Wednesday 23 October 2013

Solgun Ateş'ten - From Pale Fire















“A thousand years ago five minutes were

Equal to forty ounces of fine sand.

Outstare the stars. Infinite foretime and

Infinite aftertime: above your head

They close like giant wings, and you are dead.” 


― Vladimir NabokovPale Fire


“Bin yıl önce beş dakika, 
Eşitmiş bin yüz gram ince kuma.  
İyice bak yıldızlara. Sonsuz geçmiş 
Ve sonsuz gelecek: üzerinde senin 
Dev kanatlar gibi birleşir, ölüverirsin.” 

Çeviren: ÜÜ 

Wednesday 2 October 2013

9 - Film Çözümlemesi - Dr. Aslı Aktümen Bilgin



Altının tersi mi dokuz, dokuzun tersi mi altı?

Farklı yerden bakınca gördüğümüz aynı şeylerin hikayesi. Ya da gördüğümüz değil, görmediğimiz şeylerin saklandığı bir öykü diyebiliriz bu film için. 2002 yapımı, Ümit Ünal’ın baştan sonra digital olarak çektiği ilk film.

Film Kafka’nın alıntısıyla başlar;
"…ama çıt çıkmıyordu, en küçük bir uğultu bile duyulmuyordu. Makine böylesine sessiz çalıştığı için dikkatimizi çekmiyordu…"

Acaba bu kadar sessiz çalışan makine neydi? Toplumun kendisi mi, günlük sıradan koşturmacalar, alışveriş telaşı, okula giden çocuklar, kepenklerini açan esnaf, birbiriyle selamlaşan ev hanımları. Hayatın içinde mutlu, keyifli ve cici bir mahalle mi? Ya da göründüğünün- gösterildiğinin aksine, ötekiler mi, dışarıdakiler, başkaları mı? Normal, sıradan olanın arasında kaynayıp giden diğerleri mi? İt kopuklar, fahişeler, nataşalar, deliler, esrarkeşler, yahudiler, eşcinseller, solcu- komünistler, ateistler, sokak köpekleri…Toplumun arasında olmasını istemediği, görmediği, görmezden geldiği, ya da görmek zorunda kaldığında yok ettiği diğerleri mi? Düzene uyum sağlayamamış olan diğerleri. Makinenin sessiz çalışmasını bozmaya çalışanlar, makinenin dişleri arasında ezilip yok olurlar mı? Ya da törpülenip uyum mu sağlarlar?

Filme bu açıdan baktığımız zaman, Türkiye’de ki çarpık sosyal yapının yansımalarını görüyoruz. İdeallerini kaybetmiş, kendilerini saklayan insanlar. Kalabalığa karışıp sıradan olmaya çalışan… Ütopyasını kaybetmiş adam, ilk aşkını kaybetmiş kadın, dünyayı değiştirmek için uzaklara gitse de dönen gizli baba, eşcinsel aşkını herkeslerden gizleyen evli barklı fotoğrafçı, bir fahişenin memesinde ağlayan genç erkek, babasından yediği dayaklardan usanmış, kaybolmuş bir ülkücü.

Aslında hepsi iğdiş edilmiş, yok edilmiş, sıradanlaştırılmış insanlar. Bu kadar normal gözükmeye çalışan kaotik bir yapının içinde; aslında en olduğu gibi olan kirpi. Dilinde kayıp bir türkü. Belki psikoz, belki madde bağımlısı, belki de ikisi birden. Ama kendisi gibi. Sokaklar da yatıp kalkıyor, kimseden birşey istemiyor, kimse gibi olmaya çalışmıyor. Aslında toplumun görmek istemediği bir karakter. Ve toplum kendisi gibi olmayanı, normale dönmeyeni bir şekilde yok ediyor. 9 filminde kirpiyi öldürdüğü gibi. Yani düzene en uymayanın özgürlüğü bir anda elinden alınıveriyor. Ve katilini arıyor film.

Diğer bir bakış açısıyla, ensest yasağının uygulanmadığı bir ortamda ortaya çıkabilecek suçluluk ve utanç, bizi diğerlerine doğru itiyor. Yani topluluklar arası ilişkilerde ensest yasağının rolünün önemi geliyor aklımıza. Ensest yasağı, nasıl sevgilinin, aşkın aile dışında aranmasını getiriyorsa, aynı dışarı yönlendirmeyi saldırganlık için de yapıyor. Birbirimizi değil onları öldüreceğiz, birbirimize değil, onlara zarar vereceğiz.

Başka bir yerden baktığımız da ise, dokuzun tersi altı, acaba bilincinde altı olabilir mi? Belki o sessiz çalışan ve kimsenin sesini duymadığı makine bilinçaltıdır. Nede olsa film bizi, cinselliğe ve saldırganlığa çekiyor. Ya da şöyle söyleyeyim, elimize iki kocaman taş veriyor, idi- i simgeleyen. Kirpi hamile kalmış, kafası ezilmiş ve çıplak bir halde ölü bulunuyor.

Freud’a göre alt bilinç ruhsal yapının en derin ancak en önemi bölgesidir. Alt bilincin yapı taşlarını dürtüler oluşturur. Bunlar yaşam boyu algılanmazlar. Ancak dürtü istekleri, dürtü tasarımları ve doyuma zorlayan güçleriyle fark edilirler. Değişik istekler, zıt duygular ve birbirlerinin karşıtı olgular alt bilinçte birbirlerini rahatsız etmeyen karmaşık bir birliktelik içindedirler. Tıpkı bu mahallenin, davulcu cinayetine kadar olan süreci gibi.( ki aslında bir ailenin tümden yok edilmesini, filmin karakterleri sadece - davulcu cinayeti - diye anımsarlar; agresyon ve şiddetin en uca geldiği, bir adamın karısını ve çocuklarını öldürüp, kendisini öldürmeden, yoldan gecen davulcuyu; öylesine, sıradan ve tesadüfi öldürmesi iz bırakmıştır sanki o gecede… Asıl gercek odanın içinde kalmıştır. Kapıların ardında, buzdağının görünmeyen tarafında- tıpkı filmin bütününde olduğu gibi )

Karşıt olgular, uyumsuz kavramlar ve çelişkili güçler birbirlerini dışlamazlar bilinçaltında. Aynı şekilde bu bölgede etik yasaklarda geçersizdir. Zaman kavramı yoktur. Kargaşa alt bilincin işlev ve ögelerinin temek özelliğidir. Tek amaç bebeğin anında süt araması gibi, geciktirilmeyen tam doyumdur. Zıt isteklerin aynı zamanda belirmesi, onların birbirlerinden uzaklaşması sonucunu doğurmaz. Böylesi durumlarda yer değiştirme, birleşme, yoğunlaşma ya da ortak bir amaç bulma yoluna gidilir. Ortak amaç, bizi filmin başına, ortak gizliliğe ya da suç ortaklığına sürükler.

Karanlıktan aydınlığa çıkan yüzler gibi, üzerlerindeki tozu zamanla atan hikayeler belirir. Filmdeki gerilim arttıkça regresyon başlar. Köseye sıkışmış gibi küçülen, eğilip bükülen bedenler, otoritenin karşısında regresyona uğrarlar. Gerileme( regresyon) ulaşılmış bir ruhsal gelişme düzeyinden daha önceki, daha az gelişmiş bir düzeye dönüş olarak tanımlanır. Gerileme dürtüler, duygular, benlik ve üst benlikte ortaya çıkar. Filmde, karakterlerin sorgu sırasında polisleri korkutucu, cezalandırıcı ve azarlayıcı olarak görmeleri üst benlik işlevlerinde gerçekleşen bir gerilemenin belirtisi olabilir. Üst benlikte gerçekleşen regresyonun klinik yansıması korku ve suçluluk duygularının artmasıdır. Film de çok net gözlenen bu duygular, olayın sadece bir cinayet sorgusu olmasının dışında, hepsinin kendi hayatlarına tutulan aynaların yansımaları da olabilir.

Savunma düzeneklerinin ilkelleşmesi, örneğin bastırmanın yerine bölmenin ortaya çıkması, üçlü ilişkilerden ( çocukla anne arasına üçüncü bir kişinin bulunmasına olanak veren ilişkilerden) ikili ilişkilere( anne ile çocuk arasına üçüncü bir kişinin bulunmasına olanak vermeyen ilişkilere) dönme de, benlik işlevlerindeki gerilemenin başlıca belirtileridir. Filmin başında kurulan cümlelerdeki, mahalle bütünlüğünün giderek dağılıp ikili ilişkilere inmesi, ya da yok sayılan bastırılan hikayelerin ya da kişilerin film ilerledikçe iyi yada kötü olarak bölünmesi gibi…

Amerikalı

Gençken Amerika’da 13 yıl kalıp, dönmek zorunda kalan, lakabı Amerikalı. Mahallenin baktığı, yemek verdiği, bazen bir ermiş gibi görüp, adeta günah çıkarırcasına onunla suçluluklarını paylaştıkları bir evsiz. Kendi yaptığı bir baraka da yaşayan, ama hep sokaklarda bir adam. Yakın dostları sokak köpekleri olan. Filmin hayırsız evlatlarından. Annesinin sadece cenazesine yetişebilmiş, kalan tüm evleri ve arsaları satmış. Temizlik, inşaat, eşya taşıma. Ne iş olursa yapan. Eskiden yakışıklı, kot pantolonlu, motorsikletli, havalı bir adam. Filmin şimdiki görgü tanığı. Filmdeki her olayı görmüş, her şeyin farkında, tüm sırlar önce onun algılarından geçmiş. Sorgulardaki regresyon artıp da mahallenin suçluluğu arttıkça, bölmenin ilk kurbanı Amerikalı oluyor. İlk suçlanan o. Bu gerçekten kaybedenlerden olduğu için mi, yok da filmin en temel suç delili kamerayı bulmak da dahil, her şeyi gördüğü için mi? Bilinmez. Ama en zayıf halka, ilk suçlanan ve doğal olarak ilk dışlanan Amerikalı olur.

Tunç

Filmin ergen gençlerinin isimleri Kaya ve Tunç. Sertler, sapına kadar erkekler. Tunç kendisini milliyetçi, fedakar, yardımsever diye tanımlıyor. Babasının mesleği olan kasaplığa devam ediyor, ama etten tiksiniyor. İlkel öfkeler ve ilkel savunmalar. Özdeşim yapabileceği kendisine sürekli şiddet uygulayan bir baba ile milliyetçi diyerek anlattığı ama şimdi yurt dışında yaşayan abisi var.
Eril kimliğini bulma çabasındaki karmaşa, gücünü ve erkekliğini gösteremeyeceğini düşünerek, abartılı bir kimlik yansıtıyor seyirciye. Ya da arıyor seyirci ile beraber. Fuck- ile anlatmaya çalıştığı korkuları ve kaygıları, reddedilmesi, yeteri kadar saygı duyulmaması belirgin. Belki daha sevgi dolu büyütülseydi, sağlıklı bir kimlik yapılanmasıyla korkuları azalabilirdi. Ama sürekli maruz kaldığı şiddet, örselenmiş kendiliği, özgüveninin öncelikli olarak silindiği, yittiği, yok olduğu izlenimini veriyor seyirciye.


Firuz

Firüz; mutlu, sevinçli, talihli demek. Filmde en çok dürtüleri ile uğraşmak zorunda kalan insan diyebiliriz Firuz için, acaba ne kadar mutlu? Filmin başlangıcındaki anksiyetesinin ne kadarının sorgu ile ilgili olduğu, ne kadarında gerçekten anksiyöz, gergin ya da kısmen tedirgin özelliklerinden olduğu tartışılır. Çektiği fotoğrafların negatiflerini saklayan -herkesin yüzü bende saklı- diyen kısmen obsesif bir adam. Adı mutlu kendisi anksiyöz olan Firuz için, dürtü, çatışma, anksiyete ve savunma dörtlüsünü kullanabiliriz. Bu dörtlü ruh çözümlemesinin temel kavramlarındandır. Anksiyetenin dürtü, çatışma ve savunmalarla olan sıkı bağlantısı sürekli vurgulanır. Belki de temel mutsuzluğunun nedenini, biseksüel ya da eşcinsel olmak, bunu gizlemek, evli ya da çocuk sahibi olan bir babaya dönüşmek ile de açıklayabiliriz. Bu anlamda filmin –baba- ile olan bağlantısı, ödipal süreçlere doğru çekiyor bizi. Çünkü aslında bu filmde bir baba olmadığını fark ediyoruz. Babalar; eksik, terk etmiş, gizli, şiddet uygulayan yada çok az bahsedilen.


Salim

Salim; sağlam sakin ve huzurlu demek. Filmin saklı babası. Olmayan, gizli, bilinmeyen. Her katil, katil olmadan önce sıradan bir insandır- der bize. Hiçbirsey çıplak gözle görüldüğü gibi değildir- ya da mahallenin tozlu sokaklarının altından akan kızgın lav tabakasından bahseder. Seyirciyi uyarır, ama filmin asıl gerçeğini gizler. Yaşadığı hayal kırıklıkları ile örsenlenmiş, kırtasiye dükkanında hep aynı yerde oturan Salim’in derin hüznünden, ödipal babaya uzanan süreçte; orada olmayan yok ya da başkası sanılan babaya döneriz. Oğlu ile olan ilişkisinde, sınırlayıcı değildir. Baba oğlunun kendisini önemsemesi, çevreye açılması, kendisini çevreye kabul ettirmesinde yardımcı olur. Oğlunu onaylar ve destekler. Ödipal karmaşasının temelinde yatan baba ile rekabet, Kaya ve Salim ilişkisinde ne kadar vardır? Olmayan; bir mahalle büyüğü sanılıp saygı duyulan Salim, oğlunu ne kadar şekillendirebilmiş? Ne zaman kontrolü kaybetmiştir. Dostoyevski okuduğu zamanlar da övündüğü, kendisi gibi olduğundan gurur duyduğu Kaya’nın, ergenlikten sonra Salim’e aktarımı bozulmuş, başka arayışlara yönelmiş ve farklılaşmıştır. Salim’in mutsuzluğunun temelinde, belki suçluluk kadar hayal kırıklıklarının yarattığı öfkede var olabilir.

Saliha

Dinin buyruklarına uygun harekette bulunan, elverişli, iyi ve uygun demek. Sözcük anlamının ardına gizlenmiş olan tüm uyum, Saliha’nın anneliğin ardına gizlenmesi gibi. Sürekli, ana olmaktan, özveriden, fedakarlıktan bahseden, diğer tüm kadınlara öfkeli. Ona göre tüm kadınlar başlarına gelen kötülüğü hak ediyorlar. Kirpi de davulcunun karısı da bunu hak etmişti- diyor. Bu öfkenin ardında kendi suçluluğu yatıyor. Cinselliğini; cinsel suçluluğunu –annelik- ile örtmeye çalışıyor. Çünkü annelik kötülüklerden arındırılmış ve kutsal. Ama Saliha’nın annenin bakım ve koruma içgüdüleri kadar, çocuğun gereksinimi olan sevgi ve sıcaklığı ne kadar karşılayabildiğini- uslu çocuk- olan Kaya dan anlayabiliriz. Kohut bütünleştiren, koruyan, eş duyum yapabilen, özsevisel gereksinimleri anlayan bir anne yokluğuyla narsistik bozukluklar arasında güçlü bir bağlantının olduğu kanısında. Bu nokta da belki de Saliha’nın, tek başına vermeye çalıştığı ve hep arkasında saklandığı annelik, Kaya’ya ne kadar yararlı ve yeterli olmuştur?

Kaya

Kaya’nın ortaya çıkmasıyla sorular da beraberinde geliyor. Neden Kaya daha sonra ortaya çıkıyor? Film neden bize onu sonradan verip, katili de Kaya ilan ediyor?
İlk verdiği ifade de babasını suçluyor Kaya. Gercek babası olduğunu bilmeden? Katil Salim abi- diyor! Tabi bu söylem, beni yeniden konunun başına, filmde en çok hissettiğim baba ile ilgili soruna getiriyor. Diyorum kendime içimden? Bu filmin baba- babalık ile alıp veremediği nedir? Acaba o sessiz çalışan makine baba, polisler, otorite ya da süper ego olabilir mi? Kaya’nın belki suçlulukla söylediği tekerleme, dürtülerin doyumu, dayanamayıp dolaptan aşırılan hüpürdetilip ortalığa saçılan kaymak, fırlatılan boş tabak. Süper ego; baba karşısında suçunu gizlemeye çalışan bir çocuk gibi.
Ters dönen dokuz, bizi gerçekten -katil kim? soruları ile baş başa bıraksa da , aslında katil hepsi değil mi? Hepsinin suçluluğu ya da hepsinin suç ortaklığı…Salim’in dediği gibi aslında, bu hikaye nereden çekersen oraya gider! Çektiğin yer ya da gördüğün şeyin ne kadarı film ile ilgili, ne kadarı sizinle, ne kadarı bizimle?

Dr. Aslı Aktümen Bilgin
Psikiyatrist-Psikoterapist

Bu metin 25 Eylül 2013'te, İzmir'de düzenlenen 49. Psikiyatri Kongresi'nde, 9 gösteriminin ardından yapılan sunumun yazılı halidir. 

Tuesday 1 October 2013

Çalar Saat Çöpe - Bukowski - Throwing Away The Alarm Clock
















Çalar Saat Çöpe

babam hep şöyle derdi:
"erken yatıp erken kalkan,
sağlıklı, paralı, akıllı olur".

ışıklar akşam sekizde sönerdi bizde
şafak vakti kahve, kızarmış bacon ve 
yumurtanın kokusuna uyanırdık.

babam ömür boyu böyle yaşadı 
genç, parasız ve (sanırım) akılsız 
öldü.

bu arada ben, öğüdünü tutmadım
geç yatıp geç kalkan biri oldum.

tamam dünyayı fethetmiş sayılmam
ama bir sürü sabah trafiğinden yırttım
herkesin düştüğü tuzakları es geçtim
ve tuhaf, harika insanlarla tanıştım. 

bir tanesi
kendim - hiç
tanımadığı biri
babamın. 

Charles Bukowski

Çeviren: Ümit Ünal

Throwing Away The Alarm Clock
my father always said, “early to bed and
early to rise makes a man healthy, wealthy
and wise.” 
it was lights out at 8 p.m. in our house
and we were up at dawn to the smell of
coffee, frying bacon and scrambled
eggs.  
my father followed this general routine
for a lifetime and died young, broke,
and, I think, not too
wise. 
taking note, I rejected his advice and it
became, for me, late to bed and late
to rise. 
now, I’m not saying that I’ve conquered
the world but I’ve avoided
numberless early traffic jams, bypassed some
common pitfalls
and have met some strange, wonderful
people 
one of whom
was
myself—someone my father
never
knew.