Galiba üç gündür, karısı Dursun
Bey'e tek laf etmemişti. Bu onun kendince sessiz isyan yöntemiydi.
Bütün evlilik hayatları boyunca yani son otuz iki yıldır bir tek
kavga etmemişlerdi, sesleri bile yükselmemişti. Dursun Bey
karısını severdi. Karısı da onu. Otuz iki yılda birkaç kere
Selda Hanım susma eylemine girmişti. Son yıllarda bu susmalar
artmıştı. Hiç bir şey demeden, günlük hayatın akışını
bozmadan, temizliğini yemeğini akşam beş çayını aksatmadan
susardı Selda Hanım. Onun neden sustuğunu, küskünlüğün gerçek
sebebini Dursun Bey çoğu zaman bilemez, tahmin edemez, ancak susma
cezası kendiliğinden bitince anlardı. Çoğu zaman bu sebep sudan
bir kıskançlık, Dursun
Bey'in iki laf arasında ettiği düşüncesizce bir söz falan
olurdu. Dursun Bey ilk bir iki susma isyanında karısına sorular
sormuş, neden sustuğunu anlamaya çalışmış ama cevap alamayınca
vazgeçmiş ve işleri oluruna bırakmıştı.
İşin tuhafı Dursun Bey asla
bırakmazdı karısıyla konuşmayı. Sanki hiç bir şey yokmuş
gibi, cevap gelsin gelmesin konuşurdu. Havadan sudan bahseder,
televizyondaki dizilere yorum yapar, yemek ister, çay ister, bazen
bir kadeh rakı isterdi. Karısı da susmasına rağmen, sanki hiçbir
şey duymuyormuş gibi davranmasına rağmen itiraz etmeden
istenileni yapardı. Biraz önce de Dursun Bey'in yanındaki sehpaya bir bardak çay ve bir dilim kek bırakmış, sonra da sessizce taze fasulye ayıklamaya koyulmuştu.
Çocukları olmamıştı. Şehrin
merkezine oldukça yakın, deniz manzaralı nezih bir sokakta, Dursun Bey'in babasından kalma eski usul bir apartman dairesinde oturuyorlardı.
Dursun Bey “Bu sefer neden susuyor” diye geçiriyordu içinden ama asla sormayı düşünmüyordu. Ama yani bu suskunluk gerçekten
münasebetsiz bir zamana denk gelmişti. Ülke bir ateş çemberinden
geçiyor gibiydi. Sokaklarda Dursun Bey'in hiç anlam veremediği,
çoğu genç insanlardan oluşan bir kalabalık polisle çatışıyordu.
Hikayenin başını kaçırmıştı Dursun Bey, şehir merkezindeki
parkta ağaç mı kesmişler, bir şey olmuş, polis fazla gaz
bombası atmış, falan. Başbakan parka bir kışla yaptıracakmış.
Filan. Park- kışla hikayesi neydi, anlamıyordu Dursun Bey. Zaten
dışarı çıkmayı çok seven biri değildi. Kalabalıklardan
çekinirdi. Ne kışlası, orda kışla mı varmış? Kışla mı
yapılacak, alışveriş merkezi mi, otel mi? Ne? Hikayenin başı
kaçınca gerisi iyice karışık geliyordu. Yirmi gün boyunca
ağaçtı kışlaydı deyip sokaklarda vuruşanları, gaz ve basınçlı
su sıkılan bayraklı pankartlı kalabalıkları seyretmişlerdi.
Seyretmek derken o görüntülere otuz saniyeden fazla dayanamıyordu
Dursun Bey, hemen zaplıyordu. Karısı otuz saniye bile değil,
görür görmez gözlerini kapıyor ve “Ay ay ay, ay Dursun ay
Dursun!” diye bağırıyordu sadece. Sonra da “Allah ıslah
etsin, Allah bu milleti korusun” diye kendince bir dua ediyordu.
Gençken yaşadıkları “anarşi zamanı”nı hatırlıyorlar ve
çok korkuyorlardı.
Sadece bir kere bir kanalda beliren gaz
ve direnen kalabalık görüntülerinden birini zaplamaya
hazırlandığı anda, Dursun Bey'in parmağı havada kalmıştı.
Çünkü ekranda, canlı yayında kendi sokaklarının hemen girişindeki köşe
marketi görmüştü. Market sahibi Enis telaş içinde mallarını
toplayıp kepenklerini indiriyordu. Dursun Bey ve karısı o güne
kadar bir iki kilometre öteden duyulan sloganlar ve gaz tüfeği
seslerinin şimdi çok çok yakından geldiğini fark ettiler. Sonra
burunlarına tuhaf, çok pis bir koku geldi ve ne olduğunu anlayıp
pencereleri kapamakta çok geç kaldıkları için ikisi de deli gibi
öksürmeye başladı. Sokakta yüzlerce kişi vardı, atılan gaz içeriye de biraz
sızmıştı. Pencereleri kapadıktan sonra Dursun Bey bu nefesini
kesen gazın onu öldüreceğini düşündü. Ciğerleri patlayacak
gibiydi. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Karısı “Ay Dursun ay
Dursun, ay ay ay, Allahım yardım et bize!” diye bağırdı. Sonra
lavaboya yetişemeden kustu, banyo kapısının dibine yığılıp ağladı, ağladı.
Dursun Bey hayatta birkaç bayram ve
cenaze namazı dışında namaz kılmamıştı. Karısı Ramazan
gelince mutlaka oruç tutardı. Dursun Bey midesini bahane ederek onu
da yapmazdı. Ama ikisi de dua eder ve “Allah korusun”, “Allah
ıslah etsin” gibi deyişleri bolca kullanırlar ve kendilerini
dindar sayarlardı.
Kalabalık çabuk dağıldı, sesler
uzaklaştı ve geri gelmedi. Yine de Dursun Bey ve karısı sabaha
kadar pencereleri açmadılar. Korkudan ışıkları söndürüp
karanlıkta oturdular. İkisi de uyuyamadı. Sabahın ilk ışıklarında
sızdılar. Neyse ki sabah işe gitme sorunu yoktu.
Dursun Bey iki senedir emekliydi. 57
yaşındaydı. Bugüne kadar polisle başı asla derde girmemişti.
Polis karakolu denen şeyi sadece filmlerden ve dizilerden biliyordu.
Askerde bir yüzbaşıdan bir yanlış anlama yüzünden yediği
tokat hariç devletten hiç kötü muamele görmemişti. 12 Eylül
darbesinde üniversitedeydi. Siyasete hiç bulaşmamıştı. Okula
sorunsuz girip çıkan ve kimseden dayak yemeyen tek kişiydi. Ne
sağcılar ne solcular ne de polisler onu dikkate almışlardı.
Dursun Bey upuzun boyuna ve iri cüssesine rağmen, bazen saydam
olduğunu düşünürdü.
O gazlı geceden sonra biraz da kendi
güvenlikleri için, televizyonda çatışma direniş haberlerini
dualar ede ede daha dikkatle seyreder oldular. Meğerse binlerce kişi şehrin merkezindeki parkı korumak için işgal etmişti. Anlayamadılar. Sonra güzelim bir yaz akşamı polis parkın
olduğu meydana inanılmaz bir şiddetle girdi ve binlerce insanı gazla, zehirli suyla dağıttı. “Büfenin camına konmuş sineğe balyozla
saldırıyorlar sanki, n'oluyoruz?” dedi Dursun Bey karısına.
Polisi de anlamıyordu direnenleri de. “Neyin savaşını
veriyorlar? Neyi değiştirecekler ki? Neyi değiştirebildiler
bugüne kadar?” diyordu. Devlet güçleri balyozla her yeri dümdüz
edip meydandan geçmeyi yasakladı. Ertesi gün bir televizyon kanalı
“Park halka açıldı, şu an kimsenin girmesine izin verilmiyor”
dedi. Başbakan farklı kalabalıklara muzaffer bir konuşma yaptı.
Dursun Bey bu adama ısınamamıştı hiç. Siyasi sebeplerden değil.
Dursun Bey'i kimin hükümet ettiği ilgilendirmiyordu. Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. İktidarda kim olursa olsun
Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi. Yeter ki esprili olsun.
Efendi olsun. Güzel konuşsun. Sakin ve kibar konuşan düzgün
siyesetçileri beğenirdi. O ve karısı yirmi küsur yıldır oy
kullanmamışlardı.
“Dayağı yediler, artık pısar
kalırlar biter bu olaylar” diyordu karısına. Karısı ona cevap
vermiyordu. Bu kargaşada Dursun Bey karısının ona ne zaman
küstüğünü farkedememişti. Yanlış hatırlamıyorsa son
2-3 gündür o haberlere yorum yapıyor, elinde kumanda sürekli zap
yapıyor, karısı sadece bakıyor ve tek kelime etmiyordu. Dursun
Bey nasıl olsa geçeceğini biliyordu. “Devletle oyun olmaz, haklı
da olsan devlet bu, eğeceksin başını, yoksa koparırlar”
diyordu. Karısından hiç ses yoktu. Dursun Bey “Bitecek bu, böyle
böyle nereye kadar?” diyordu.
Ama isyan bitmiyordu. Kalabalıklar
meydanlardan zorla sürülseler de protesto için başka yollar icad
ediyorlardı. Kanallar arasında zaplarken boşaltılmış meydanın
ortasında heykel gibi dimdik duran bir adam gördü. Haber spikeri
adamın saatlerdir öylece dikildiğini, milim kıpırdamadığını
anlatıyordu. Adamın adı bir anda “duran adam” ilan edilmişti,
herkes ondan bahsediyordu. Bunun üzerine adamın yanına gelip
dikilen başka protestocular da çıkmıştı. Hem meydanda hem de
şehrin başka yerlerinde “duran adam”lar, “duran kadın”lar
belirmişti. Polis önce şaşkın ve kararsız kalmış sonra
kendisini canlı bir heykele dönüştürüp durduk yerde duran bu
insanları da “direnişçi” diye toplamaya başlamıştı. “Yahu
durduk yerde durmak da mı yasak?” diyordu Dursun Bey.
Karısı “Kızıl Gelinlik”
başlayacak değiştir şunu.” dedi.
Dursun Bey hayretle günlerdir ilk kez
konuşan karısına baktı. Karısı ona değil uçlarını kesip
ayıkladığı taze fasulyeye bakıyordu. Dursun Bey onun susma cezasını bitirdiğine içinden sevindi. Çok sevindi. Ama yıllardır hep
olduğu gibi, sevincini göstermedi. “Kızıl Gelinlik” onun da
tiryakisi olduğu diziydi. Yine de gayet sakin itiraz etti: “Hayatım
ya bu haber çok enteresan. Baksana insanlar durmaya başlamış.
Hiçbir şey yapmıyorlar. Duruyorlar öyle. Polis de duranları bile
topluyor.” Keyiflendi, gülerek “Yahu ne şimdi bunların suçu,
duruyorlar işte” dedi.
Tam yeni bir cümleye daha girecekti
ki, karısı elindeki uzaktan kumandayı kapıverdi. “Kızıl
Gelinlik”in oynadığı kanalı seçti. Sonra da kumandayı açık
pencereden aşağı fırlattı. Diziyi açmıştı ama gözü
yine fasulyelerdeydi.
Dursun Bey dehşetle, hayretle, biraz
da korkuyla karısına baktı. Selda Hanım hayat boyu ona karşı
böyle bir harekete kalkışmamıştı. İki kişilik huzurlarıyla
övünür, herkese “Biz bu evde yüksek sesle bile konuşmadık” derlerdi.
Elinden kumandayı kapmak? Pencereden atmak? Dursun Bey nefessiz
kalmıştı sanki. Bağırmaya çalışırken sesi incecik çıktı:
“Delirdin mi sen Selda?” Pencereye koşup aşağıya baktı.
Şükür, kumanda kimsenin kafasına
gelmemişti. Sokağın ortasında yatıyordu. Pil haznesi açılmış,
piller ortalığa saçılmıştı.
Dursun Bey karısına baktı, ne
diyeceğini bilemedi. Derin bir nefes aldı. Doğrudan kapıya
yöneldi. Hızla döne döne merdivenleri indi. Gözleri kararıyordu
sanki,başı dönüyordu. Sokak kapısından çıkarken çevreye bir
bakındı. Sokaktan birkaç kişi geçiyordu sadece. Bir iki
pencerede dışarıyı seyreden komşular vardı. Herkes kendi
dünyasındaydı. Kimse dikkat etmemişti kumanda olayına. Gidip
kumandayı yerden aldı. Pilleri toplamaya çalıştı. Bir tanesi
eksikti, kimbilir nereye uçmuştu. Yine çevreye bakarken. biraz
ileriye park etmiş, kapıları açık bir polis arabasını
farketti, içinde iki polis ona bakıyorlardı.
Dursun Bey hemen başını çevirdi.
Bugüne kadar polisle başı derde girmemişti hiç. Elinde
kumandayla apartmanın kapısına yürüdü. Kapı kapanmıştı.
İtekledi. Olmadı. Kapının kendiliğinden kapanmasını sağlayan
düzeneğin üç dört yıl önce apartman yönetimi kararıyla
takılmasına Dursun Bey öncülük etmişti. Zile bastı. Ses yok.
Tekrar bastı yine ses yok. Dursun bey sokağın ortasına gelip
üçüncü kattaki açık pencereye “Selda” diye seslenecek oldu.
Ses yok, pencere boş.
Hava yavaştan kararıyordu. Dursun Bey
ürperir gibi oldu. Apartman kapısına gitti. Zile ısrarla bir kez
daha bastı. Sonra bir kez daha ve bu sefer parmağını çekmedi.
Bir kadın ona tuhaf tuhaf bakarak
geçti. Dursun Bey Başını kapıya yaslayıp dişlerinin arasından,
hiç etmediği küfürlerden birini etti. Neye kızmıştı karısı?
Neydi ki derdi? “Selda ya!” diye yukarı doğru avazı çıktığı
kadar bağırdı. O zaman polislerden birinin arabadan çıktığını
ve ona dikkatle baktığını fark etti.
Dursun Bey 57 yaşındaydı. Bugüne
kadar polisle başı derde girmek bir yana, bir polisle gözgöze
bile gelmemişti. Yere baktı. Sanki asıl derdi kumandaymış gibi,
kumandaya ve üzerindeki rakamlara baktı. Bir elini cebine soktu ve
öylece durdu.
Nasıl düşmüştü ki bu hale? Parası
vardı. Midesindeki ufak rahatsızlık dışında sağlığı
yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu
seviyordu. Yaklaşık ayda bir, bazen daha seyrek, eğer ikisinin de
keyfi yerindeyse, sevişiyorlardı bile. Ve evet, bazı tanıdıkları
gibi o malum haptan kullanmasına gerek yoktu sevişmek için. Ne
istiyordu daha karısı? Şimdi sokağa mı atmıştı onu? Polisten
yardım istese? Karım beni sokağa attı dese. Belki bir
maymuncukla...
Sonra gözleri yine polise kaydı.
Polis hala ona bakıyor ve yanına gelmek için sebep arıyordu
sanki. Dursun Bey birden, düşünceye dalıp fazla uzun bir süre
hareketsiz kaldığını, neredeyse şu yeni çıkan “duran
adam”lardan birine benzediğini farketti. Hemen duruşunu
değiştirdi. Bir ayağını öne attı. Kolunu duvara yasladı.
Polis hala bakıyordu. Gözlerini
ayırmadan yanındaki polise bir şey söyledi.
Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü. İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı. Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu. Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.
Dursun Bey “Duran Adam” olmadığını kesinlikle kanıtlamak için kendi ekseninde şöyle bir döndü. İçinden bir ritm tutarak sağ ayağını yere vurmaya başladı. Hiç bir şey yokmuş, evinin kapısı önünde dikilip gelen geçene bakıyormuş ve kendi kendine bir şarkı söylüyormuş gibi kumandayı bacağına vuruyordu. Duran adam değildi, çünkü durmuyordu. Polis başını çevirmişti. Dursun Bey'in ayağı ve sol bacağına vurduğu kumanda işlek bir ritm oluşturuyordu. Sağlığı yerindeydi. Karısı ara sıra manasız şeylere küsse de onu seviyordu. Siyasete hiç bulaşmamıştı. İktidarda kim olursa olsun Dursun Bey'in hayatını değiştiremezdi.