Saturday 11 June 2011

Aşkın Alfabesi - İlk Bölüm: "Günaydın Burası Önsöz"

Resmi büyütmek için üzerine tıklayın.
AŞKIN ALFABESİ
Roman Ümit Ünal
İlk Basım: İyi Şeyler Yayıncılık, 1996



Bu kitabı bitirdiğim sırada 16 aylık olan ve alfabenin her harfini A ya da B sanan
ASYA için.




“I'll tell you all my secrets
But I lie about my past”
Tom Waits, “Tango Till They’re Sore”

GÜNAYDIN! BURASI ÖNSÖZ.
Zaman geçer, zaman uçar gider. Aşklar, arkadaşlıklar, hepsi hikaye olur. Kim kalır?

Surlar. Topkapı Sarayı. Ayasofya. Camiler, vapurlar, Kız Kulesi... İrili ufaklı gemiler, tekneler... Kadıköy, Harem, Salacak, Üsküdar... Galata Kulesi!

Boğaz’ın gözalıcı suları yaz güneşi altında Marmara’ya doğru açılıyor, akıyordu. Londra’dan gelen uçağımız iletişim bilmemne hatlarındaki arıza yüzünden havaalanına inememiş, İstanbul’un üzerinde büyük bir tur atmaya başlamıştı.

Tim pencere tarafında oturuyordu, sakin sakin gülümseyerek aşağıya baktı ve “İstanbul burası ha?” dedi. 16 yaşındaydı. İstanbul’a ilk kez geliyordu. On gün önce ölen arkadaşım Asaf'ın oğluydu. Tim'le yeni tanışmıştım, onun her şeyi bilen, yaramaz ve ukala bir melek olduğunu henüz anlamamıştım.

“Evet, İstanbul burası Tim. Bak! Ayasofya ve Sultanahmet, parlak kubbeleri arasından minarelerini yukarı uzatmışlar, göğün orasına burasına iliştirilmiş martıları yakalamak istiyorlar. İstanbul’un bir yaz günü. Ağırkanlı bir hayvan gibi, kızgın güneşe isyanlar ederek geçmişin serin karanlığına kaçmaya çalışan ama bütün ağırlığına rağmen, nasılsa insana hafiflik veren yaz günlerinden biri.”

Tim güldü, sokak çocuğu İngilizcesiyle “Sana o dördüncü burbonu içme demiştim,” dedi. “Ucuz edebiyat yapmaya başladın...” Bu Tim’le tanışalı çok olmamıştı. Ama fazlasıyla babasına çektiğini, Asaf gibi çatal dillinin teki olduğunu artık öğrenmiştim. Benimle -yaşasaydı babasıyla da- çene yarıştıracak, bize tepeden bakacak kadar bilmiş, okumuş etmiş bir çocuktu. İnsan yabancı bir dilde konuşuyorsa, sarhoşsa, hele ülkesine dokuz-on yıl ayrılıktan sonra dönüyorsa; ayıkken ana dilinde etmediği türden, biraz ağdalı laflar etmesi hoş görülmelidir. Gençliğimin en havai günlerini bu şehirde geçirmiştim. Şimdi, İstanbul bambaşka bir iklim kuşağına dahil olmuştu. Benim bildiğim hayattan çok farklı bir hayat yaşanıyordu aşağıda... Sustum ama Tim’e daha diyeceklerim vardı.

“Tim bak, bak!” diyecektim. “Eskilerden bir Türk şairi İstanbul’a ‘bin kocadan arta kalan bakire dul’ demişti... Yukarıdan bakınca nasıl tozlu sarı, nasıl acıklı görünüyor değil mi? Bu İstanbul var ya, bütün keşmekeşine ve bütün can çekişmesine ve yetmişinden sonra meydanlara dökülüp çapkınlık etmeye çalışan döküntü orospu hallerine rağmen hala dünyanın en güzel şehirlerinden biridir...”

Eski şehri çoktan gerilerde bırakmıştık. Aşağıda sıvasız tuğladan dış cepheleriyle gecekondular uzanıyor, cetvelle çizilmiş gibi düzgün sokakların arasında birden cam bir gökdelen yükseliveriyor; hemen yanında dev bir ayna gibi parlayan büyük bir pis su birikintisi insanın gözünü alıyordu.

Ben Tim'e diyecektim ki: “Türkiye’nin bütün acıları, zorlukları, tehlikeleri, arayışları ve küçük mutlulukları burada düğümlenmiştir. Bu şehir ne korkunç yıkımlar, ne kavurucu yangınlar, ne büyük salgınlar, ne şiddetli baskılar, zulümler gördü bir bilsen... Ne zalimler, ne asalaklar, ne iğrenç yalancılar, dalkavuklar, aptallar, korkaklar, ne şaşılası üçkağıtçılar, hırsızlar geçti buradan... Ezikliğin, içe atılmış zehirli acıların, aniden patlayıveren kanlı isyanların başkenti oldu bu şehir. Yine de Türkiye’nin en ahenkli sözleri, en güzel sesleri, en ince gözlemleri, en uyumlu biçimleri de burada yaratıldı. Şimdi herşeyin üzerini örtmüş gibi duran şu sarı toza, şu ölü toprağına bakma. Burası hala, şehirler içinden öyle bir şehirdir ki, burada hayata atılan ve burada ayakta kalmayı başaran insan, hayatın büyük bir sınavından geçmiş sayılır ve dünyanın herhangi bir yerinde rahatça yaşayabilir.”

Diyecektim ki: “Şu aşağıda, karınca gibi oradan oraya koşturan insanlar Türkiye’nin her yerinden kopup buraya gelirler. Sağlıklı yaşam yürüyüşü yapan işadamı, bağrıyanık inşaat işçisi, kendi kendine konuşan polis olurlar... Sinsi memur, neşeli çapkın, mümin bakkal, kulampara kabadayı, tiner koklayan çocuk olurlar... Katil damat, güngörmüş sarhoş, sır dolu dilenci, hasta orospu olurlar... Jandarma, işportacı, sanatçı, balıkçı, kaptan, taksici, öğrenci, meczup vesaire olurlar. Üzülür, güler, kin duyar, rüya görür ve tabii ki aşık olurlar. Bunların en vesairesinin bile hayatında ‘Ya kardeş, bu şehir bizi mahvetti, biz de onun anasını belledik ama kardeşim şu İstanbul hala güzel, şunun güzelliğine bir bak’ dediği, en azından bir an bulunur.”

Ama Tim sanki bütün bu diyeceklerimi biliyormuş gibi, sanki ben söylemeden sadece seyrederek anlıyormuş gibi doygun bir ilgiyle aşağıya bakıyordu. Keyfini bozmak istemedim. Sustum, düşündüm.

Ama durun, ben önce, bu çocuğun peşinden bu uçağa nasıl bindiğimi, neden dört duble Jack Daniels içip sarhoş olduğumu, neden dokuz yıldan uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul’a döndüğümü anlatmalıyım.

Hikayeye baştan başlıyorum: Uçağımızın İstanbul üzerinde tur atışından önceki akşam; Londra’da, King's Cross istasyonunda bir kahvede oturuyordum. İşten erken çıkmıştım. Beni eve götürecek 19.15 Cambridge treninin kalkmasına bir saate yakın zaman vardı. Kendime bir Guinness ısmarlamıştım. Camın ardından, banliyölerdeki evlerine yetişmeye çalışan gri, iş yorgunu yüzler geçiyordu. Yaz yağmuru, sabah pırıl pırıl başlayan günü iyice karartmıştı. Bir köşede Inter-City’yle, Edinburgh mudur neresidir, uzak bir şehre gidecek yolcular, birbirlerinin peşine takılmaktan başka çaresi olmayan gariban tırtılcıklar gibi düzgün bir kuyruk oluşturmuş, çevreye bakınıyorlar; kendilerini trene çağıracak ilahi anonsu bekliyorlardı. İki polis, anlayamadığım şeyler bağıran, giysileri çamurlu, yaşlı bir sarhoşu kollarından tutup sürükler gibi götürdüler. İkinci biramı içerken bir baktım, karşımdaki bir masada genç bir adam - çocuk demek daha doğru - beni seyrediyor. Çocuk farkında değildi ama içtiği cappucinonun köpüğü üst dudağında incecik bir Clark Gable bıyığı gibi asılı kalmıştı. Pek zayıf, kumral, dağınık saçlı, koca kafalı bir oğlandı bu. Bana bakarken üst dudağındaki süt köpüğünü elinin tersiyle sildi. Kara gözleri insana bir çeşit çaresizlik, korunma isteği verecek kadar iriydi. Aklımdan My Funny Valentine'ın bir cümlesi, Chet Baker'ın sesiyle, iri bir kelebeğin tozlu kanatlarıyla geçti: "Your looks are laughable, unphotographable". Gereğinden uzun süren bu bakışmadan kurtulmak için başımı eğdim, sigara çıkarmak için cebime davrandım.

Oysa sigarayı bırakalı beş yılı geçiyordu. Elim ceket cebimde boşu boşuna arandıktan sonra, aklım başıma geldi, kendi şaşkınlığıma güldüm. Başımı kaldırdım, çocuk masamın hemen yanında dikiliyordu. Sakin, dostça bir gülümsemeyle bana bakıyordu. İngilizce, “Adım Tim. Sizinle konuşmak istiyorum,” dedi. “İşten çıktığınızdan beri sizi takip ediyorum”. Şaşırmıştım, tam birşey söyleyecekken, çocuk arkasında saklar gibi tuttuğu, renkli resimlerle dolu bir gazete sayfasını çıkardı önüme koydu. Gazeteye bakmadan “Ne istiyorsunuz benden?” dedim. “Bu Türkçe,” dedi. “Evet, ben de Türküm, nedir mesele?” dedim. Sessizce eğildi. Uzun işaret parmağını, gazete sayfasındaki bir başlığa götürdü. Zihnimde durgun bir su gibi gölcükler halinde bekleyen, kelimeleri işlek pırıltısını kaybetmiş güzelim ana dilim, kara iri puntolu bir başlık dalgası oldu; gazetenin hep cinayet, kaza, mahkeme filan haberleri veren üçüncü sayfasından kabarıp geldi, kafamın içinde patladı:

“Tatil başlamadan bitti”.

Bir çeşit savunma güdüsüyle, anlamaktan çok anlamamak ister gibi, başlığı kendiliğinden İngilizce'ye çevirdim. Kelimesi kelimesine, “The holiday was over before it began”. Ne demekti bu? Haberle ilgili büyük fotoğrafta yaşlı bir kadının, yok, uzun kır saçlı bir adamın kanlar içindeki başı, hurdahaş arabanın ön camından kaputa sarkıyordu. Büyük fotoğrafın köşesinde duran siyah beyaz vesikalık resme gözüm ilişti. Leonard Cohen’in gülünç takma bıyıklı hali gibi poz vermiş bu genç adamı bir yerden gözüm ısırıyordu. Sonra arabanın sağ kapısından sarkan kolu gördüm. Yüzü ezilmiş metalin, plastik iç döşeme parçalarının arkasında kaldığından görülemeyen bir kadının çıplak koluydu bu.

Bu kolda Işık’ın hiç çıkarmadığı bileziğini tanıdım. “Hint işi” bileziği... O zaman başım döndü, şakaklarıma bir sıcaklık hücum etti. Derin, karanlık bir suyun dibinde göze çarpan bembeyaz bir şeytan minaresi. "Cup!" Yengeç. "Indian, stupid!" Elimde olmadan ağzımdan bir inilti çıktı. Tren beklerken biralarını, kahvelerini yudumlayan yorgun İngilizler başlarını kaldırıp bize bir baktılar, sonra best-seller kitaplarına, spor gazetelerine döndüler.
Asaf ve Işık ölmüşlerdi: “Musevi mühendisle karısı... dün gece... Gebze civarınd... bir sebze kamyonuyla çarpış... arabada sıkışıp eziler.. feci şekilde”...

Mühendis mi? Asaf bir gün bile mühendislik yapmamıştı ki...

“Onları tanıyorsunuz değil mi?” dedi çocuk... Teklifsizce karşıma oturuvermişti. “Siz nereden tanıyorsunuz?” dedim. Güldü, yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla, neredeyse yaşlı bir adamın görmüş geçirmiş tavrıyla, “Ben Asaf'ın oğluyum,” dedi.

Asaf'ın oğlu? İngiltere’de? İngilizce konuşan oğlu? Adı Tim olan bir oğul... Karşımda duran çocuğa dikkatle baktım. Evet, irice burnuyla, bakışlarıyla, Asaf'a benziyordu. Asaf'ın nüfus kağıdından alınmış Leonard Cohen suratlı acıklı fotoğrafına tekrar gözüm kaydı. Titriyordum. “Bu... ne zaman olmuş?” diyebildim. Çocuk gazete sayfasının üst köşesindeki tarihi işaret etti, “Geçen hafta,” dedi. “Türkiye’deki avukat göndermiş bunu. Ne saçma değil mi?”

“Özür dilerim ama siz kimin oğlusunuz?” dedim. “Yani, anneniz kim?”

“Annemi tanımanıza imkan yok, buralı bir kadın işte,” dedi. “Müzik öğretmenidir ”. Bildiğim kadarıyla Asaf’ın sadece iki çocuğu vardı. Boşandığı karısı Yıldız’la birlikte, İstanbul'da yaşayan ikiz oğulları Deniz ve Ulaş. Şimdi yetişkin iki adam olmalıydılar. Asaf çok çapkın bir adamdı evet, yine de bir İngiliz kadınla ilişkisini, o ilişkiden olma oğlunu ne diye bizden saklamıştı ki? “Asaf hiç sözetmemişti sizden,” dedim. Hemen “Ama bana sizden sözetmişti,” diye cevap verdi. “Geçen yıl tatil için buraya gelmişti. Bir akşam oturmuş konuşuyorduk. Edebiyattan bahsederken, konu Türk yazarlara ve size geldi. Sizin bir kitabınızı okuduğumu söyledim. Şu ingilizceye çevrilen ilk kitabınızı: ‘Dünyanın Merkezi’... Babam kitaptaki Ari karakterinin tamamen kendisini anlattığını söyledi. Doğru mu?”

Bazen sebepsiz yere, gerektiği zamanlarda da büyük bir iç rahatlığıyla yalan söylerim. Hiç duraksamadan yalan söyledim: “Belli ölçüde bir esinlenmeden söz edilebilir ama Ari, kurmaca bir karakter. Tamamen babanızı anlattığı söylenemez. Hatta çok çok az ilgisi var diyebilirim”. Çocuk güldü: “Ari de Yahudi. Kitabınızın baş karakteri, her şey onun çevresinde dönüyor. Ama biraz sevimsiz bir tip, sürekli en yakınındaki kadınlara sarkan, ağır görünüşlü laflar eden bir mirasyedi... Babamın kendisini ona benzetmesini ben de tam anlayamadım. O da bir şeyler yazıyordu, biliyor musunuz? Hayatta hep yazar olmak için çalıştığını, öldüğünde yazar olarak anılmak istediğini söylerdi.”

“Biliyorum,” dedim kısaca. Çocuk sürekli dikkatimi çeken gazeteyi masadan kaldırarak “Babam bir İngilizle evlendiğinizi, yıllardır burada, Londra yakınlarında yaşadığınızı söylemişti,” dedi. “Görüşmeyeli çok uzun zaman olmuşmuş. Ama haberleriniz Türkiye’ye ulaşıyormuş. Tabii ki, adresinizi filan bilmiyordu. Sizi ben buldum”.

“Nasıl?” diye sormayı akıl edemedim, “Neden?” dedim. “Beni neden arıyorsunuz? Bu haberi vermek için mi?”

Konuşmak çok zor geliyordu şimdi. Boğazımda ateş gibi bir yumru vardı... Çocuk soruma cevap vermek yerine, “Babam tıpkı 'Dünyanın Merkezi'nde olduğu gibi, birkaç arkadaşınızla, küçük bir klan halinde hep beraber dolaştığınızı, bütün vaktinizi birlikte geçirdiğinizi anlatmıştı,” dedi. “Tabii o zamanlar çok gençmişsiniz.”

Asaf'ın oğluna bizden söz etmesine biraz şaşarak “Evet,” dedim. “Hepimiz yirmili yaşlarımızı sürüyorduk. Biz çok iyi bir arkadaş grubuyduk”. Eski arkadaşlarımın isimlerini hatırlamakta zorlandım: “Emel vardı... Kaya... Fırat... Gülsen... Ben... Biz yaramaz çocuklar çetesi gibiydik. Çete başımız da Asaf’tı. İçimizde tek ‘yaşlı’ adam oydu. Kırkını geçmişti galiba o sırada. Abimizdi.”
İstanbul’da bir yaz gecesiymiş. Asaf, Emel, Kaya, Fırat, Gülsen, hepimiz bir masanın çevresinde toplanmışız. Hepimiz sarhoşmuşuz. Arkadaşlık bu ılık, hanımeli ve iğde kokusuyla dolu gecede, karpuz kabuğundan yapılmış bir fener gibi ortamızda duruyor, hepimize tatlı tatlı gülümsüyor ve içimizi ısıtıyormuş. O gülümseme, nasıl olmuş da önce kötü bir tıslamaya, sonra da pis bir kahkahaya dönüşmüştü?

“Sonra ne oldu?” dedi çocuk, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi, “Ne oldu da arkadaşlarınızdan ayrıldınız?”

Elimi havada bir kaç kez sallayarak, biz Türklere özgü, “Hiç sorma, çok uzun hikaye” manasına gelebilecek bir hareket yaptım. Çocuk gözlerimin içine dik dik bakarak “Hadi, bu önsözü kısa keselim,” dedi. “Önsöz mü, ne önsözü?” dedim. Gülümseyerek, “Günaydın. Burası önsöz!” diye üsteledi. Alık alık baktığımı görünce de, gülmeye başladı: “Yeniyetme argosuyla konuştum, anlamayacağınızı tahmin etmeliydim, özür dilerim. Yani konuya girelim, demek istiyorum.”

“Hangi konuya?” dedim, “Size unuttuğum, unutmak istediğim sırlardan mı bahsedeyim?” “Hayır,” dedi. “Yeni tanıştığınız birine, hele benim gibi serseri görünüşlü bir çocuğa hayatınızın sırlarını açmak zorunda değilsiniz. Sadece şunu merak ediyorum. Yani bakın, okuduğum tek kitabınızla bile sevdiğim bir yazar oldunuz, babamın arkadaşı olmanız çok hoşuma gidiyor.” -Doğrusu bu çocuk insanın gururunu okşamayı iyi biliyordu.- “Babamı tanıdığım kadarıyla, eminim, çok iyi anlaşabileceğiniz biriydi. Ne oldu da yıllardır birbirinizi aramadınız? Neden uzaklaştınız?”

“Alaturka,” dedim. “Alaturka meseleler yüzünden...” Çocuk bu kelimeyi daha önceden biliyormuş gibi kolayca telaffuz ederek “Alaturka?” dedi, “Ne demek o?” Gözlerinde delice bir pırıltı belirmişti.
Yüzünü hayal bile edemediğim okuyucu!"Aşkın Alfabesi" böyle başladı. Sen şimdi bu sayfayı da çevirip belleğinde sessizce bekleşen okunmuş kitaplar yığınına bir kitap daha katmaya devam edeceksin. Bense, Türkçe bilmeyen bu meraklı çocuğa hayatımın 29 sesini anlatmaya girişirken, aslında çaresiz bir meleğin oyununa geldiğimi, bir kitabın kendi kendini yazmaya başladığını bilmiyordum. Önsöz burada bitti. "Aşkın Alfabesi", Alaturka'yla başladı.