. Ayaklarım toprağa gömülüp kök salmış gibi kıpırtısız kaldım. Zavallı beynim "harekete geç!" komutunu verene kadar Işık'ın arabası anayola çıkmıştı bile.
YARIN: LANET