Saturday 29 June 2013
OT Dergisinden Bir Söyleşi
"Bu röportaj kalıcı şeylerden bahsetme fırsatı, gerçek bir teneffüs oldu bana. İnsanlar yaralanır ölürken, baskı ve şiddet bunca insanın hayatını karartırken kitaplardan, hikayelerden, bahsetmek “lüks” gibi görünebilir. Ama bu günler geçtikten sonra, güç dengeleri değiştikten sonra, biz ve bizi tanıyan herkes gittikten sonra da bazı kitaplar kalacak ve aynı sözleri tekrar tekrar fısıldayacaklar."
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızda neleri okumaktan keyif alırdınız?
Bir çok öğretmen çocuğu gibi,
ansiklopedi dolu bir evde büyüdüm. Hayatı ilk önce ansiklopedi
sayfalarından öğrendim. Hayat, Resimli Bilgiler vb ciltlerini
ezberledim denebilir. Onlara orta son civarında “Kadın ve Erkek –
Ruhsal Ve Cinsel İlişkiler Ansiklopedisi” eklendi. Bu 1970'lerde
çok iyi yazılmış ve çevrilmiş, mükemmel bir ansiklopediydi.
Sadece seksten değil, edebiyattan sanattan, psikolojiden bahsederdi.
Lewis Carroll'dan Shakespeare'e ve Beatles'a uzanan göndermeler,
harika klasik ve modern resim reprodüksüyonları vardı.
İlkokuldan itibaren Aziz Nesin'in
hayranıydım. Her kitabını okudum. Lise sırasında Sait Faik
hayranlığım başladı. Onun da hemen hemen her hikayesini tekrar
tekrar okudum (hala da okuyorum). Onun dışında evdeki ufak
kitaplıkta ne varsa okumaya çalıştım. Tanpınar o yaşta ağır
geldi mesela ama Ahmet Rasim'i çok severdim. Bir de kitaplıkta
bulduğum “Allahın Gazapları” adında beş ciltlik dini bir
roman dizisini defalarca okudum. Üç büyük dinin konu ettiği
temel olayları Tevrat ya da Kur'an'ı okumadan önce o romanlardan
öğrendim. Küçükken kendimce çok dindardım denebilir.
‘Okumasaydım ben bana hiç
benzemezdim’ dediğiniz yazarlar veya kitaplar var mı? Varsa
neler?
Küçükken okuduklarım bir şekilde
temel oluşturmuştur mutlaka. Ama gözümü başka bir dünyaya açan
kitaplarla üniversitede tanıştım. Mesela Bilge Karasu'nun “Göçmüş
Kediler Bahçesi” böyle bir kitaptır. Sonra Nabokov'un Lolita'sı.
Ece Ayhan'ın “Yort Savul”u. Kafka'nın hikayeleri ve
“Amerika”sı. Sevim Burak'ın hikayeleri ve oyunları. Borges.
Bunları okumak beni sarstı, “kendime” getirdi diyeyim.
Ama yıllar içinde okuduğunuz her şey
sizin karakterinizin parçası olur zaten. Mesela çocuk yaşta
okuduğum Çetin Altan'ın “Bir Yumak İnsan” kitabı insanlara
büyük bir hüzünle, merhametle bakmamı sağladı sanırım. Leyla
Erbil'in “Gecede”si, Orhan Pamuk'un “Kara Kitap”ı, Latife
Tekin'in “Buzdan Kılıçlar”ı olmasa da eksik kalırdım
eminim. Bunun gibi edebi/ edebiyat dışı sayısız kitabın,
makalenin, çizgi romanın üzerimde kim bilir ne etkileri vardır...
Özellikle düşkün ya da mesafeli
olduğunuz türler var mı?
Kurmacada tür ayırmıyorum, yazar
ayırıyorum denebilir. Korku ya da polisiye düşkünü değilim
mesela ama sevdiğim bir yazar yazmışsa okurum. Sonra sanat tarihi
üzerine okumayı çok seviyorum. Uluslararası bir müzede kimin
kim, neyin ne olduğunu anlayıp anlatacak kadar sanat tarihi
birikimi edindim sanırım. Eski-yeni oyun metinleri okumak da
vazgeçilmez bir şey.
Klasiklerden sizde en çok iz
bırakanlar hangileri ve hayatınızın hangi dönemlerinde size
eşlik ettiler?
Shakespeare'in dünyasıyla
üniversitede tanıştım ve hayat boyu, hem bu dünyanın
büyüklüğünden ürktüm hem de her sayfada mucizeler bularak
içinde kayboldum. Oyun ve şiirlerinin çoğunu tabii ki önce
Türkçe çevirilerinden, İngilizcem geliştikçe de özgün
hallerinden okudum. Bir dönem Londra'da yaşamaya çalışırken,
İngiliz tanıdıkları ezbere bir iki sonnet okuyarak şaşırtmayı
severdim. (Son yıllarda hafızama o kadar güvenmiyorum.)
Shakespeare hakkında yazılmış kitapları okumayı da severim,
sadece bir yazar ya da şair değil, edebiyatın içinde başlı
başına bir dünya.
Sizi okurken en çok zorlayan
kitaplar veya yazarlar nelerdi ve neden?
Çok disiplinli ve fedakar bir okur
değilim. Hatta tembelim. 20-30 sayfadan sonrasını okuyamadığım
yüzlerce kitap vardır eminim. Okuyamadığım kitapların çoğu
için suçluluk duymam; çoğunu zevk farklılığı ile açıklarım.
Bazısına da elbet aklım, algım, birikimim yetmiyordur. Ama mesela
bazısını söylerken utanıyorum: Maalesef pek çok okurun tutkuyla
bağlandığı Kemal Tahir romanlarına yıllardır giremedim,
okuyamadım. Ya da mesela Nabokov hayatta en sevdiğim yazar olmasına
rağmen “The Gift” romanına defalarca başladım ve
ilerleyemedim. Neden bilmiyorum. Belki de bazı kitaplar zamanını
bekliyor.
En basarili buldugunuz edebiyat
uyarlamalari neler ve neden?
Edebiyattan sinemaya başarılı
uyarlama, özgün kitabı ya da hikayeyi unutturabilen uyarlamadır.
Büyük edebiyat yapıtlarından bence iyi uyarlama olamıyor. Çünkü
seyirci kitabın yazılı halini, kaynak metni unutamıyor. Kafka'dan
bugüne kadar bir tek iyi uyarlama görmedim. Ya da gördüğüm iki
Lolita uyarlamasını feci buldum.
Marquez ya da Yaşar Kemal uyarlamaları
da bence sinemada, kaynak kitaplar kadar büyük filmler olamadı.
Kendi tecrübemde, Hasan Ali Toptaş'ın “Gölgesizler”inden
serbest bir uyarlama yaptım ve romanın sadık okurları tarafından
beğenilmedi. Çünkü iyi yazarların dilde yarattıkları büyüyü
sinemada yaratmak çok zor,hatta imkansız.
Oysa mesela Hitchcock'un bir çok filmi
popüler romanlardan uyarlama ve çok iyi filmler, ama kimse kaynak
romanları hatırlamıyor. Filmler, romanların çoktan önüne
geçmiş, romanları unutturmuş.
Bunun tam tersi örnekler de var:
Mesela Mamet'in çok iyi oyunundan uyarlama
olan “Glenngarry Glen Ross” film olarak da harika. “Brokeback
Mountain” da çok iyi bir kısa hikayeden, iyi bir uyarlama. Bunlar
şu an aklıma gelenler. Ama iyi uyarlama, “iyi film”den de zor
bulunan bir şey.
Bir hayal veya hedef olarak sinemaya
uyarlamayı istediğiniz bir roman var mı?
İlk okuduğumdan beri Shakespeare'in
“Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası”nı Türkiye'ye uyarlayarak bir
versiyon yapmayı hayal etmişimdir. Bir de Gombrowicz'in
“Pornografi” romanı, yine Türkiye'ye uyarlama hayalim var.
Hayatınız boyunca aynı kitabı
okuyacak olsaydınız bu kitap ne olurdu? (Diger bir deyisle basucu
kitabınız nedir?
Yıllar önce bir gazete için şöyle
bir “Başucu Kitaplarım” listesi yapmıştım, pek de değişmedi.
Kişisel blog sayfamdan link veriyorum:
Bu listeden tek bir kitap seçmem gerekse hangisi olurdu bilmiyorum. Belki Lolita.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Şu an bir
kilometre ötemde, İstanbul'un merkezi Taksim gerilim içinde. Ülke
nereye varacağı belli olmayan bir kargaşadan geçiyor. Bu röportaj
kalıcı şeylerden bahsetme fırsatı, gerçek bir teneffüs oldu
bana. İnsanlar yaralanır ölürken, baskı ve şiddet bunca insanın
hayatını karartırken kitaplardan, hikayelerden, bahsetmek “lüks”
gibi görünebilir. Ama bu günler geçtikten sonra, güç dengeleri
değiştikten sonra, biz ve bizi tanıyan herkes gittikten sonra da
bazı kitaplar kalacak ve aynı sözleri tekrar tekrar
fısıldayacaklar. Diyelim Sait Faik ve Nabokov'un 60-70 yıldır,
Shakespeare'in 400 yıldır okunup bambaşka insanlara bambaşka
manalar sunması bana mucizevi geliyor. Bilge Karasu'yu bundan 100
yıl sonra okuyacak olanları kıskanıyorum.
Alev Karaduman'ın yaptığı bu söyleşi OT Dergisi'nin Temmuz 2013 sayısında yayınlandı.
Tuesday 18 June 2013
DURAMAYAN ADAM - Ümit Ünal
Galiba üç gündür, karısı Dursun
Bey'e tek laf etmemişti. Bu onun kendince sessiz isyan yöntemiydi.
Bütün evlilik hayatları boyunca yani son otuz iki yıldır bir tek
kavga etmemişlerdi, sesleri bile yükselmemişti. Dursun Bey
karısını severdi. Karısı da onu. Otuz iki yılda birkaç kere
Selda Hanım susma eylemine girmişti. Son yıllarda bu susmalar
artmıştı. Hiç bir şey demeden, günlük hayatın akışını
bozmadan, temizliğini yemeğini akşam beş çayını aksatmadan
susardı Selda Hanım. Onun neden sustuğunu, küskünlüğün gerçek
sebebini Dursun Bey çoğu zaman bilemez, tahmin edemez, ancak susma
cezası kendiliğinden bitince anlardı. Çoğu zaman bu sebep sudan
bir kıskançlık, Dursun
Bey'in iki laf arasında ettiği düşüncesizce bir söz falan
olurdu. Dursun Bey ilk bir iki susma isyanında karısına sorular
sormuş, neden sustuğunu anlamaya çalışmış ama cevap alamayınca
vazgeçmiş ve işleri oluruna bırakmıştı.
İşin tuhafı Dursun Bey asla
bırakmazdı karısıyla konuşmayı. Sanki hiç bir şey yokmuş
gibi, cevap gelsin gelmesin konuşurdu. Havadan sudan bahseder,
televizyondaki dizilere yorum yapar, yemek ister, çay ister, bazen
bir kadeh rakı isterdi. Karısı da susmasına rağmen, sanki hiçbir
şey duymuyormuş gibi davranmasına rağmen itiraz etmeden
istenileni yapardı. Biraz önce de Dursun Bey'in yanındaki sehpaya bir bardak çay ve bir dilim kek bırakmış, sonra da sessizce taze fasulye ayıklamaya koyulmuştu.
Çocukları olmamıştı. Şehrin
merkezine oldukça yakın, deniz manzaralı nezih bir sokakta, Dursun Bey'in babasından kalma eski usul bir apartman dairesinde oturuyorlardı.
Dursun Bey “Bu sefer neden susuyor” diye geçiriyordu içinden ama asla sormayı düşünmüyordu. Ama yani bu suskunluk gerçekten
münasebetsiz bir zamana denk gelmişti. Ülke bir ateş çemberinden
geçiyor gibiydi. Sokaklarda Dursun Bey'in hiç anlam veremediği,
çoğu genç insanlardan oluşan bir kalabalık polisle çatışıyordu.
Hikayenin başını kaçırmıştı Dursun Bey, şehir merkezindeki
parkta ağaç mı kesmişler, bir şey olmuş, polis fazla gaz
bombası atmış, falan. Başbakan parka bir kışla yaptıracakmış.
Filan. Park- kışla hikayesi neydi, anlamıyordu Dursun Bey. Zaten
dışarı çıkmayı çok seven biri değildi. Kalabalıklardan
çekinirdi. Ne kışlası, orda kışla mı varmış? Kışla mı
yapılacak, alışveriş merkezi mi, otel mi? Ne? Hikayenin başı
kaçınca gerisi iyice karışık geliyordu. Yirmi gün boyunca
ağaçtı kışlaydı deyip sokaklarda vuruşanları, gaz ve basınçlı
su sıkılan bayraklı pankartlı kalabalıkları seyretmişlerdi.
Seyretmek derken o görüntülere otuz saniyeden fazla dayanamıyordu
Dursun Bey, hemen zaplıyordu. Karısı otuz saniye bile değil,
görür görmez gözlerini kapıyor ve “Ay ay ay, ay Dursun ay
Dursun!” diye bağırıyordu sadece. Sonra da “Allah ıslah
etsin, Allah bu milleti korusun” diye kendince bir dua ediyordu.
Gençken yaşadıkları “anarşi zamanı”nı hatırlıyorlar ve
çok korkuyorlardı.
Sadece bir kere bir kanalda beliren gaz
ve direnen kalabalık görüntülerinden birini zaplamaya
hazırlandığı anda, Dursun Bey'in parmağı havada kalmıştı.
Çünkü ekranda, canlı yayında kendi sokaklarının hemen girişindeki köşe
marketi görmüştü. Market sahibi Enis telaş içinde mallarını
toplayıp kepenklerini indiriyordu. Dursun Bey ve karısı o güne
kadar bir iki kilometre öteden duyulan sloganlar ve gaz tüfeği
seslerinin şimdi çok çok yakından geldiğini fark ettiler. Sonra
burunlarına tuhaf, çok pis bir koku geldi ve ne olduğunu anlayıp
pencereleri kapamakta çok geç kaldıkları için ikisi de deli gibi
öksürmeye başladı. Sokakta yüzlerce kişi vardı, atılan gaz içeriye de biraz
sızmıştı. Pencereleri kapadıktan sonra Dursun Bey bu nefesini
kesen gazın onu öldüreceğini düşündü. Ciğerleri patlayacak
gibiydi. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Karısı “Ay Dursun ay
Dursun, ay ay ay, Allahım yardım et bize!” diye bağırdı. Sonra
lavaboya yetişemeden kustu, banyo kapısının dibine yığılıp ağladı, ağladı.
Dursun Bey hayatta birkaç bayram ve
cenaze namazı dışında namaz kılmamıştı. Karısı Ramazan
gelince mutlaka oruç tutardı. Dursun Bey midesini bahane ederek onu
da yapmazdı. Ama ikisi de dua eder ve “Allah korusun”, “Allah
ıslah etsin” gibi deyişleri bolca kullanırlar ve kendilerini
dindar sayarlardı.
Kalabalık çabuk dağıldı, sesler
uzaklaştı ve geri gelmedi. Yine de Dursun Bey ve karısı sabaha
kadar pencereleri açmadılar. Korkudan ışıkları söndürüp
karanlıkta oturdular. İkisi de uyuyamadı. Sabahın ilk ışıklarında
sızdılar. Neyse ki sabah işe gitme sorunu yoktu.
Dursun Bey iki senedir emekliydi. 57
yaşındaydı. Bugüne kadar polisle başı asla derde girmemişti.
Polis karakolu denen şeyi sadece filmlerden ve dizilerden biliyordu.
Askerde bir yüzbaşıdan bir yanlış anlama yüzünden yediği
tokat hariç devletten hiç kötü muamele görmemişti. 12 Eylül
darbesinde üniversitedeydi. Siyasete hiç bulaşmamıştı. Okula
sorunsuz girip çıkan ve kimseden dayak yemeyen tek kişiydi. Ne
sağcılar ne solcular ne de polisler onu dikkate almışlardı.
Dursun Bey upuzun boyuna ve iri cüssesine rağmen, bazen saydam
olduğunu düşünürdü.
O gazlı geceden sonra biraz da kendi
güvenlikleri için, televizyonda çatışma direniş haberlerini
dualar ede ede daha dikkatle seyreder oldular. Meğerse binlerce kişi şehrin merkezindeki parkı korumak için işgal etmişti. Anlayamadılar. Sonra güzelim bir yaz akşamı polis parkın
olduğu meydana inanılmaz bir şiddetle girdi ve binlerce insanı gazla, zehirli suyla dağıttı. “Büfenin camına konmuş sineğe balyozla
saldırıyorlar sanki, n'oluyoruz?” dedi Dursun Bey karısına.
Polisi de anlamıyordu direnenleri de. “Neyin savaşını
veriyorlar? Neyi değiştirecekler ki? Neyi değiştirebildiler
bugüne kadar?” diyordu. Devlet güçleri balyozla her yeri dümdüz
edip meydandan geçmeyi yasakladı. Ertesi gün bir televizyon kanalı
“Park halka açıldı, şu an kimsenin girmesine izin verilmiyor”
dedi. Başbakan farklı kalabalıklara muzaffer bir konuşma yaptı.
Dursun Bey bu adama ısınamamıştı hiç. Siyasi sebeplerden değil.
Dursun Bey'i kimin hükümet ettiği ilgilendirmiyordu. Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. İktidarda kim olursa olsun
Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi. Yeter ki esprili olsun.
Efendi olsun. Güzel konuşsun. Sakin ve kibar konuşan düzgün
siyesetçileri beğenirdi. O ve karısı yirmi küsur yıldır oy
kullanmamışlardı.
“Dayağı yediler, artık pısar
kalırlar biter bu olaylar” diyordu karısına. Karısı ona cevap
vermiyordu. Bu kargaşada Dursun Bey karısının ona ne zaman
küstüğünü farkedememişti. Yanlış hatırlamıyorsa son
2-3 gündür o haberlere yorum yapıyor, elinde kumanda sürekli zap
yapıyor, karısı sadece bakıyor ve tek kelime etmiyordu. Dursun
Bey nasıl olsa geçeceğini biliyordu. “Devletle oyun olmaz, haklı
da olsan devlet bu, eğeceksin başını, yoksa koparırlar”
diyordu. Karısından hiç ses yoktu. Dursun Bey “Bitecek bu, böyle
böyle nereye kadar?” diyordu.
Ama isyan bitmiyordu. Kalabalıklar
meydanlardan zorla sürülseler de protesto için başka yollar icad
ediyorlardı. Kanallar arasında zaplarken boşaltılmış meydanın
ortasında heykel gibi dimdik duran bir adam gördü. Haber spikeri
adamın saatlerdir öylece dikildiğini, milim kıpırdamadığını
anlatıyordu. Adamın adı bir anda “duran adam” ilan edilmişti,
herkes ondan bahsediyordu. Bunun üzerine adamın yanına gelip
dikilen başka protestocular da çıkmıştı. Hem meydanda hem de
şehrin başka yerlerinde “duran adam”lar, “duran kadın”lar
belirmişti. Polis önce şaşkın ve kararsız kalmış sonra
kendisini canlı bir heykele dönüştürüp durduk yerde duran bu
insanları da “direnişçi” diye toplamaya başlamıştı. “Yahu
durduk yerde durmak da mı yasak?” diyordu Dursun Bey.
Karısı “Kızıl Gelinlik”
başlayacak değiştir şunu.” dedi.
Dursun Bey hayretle günlerdir ilk kez
konuşan karısına baktı. Karısı ona değil uçlarını kesip
ayıkladığı taze fasulyeye bakıyordu. Dursun Bey onun susma cezasını bitirdiğine içinden sevindi. Çok sevindi. Ama yıllardır hep
olduğu gibi, sevincini göstermedi. “Kızıl Gelinlik” onun da
tiryakisi olduğu diziydi. Yine de gayet sakin itiraz etti: “Hayatım
ya bu haber çok enteresan. Baksana insanlar durmaya başlamış.
Hiçbir şey yapmıyorlar. Duruyorlar öyle. Polis de duranları bile
topluyor.” Keyiflendi, gülerek “Yahu ne şimdi bunların suçu,
duruyorlar işte” dedi.
Tam yeni bir cümleye daha girecekti
ki, karısı elindeki uzaktan kumandayı kapıverdi. “Kızıl
Gelinlik”in oynadığı kanalı seçti. Sonra da kumandayı açık
pencereden aşağı fırlattı. Diziyi açmıştı ama gözü
yine fasulyelerdeydi.
Dursun Bey dehşetle, hayretle, biraz
da korkuyla karısına baktı. Selda Hanım hayat boyu ona karşı
böyle bir harekete kalkışmamıştı. İki kişilik huzurlarıyla
övünür, herkese “Biz bu evde yüksek sesle bile konuşmadık” derlerdi.
Elinden kumandayı kapmak? Pencereden atmak? Dursun Bey nefessiz
kalmıştı sanki. Bağırmaya çalışırken sesi incecik çıktı:
“Delirdin mi sen Selda?” Pencereye koşup aşağıya baktı.
Şükür, kumanda kimsenin kafasına
gelmemişti. Sokağın ortasında yatıyordu. Pil haznesi açılmış,
piller ortalığa saçılmıştı.
Dursun Bey karısına baktı, ne
diyeceğini bilemedi. Derin bir nefes aldı. Doğrudan kapıya
yöneldi. Hızla döne döne merdivenleri indi. Gözleri kararıyordu
sanki,başı dönüyordu. Sokak kapısından çıkarken çevreye bir
bakındı. Sokaktan birkaç kişi geçiyordu sadece. Bir iki
pencerede dışarıyı seyreden komşular vardı. Herkes kendi
dünyasındaydı. Kimse dikkat etmemişti kumanda olayına. Gidip
kumandayı yerden aldı. Pilleri toplamaya çalıştı. Bir tanesi
eksikti, kimbilir nereye uçmuştu. Yine çevreye bakarken. biraz
ileriye park etmiş, kapıları açık bir polis arabasını
farketti, içinde iki polis ona bakıyorlardı.
Dursun Bey hemen başını çevirdi.
Bugüne kadar polisle başı derde girmemişti hiç. Elinde
kumandayla apartmanın kapısına yürüdü. Kapı kapanmıştı.
İtekledi. Olmadı. Kapının kendiliğinden kapanmasını sağlayan
düzeneğin üç dört yıl önce apartman yönetimi kararıyla
takılmasına Dursun Bey öncülük etmişti. Zile bastı. Ses yok.
Tekrar bastı yine ses yok. Dursun bey sokağın ortasına gelip
üçüncü kattaki açık pencereye “Selda” diye seslenecek oldu.
Ses yok, pencere boş.
Hava yavaştan kararıyordu. Dursun Bey
ürperir gibi oldu. Apartman kapısına gitti. Zile ısrarla bir kez
daha bastı. Sonra bir kez daha ve bu sefer parmağını çekmedi.
Bir kadın ona tuhaf tuhaf bakarak
geçti. Dursun Bey Başını kapıya yaslayıp dişlerinin arasından,
hiç etmediği küfürlerden birini etti. Neye kızmıştı karısı?
Neydi ki derdi? “Selda ya!” diye yukarı doğru avazı çıktığı
kadar bağırdı. O zaman polislerden birinin arabadan çıktığını
ve ona dikkatle baktığını fark etti.
Dursun Bey 57 yaşındaydı. Bugüne
kadar polisle başı derde girmek bir yana, bir polisle gözgöze
bile gelmemişti. Yere baktı. Sanki asıl derdi kumandaymış gibi,
kumandaya ve üzerindeki rakamlara baktı. Bir elini cebine soktu ve
öylece durdu.
Nasıl düşmüştü ki bu hale? Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. Ve evet, bazı tanıdıkları
gibi o malum haptan kullanmasına gerek yoktu sevişmek için. Ne
istiyordu daha karısı? Şimdi sokağa mı atmıştı onu? Polisten
yardım istese? Karım beni sokağa attı dese. Belki bir
maymuncukla...
Sonra gözleri yine polise kaydı.
Polis hala ona bakıyor ve yanına gelmek için sebep arıyordu
sanki. Dursun Bey birden, düşünceye dalıp fazla uzun bir süre
hareketsiz kaldığını, neredeyse şu yeni çıkan “duran
adam”lardan birine benzediğini farketti. Hemen duruşunu
değiştirdi. Bir ayağını öne attı. Kolunu duvara yasladı.
Polis hala bakıyordu. Gözlerini
ayırmadan yanındaki polise bir şey söyledi.
Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü. İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı. Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu. Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.
Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü. İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı. Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu. Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.
Subscribe to:
Posts (Atom)