Wednesday 3 October 2018

Varlık - Eylül 2018 sayısından. Röportaj: İsmail Doruk.




Varlık dergisi olarak bu ayki sinema ve edebiyat köşesinde sizinle söyleşi yapmak istedik. İlk olarak sinemaya girişinizi ve senaristlikten yönetmenliğe geçişinizi anlatır mısınız?

1981-85 yılları arasında İzmir 9 Eylül Üniversitesi'nde sinema okudum. Sinemaya okulda yaptığım kısa filmlerle başladım denebilir. İlk senaryom Teyzem'i de kendi hayatımdan esinlenerek okuldayken yazdım. Profesyonel manada ilk işim 1986'da, Atıf Yılmaz'ın Adı Vasfiye filminde reji asistanlığıydı. Teyzem'i sette Müjde Ar'a sonrasında da Ertem Eğilmez'e okutmayı başardım. Onların beğenmesi ve desteklemesi sonucunda Teyzem 1986'da Halit Refiğ'in yönetmenliğinde filme çekildi. Başarılı olunca ardından peşpeşe diğer senaryolar geldi. Yönetmenliğe geçiş, sinemaya yazar olarak girmekten çok daha zor oldu, uzun zaman aldı. İlk filmim 9'u kendi kısıtlı imkanlarımla ancak 2001'de çekebildim.

Yeşilçam’dan bu yana sinema üretmeyi sürdürüyorsunuz. O dönemle şimdiki dönemi kıyasladığınızda film yapmak ile ilgili neler değişti ve bu değişim Türk sinemasını nasıl etkiledi?

1985'te girdiğim sinema dünyası ile bugünün sineması arasında deyimin tüm ağırlığıyla dağlar kadar fark var. O günlerde Yeşilçam, kendi yağıyla kavrulan, ufak ama Barış Pirhasan'ın deyişiyle “vahşi” bir endüstriydi. Ticari filmler şimdiki büyük gişe rakamlarına asla ulaşamıyordu. Bağımsız sinemamız yoktu, henüz fikri bile yoktu. Elbette yurt dışında saygınlık kazanmış yönetmenlerimiz vardı ama bunlar iç piyasanın vahşi koşullarını değiştiremiyordu. Yeşilçam 1990'ların başında öldü ama ticari Yeşilçam zihniyeti şimdi TV dünyasında yaşıyor. Sinemanın üretim biçimleri Yeşilçam'dan çok farklı artık. Bu ölüme üzülüyorum diyemem, ömrünü tamamlamış bir yapıydı ve bitti. Ama diğer yandan, bir tür gönül bağıyla kendimi borçlu hissettiğim bir Yeşilçam var. Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ gibi ustalarla birebir tanışıp çalışabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sonraları yönetmen olarak yaptığım sinemanın onların sinemasıyla ilgisi yok ama temel teknik bilgileri, ekonomik çalışmayı o ustaların yanında öğrendim. Onlardan sadece teknik bilgi değil, çalışma hayatına dair insani ipuçları da edindim.

Sinemaya senaryo yazarlığı ile başladınız ve çoğunlukla kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz. Bu durum size gelen senaryolarda gördüğünüz eksiklerden mi kaynaklanıyor yoksa tamamen kendi hikayelerinizi çekmek istemenizden mi?

İkincisi. Kendimi “hikayeci” olarak tarif ediyorum. Kafam sürekli karakterler, diyaloglar, tuhaf dramatik anlar, durumlar üretip duruyor. Sinema yapamadığım zaman hikayeler, romanlar yazdım ve yine kendi dertlerimi anlattım. Ya da çizdim ve yine “hikayeli” resimler yaptım. O yüzden başkalarının hikayelerini anlatmak çok çekici gelmiyor, öncelikle kafamın içinde gün ışığına çıkmak için bekleşen hikayelerden kurtulmam gerek. Ama yapımcılardan teklif geldiğinde elbette okuyorum ve değerlendiriyorum. Bir başkasının hikayesini kendi dünyama yakın bulursam çekiyorum. Gölgesizler ve Ses filmlerim öyle gerçekleşti.

Son dönemlerde Türk sinemasının senaryo sorunundan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz; okuduğunuz senaryolarda en sık rastladığınız kusurlar nelerdir bir senarist kendini nasıl geliştirmelidir bunun bir formülü var mı sizce?

Türk sinemasının en temel eksiği yaslanacak bir dramatik geleneğin olmaması. Edebiyatımızda birbirinden beslenen, ya da birbirine karşı çıkarak, isyan ederek var olan kuşaklardan bahsedilebilir ama sinemamızda büyük bir gelenek boşluğu var. Biz çok özel bir iki örnek dışında kendi özgün dilini yaratamamış anonim bir sinemadan; minimalist, kişisel, hikaye karşıtı bir “sanat” sinemasına atladık. Arada ciddi bir kopukluk yaşandı. Birkaç sıradışı iyi örnek dışında “sanat sinemamız”ın neredeyse karikatürize kalmasının, seyirciden kopmasının temel sebebi bu.
Bir sinemacı kendisini sadece sinemayla sınırlamamalı, edebiyatı, tiyatroyu da çok iyi öğrenmeli, takip etmeli. Kendini ülkenin ve dünyanın sanatında bir perspektife yerleştirebilmeli. Dünyada neler olduğunu elbette bilmeli ama bu ülkenin yetiştirdiği sanatçıları ve sadece günün meşhurlarını değil eski büyükleri de dahil ederek değerlendirebilmeli. Sinemayı sadece sinemadan öğrenerek yetişen, referansları sadece filmler olan yönetmenler genellikle yüzeysel, teknik insanlar oluyorlar.

Filmlerinizi hikaye anlatma üzerine kurduğunuzu görüyoruz, bazı filmler ise bir atmosfer yansıtma üzerine odaklanıyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve böyle bir ayrıma nasıl bakıyorsunuz?

Böyle bir ayrım var elbette. Amerikan sineması tamamen hikaye anlatmaya yönelik kuralları olan bir sinema, köklerini Anglo-Sakson edebiyat ve tiyatro geleneğinde bulmuş. Avrupa'da ise geleneksel dramatik hikaye karşıtı, daha çok atmosfere, karakter çözümlemelerine yaslanan, dramatik kurallara başkaldıran bir alternatif doğmuş. Ben daha önce de söylediğim gibi, hikayeciyim. Sevdiğim,anladığım ve yapabildiğim sinema hikaye sineması. Ama Hollywood gibi kurallara, formüllere bel bağlamıyorum, içimden gelen hikayeleri aklıma nasıl eserse öyle anlatmaya çalışıyorum.

Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler adlı romanını başarılı bir biçimde sinemaya uyarladınız. Gölgesizler filmini çekme sürecini anlatır mısınız? Sizi cezbeden şey neydi?
Gölgesizler'i film yapmak aslında yapımcı ve oyuncu Hakan Karahan'ın hayaliydi. Hakan beni çevirmen arkadaşım Lucy Wood aracılığıyla buldu ve filmi çekmeyi önerdi. Daha önce Hasan Ali Toptaş okumamıştım. Gölgesizler'i ilk okuduğumda çarpıldım ama sinemaya uyarlanması çok zor bir metindi. Çok katmanlı, farklı bakış açılarına, yorumlara açık, uzun bir şiir gibiydi bence. İlk tanışmamızda Hakan Karahan'a bu romanın ancak bir katmanından serbest bir uyarlama yapabileceğimi söyledim. Filmi çekerken verdiğim her röportajda da bunun benim Gölgesizler “cover”ım olduğunu, yani bu romandan çıkabilecek yorumlardan sadece biri olduğunu, başka bir yazar/yönetmenin bambaşka bir film çekebileceğini söyledim. Hasan Ali'nin metnini büyük bir saygıyla ele aldım ama romanda yakaladığım politik katmanı ve olay örgüsünü öne çıkararak yeniden yazdım. Senaryoda bulduğum çözümlerin, edebiyat uyarlamaları açısından oldukça ilginç ve özel olduğunu düşünüyorum, bu zamanla anlaşılır umarım. Sonuçta ortaya çıkan film, romanın sıkı hayranlarını memnun etmedi. Şahsen çok sevdiğim yanları var, elimden kaçırdığım ve hiç sevmediğim yerleri var. Kendi filmografim içinde ayrıksı bir yere oturdu, diğer filmlerimden farklı bir yerde duruyor.

Uyarlamadan söz açılmışken, ülkemizdeki edebiyat sinema ilişkisini yeterli buluyor musunuz ve uyarlamalarda sizce eserin özünün tam yansıtılması mı önemli, eserdeki hikayeye yönetmenin bakış açısını eklemesi mi?

İyi uyarlama filmler için ölçüt, kaynak aldığı edebiyat yapıtını unutturabilmek olmalı. Sonuçta sinema ve edebiyat apayrı sanatlar. Kullandıkları araçlar başka, dilleri başka. Bir romandaki parlak bir cümle, binlerce okurun kafasında apayrı imgeler canlandırır. Bir filmin bunları tek tek yansıtabilmesi imkansız. Yönetmen ancak o romandan anladığı temel bilgiyi kullanarak, kendi bakış açısına göre bir film yapabilir. Kendi bakış açısını katmak, zaten kaçınılmaz bir durum, tersi imkansız. Ama bu bakış açısı romanın kendisini aratmayacak bir derinliğe, özgünlüğe varabiliyor mu, mühim olan o.

Sinema edebiyat ilişkisini iyi bilen birisi olarak sizce şiirin sinemaya bir katkısı var mı?
Zorda kaldığım, sıkıldığım dönemlerde dua okur gibi içimden tekrar ettiğim şiirler var. Şiir bize hayat hakkında başka türlü anlatılamayacak, başka hiçbir yerde bulunamayacak sırlar fısıldar. Büyük şiirler dev “hayat bilgisi” kitapları gibidir. Bir de, şiir bize dilin sınırlarını zorlamayı öğretir. Şiir dilin eğilip büküldüğü, zorlandığı, şairin başka kimsede olmayan kendi sesini bulduğu yerlerde başlar. Aynen sinemada da, sadece düzgün sinema dili kullanarak iyi yönetmen olunmaz, sinema dilini zorlamak kendi sesini bulmak gerek. Bunun yolu bence iyi bir şiir okuru olmaktan geçer.

Gündelik hayatınızda edebiyatla ilişkiniz nasıl; sürekli takip ettiğiniz yazarlar ve dergiler var mı; ne tür kitaplar ilginizi çeker?

En çok kurmaca okuyorum. Roman, hikaye, oyun. Kimi sevdiğim yazarları tekrar okuyorum. Sait Faik'in, Leyla Erbil'in, Bilge Karasu'nun kimi hikayeleri neredeyse ezberimdedir. Bazen popüler bilim kitapları, özyaşam öyküleri, söyleşi kitapları da ilgimi çekiyor.

Birbirine bağlantılı kısa filmlerden oluşan Anlat İstanbul ve konusu yemek olan sanırım ilk Türk filmi Sofra Sırları gibi özgün işlere imza attınız. Bu tür projelerde gişe beklentisi bir engel olarak çıkıyor mu ve bunu nasıl aşıyorsunuz?

Genelde çok kısıtlı bütçelerle film çektim. Bazen de bütçesiz, herkesin gönüllü çalıştığı işler yaptım. 9, Ara, Nar gibi filmlerimde kimse para kazanmadı ama ekipçe gerçekten zevk aldığımız ve yıllar sonra bile gurur duyduğumuz işler yaptık. Sofra Sırları da piyasadaki diğer filmlere göre çok küçük bütçeli bir işti. Büyük gişe beklentisiyle girişilmiş bir iş değildi zaten. Filmlerim gişe rakamlarıyla anılmadı hiç, izleyicisini uzun vadede bulan filmler yaptım. Ama her biri de bir şekilde kendi masrafını çıkardı, filmlerim yüzünden kimse batmadı. Gişe, satış gibi işler yapımcının gücüne, girişkenliğine, ticari zekasına bağlı şeyler. Bir yönetmen bunlarla kafasını yormamalı, yorsa da bir şey fark etmiyor zaten.

Son olarak üzerinde çalıştığınız bir proje var mı, sıradaki eserinizden bahseder misiniz?

Farklı yapımcılarla konuştuğum farklı projeler var. Ama ülkenin gündemi, ekonominin göstergeleri sürekli hareketli olunca şirketlerin karar vermesi de zorlaşıyor. Bir yandan da yine 9, Ara gibi bütçesiz bir senaryo yazıyorum. Diğer işler olmazsa sıfır bütçeyle onu çekeceğim.



Tuesday 8 May 2018

1+1 Söyleşisi - Ayşegül Oğuz

ÜMİT ÜNAL’LA SERGİLER VE FİLMLER
Söyleşi: Ayşegül Oğuz
Son filmi Sofra Sırları 37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerini alırken, Ümit Ünal, yönetmenliğinin ve romancılığının yanına usulca yerleştirdiği resimlerini ve çizimlerini de Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler sergisiyle günyüzüne çıkardı. Ümit Ünal’la İstanbul Concept Gallery’de yarın (5 Mayıs) düzenlenecek bir söyleşiyle sona erecek olan sergisini ve Teyzem’den Sofra Sırları’na uzanan sinema serüvenini konuştuk. 














Mahlukat Bahçesi’nin ardından iki yıl sonra Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler isimli yeni serginizi açtınız. Bu iki yıl nasıl geçti?
Ümit Ünal: Aynı anda farklı alanlarda birkaç iş üzerinde çalışıyorum. Büyükada’da yarı münzevi bir hayat sürüyorum. Yazmak çizmek dışında başka maceralı bir hayatım yok. Bir yandan sürekli bir şeyler (senaryo, hikâye, roman, oyun) yazıyorum, okuyorum, bir yandan resim yapıyorum. Hayatım böyle geçiyor. Her şey biraz iç içe.
 “Aylaklık, tembellik çok yaptım, ama son on yılı çok yoğun çalışarak, bundan zevk alarak geçiriyorum” demişsiniz. On yıl önce size bu kararı aldıran neydi? Bu bir karar mıydı?
Öyle kesin bir tarih yok, on yıl lafını lafın gelişi söyledim herhalde. (gülüyor)İnsanın enerjisi kısıtlı; 1990’la 2001 arasında reklamcılık yaptım. Reklamda çalıştığınız zaman diğer işlere vakit ayırmanız daha zor. İnsanın bir noktada pili bitiyor. Yine yazıyordum elbette, o reklam döneminde de Anlat İstanbul’u, Kuyruk romanımı yazdım. Ama o zaman resim yapmaya hiçbir şekilde vakit yoktu. Tabii bu, biraz da cesaret işi. Eskiden yaptığım resimleri küçümsüyordum. Bir sergi açmak çok büyük bir hayaldi. Bir de daha gençken insana önündeki zaman sonsuzmuş gibi geliyor, kafandaki işleri erteliyorsun. Ama 53 yaşına gelince “Hmm, elimi çabuk tutsam iyi olacak” fikri beliriyor. Çünkü 100 yaşına kadar bile yaşasan yolun yarısını aşmış durumdasın. (gülüyor)











Sergi açma isteği duyacak kadar hayatınıza resmin dahil olması nasıl oldu?
Birkaç yıl önce Serra Yılmaz’ın doğumgünüydü ve benim de hediye alacak param yoktu. Onun için komik bir desen çizdim: Turuncu fil kafalı bir adam. Serra o resmi beğendi, “Buna devam etmen lâzım” diyerek beni çok cesaretlendirdi. Gidip bir kutu suluboya, biraz da güzel kâğıt aldım. (gülüyor)Eve gelip birkaç mahlûk daha çizdim. Sonra bu desenleri Instagram’da paylaştım. Görenler çok olumlu tepkiler vermeye başladı. İşsiz bir dönemimdi, her gün kalkıp bir mahlûk hayal edip çizmek günlük rutinim oldu bir süre.
Kendinizi “Mahlukat Bahçesi”nde nasıl buldunuz?
Ben resim eğitimi almadım, sinema okudum, ama her zaman iyi bir resim izleyicisi oldum. Her zaman bir şeyler çiziyordum, aslında bu mahlûkların ataları da İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda tuttuğum bir defterde vardı, bir sürü çizmişim, evde bir dosyada ve birkaç arkadaşımda hâlâ o desenlerden vardır. Tükenmez kalemle çizdiğim “canavarlar”… Bugünkü mahlûkatın daha da korkunçları. (gülüyor) Ama 2015-2016 arası daha renkli, daha ayrıntılı ve yer yer kara mizahi bir tarzda sökün ettiler. Serra'nın cesaretlendirmesi haricinde, neden daha önce değil de o sırada geldiler? Ben de tam bilmiyorum.














Mahlukat Bahçesi’nin ardından Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler nasıl oluştu?
Mahlukat Bahçesi’nin daha bütün bir tarafı vardı. “Kafası bir hayvan ya da bir nesneye dönüşmüş insanlar” gibi karikatüre yakın duran bir anafikirden yola çıkmıştım. Sokakta birilerinden duyduğum ya da kendi uydurduğum lafları desenlerin altına yazıyordum, hepsi bir şeyler söylüyormuş gibiydi. Bir kısmı da sözsüz, suskundu. O serinin kendi içinde bütünlüklü bir stili vardı. Fakat sonrasında farklı tarzlarda bir çok şey daha yaptım… Suluboya fırça darbeleriyle oluşturulmuş “kuşlar”, Arapça harflere benzeyen soyut lekelerle oluşturulmuş “yüzler”... Bir de, hikâye anlatmayan, dev manzaralarda kaybolmuş ufacık insanları gösteren bir Storyboards serisi. Hepsi aslında “serbest vezin” işler.
Bu serbestlik fikri resimde gelmek istediğiniz bir yer mi?
Resim yaparken bana bir tür özgürlük hissi geliyor. Hayatımı asıl kaplayan iş sinema ve yazmak. Film yapmak belki de hayatta en sevdiğim iş, ama sinema yaparken “kopmak” mümkün değil. Senaryo yazarken teknik, parasal bir sürü sınırın var. Yüz kişiyi, para sahiplerini, oyuncuları, yapımcıları ikna etmen ve heyecanlandırman lâzım. Sürekli bir sistem içinde, plan-programla, ekiple birlikte hareket etmek zorunluluğun var. Oysa resimde sen, kâğıt ve boyalar başbaşasın. “Kopmak”, “kaybolmak” şansın var. Bir de resmin fiziksel kısmını seviyorum. Boyayla, mürekkeple, kâğıtla hemhal olmayı...
Bu fiziki uğraşın ve serbestlik, bir nevi özgürlük duygusunun içinden bir resmin fikrini oluşturmaya nasıl varıyorsunuz?
Akademik eğitim resimde insanları belli bir teknik ve dile yöneltiyor. Benim akademik eğitimim olmadığı için beni o sırada heyecanlandıran ne varsa, ona göre çok farklı tarz ve tekniklerde resimler çıkıyor. Beni heyecanlandıran şey bazen içeriksel olabiliyor: Storyboards serisi yanıbaşımızda süren savaşlar ve göçler hakkında. İnsanın ufacıklığı, kaderini yönlendiren dev manzaralar içinde kayboluşu... Bazen de Yüzler’deki gibi sadece yaldızla mürekkebin kâğıt üstünde çarpışması ve kaligrafik şekillerin yüzlere benzeyen lekeler oluşturması heyecanlanmama yetiyor. Hurufiler insan yüzünde de harfler görülebileceğine ve oradan insanın kaderinin okunabileceğine inanıyorlar. Kendimi sürekli denemeler yapan bir tür öğrenci gibi de hissediyorum.
Renkler sergilerinizde öne çıkıyor. Sinemanızda renk öğesi o kadar belirleyici değil…
Ama sinemada her film için bir renk bütünlüğü kurman lâzım. Hikâye nasıl bir atmosfere gerek duyuyorsa, ona göre bir görsel dünya kurman lâzım. Bu sergideki resimlerin her birine tek tek baktığında her birinin kendi içinde farklı renk dünyası var, fakat hepsi bir arada olduğu zaman rengârenk bir etki yaratıyor. Örneğin Fırtına resmine baktığınızda mavi, çok az yeşil, çok az mor ve siyah var. Ama onun yanında kırmızı bir kuş, onun yanında turuncu ve mor kuşlar gelince galeri duvarında çok zıt renklerin çarpıştığı bir dünya oluşuyor. Film yaparken buradaki tek bir resmin dünyasını tutarlı bir şekilde kurmaya çalışıyorsun.
Bu sergideki resimlerinizle filmlerinizi eşleştirseniz, nasıl bir sonuç çıkar?
Resimlerdeki dünyaya ulaşan bir film yapmadım henüz. Son romanım Bana Göre Kıyamet ile Storyboards arasında bir akrabalık var denebilir. Ama filmlerle resimlerim ayrı dünyalar, şimdilik.
Resim, edebiyat, sinema, ama hepsinde hikâye anlatma meselesi var. Bir anda hikâye sizden çıkıyor ve izleyicinin oluyor. Bu his sizde ne uyandırıyor?
Yaptığımız her şey için geçerli bu. Buradaki resimlerin de bazısı belki yok olup gidecek, bazısı belki de yüz sene sonra birinin karşısına çıkacak. Tabii resim ya da edebiyatın dolaşımı daha yavaş. Fakat sinemada yaptığın bir film biter bitmez öncelikle ülkenin her yerinde, birkaç ay sonra da diyelim Singapur’da bir festivalde seyrediliyor. Yıllar içinde kendini Hong Kong’da, Roma’da, New York’ta oralı insanlara filmlerini anlatırken bulabiliyorsun. Çok tuhaf tabii. Bu ilk başta beni çok ürkütüyordu. İlk senaryom Teyzem (Halit Refiğ, 1986) için sete çıktık, çekimlerin ilk gününde yazdığım diyaloglar bir anda oyuncuların ağzında canlanmaya başladı. Birden çok utandım. Daktilo başında tek başıma uydurduğum laflar canlanınca sırlarımı ele vermişim gibi geldi. Tabii sonra o filmi yüz binlerce kişi izledi, televizyonda gösterildi. Bir anda senin tek başına uydurduğun laflar onca insanın oluyor. Senden tamamen çıkıyor.
Teyzem için belki de kariyerinizin gölgesi diyebilir miyiz?
Evet, filmi ‘86 yılında çektik. Teyzem, sonrasında bütün sinema hayatım boyunca beni takip eden ve belirleyen bir iş oldu. Film çekildiğinde 21 yaşındaydım. Senaryonun ilk halini 19 yaşındayken yazmıştım. Hikâyenin ana dramatik yapısı gerçek hayattan alınmıştı. Benim teyzem filmdekine benzer bir hayat yaşadı. Elbette yazarken gerçek hikâyeyi çok değiştirdim, filmde görülen hiçbir şey gerçek hayattaki gibi değil. Ama dediğim gibi, bir hikâyenin güçlü olabilmesi için en zor bulunan şey, dramatik çatışmalar ve hikâyenin ana iskeleti, gerçek hayatta hazırdı. Ben onu alıp bir hikâyeye uyarladım.
Peki Sofra Sırları’nın gerçek taraflarını nasıl tarif edersiniz? Absürd ve kara mizahla buluştursanız da, bir kadının cinnetine tanık oluyoruz. Demet Evgar’ın oynadığı Neslihan Yılmaz karakterinin Türkiye toplumunda nasıl bir karşılığı var sizce?


İnsan aslında hep aynı hikâyeleri anlatıyor. 1985’te çizdiğim desenleri biraz farklı bir şekilde hâlâ çiziyorum. Sofra Sırları da ta ’80’lerin başında yazdığım Teyzem’den izler taşıyor bence. Temalar, dünyaya bakışın, seni rahatsız eden şeyler, seni öfkelendiren ve yazmaya yönelten şeyler hep aynı. Teyzem’deki kadın hayatını değiştiremiyordu. Ama Teyzem’in de, Sofra Sırları’nın da yazılmasına sebep olan şey bence aynı “haksızlık duygusu”. O açıdan akrabalar. Nabokov bütün yazma sürecini insanın içinde bir urun büyümesine benzetiyor. Bir noktadan sonra da yazarın bütün çabası bünyesinden o uru atabilmek oluyor. Aklına bir hikâye geliyor ve devamlı senden beslenerek içinde büyüyor, onu bir şekilde içinden atıp kurtulmak istiyorsun. Sofra Sırları benim için yazması, yapılması en uzun süren işlerimden biri oldu.

Ümit Ünal'ın 1985 tarihli desenleri

İşlerinizde her zaman hafızalarda yer eden kadın karakterler yaratıyorsunuz.
Kadın hikâyesi anlatacağım diye yola çıkmıyorum. Dünyayla olan kendi dertlerimi kadın karakterler üzerinden anlatıyorum. Teyzem’de de böyleydi; Teyzem’in asıl konusu teyzeden çok onu izleyen, gözleyen yeğen Umur’du. Kadınların gözünden anlattığım başka hikâyelerde de aslında kendi dertlerimi aktarıyorum. Çoğu erkek yönetmen kadınları dışarıdan bakarak, sorunun kaynağı, erkeğin başına belalar açan, erkeğin dışında ve karşısında bir varlık olarak ele alıyor. Bense kadınlarla erkekleri ayırmıyorum. Sadece kurban olan ya da yardım edilen, hikâyenin çatışma kaynağı olan ve intikam alınan kadınlar değil, kendi dertleri, hayatları olan ve erkeklerle eşit sorunları yaşayan kadınlar yazmaya çalışıyorum.
Filmlerinizin kadın karakterlerinden bir kare as yapsanız…
Teyzem’deki Üftade, Nar’daki Asuman, Ara’daki Gül ve Sofra Sırları’ndaki Neslihan.
Bu kadınların ortak özelliği ne sizce?
Hepsi hayalci, hepsi bir şekilde kurban ya da erkeklerden, erkeklerin oluşturduğu düzenden çok çekiyorlar. Teyzem’deki Üftade harekete geçip intikam almıyor, ama diğerleri bir şekilde hayatlarını değiştirecek bir şeyler yapıyorlar. Hayatlarına müdahale ediyorlar.
Üftade o psikolojik duruma teslim oluyordu bir nevi, Sofra Sırları’ndaki Neslihan ise “deliliğini” erkeklerin düzenine bir müdahale aracı olarak kullanmayı başarıyor ve kurtuluşunu sağlıyor diyebilir miyiz?
O kadar iyimser mi, bilmiyorum. Neslihan’ı bazen aptallık derecesinde naif bir karakter olarak görüyorum. Bu olaylar başına geliyor. Sinemadan bir kıyaslama olacaksa, Peter Sellers’ın oynadığı Being There filmindeki karakter de dünyadan çok kopuk yaşadığı için deli denemez, ama dünyadan kopuk, içine kapanık bir karakter, dünyayı hiç tanımıyor, ama her şeyin içinden sıyrılıp geçiyor. Neslihan’ın kurtuluşunu da biraz öyle görüyorum. Sonunda mutlu olacak mı, ondan çok emin değilim. Evet, filmi mutlu son gibi bir noktada bitiriyorum. Ama Orson Welles’in ünlü sözünü hatırlayın: “Herkes mutlu bir son ister, ama bu hikâyeyi nerede kestiğinize bağlı.” (gülüyor) 
37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde Sofra Sırları En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ödülünü alırken, Demet Evgar da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Festival sırasında ayrıca Bergman’ın 100. doğum yılına ithafen Türkiyeli on yönetmen tarafından seçilen bir seçki de gösterildi. Sizin seçtiğiniz film neydi?
Beni etkileyen en önemli yönetmenlerden biri Bergman. Üniversitedeyken Utanç (Shame) filmini televizyonda izlemiştim, daha önce hiç Bergman filmi görmemiştim. Çok etkilenmiştim. Bir kere hikâyesi, demek ki o dönemde hissettiğim şeylere çok uygunmuş. Savaşı bütün ürkütücülüğüyle anlatıyordu. Savaş kahramanı yoktu filmde, çok basit zevkleri, istekleri olan, politikadan habersiz iki sıradan insan savaş yüzünden mahvoluyordu. Film savaşı çok az gösteriyordu. Aslında savaş kıyısında kalan bu insanlara ne yapıyor, onların içindeki kötülüğü nasıl ortaya çıkarıyor, bunu anlatıyordu. Bir de o dönemin gözüyle kamera kullanımını çok sevmiştim. Bergman bir sürü başka filminde kamera kullanımı konusunda çok daha durgun, akademiktir. Utanç’ta daha belgesel gibi bir tarz tutturmuştu. Tele-lenslerle çok güzel fotoğraflar yakalamıştı. Daha büyük filmleri tabii ki var. Bergman’ın ilk beş filmi içine girmez belki, ama benim en sevdiğim filmi diyebilirim.
İlk izlediğinizde duyduğunuz heyecanı bugün de hissediyor musunuz? Günümüzde bu filmi izletmenin ihtiyacı ne oldu?
Savaşla iç içe yaşıyoruz. Utanç savaşı zamansız ve yersiz olarak anlatıyor. 1968’de çekilmiş, o zaman için dünyanın en rahat, refah içindeki bir ülkesi, fakat orada bir adam savaşta ne olabileceğini, bugün de yaşanan dehşetiyle hayal etmiş. Hayal edebilmek için o şiddeti içinizde yaşamalısınız, kahramanlığın, hainliğin ne kadar birbirine dönüşebildiğini, insanların hayatlarının bir anda nasıl sıfırlandığını, bizi biz yapan değerlerin nasıl bir anda hiç olduğunu çok güzel anlatıyor. Bunları şu anda yaşıyoruz. Bu ülkenin hemen güneyinde, Suriye’de, Irak’ta bunlar aynen yaşanıyor.

İnsan sanat kariyeri boyunca sizin de söylediğiniz gibi belli temaları, kavramları geliştirerek kullanıyor. Utanç filminin bütün bu yıllar boyunca size etki ettiğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki. Dokuz’da bir sahne vardır, onu Utanç’dan “çaldım”. Kitapçı Salim karakteri filmin sonuna doğru bir sahnede gördüğü rüyayı anlatır. Kendisini mahallenin üzerinde uçar gibi asılı vaziyette görüyor rüyasında, ama hiç kıpırdayamıyor. Diyor ki: “Bir kelime hatırlasam, bir kelime söylemem lâzım, böyle ata ‘deh’ der gibi bir kelime söylemem lâzım. Bir kelime söylesem kurtulacağım. Ama hatırlayamıyorum.” Bu sahneyi Utanç’ın finalindeki rüya sahnesinden esinlendim… Bergman’dan “çalmak” da bir şeref bence! (gülüyor)
Sizi her zaman etkilemiş, etkisini hiç kaybetmemiş kitaplar hangileri?
Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) benim için hayat ansiklopedisi gibi bir şey. Oradaki bir sürü şey hâlâ bana eşlik ediyor. En son yazdığım romanda Yüzyıllık Yalnızlık’tan bir alıntı var. Bir sanatçının başka sanatçılardan, yapıtlardan etkilenmemesi mümkün değil. Issız bir adada yaşamıyorsan, okuduğun seyrettiğin şeyler seni ve yaptıklarını etkileyecek, bu kaçınılmaz bir şey. Bu bazen Nabokov, Bergman ya da Marquez gibi büyük bir isim olur, bazen de ucuz bir şarkı ya da romanın bir cümlesi ya da bir ansiklopedi illüstrasyonu olur. Çoktan unuttuğun kötü bir film de içindeki bir sahneyle etkilemiş olabilir.
Son olarak, 24 Haziran “baskın seçim”ini nasıl değerlendiriyorsunuz? 25 Haziran sabahı nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz? 
Açıkçası, yakın gelecek konusunda hayatta hiç olmadığım kadar karamsarım ve korkuyorum; bunu böyle söylediğim için de utanıyorum. Elbette Sait Faik’in dediği gibi “Dünya çarelidir” ve bir gün bu topraklar üzerinde de düzgün bir hayat kurulur yeniden. Ama ülkenin önünde, hepimiz için çok zor geçecek karanlık ve engebeli bir yol var gibi görünüyor. Bu konuda yanılmayı, haksız çıkmayı çok isterim. Kendimize, aklımıza mukayyet olmamız, birbirimize sahip çıkmamız, sağlam durmaya çalışmamız lâzım.

02.05.2018'de 1+1 Forum sitesinde yayınlandı.

Saturday 28 April 2018

İzlekler Dergisi'nden bir alıntı.


İzlekler dergisinin Mayıs 2018'de çıkacak ilk sayısında Özkan Eroğlu ile bir söyleşi yaptık.

Söyleşiden bir alıntı:


Son filminiz “Sofra Sırları”nı izlediğimde sinemayı tiyatroya yedirmeye uğraşan bir zihin gördüm. Bundan çok etkilendim. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türk sinemasında en büyük eksikliklerden birinin, dramatik gelenekle kurulması gereken “bağ” olduğunu düşünüyorum. Amerika’da İngiltere’de İngilizce çekilmiş bir filme baktığınızda bir aksiyon filminde bile ikili konuşmaların, diyalogların güzel bir şekilde işlediğini ve güzel bir sahne kurulduğunu görürsünüz. Çünkü özellikle İngiltere’de çok büyük bir tiyatro geleneği var. Amerikan sineması da Anglosakson sineması da o gelenekten besleniyor. Türk sinemasında o dramatik gelenek çok eksik. 1970’lerdeki filmlere baktığınızda görüyorsunuz; bir sahne kurmaktan aciz filmlerin çoğu. Filmlerin çoğu fotoğrafla ve kısa kısa tepkisel sahnelerle ilerliyor. Bütünlüklü bir sahne kuran, sekans haline getiren sadece Metin Erksan var. O da birkaç filminde yapabiliyor. 

Biz dramatik gelenekten tamamen kopuk, bağımsız sinema çerçevesinde bir minimalist sinemaya atladık. Bağımsız sinemanın temsilcilerine baktığımızda, filmleri dramatik gelenekten kopuk, daha çok fotoğraf ve atmosfer üzerine. Onu çok güzel yapanlar ve yapamayanlar var. Daha çok da yapamayanlar var ama. Benim derdim daha çok aradaki dramatik köprüyü kurmak. Benim kafam o şekilde işliyor.

Tuesday 10 April 2018

“BANA GÖRE KIYAMET” - Ayraç Dergisi Röportajı - Sedat Palut


Senaryo Atölyesinde bahsettiğiniz bir projeydi, Bana Göre Kıyamet. Daha önce senaryo olarak yazmıştınız. Böyle bir hikayeyi senaryoda ya da romanda ifade etme fikri nasıl ortaya çıktı, hikayenin çıkış noktası nedir?

Ülkemizin son yıllardaki ahvalinden ilham aldım diyebilirim. Türkiye, başka hiçbir ülkenin almadığı kadar göç aldı. Buradan Avrupa'ya geçmeye çalışan ya da geçemeyip burada kalan insanların hikayelerinden, onların çevresinde oluşan, ırkçı, yabancı düşmanı tutumlardan çok etkilendim. Öte yandan dünyada insan eliyle bir kıyamet koparıldığını, insanlığın kendi sonunu getirecek tehlikeli yollara sadece açgözlülüğü yüzünden atıldığını görüyorum. Havayı, toprağı, suyu geri dönüşsüz bir şekilde kirletiyoruz. Dünyanın dengesini bozuyoruz. Yiyeceklerin temel yapısıyla oynuyoruz, yediğimiz hayvanları ve hayvansal ürünleri kitlesel şekilde üretmeye çalışırken zehir haline getiriyoruz. Diğer yandan da ölçüsüz bir zenginlik, ün ve para tutkusu, insanları uyuşturan bir popüler kültür dünyası... Hepsi kafamın içinde bir araya geldi yaşadığımız “yavaş kıyamet”i anlatmak istedim. Bunu da sinemanın ve edebiyatın çok kullandığı vampir metaforu üzerinden yapmak istedim. Önce senaryo olarak yazmıştım ama bir iki yapımcıyla deneyip filmi yapamayınca roman olarak yazmaya giriştim. Çünkü hikaye beni çarpıyordu ve hangi biçimde olursa olsun bir an önce anlatmak istiyordum.


9 filminizi izlemiştim. Filmdeki gibi çok anlatıcının yer aldığı bir dil kullanıyorsunuz bu romanda. Bunu kullanmanızdaki amaç nedir? Edebiyatta ve filmde bu tarzı zor ve kolay kılan unsurlar nedir sizce?

Aslında yazdığım senaryonun da romanın da 9 ile bir bağı var. 9'da bir sorgu odasında, bir cinayet sorgusundan yola çıkarak, bir ülke panoraması anlatmayı hedeflemiştim. Bana Göre Kıyamet'te de benzer bir hedef var. Bir kasaba anlatıyorum ama buradaki karakterler de pek çok örneğini görebileceğimiz, geneiş kesimleri simgeliyorlar. Çoklu anlatıcı edebiyatın, tiyatronun, sinemanın çok kullandığı bir teknik. Hikayeye farklı perspektiflerden bakma fırsatı veriyor. Herşeyi bilen ve gören bir “tanrı yazar” yerine, kahramanların kendileri, kendi bakış açılarından konuşuyorlar bu eserlerde. Okur hikayenin bütününü farklı gözlerden görerek algılıyor ve kendi kafasında tamamlıyor. Bu benim çok sevdiğim bir teknik. Zor kısmı her karakter için özel bir dil oluşturmak ve kendine özgü konuşmasını sağlamak. 

Maya’nın bir sözü var: “Bize her yer gurbet oldu,”diye. Aslında Bahar’da gurbette, İstanbul’da. Serpe’ye gelince anlıyoruz bunu. Bu gurbetlik duygusunun Bahar’ı Maya’ya yaklaştırdığını söylemek mümkün müdür?

Tam da bunun için yazdım o lafı. Maya ve Bahar her anlamda birbirlerinden çok farklılar. Biri film ve TV yıldızı, çok ünlü ve zengin. Diğeri elinden her şeyi alınmış bir mülteci. (Aslında öyle de değil ama hikayeyi ele vermeyeyim.) Bahar, Maya'ya karşı çok güçlü bir çekim hissediyor. Bunu çözmeye çalışırken aslında onları bağlayan ve birbirine çeken duygunun “evsizlik” yersiz yurtsuzluk olduğunu anlıyor. Aslında acıyarak baktığı bir mülteci kız kadar gurbette o da, ona da “her yer gurbet”.

Ara filminizdeki karakterler Özal sonrası dönemdeki değişimin yansımasıydı bir açıdan. Romandaki karakterlerin içsel seslerinde de bunu görebiliyoruz aslında. Modern insanın gurbet algısı üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Ara'da anlatmaya çalıştığım şey bizim kuşaktan, 60'lar sonu, 70'ler doğumlu insanların düştüğü bir tür manevi boşluktu. Biz herkesin yoksul olduğu bir “Eski Türkiye”de büyüdük. Sonra 80'lerin ortasından itibaren Türkiye ciddi bir sınıf atlama duygusu yaşadı. İçi doldurulmamış, hazmedilmemiş bir zenginlik arzusu ülkeyi sardı. Bir şekilde “yırtan”, sınıf atlayan kuşağımdan insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hayatlarında koca bir kara delik olduğunu farkettiler. “Manevi boşluk” derken illa dini inancı kastetmiyorum ama bizi hayata bağlayacak, hayatımıza bir mana verecek para, eşya, mal, mülk haricindeki şeyleri kastediyorum. İşte onlar eksikti bir çoğumuzun hayatında. Ben sanırım okuyarak, yazarak, çizerek, edebiyat ve sinemaya bağlanarak bir şekilde kurtardım. Ama kurtaramayan, o eksikliği sonuna kadar yaşayan insanların hikayesini anlatmak istedim Ara'da. 

Romanda “mazi mikrobu” diye bir ifade var. Kötü hatırası olan yer anlamında. Romanda aslında tüm karakterlerin yaşadıkları yerlerde çok da mutlu olmadığını, yaşadıkları yerin mazi mikrobu taşıdığını söyleyebiliriz. Şehir insanının mazi mikrobu daha mı fazladır, ne söylersiniz bu konuda?

Geçtiğimiz her yerde iz bırakıyoruz ister istemez. İnsan 15 milyon nüfuslu, bir ucundan bir ucuna 2-3 saatte gidilen dev bir şehirde yaşıyor olabilir ama aslında ömrünün çoğu yine bir köy ya da kasaba büyüklüğünde alanlarda geçiyor. Benim hayatımın 30 küsur yılı Beyoğlu ve çevresinde geçti. İstiklal Caddesi'nin her köşesinde benim için “mazi mikrobu” olduğunu söyleyebilirim. Eminim bir çok insan için benzer yerler, semtler, sokaklar vardır. 

Bahar karakteri sanki İstanbul’dan Sonbaharını yaşıyormuş gibi geliyor ve Serpe’de İlkbaharını yaşıyor. Böyle sembolik bir okuma yapmak mümkün mü?

Bahar gözden düşmüş bir yıldız. En başarılı olduğu dönemde işini kaybediyor. Aynı zamanda çok kişiyle olmuş olmasına rağmen gerçekten sarsıcı bir aşk yaşamamış biri. Maya'da en sarsıcı aşkını yaşıyor. Serpe'de o günekadar bildiği her şeyi unutup yeni bir hayata başlıyor.

Kitabınızdaki çizimler oldukça güzel. Yakın dönemde sergiler açtığınızı ve açacağınızı biliyorum. Bu çizimler bana son dönemdeki popüler olan grafik romanları hatırlattı. Kullandığınız dilin bu türe yakın olduğunu düşünüyorum. Senaryo da yazan birisi olarak grafik roman yazma gibi bir düşünceniz var mı?

Uzun zamandır desenler çiziyordum. İlk kez 2016 baharında “Mahlukat Bahçesi” adında bir sergi açtım. Bu yıl da, son iki yıldır biriken desenlerle yeni bir sergi açma düşüncesi var. Kitabı yazarken bir yandan yine bir takım desenler çiziyordum. Bunlar bilinen anlamda karakterleri tarif eden, mekanları tasvir eden, hikayeye eşlik eden illustrasyonlar değil. Ama kitabın havasını anlamak için okura fikir verir diye düşündüm. Grafik roman dev bir emek isteyen bir iş. O boyutta bir işe ayıracak zamanım ve enerjim olursa, neden olmasın, denemek isterim. 

Kitabı okurken kendisini çok da bu dünyaya ait hissetmeyen Zehra karakterini Türk izleyicisine benzettim. Malumdur, Türk insanı kahramanlarla özdeşlik kurmayı sever. Dizi kahramanları için neler yapıldığını biliyoruz bu ülkede. Ne dersiniz bu konuda?

Zehra, aklı çocuk kalmış bir genç kız. Sarı Melek dizisiyle ünlenmiş Bahar'a taparcasına hayranlığı, gerçek Bahar'la Sarı Melek'i ayıramaması, milyonlarca insanda gördüğümüz körlemesine hayranlığa benziyor biraz. Ama genel seyircinin Zehra'dan çok daha sağduyulu olduğunu, abartılı hayranlık gösterilerinin biraz ortak bir şaka gibi paylaşıldığını düşünmek istiyorum. 

Kitaptaki vampir olgusu… Türk edebiyatında çok da yer almayan bir durum… Ve Vampiri duygularıyla anlatıyorsunuz, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Yıllar önce Anne Rice'ın aynı adlı romanından uyarlanan “Interview with the Vampire”(Vampirle Görüşme – Neil Jordan) filmini gördüğümde çok etkilenmiştim. Anne Rice ilk defa hikayeyi bir vampirin gözünden anlatmayı deniyordu. Vampirlerin de iyileri, kötüleri vardı. Baş karakter vampirle özdeşlik kurmamız, onu anlamamız bekleniyordu. Sonraki yıllar içinde bu minvalde çok iş üretildi. Benim romanın bu türe kattığı şey şu olabilir: Vampirlerin sonunun geldiği bir dönemi anlatıyorum. İnsanoğlu kendini yok ederken öncelikle vampirleri yok ediyor. Vampirler zayıf düşmüş, kirli insan kanını ememez hale gelmiş, bu yüzden insanlardan kaçıyor, gizleniyorlar. Bu arada roman güneş ışığında duramamak, haçtan korkmak vs tüm vampir dünyası klişelerini görmezden geliyor, bildiğimiz varsaydığımızın ötesinde bir vampir figürü olabileceğini varsayıyor.

Attila İlhan bir açıklamasında, yeni kuşağın daha çok görsel bir malzeme içeren metinler okumak istiyor, mealinde bir söz sarf etmişti. Sizin de romanınız bu anlamda akıcı ve görsel unsurlar içeriyor. Bunun sizin tarzınız olduğunu söylemek mümkün mü, yoksa bu romanın dili için mi bu şekilde yazıldı?

Sinema eğitimi aldım ve hayatımın en önemli kısmını sinema düşünerek, yaparak geçirdim. Aklım bir sinemacı gibi işliyor. Çoğu yazar dille düşünür, dilin hazzıyla yazar. Bense önce görüntülerle düşünüyorum sonra bunları dilde ifade etmeye, edebi bir hale getirmeye çalışıyorum. Bir karakterin duygularını uzun uzun anlatmak yerine bunu dramatik bir durum ya da aksiyon içinde, diyaloglarla vermeyi tercih ediyorum. Bu da aslında senaryo yazarlığından gelen bir mesleki deformasyon. 

Kitapta bir yabancı düşmanlığından söz edebiliriz, dünya da yükselen bir milliyetçilik söz konusu. AB ülkelerinin mültecilere ve Müslümanlara nasıl davrandığı ortada. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Dünya dev bir değişim döneminde. Kaynaklar yeniden paylaşılacak, sınırlar yeniden çizilecek. Aslında her şeye iyi tarafından bakmaya çalışan iyimser bir insan olmaya çalışıyorum, ağzımı hayra açmak isterdim ama dünyanın hali beni karanlık düşüncelere sevk ediyor: Ufukta küresel çapta büyük bir savaş olduğunu, savaşsız çözülemeyecek bir paylaşım krizi içinde olduğumuzu sanıyorum. Çok büyük bir yıkım yaşanacak ve korkarım bizim kuşağımız ya da bizim çocuklarımız bunu görecek. Sonra yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız bütün olumsuzluklar bu savaşın tamtam sesleri aslında. Umarım yanılıyorumdur. 

Sektörün içinden birisi olarak size dizilerle ilgili bir şey sormak istiyorum. Malum her sene çok sayıda dizi ekranlarda dönüyor, nicelik olarak bir artış söz konusu ama buna rağmen bunun niteliksel bir artışa dönüşmediğini görüyoruz? Bununla birlikte dünyada en çok dizi ihraç eden devletler arasında yer alıyoruz, bu çelişkiyi nasıl açıklarız? Dizi sektörü için ne söyleyebilirsiniz?

Dünyanın her yerinde hikayelerden çok şey beklemeyen; onları avutacak, sarsıp kafalarını karıştırmadan uyutacak, tanıdık hikayeler isteyen insanlar var. “Soap Opera” dedikleri bu seri üretim ürünler 1950'lerden beri benzer kitleleri avutuyor. Demek ki dünyanın her yerindeki bu ortalama seyirciye, Arjantinli ya da Yunanlı, Hırvat ya da Arap olsun, seslenebilecek bir hikaye anlatımına ve teknik düzeye ulaşmışız. Bir zamanların Brezilya dizileri furyasının yerini Türk dizileri alıyor. Ama şu da acı bir gerçek. Bu ülkenin birikimi dünya çapında yönetmenler, dünya çapında yazarlar yetiştirmeye de müsait. Son 10-15 yılda alınan dünya çapında ödüller ve okur/izleyici ilgisi de bunun kanıtı. Bu toprağın birikiminin ve yeteneğinin “soap opera” düzeyinde harcanması ve ancak orada en yaygın karşılığını bulması bana traji-komik geliyor.  

İlk birkaç romanınızı piyasada bulmak güç, bunların yeni basımı olacak mı?

Olması için uğraşıyorum, umarım olacak. 

Yeni projeleriniz neler?

Dediğim gibi baharda bir desen sergisi olacak. Yeni şekillenen bir kitap fikri var. Yapımcılarla görüştüğüm film projeleri var. Bunlar hangi sırayla gerçekleşir, ne zaman seyirci/okuyucu önüne gelir bilemiyorum henüz.


Ayraç Dergisi 102. Sayı'da yayınlanmıştır. 


Monday 5 February 2018

"Hakikat rahatsız eder." - Cumhuriyet Söyleşisi - Emrah Kolukısa.

Şu günlerde her yerde Ümit Ünal adını görüyoruz sanki. Yeni romanınız "Bana Göre Kıyamet" raflara çıktı ama 10 gün kadar sonra da yeni filminiz "Sofra Sırları" geliyor. Bir yandan İstanbul Modern'de devam eden retrospektifiniz var... Güzel bir hareketlilik... Romanla filmin bu kadar yakın çıkışı planladığınız bir şey miydi?

Değildi, tamamen rastlantı, planlasam da başaramazdım herhalde. “Sofra Sırları” neredeyse on yıllık bir proje. Roman da üç yılın ürünü. İstanbul Modern Sinema'daki retrospektif ise bir ay kadar önce belli oldu. Benim için de tamamen sürprizdi. 2011'den beri uzun metraj film çekmedim. Son roman da 2001'deydi. Arada tabii durmadım, hep yazdım çizdim, kimi fikirler yolunu buldu, kimi gerçekleşemedi, uzun bekleme süreçleri oldu. Elbette ciddi bir birikim de oluştu.

16-17 yıl aradan sonra gelen ilk roman... Gerçi sinemacı olarak çok daha üretkensiniz ama edebiyat alanında daha seyrek geliyor ürünler. Vakitle, yoğunlukla ilgili bir durum mu bu?

Edebiyat tam bir yoğunlaşma, o işe kapanma gerektiriyor, yan bir uğraş ya da bir hobi olamıyor. Sinema, yönetmenlik hayatımdaki diğer işlerin önüne geçti. Her zaman okudum, notlar almaya, bir takım edebi fikirler geliştirmeye hep devam ettim ama geçen yıla kadar, yazıya yoğunlaşma fırsatını yaratamadım. İki yıldır Büyükada'da yaşıyorum, yarı münzevi bir hayatım var, yazıp çizmek hayatımın en önemli kısmı.

"Bana Göre Kıyamet" içinde fantastik unsurlar da barındıran ve romantizmin hatta yer yer erotizmin ön planda olduğu bir roman. Ne zamandır üzerinde çalışıyordunuz?

Genelde romanlar sinemaya uyarlanır ama bu, senaryodan doğmuş bir roman: Bu hikayeyi 2013-14 arasında senaryo olarak yazdım. Ismarlama değildi, yapım koşullarını düşünmeden, içimden geldiği gibi yazınca, ortaya çıkan senaryo ticari sinema taleplerine aykırı ama büyük bütçeli bir iş oldu. Kısa sürede o günün koşullarında çekemeyeceğimi anladım. Ama hikaye beni çok etkiliyordu, bir şekilde insanlara ulaştırmak istiyordum. Romana dönüşebileceğini düşündüm ve biraz çalıştım üzerinde. Derken araya “Sofra Sırları” girdi, kitap uzun süre bekledi. Everest Yayınları'ndan Eyüp Tosun benimle bir röportaj yapmıştı, “Yarım kalmış bir romanım var” demişim bir yerinde. Kitabı bitirirsem basmayı teklif ettiler yayınevinden. Bunun üzerine bir anda heveslenip bir yıl gibi bir sürede bitirdim.

Romanın baş kişisi Bahar ünlü bir sinema ve TV yıldızı. Muhalif bir bildiriye imza attığı için sektörden dışlanıyor. Tam da günümüzde yaşadığımız ortamın bir yansıması aslında. Toplumdaki bu tuhaf bölünme ve muhaliflere karşı yürütülen cadı avı için ne söyleyeceksiniz?

Hakikat denen şey hep rahatsız edicidir, kolay kabul görmez. Tarihin bazı dönemlerinde, bazı toplumlarda, hakikat dışlanmış. Bilim, sanat, gazetecilik... hakikate ulaşmaya çalışan alanların hepsi baskı altına alınmış, bazen yok edilmiş. Ama bu toplumlar fikir özgürlüğü yok edilirse bedeli ne olur, görmüşler. Çok büyük toplumsal acılardan geçip ders almışlar ve hakikati arayan sanatçılara, bilim insanlarına gerekli özgürlük alanını açmayı bilmişler. Biz henüz o dersi alamamış bir toplumuz. Gidecek çok yolumuz var.

Romana eşlik eden çizimler de size ait. Aslında David Lynch gibi, Peter Greenaway gibi ressamlık yönü de olan bir çok sinemacı var ve sizin ressamlığınız da biraz akla onları getiriyor. Ama resim çizmek ne anlam ifade ediyor sizin için? Bir kaçış mı, farklı bir ifade yolu mu?...

Her ikisi birden. Film yapmak büyük disiplin, bedensel ve zihinsel çaba gerektiren bir süreç. Yazmak da masa başında yapılıyor gibi görünse de çok ağır işçilik. Oysa çizerken düşünmeyi bırakıyorum neredeyse, boyanın akışına bırakıyorum kendimi, çoğu zaman ne çizeceğimi bile bilmeden başlıyorum bir resme, A3 boyunda beyaz bir yüzeyde kendimi kaybediyorum. Film çekerken, yazarken kaybolamıyorum, dilim aklımı, aklım dilimi hep dizginliyor bir şekilde. Resimlerde, filmle ya da yazıyla dile getiremediğim şeyler vücut buluyor.

Başkalarının kitaplarına da çizimler yaptığınız oluyor arada bir... Onların talepleri doğrultusunda mı yapıyorsunuz bunu, yoksa özellikle bir araya gelmek istediğiniz yazarlar mı var?

Çocukluktan beri bir şeyler çiziyorum ama kitap resimlemek çok yeni bir uğraş benim için. Şimdilik üç kitap resimledim: Kendi kitabıma desenler, en azından bir kapak çizme fikri en baştan beri vardı zaten. Mehmet Yaşin'in “Abuk” şiir kitabı birlikte geliştirdiğimiz bir çalışma oldu. Mehmet benim Mahlukat Bahçesi sergimin oluşumunu izlemiş ve beğenmişti. Birbirimize ilham verdik, şiirler resimlerden, resimler şiirlerden beslendi. Hasan Ali Toptaş'ın “Gecenin Gecesi” kitabını resimlememi ise yayınevi önerdi. Everest'ten arkadaşlar benim desenleri biliyorlardı, Hasan Ali'nin hikayeleriyle örtüşebileceğini söylediler. Kitaplar resimlemeye devam etmek istiyorum, heyecanlı bir iş. Bir de çocuk kitabı fikrim var.

Sizin en güçlü yönlerinizden biri de senaryo... Senaryo yazmakla, roman yazmak arasında büyük bir uçurum var mı sizce?

Senaryo ve roman bambaşka düşünce ve gözlem gerektiren, apayrı disiplinler. Hikayenin temelini oluşturma, olay örgüsü kurma, karakter geliştirme aşamaları benzeyebilir. Ama uygulamada sinemanın ve edebiyatın dili, anlatımı izleyici/okuyucuyla kurduğu bağ ve yarattığı etki çok çok farklı. Sinemada tek bir bakışla, bir manzarayla anlattığınız bir duyguyu geçirebilmek için, romanda sayfalar yazmak gerekebilir. Tam tersi de mümkün: Üç paragraflık bir kısa hikayeyi anlatmak için de sinemada koca 90 dakikayı kullanırsınız bazen. Ben ikisi arasında gidip geldim hep. Filmlerim biraz edebi, tüm yazdıklarım da oldukça sinemasal sanırım.

Bu kadar üretken bir döneminizdeyken hemen soralım, sırada ne var? Film, sergi, kitap... Ne üzerinde çalışıyorsunuz?

Yeni film fikirleri gelişiyor, yapımcılarla görüşüyorum. Son iki senedir biriken yeni desenleri sergilemek için Mahlukat Bahçesi sergisini de düzenleyen İstanbul Concept ile görüştük. Her şey yolunda giderse baharda ufak bir kişisel sergi olacak umarım. Bir yandan, önceki kitaplarımın yeniden yayınlanması hayalim var. Bazen de buradaki her şeyi bırakıp biraz uzaklara gitme hayalleri kuruyorum. Hangisi öne geçecek bilemiyorum. Hayat boyu, iki-üç aydan fazlasını öngören planlar yapamadım.


Friday 2 February 2018

Altyazı - İntikam Yemeği - Söyleşi: Ayça Çiftçi - Berke Göl

İlgisiz ve sevgisiz kocasıyla, yabancısı olduğu bir taşra kasabasında eve kapanıp kalmış Neslihan'ın ikinci bir hayatı vardır. Gerçek hayattaki evini kuşatmış kasvetin tam zıttı bir ferahlıkta, bembeyaz apaydınlık bir stüdyoda, izleyicilerin karşısında bakımlı mı bakımlı bir televizyon sunucusudur. Film ilerledikçe, Neslihan'ın gerçeklikten kaçıp sığındığı bu fantezi mekanının içine gerçeklik sızmaya başlar. Stüdyodaki seyircilerle paylaşılan sofra sırları yerini evlilik sırlarına bırakır. Neslihan'ın yüzündeki televizyon performansı gülümsemenin yerini donuk bir ifade alır. Anlatacak garip mi garip bir hikayesi vardır. Ümit Ünal'la söyleşimiz Sofra Sırları'nın senaryosunun yıllar içinde geçirdiği dönüşümden filmin mekan seçimlerine, türler arası geçişlerden oyunculuk performanslarına, en nihayetinde de gerçeküstü mahluklara uzanıyor. 


Söyleşilerinizde, Sofra Sırları’nın senaryosunun ilk versiyonunu Londra’da yaşadığınız dönemde kaleme aldığınızı söylüyorsunuz. Projenin o yıllarda hayata geçememesinin nedeni nedir?

Malum, her zamanki bütçeyle ilgili nedenler. İngiltere'de film çekmek Türkiye ya da Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde film çekmeye benzemiyor. Eurimage gibi Avrupa kurumlarına dahil değil, kendi finanslama sistemi var ve buraya göre her şey çok pahalı. Filmin orada öngörülen bütçesi burada gerçekleşen bütçenin neredeyse on katıydı. Bir yapımcı senaryoyu çok sevdi ve opsiyon anlaşması yaptık. Senaryo orada sürekli “geliştirilen” bir şey, İngilizce halinin yedi farklı taslağını yazmışım. Daha da yazacaktım ama sonlara doğru senaryo benim çekmek istediğim film olmaktan çıkmaya başlamıştı, para da henüz bulunamamıştı. Bilmiyorum, belki de ben fazla sabırsız davrandım, sözleşmemiz bittiğinde yolları ayırdık.

Aradan geçen süre içinde senaryo hangi aşamalardan geçti? Öyküyü Türkiye bağlamına uyarlarken yaptığınız en önemli değişiklikler neler oldu?

Temel hikaye her yerde geçebilecek bir hikaye. Ama ayrıntıları çok farklıydı. Senaryonun yarısından çoğu İngilizceydi, cinayetleri soruşturan komiser, polisler vb İngilizdi. Koca karakterinin aşk yaşadığı alt kat komşu da İngilizdi. İngilizceye ve oranın kültürüne özgü bir çok espri vardı. Bunlar çevrilemeyecek, Türkiye'ye uyarlanamayacak şeylerdi, tümü değişti, yerelleştirerek yeniden yazdım. İngiltere'deki versiyonda ilk cinayetin esin kaynağı Roald Dahl'ın Lamb to the Slaughter hikayesiydi. Bu kısa hikayede bir ev kadını cinayet aleti kuzu budunu pişirip, gelen polislere yedirir. Bu hikayenin hakları satışa kapalı olduğu için alamadık. Ben de özgün bir cinayet hikayesi uydurdum ve bu halini daha çok sevdim. Sonuçta temeli aynı kalsa da, farklı bir senaryo, başka bir film oldu. Bu yüzden Sultan Mutfakta olan eski adını da değiştirdim.

Sofra Sırları’nda eve hapsolmuş bir kadının, absürd bir senaryo içinde “özgürleşmesine” şahit oluyoruz. Önüne çıkan tüm engelleri aşan, kocasından komşularına, çiçekçi çocuktan polise herkesi alt eden bir kadın Neslihan. Bu karakterin şekillenme sürecine dair neler söylemek istersiniz?

Being There filminde Peter Sellers, dünyadan habersiz ama biraz şansının biraz da saflığının yardımıyla karşısına çıkan her beladan sıyrılan bir karakteri canlandırır. Neslihan için ilham kaynaklarımdan biri oydu. Ama yazdıkça biraz daha ne yaptığını bilen, tuzak kuran bir kadın haline geldi. Yıllarca baskı altında ezilmiş, sesi kısılmış Neslihan'ın kafasının içinde çok daha canlı, akıllı, bakımlı ve esprili bir kadın yaşıyor. En berbat şartlarda ayakta kalmasının sırrı, dünyayı o kadının gözlerinden görmesi. Sonra sanki hayallerindeki o müthiş kadın kafasından çıkıp her şeyi ele geçiriyor. Filmi sinema salonunda seyirciyle şimdilik iki kez izleyebildim. Çevresindeki herkes o kadar sahte ve bozulmuş ki, Neslihan cinayet işleyip onları ortadan kaldırdığında sinemada ufak alkışlar, kahkahalar kopuyor. Özellikle kadın seyirciler kendi intikamları alınmış gibi hissediyorlar sanki.

Filmin en güçlü yönlerinden biri de Demet Evgar’ın filmi baştan sona sürükleyen oyunculuğu. Bir yandan kendi hayal dünyasında sürekli bir ‘performans’ hâlinde olan, bir yandan da gerçek dünyada bambaşka bir performans sergileyen bir karakteri canlandırıyor. TV dünyasının pırıltısıyla kendi hayatının karanlığı arasında gidip gelen bu karakter konusunda, karakterin deadpan denilebilecek mizahi yönü konusunda nasıl bir çalışma yürüttünüz Demet Evgar’la?

Ben filmlerimi öncelikle senaryoda kurmaya, tam manasıyla “bitmiş” bir senaryoyla yola çıkmaya çalışıyorum. Senaryolarımda karakterler ayrıntısıyla hazırdır. İyi bir oyuncu yazdığım metni dikkatle okursa, kafasında fazla soru uyanmadan karakterini hayal edebilir. Demet hem tecrübeli hem de sezgileri çok güçlü, çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu, karakterin ikili dünyasını çok iyi anlamış ve çalışmış olarak geldi zaten. Onun Neslihan'ın evlilik fotoğrafı için denediği bir saç şeklini gösterip “Bak özenmiş, saçını böyle yapmış, yazık” deyişini unutmuyorum. Merhamet duygusu, yazdığımız, can verdiğimiz karakterlere duyduğumuz merhamet, işimizin esasıdır.

Oyuncularla çalışma tarzım, önce onların kendi başlarına ne yaptıklarını, senaryodan ne anladıklarını görmek sonra bana sağladıkları malzeme üzerinde ayrıntıları çalışmak. Bazı oyuncularda bu malzemeden atılacak ya da eklenecek çok şey olur. Bu filmde çok zorlanmadık, oyuncu kadrosundaki herkese tek tek teşekkür borçluyum. Mesela Fatih Al, canlandırdığı karaktere, benim daha önce aklıma gelmeyen çok hoş detaylar kattı. Alican Yücesoy komiser karakterine bir çekicilik ve hassasiyet getirdi. Elit Andaç Çam karikatürize olabilecek bir karakterin çok inandırıcı olmasını sağladı. Fırat Altunmeşe bıçak sırtı bir rolü sinemadaki ilk işinde çok güzel çözdü. Ferit Aktuğ ve Emrah Kolukısa aynı anda hem komik, hem ürkütücü hem de acıklı bir ikili oldular. Tiyatrodan tanıdığım Burcu Şeyben ve Burcu Halaçoğlu (Büyük Burcu ve Küçük Burcu diyorduk onlara) finale yakın bir sahnede gerçekten parladılar.

Bugüne kadar yaptığınız filmlerde korku, gerilim, fantastik gibi farklı janrları denediniz. Sofra Sırları da bir yanıyla dram, gerilim ve absürd komediyi iç içe geçiren bir tür filmi olarak görülebilir. Hem bu film özelinde hem de genel olarak, hikâyeyi yazma sürecinizde farklı türler senaryoya hangi aşamada, nasıl dahil oluyor?

Bugüne kadar “psikolojik gerilim” türündeki Ses haricinde hiç tür filmi yapmadım. Yazdığım ve çektiğim tüm filmlerde neredeyse her türden izler bulunur. En dramatik ya da gerilimli anlarda saçma bir şaka patlar mesela. Hayatın da böyle olduğuna inanıyorum. Tür filmlerinin mekanik kuralları ve sınırları var, Hitchcock ya da Billy Wilder gibi devlerin elinde heyecan verici baş yapıtlar doğabiliyor ama daha beceriksiz ellerde, çoğu zaman o mekanik yapı kendini belli ediyor. Ben kuralları umursamadan türleri karıştırmayı ve bunu kargaşaya ve yabancılığa yol açmadan, yeni bir tat denemesi gibi sunmaya çalışıyorum. Mutfakta yemek yaparken de böyleyim. Hiç tarife bakarak ölçüyle yemek yapmadım, hep göz kararı, el ayarı. Bütün arkadaşlarım da genellikle memnun kalır yediklerinden. Bazen kıvam tutmadığı olur elbette, ya da maceraya açık olmayan birileri diyelim tatlı-ekşi bir yemeği hiç beğenmeyebilir. Bu işlerin garantisi yok.

Daha önce tamamı ya da büyük kısmı tek mekânda geçen 9, Ara ve Nar gibi filmlere imza atmıştınız. Sofra Sırları da büyük ölçüde evin içinde, az sayıda karakter arasında geçiyor. Sizin için öyküyü belirli bir mekânla sınırlandırılmanın nasıl bir cazibesi var?

9, Ara ve Nar'daki mekan tercihlerini belirleyen fikir, bütçeyi düşük tutabilmekti. Sofra Sırları'nda bütçe kaygısı değil, hikayenin doğal yapısı sınırlı bir mekan kullamımını getirdi. Neslihan sonuçta eve kapatılmış, kapanmış bir kadın. Tümüyle kontrol edebildiğim mekanlarda az sayıda oyuncu arasında “manalı” diyaloglar çekmeyi seviyorum. Elbette büyük bütçeler bulsam dağ başlarında, deniz diplerinde, ormanda, çölde geçen, içinde bol animasyon efekti ve kamera hareketi olan sahneler de çekmek isterim. Ama çok param da olsa bir odada, bir oyuncunun yüzüne, diyalogların ve oyunculuğun detaylarına odaklanarak çalışmanın zevkini ararım sanırım.

Dış mekânlar çok fazla görünmese de, öykünün geçtiği deniz kenarındaki taşra kasabasının filme hâkim olan çıkışsızlık hissi üzerinde önemli bir etkisi var. Filmin lokasyon seçiminden biraz bahseder misiniz?

Filmdeki karakterlerin hiçbiri oranın yerlisi değil, hepsi bir şekilde geçici yaşıyor orada. İlk senaryoda mekan Londra'daki Türklerin yoğun yaşadığı bir mahalleydi. Yabancı bir metropolde bir ada gibi kendi içine kapalı yaşayan bir küçük topluluğu anlatıyordum. Bunu İstanbul'a uyarlamak zor göründü, hep Anadolu'da bir taşra şehri hayal ettim. Aklımda fotoğraflardan bayıldığım Amasya vardı. Orada mekan araştırmaları da yaptık. Ama bütçemiz çok sınırlıydı, daha yakın yerlere baktık. Eski bir Rum kasabası olan Tirilye hem ilginç mekanlar ve resimler sunuyordu, hem de İstanbul'a ulaşımı çok daha kolaydı. Bahsettiğiniz “çıkışsızlık”, izolasyon halini yakalamak için çok uygundu. Senaryoda ve çekim planlarında hiç olmayan kar da tam zamanında yağarak filmin atmosferine çok yardımcı oldu.

Yakın dönem sinemamızda İstanbul’un bir umut mekânı olarak görülmesine çok fazla rastlamıyoruz. Oysa Sofra Sırları’nda İstanbul Neslihan’ın kurtuluşuyla özdeşleşiyor. Filmin kent ve taşra arasında kurduğu bu ikilik üzerine neler söylemek istersiniz?

İzmir'de büyüdüm ve üniversite hayatım boyunca İstanbul'a gelmeyi hayal ettim. Neslihan İstanbul'un yerlisi ve bildiği İstanbul'u özlüyor. Bense bir “taşralı”ydım, biz İstanbul'u bilmeden özleriz. İzmir'de bir çocukken benim için İstanbul başka bir hayat demekti, sinema demekti, gelecek demekti. Buradaki ilk on yılımı bir hayal dünyasında yaşar gibi yaşadım. Sonraları, İstanbul'dan uzaklaşmaya çalıştığım zamanlar da oldu, İngiltere'de yaşamaya çalıştığım dönem gibi. Belki yine giderim uzağa, İstanbul yirmi yaşımda geldiğim ve yeni bir hayat bulduğum şehir değil artık. Ülke de o ülke değil. Ama gençliğimin umut ve vaat dolu İstanbul'unu, onun sokaklarında yaşadığım heyecanı unutmama imkan yok. Neslihan da aslında çocukluğunun ve ilk gençliğinin İstanbul'una dönüyor, kocasının ona İstiklal'de “tutti-frutti” dondurma ısmarladığı günlere.

Son dönemde sinemanın yanı sıra çizdiğiniz desenlerle de gündemdesiniz. Ayrıca yeni romanınız ‘Bana Göre Kıyamet’ de geçtiğimiz ay yayımlandı. Farklı alanlar arasında gidip gelmek sanatsal üretiminizi nasıl etkiliyor?

Roman ve film tuhaf bir şekilde bir ay arayla üstüste geldi, sanki hepsini aynı anda yapmışım gibi görünüyor. Ama şu anki “bolluk” uzun yılların üretimi aslında. Sofra Sırları'nın on yılı aşan geçmişi var, Bana Göre Kıyamet de üç yıllık bir emeğin ürünü. Hayat boyu durmadan farklı alanlarda bir şeyler yaptım. Film çekemediğim zamanlarda yazdım, yazdığım bir senaryo film olamıyorsa romana çevirdim, bunların yanında da hep çizdim. 2016'da ilk kez bir desen sergisi açtım. Kendi kitabım dahil üç kitap resimledim. Bunca aralıksız çabanın sebebini ben de tam bilmiyorum. Yıllar önce Altyazı'nın 100. özel sayısı için bir desen yollamıştım. Açtığım Mahlukat Bahçesi sergisindeki gerçeküstü mahlukların atası sayılabilecek, kuş kafalı, kafasından yumurtlayan bir canavardı bu. Altına da şöyle yazmıştım: “İçimde böyle bir şey var. Onu beslemek, susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film çektim.” Neden boş durmaya, boş kağıt görmeye dayanamadığımı ancak bu desendeki gibi bir tür içsel mecburiyet hissiyle açıklayabiliyorum. Elbette geçimimi sağlamak için de yazdım çizdim ama çoğu yaptığım şey beş kuruş gelir getirmiyor, yine de yapıyorum. Kafam durduk yerde sürekli hikayeler, görüntüler yumurtluyor bunları kağıda döküp paylaşmazsam patlayacak gibi hissediyorum.


Altyazı dergisinin Şubat 2018'de yayınlanan 180. sayısından.