Asaf'ın telesekreter mesajları genellikle şöyle olurdu: “İyi günler. Ben  Dr. Sigmund Freud... Bugünlerde değerli dostum Asaf'ın evinde  kalıyorum. Bana her türlü sırrınızı açabilir, içinizi dökebilirsiniz.  Sırlarınızı kırpıp kırpıp yıldız yaparım. Şimdi bir düdük çalacağım,  sonra konuşun.” Ya da: “Alo, buyrun? (Sessizlik) Pardon kim? (Sessizlik)  Kimi arıyorsunuz? (Sessizlik, ardından alaycı bir gülüş). Bu bir  telesekreter notuydu. Şimdi bütün söylediklerinizi bir kere de düdük  sesinden sonra tekrar ediniz”. En azından mesela “Buzz me, buzz me, buzz  me baby, I’ll be waiting for your call” şeklinde şakacı bir bluesla  karşılaşırdınız onu arayınca. 
Bodrum’dan döndüğümde, arkadaşlarımı tek tek arayarak büyük müjdeyi  verdim. Bim bam bom. Çok şükür dostlar. Benim de artık bir sevgilim var.  Meğerse yokluğumda onlar da pek görüşememişler. Bir takım gerilimli  meseleler doğmuş aralarında. Fırat bu konuda konuşmamayı tercih ettiğini  söyledi. Sonunda gönlüme göre birini bulmama çok sevindi. Kızın yengeç  olduğunu söyleyince, gülmekten kendisini alamadı: "Yine de korkma abi.  Belki yükseleni farklıdır, bu sefer bu iş yürür". Kör aşık lafları ettim  ben de: "Yürüyecek, yürümeli, hayatım buna bağlı, bu benim son şansım".  Asaf'ı evinden aradım ve her zamankinden farklı bir mesajla, Asaf'ın  acıklı sesiyle karşılaştım: “Ben Asaf. Lütfen ama lütfen sinyal sesinden  sonra mesaj bırakın.”
Bir haftadır esrarengiz biri hemen hemen aynı saatlerde arıyor, bir süre  telesekretere “My Funny Valentine”ı çaldırdıktan sonra kapatıyormuş.  Asaf eve döndüğünde telesekreterinde en sevdiği şarkıyı bulup merak ve  endişeye garkoluyormuş. Bir ara Emel’den kuşkulanmış ama Emel sertçe  telefon sapıklığının kendisine göre bir zevk olmadığını söyleyip  kestirip atmış. Asaf, mutlaka kendisini tanıyan, bu şarkıyı çok  sevdiğini bilen birinden gelen bu mesajların, eski ve öfkeli bir  sevgilinin tehditleri mi, yoksa sadece kötü bir şaka mı olduğunu  bilemiyormuş ama sinirleri bir hayli bozulmuş, Chet Baker dinleyemez  olmuş. Telesekretere bırakılan kaynağı ve amacı meçhul mesajlar dışında  bir şeye daha bozuluyormuş:
Kaya da, Fırat da ayrı ayrı gelip Emel konusunda ona dert yanıyorlarmış.  Herkesin dert ortağı olmak, Kaya’nın ayrı, Fırat’ın ayrı şikayetlerini  dinlemek sinirlerini iyice geriyormuş. Grubun içine düştüğü bu karışık,  kimin eli kimin cebinde meselelerine dayanamıyormuş. Emel’i çok sevdiği,  sohbetini neredeyse bir tiryakilik gibi gördüğü halde gizli aşık  durumlarından da sıkılmış. Bu sefer ilişkilerini kesin olarak bitirmiş. 
Kaya Fırat’ı göz göre göre karısına sarkmakla suçluyormuş. Bu yüzden ikisi acayip bir kavga etmişler.
Olayı Fırat’tan ve Kaya’dan ayrı ayrı dinledim. Özeti şöyleydi: Fırat  bir akşam Kaya ve Emel’in evine yemeğe gitmiş. Yanında da bir video film  götürmüş: “Henry ve June”. Yemek yiyip filmi izlemeye başlamışlar. Kaya  bir süre sonra zaten pek ahım şahım bir şey olmayan filmden sıkılmış,  kenara çekilip gazete okumaya başlamış. Anais Nin’in bankacı kocasını,  Henry Miller’le aldattığı ve tam yakalanır gibi olduğu   "gerilimli-erotik sahne"de Fırat çok gülmüş. “Ya gelsene Kaya, ne güzel  film” demiş. Kaya da, elindeki gazeteden bir haber başlığını yüksek  sesle okuyarak filme filan ihtiyacı olmadığını zaten film gibi  memlekette yaşadığımızı söylemiş: “Domatesin pahalısını aldığı için  karısını beş yerinden bıçakladı”. Fırat Kaya’yla dalga geçmeye başlamış:  “Kardeşim ne domatesi, o domatese gelene kadar karı koca arasında neler  neler yaşanıyor kimbilir... Hayatımız devamlı yediğimiz her kazığı  içimize atmakla geçiyor... Aman patron kızmasın, aman hanım darılmasın  diye herşeyi içimize atıyoruz... Bunlar feci bir yığın oluyor. Ve tabii  bum... İnsan birgün patlıyor... Domates momates bahane, aslında  hepimizin birgün böyle flaşlı bir fotoğrafı çıkabilir o gazetenin  cinayetler sayfasında...” Emel de eklemiş: ”Aslında hepimizin hayatı  film gibi yani...” Fırat işi fanteziye dökmüş: “Ama canım, bu karısını  bıçaklayan adamın hayatı Yılmaz Köksal, Aydemir Akbaş ve Zerrin  Egeliler’in başrolünü oynadıkları bir film. Yönetmenliğini Kartal Tibet  yapmış. Bizimkinde de başrolleri Tom Waits ve Winona Ryder oynuyorlar.  Senaryo ve yönetim: Woody Allen.” Emel filmde, Anais Nin’i oynayan ve  gerçekten kendisine biraz benzeyen Maria de Medeiros’u göstererek  “Hayatımızın filminde, kendim için Winona Ryder’ı istemem. Beni bu kız  oynasın...” demiş. Ve asıl kıyameti koparan Fırat’ın bu laf üzerine  Emel’in ensesini okşayıp “Ben de Henry Miller’ın olayım...” deyişi  olmuş. Ondan sonra ne gazete kalmış, ne film, ne gerilim. Kaya az kalsın  dövecekmiş Fırat’ı. Fırat canını zor kurtarıp kaçmış. O günden beri  görüşmüyorlarmış. 
Fırat’la Asaf'a gittik. Asaf, Kaya’nın aslında çok iyi bir çocuk  olduğunu ama aşk meşk konularında biraz cahil, kapalı ve deneyimsiz  kaldığını söyledi. Kaya, Asaf'a uzun uzun dert yanıyormuş: “Emel'le  Fırat bana bir çeşit Anais-Nin/Henry Miller muhabbeti açmaya  çalışıyorlar” demiş. “Yani, seni bu konuda rahatsız etmek istemiyorum  (Hoş aramızda ne gibi bir rahatsızlık olabilir) Ama iş dayanılmaz  boyutlara ulaştı. Fırat Henry Miller’sa (tek kelime yazmamış adam nasıl  Henry Miller olabilirmiş yani) ben Anais Nin’in bankacı (yani benim de  bankacılıkla alakam olduğundan değil, hoş benim de işim hesap kitap)  Anais Nin'in salak kocası mı oluyorum yani?.. Abi ben edebiyattan  anlarım, şiir yazıyorum (yani beğenen var, beğenmeyen var (yani edebiyat  bu) zevkler değişir. Ben tezimi Shakespeare’in Ondördüncü Henry’si  üzerine verdim.” 
Asaf, Henry’lerin, sayıların filan karışmasına pek aldırmamış. Kaya’nın  tez filan vermediğini, okulu ikinci yılında terkettiğini Emel’den  duymuşmuş zaten. Konu birden Kaya’nın asıl kuşkusuna gelmiş. "Abi, asıl  sorun, (yani inan benim sorunum değil (Emel'den önce ne kadınlar gördüm  (hepsi (yani ilki dışında) hepsi benden tatmin oldu) Emel orgazm  olamıyor. Bu konuda bir öğüt (sen tecrübelisin, böyle şeylerle çok  karşılaşmışsındır) bir öğüt verebilir misin?" 
Asaf içi parçalanarak işin tekniğine ilişkin sudan açıklamalara  girişmiş... Ve dehşetle Kaya’nın klitorisle henüz tanışmamış olduğunu,  “oradaki o anlamsız çıkıntının” ne manaya geldiğini bile bilmediğini  anlamış. 
Fırat Kaya’nın cehaletine hem şaşırdı hem de biraz umutlandı: “Abi o  zaman bana gelsin diyorum işte, hayatın gerçeklerini tatbiki olarak  göstereyim şu kıza. O da Kaya’ya anlatır...” Asaf onu susturdu ve  Emel’in Kaya’yı çok sevdiğini, Kaya’nın da gerçekten kıza aşık olduğunu,  ne yapıp edip onların işine karışmamamız gerektiğini söyledi. Fırat,  Emel’le aralarında mutlaka büyük bir aşk doğacağını söylüyordu. O yemeğe  gittiği gece, mutfakta gizlice öpüştüklerini anlattı. Asaf buna  inanmadı. Fırat yeminler ediyordu. Öpüşmüşlerdi. Bundan sonrası artık  çok kolaydı. Artık Emel'in Kaya'yı bırakmasının zamanı gelmişti. Asaf,  Emel'in temel meselesinin yalnız kalmaktan duyduğu inanılmaz korku  olduğunu söyledi. Onun güvence arayan küçük bir kız gibi hareket  ettiğini, herkesle bir tür baba-kız ilişkisine girdiğine dair beylik  çözümlemeler yapmaya başladı. Asaf-Emel ilişkisini bilmeyen Fırat'ın  verdiği cevaplar, tartışmanın diğer kızlara, sevişme pozisyonlarına  uzaması içimi sıkmaya başlamıştı. Arkadaşlarımın konuşmasına uzaklaştım  uzaklaştım, iyice uzaklaştığımda genel planda üçümüze şöyle bir baktım  ve aslında hepimizin yalnız kalmaktan ölümüne korktuğumuzu düşündüm.  Başta ben. Yoksa  burada işim neydi?
Yarın: Ğ
