ÜMİT ÜNAL’LA SERGİLER VE FİLMLER
Teyzem’den Sofra Sırları’na aynı haksızlık duygusu
Söyleşi: Ayşegül Oğuz
Son filmi Sofra Sırları 37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödüllerini alırken, Ümit Ünal, yönetmenliğinin ve romancılığının yanına usulca yerleştirdiği resimlerini ve çizimlerini de Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler sergisiyle günyüzüne çıkardı. Ümit Ünal’la İstanbul Concept Gallery’de yarın (5 Mayıs) düzenlenecek bir söyleşiyle sona erecek olan sergisini ve Teyzem’den Sofra Sırları’na uzanan sinema serüvenini konuştuk.
Mahlukat Bahçesi’nin ardından iki yıl sonra Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler isimli yeni serginizi açtınız. Bu iki yıl nasıl geçti?
Ümit Ünal: Aynı anda farklı alanlarda birkaç iş üzerinde çalışıyorum. Büyükada’da yarı münzevi bir hayat sürüyorum. Yazmak çizmek dışında başka maceralı bir hayatım yok. Bir yandan sürekli bir şeyler (senaryo, hikâye, roman, oyun) yazıyorum, okuyorum, bir yandan resim yapıyorum. Hayatım böyle geçiyor. Her şey biraz iç içe.
“Aylaklık, tembellik çok yaptım, ama son on yılı çok yoğun çalışarak, bundan zevk alarak geçiriyorum” demişsiniz. On yıl önce size bu kararı aldıran neydi? Bu bir karar mıydı?
Öyle kesin bir tarih yok, on yıl lafını lafın gelişi söyledim herhalde. (gülüyor)İnsanın enerjisi kısıtlı; 1990’la 2001 arasında reklamcılık yaptım. Reklamda çalıştığınız zaman diğer işlere vakit ayırmanız daha zor. İnsanın bir noktada pili bitiyor. Yine yazıyordum elbette, o reklam döneminde de Anlat İstanbul’u, Kuyruk romanımı yazdım. Ama o zaman resim yapmaya hiçbir şekilde vakit yoktu. Tabii bu, biraz da cesaret işi. Eskiden yaptığım resimleri küçümsüyordum. Bir sergi açmak çok büyük bir hayaldi. Bir de daha gençken insana önündeki zaman sonsuzmuş gibi geliyor, kafandaki işleri erteliyorsun. Ama 53 yaşına gelince “Hmm, elimi çabuk tutsam iyi olacak” fikri beliriyor. Çünkü 100 yaşına kadar bile yaşasan yolun yarısını aşmış durumdasın. (gülüyor)
Sergi açma isteği duyacak kadar hayatınıza resmin dahil olması nasıl oldu?
Birkaç yıl önce Serra Yılmaz’ın doğumgünüydü ve benim de hediye alacak param yoktu. Onun için komik bir desen çizdim: Turuncu fil kafalı bir adam. Serra o resmi beğendi, “Buna devam etmen lâzım” diyerek beni çok cesaretlendirdi. Gidip bir kutu suluboya, biraz da güzel kâğıt aldım. (gülüyor)Eve gelip birkaç mahlûk daha çizdim. Sonra bu desenleri Instagram’da paylaştım. Görenler çok olumlu tepkiler vermeye başladı. İşsiz bir dönemimdi, her gün kalkıp bir mahlûk hayal edip çizmek günlük rutinim oldu bir süre.
Kendinizi “Mahlukat Bahçesi”nde nasıl buldunuz?
Ben resim eğitimi almadım, sinema okudum, ama her zaman iyi bir resim izleyicisi oldum. Her zaman bir şeyler çiziyordum, aslında bu mahlûkların ataları da İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda tuttuğum bir defterde vardı, bir sürü çizmişim, evde bir dosyada ve birkaç arkadaşımda hâlâ o desenlerden vardır. Tükenmez kalemle çizdiğim “canavarlar”… Bugünkü mahlûkatın daha da korkunçları. (gülüyor) Ama 2015-2016 arası daha renkli, daha ayrıntılı ve yer yer kara mizahi bir tarzda sökün ettiler. Serra'nın cesaretlendirmesi haricinde, neden daha önce değil de o sırada geldiler? Ben de tam bilmiyorum.
Mahlukat Bahçesi’nin ardından Kuşlar, Yüzler ve Diğer Şeyler nasıl oluştu?
Mahlukat Bahçesi’nin daha bütün bir tarafı vardı. “Kafası bir hayvan ya da bir nesneye dönüşmüş insanlar” gibi karikatüre yakın duran bir anafikirden yola çıkmıştım. Sokakta birilerinden duyduğum ya da kendi uydurduğum lafları desenlerin altına yazıyordum, hepsi bir şeyler söylüyormuş gibiydi. Bir kısmı da sözsüz, suskundu. O serinin kendi içinde bütünlüklü bir stili vardı. Fakat sonrasında farklı tarzlarda bir çok şey daha yaptım… Suluboya fırça darbeleriyle oluşturulmuş “kuşlar”, Arapça harflere benzeyen soyut lekelerle oluşturulmuş “yüzler”... Bir de, hikâye anlatmayan, dev manzaralarda kaybolmuş ufacık insanları gösteren bir Storyboards serisi. Hepsi aslında “serbest vezin” işler.
Bu serbestlik fikri resimde gelmek istediğiniz bir yer mi?
Resim yaparken bana bir tür özgürlük hissi geliyor. Hayatımı asıl kaplayan iş sinema ve yazmak. Film yapmak belki de hayatta en sevdiğim iş, ama sinema yaparken “kopmak” mümkün değil. Senaryo yazarken teknik, parasal bir sürü sınırın var. Yüz kişiyi, para sahiplerini, oyuncuları, yapımcıları ikna etmen ve heyecanlandırman lâzım. Sürekli bir sistem içinde, plan-programla, ekiple birlikte hareket etmek zorunluluğun var. Oysa resimde sen, kâğıt ve boyalar başbaşasın. “Kopmak”, “kaybolmak” şansın var. Bir de resmin fiziksel kısmını seviyorum. Boyayla, mürekkeple, kâğıtla hemhal olmayı...
Bu fiziki uğraşın ve serbestlik, bir nevi özgürlük duygusunun içinden bir resmin fikrini oluşturmaya nasıl varıyorsunuz?
Akademik eğitim resimde insanları belli bir teknik ve dile yöneltiyor. Benim akademik eğitimim olmadığı için beni o sırada heyecanlandıran ne varsa, ona göre çok farklı tarz ve tekniklerde resimler çıkıyor. Beni heyecanlandıran şey bazen içeriksel olabiliyor: Storyboards serisi yanıbaşımızda süren savaşlar ve göçler hakkında. İnsanın ufacıklığı, kaderini yönlendiren dev manzaralar içinde kayboluşu... Bazen de Yüzler’deki gibi sadece yaldızla mürekkebin kâğıt üstünde çarpışması ve kaligrafik şekillerin yüzlere benzeyen lekeler oluşturması heyecanlanmama yetiyor. Hurufiler insan yüzünde de harfler görülebileceğine ve oradan insanın kaderinin okunabileceğine inanıyorlar. Kendimi sürekli denemeler yapan bir tür öğrenci gibi de hissediyorum.
Renkler sergilerinizde öne çıkıyor. Sinemanızda renk öğesi o kadar belirleyici değil…
Ama sinemada her film için bir renk bütünlüğü kurman lâzım. Hikâye nasıl bir atmosfere gerek duyuyorsa, ona göre bir görsel dünya kurman lâzım. Bu sergideki resimlerin her birine tek tek baktığında her birinin kendi içinde farklı renk dünyası var, fakat hepsi bir arada olduğu zaman rengârenk bir etki yaratıyor. Örneğin Fırtına resmine baktığınızda mavi, çok az yeşil, çok az mor ve siyah var. Ama onun yanında kırmızı bir kuş, onun yanında turuncu ve mor kuşlar gelince galeri duvarında çok zıt renklerin çarpıştığı bir dünya oluşuyor. Film yaparken buradaki tek bir resmin dünyasını tutarlı bir şekilde kurmaya çalışıyorsun.
Bu sergideki resimlerinizle filmlerinizi eşleştirseniz, nasıl bir sonuç çıkar?
Resimlerdeki dünyaya ulaşan bir film yapmadım henüz. Son romanım Bana Göre Kıyamet ile Storyboards arasında bir akrabalık var denebilir. Ama filmlerle resimlerim ayrı dünyalar, şimdilik.
Resim, edebiyat, sinema, ama hepsinde hikâye anlatma meselesi var. Bir anda hikâye sizden çıkıyor ve izleyicinin oluyor. Bu his sizde ne uyandırıyor?
Yaptığımız her şey için geçerli bu. Buradaki resimlerin de bazısı belki yok olup gidecek, bazısı belki de yüz sene sonra birinin karşısına çıkacak. Tabii resim ya da edebiyatın dolaşımı daha yavaş. Fakat sinemada yaptığın bir film biter bitmez öncelikle ülkenin her yerinde, birkaç ay sonra da diyelim Singapur’da bir festivalde seyrediliyor. Yıllar içinde kendini Hong Kong’da, Roma’da, New York’ta oralı insanlara filmlerini anlatırken bulabiliyorsun. Çok tuhaf tabii. Bu ilk başta beni çok ürkütüyordu. İlk senaryom Teyzem (Halit Refiğ, 1986) için sete çıktık, çekimlerin ilk gününde yazdığım diyaloglar bir anda oyuncuların ağzında canlanmaya başladı. Birden çok utandım. Daktilo başında tek başıma uydurduğum laflar canlanınca sırlarımı ele vermişim gibi geldi. Tabii sonra o filmi yüz binlerce kişi izledi, televizyonda gösterildi. Bir anda senin tek başına uydurduğun laflar onca insanın oluyor. Senden tamamen çıkıyor.
Teyzem için belki de kariyerinizin gölgesi diyebilir miyiz?
Evet, filmi ‘86 yılında çektik. Teyzem, sonrasında bütün sinema hayatım boyunca beni takip eden ve belirleyen bir iş oldu. Film çekildiğinde 21 yaşındaydım. Senaryonun ilk halini 19 yaşındayken yazmıştım. Hikâyenin ana dramatik yapısı gerçek hayattan alınmıştı. Benim teyzem filmdekine benzer bir hayat yaşadı. Elbette yazarken gerçek hikâyeyi çok değiştirdim, filmde görülen hiçbir şey gerçek hayattaki gibi değil. Ama dediğim gibi, bir hikâyenin güçlü olabilmesi için en zor bulunan şey, dramatik çatışmalar ve hikâyenin ana iskeleti, gerçek hayatta hazırdı. Ben onu alıp bir hikâyeye uyarladım.
Peki Sofra Sırları’nın gerçek taraflarını nasıl tarif edersiniz? Absürd ve kara mizahla buluştursanız da, bir kadının cinnetine tanık oluyoruz. Demet Evgar’ın oynadığı Neslihan Yılmaz karakterinin Türkiye toplumunda nasıl bir karşılığı var sizce?
İnsan aslında hep aynı hikâyeleri anlatıyor. 1985’te çizdiğim desenleri biraz farklı bir şekilde hâlâ çiziyorum. Sofra Sırları da ta ’80’lerin başında yazdığım Teyzem’den izler taşıyor bence. Temalar, dünyaya bakışın, seni rahatsız eden şeyler, seni öfkelendiren ve yazmaya yönelten şeyler hep aynı. Teyzem’deki kadın hayatını değiştiremiyordu. Ama Teyzem’in de, Sofra Sırları’nın da yazılmasına sebep olan şey bence aynı “haksızlık duygusu”. O açıdan akrabalar. Nabokov bütün yazma sürecini insanın içinde bir urun büyümesine benzetiyor. Bir noktadan sonra da yazarın bütün çabası bünyesinden o uru atabilmek oluyor. Aklına bir hikâye geliyor ve devamlı senden beslenerek içinde büyüyor, onu bir şekilde içinden atıp kurtulmak istiyorsun. Sofra Sırları benim için yazması, yapılması en uzun süren işlerimden biri oldu.
İşlerinizde her zaman hafızalarda yer eden kadın karakterler yaratıyorsunuz.
Kadın hikâyesi anlatacağım diye yola çıkmıyorum. Dünyayla olan kendi dertlerimi kadın karakterler üzerinden anlatıyorum. Teyzem’de de böyleydi; Teyzem’in asıl konusu teyzeden çok onu izleyen, gözleyen yeğen Umur’du. Kadınların gözünden anlattığım başka hikâyelerde de aslında kendi dertlerimi aktarıyorum. Çoğu erkek yönetmen kadınları dışarıdan bakarak, sorunun kaynağı, erkeğin başına belalar açan, erkeğin dışında ve karşısında bir varlık olarak ele alıyor. Bense kadınlarla erkekleri ayırmıyorum. Sadece kurban olan ya da yardım edilen, hikâyenin çatışma kaynağı olan ve intikam alınan kadınlar değil, kendi dertleri, hayatları olan ve erkeklerle eşit sorunları yaşayan kadınlar yazmaya çalışıyorum.
Filmlerinizin kadın karakterlerinden bir kare as yapsanız…
Teyzem’deki Üftade, Nar’daki Asuman, Ara’daki Gül ve Sofra Sırları’ndaki Neslihan.
Bu kadınların ortak özelliği ne sizce?
Hepsi hayalci, hepsi bir şekilde kurban ya da erkeklerden, erkeklerin oluşturduğu düzenden çok çekiyorlar. Teyzem’deki Üftade harekete geçip intikam almıyor, ama diğerleri bir şekilde hayatlarını değiştirecek bir şeyler yapıyorlar. Hayatlarına müdahale ediyorlar.
Üftade o psikolojik duruma teslim oluyordu bir nevi, Sofra Sırları’ndaki Neslihan ise “deliliğini” erkeklerin düzenine bir müdahale aracı olarak kullanmayı başarıyor ve kurtuluşunu sağlıyor diyebilir miyiz?
O kadar iyimser mi, bilmiyorum. Neslihan’ı bazen aptallık derecesinde naif bir karakter olarak görüyorum. Bu olaylar başına geliyor. Sinemadan bir kıyaslama olacaksa, Peter Sellers’ın oynadığı Being There filmindeki karakter de dünyadan çok kopuk yaşadığı için deli denemez, ama dünyadan kopuk, içine kapanık bir karakter, dünyayı hiç tanımıyor, ama her şeyin içinden sıyrılıp geçiyor. Neslihan’ın kurtuluşunu da biraz öyle görüyorum. Sonunda mutlu olacak mı, ondan çok emin değilim. Evet, filmi mutlu son gibi bir noktada bitiriyorum. Ama Orson Welles’in ünlü sözünü hatırlayın: “Herkes mutlu bir son ister, ama bu hikâyeyi nerede kestiğinize bağlı.” (gülüyor)
37. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde Sofra Sırları En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ödülünü alırken, Demet Evgar da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Festival sırasında ayrıca Bergman’ın 100. doğum yılına ithafen Türkiyeli on yönetmen tarafından seçilen bir seçki de gösterildi. Sizin seçtiğiniz film neydi?
Beni etkileyen en önemli yönetmenlerden biri Bergman. Üniversitedeyken Utanç (Shame) filmini televizyonda izlemiştim, daha önce hiç Bergman filmi görmemiştim. Çok etkilenmiştim. Bir kere hikâyesi, demek ki o dönemde hissettiğim şeylere çok uygunmuş. Savaşı bütün ürkütücülüğüyle anlatıyordu. Savaş kahramanı yoktu filmde, çok basit zevkleri, istekleri olan, politikadan habersiz iki sıradan insan savaş yüzünden mahvoluyordu. Film savaşı çok az gösteriyordu. Aslında savaş kıyısında kalan bu insanlara ne yapıyor, onların içindeki kötülüğü nasıl ortaya çıkarıyor, bunu anlatıyordu. Bir de o dönemin gözüyle kamera kullanımını çok sevmiştim. Bergman bir sürü başka filminde kamera kullanımı konusunda çok daha durgun, akademiktir. Utanç’ta daha belgesel gibi bir tarz tutturmuştu. Tele-lenslerle çok güzel fotoğraflar yakalamıştı. Daha büyük filmleri tabii ki var. Bergman’ın ilk beş filmi içine girmez belki, ama benim en sevdiğim filmi diyebilirim.
İlk izlediğinizde duyduğunuz heyecanı bugün de hissediyor musunuz? Günümüzde bu filmi izletmenin ihtiyacı ne oldu?
Savaşla iç içe yaşıyoruz. Utanç savaşı zamansız ve yersiz olarak anlatıyor. 1968’de çekilmiş, o zaman için dünyanın en rahat, refah içindeki bir ülkesi, fakat orada bir adam savaşta ne olabileceğini, bugün de yaşanan dehşetiyle hayal etmiş. Hayal edebilmek için o şiddeti içinizde yaşamalısınız, kahramanlığın, hainliğin ne kadar birbirine dönüşebildiğini, insanların hayatlarının bir anda nasıl sıfırlandığını, bizi biz yapan değerlerin nasıl bir anda hiç olduğunu çok güzel anlatıyor. Bunları şu anda yaşıyoruz. Bu ülkenin hemen güneyinde, Suriye’de, Irak’ta bunlar aynen yaşanıyor.
İnsan sanat kariyeri boyunca sizin de söylediğiniz gibi belli temaları, kavramları geliştirerek kullanıyor. Utanç filminin bütün bu yıllar boyunca size etki ettiğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki. Dokuz’da bir sahne vardır, onu Utanç’dan “çaldım”. Kitapçı Salim karakteri filmin sonuna doğru bir sahnede gördüğü rüyayı anlatır. Kendisini mahallenin üzerinde uçar gibi asılı vaziyette görüyor rüyasında, ama hiç kıpırdayamıyor. Diyor ki: “Bir kelime hatırlasam, bir kelime söylemem lâzım, böyle ata ‘deh’ der gibi bir kelime söylemem lâzım. Bir kelime söylesem kurtulacağım. Ama hatırlayamıyorum.” Bu sahneyi Utanç’ın finalindeki rüya sahnesinden esinlendim… Bergman’dan “çalmak” da bir şeref bence! (gülüyor)
Sizi her zaman etkilemiş, etkisini hiç kaybetmemiş kitaplar hangileri?
Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) benim için hayat ansiklopedisi gibi bir şey. Oradaki bir sürü şey hâlâ bana eşlik ediyor. En son yazdığım romanda Yüzyıllık Yalnızlık’tan bir alıntı var. Bir sanatçının başka sanatçılardan, yapıtlardan etkilenmemesi mümkün değil. Issız bir adada yaşamıyorsan, okuduğun seyrettiğin şeyler seni ve yaptıklarını etkileyecek, bu kaçınılmaz bir şey. Bu bazen Nabokov, Bergman ya da Marquez gibi büyük bir isim olur, bazen de ucuz bir şarkı ya da romanın bir cümlesi ya da bir ansiklopedi illüstrasyonu olur. Çoktan unuttuğun kötü bir film de içindeki bir sahneyle etkilemiş olabilir.
Son olarak, 24 Haziran “baskın seçim”ini nasıl değerlendiriyorsunuz? 25 Haziran sabahı nasıl bir Türkiye öngörüyorsunuz?
Açıkçası, yakın gelecek konusunda hayatta hiç olmadığım kadar karamsarım ve korkuyorum; bunu böyle söylediğim için de utanıyorum. Elbette Sait Faik’in dediği gibi “Dünya çarelidir” ve bir gün bu topraklar üzerinde de düzgün bir hayat kurulur yeniden. Ama ülkenin önünde, hepimiz için çok zor geçecek karanlık ve engebeli bir yol var gibi görünüyor. Bu konuda yanılmayı, haksız çıkmayı çok isterim. Kendimize, aklımıza mukayyet olmamız, birbirimize sahip çıkmamız, sağlam durmaya çalışmamız lâzım.
02.05.2018'de 1+1 Forum sitesinde yayınlandı.