Friday 29 July 2011

Nasıl ressam olamadım? - Işık Gölge Oyunları'ndan.



"Nasıl ressam olamadım?
Çocukken hep büyüyünce ressam olacağımı düşünürdüm, okul öncesinde farkettikleri bir çizim yeteneğim vardı. Annem çocuğunun yeteneğini bir işe yaratmaya çalışan bütün pratik anneler gibi, çizdiğim palyaço, çiçek böcek desenlerine bakıp “Oğlum tekstil desinatörü olacak” derdi. Benim hayalimdeyse hep ressam olmak vardı. Gerçi, nasıl ressam olunur, akademi neresi, İstanbul’da resim okumak nedir hiçbir fikrim yoktu. Yine de en çok kendimi kaybettiğim şey resim yapmaktı. Deli gibi resimler yapar, bulduğum her tür kalem ve boyayla sayfalar doldururdum.

Resim yapmak kadar resim konusunda ve sanat tarihi konusunda okumaktan çok zevk alırdım. Fakat üniversite sınavı öncesinde, biraz kader gibi, okulları tanıtan broşürde Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nün (sonradan Dokuz Eylül Üniversitesi oldu) bilgisini gördüm ve sinemanın okunabilecek bir şey olduğunu düşününce, çarpıldım.

Türkiye’de sinema okulları o sırada çok az sayıdaydı; Mimar Sinan, Eskişehir ve bizim okul... Ancak 3 sinema okulu vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Üniversiteye, ilkokula erken başlayıp hiç yıl kaybetmediğim için, 1981-1982 döneminde 16 yaşındayken girdim. Çok utangaçtım ve kendime güvenmiyordum. Sınav ön elemeyle olsaydı büyük olasılıkla okula başvurmaya cesaret edemeyecektim. Şansıma o sene bizim okul merkezi sistemle öğrenci aldı. Sinema-TV bölümüne merkezi sistemle alınan ilk öğrencilerdik galiba. Okulda geçirdiğim dört sene içinde aslında dünyaya ressam olarak değil, hikayeci olarak geldiğimi anladım.

Üniversite sınavı öncesi verilmiş çok hızlı bir kararla ressam yerine sinemacı oldum yani. Resim yapma tutkum (ya da ihtiyacım diyelim) okul sırasında da devam etti. Okulda küçük bir sergi açmıştım. Tüm desenleri de arkadaşlarıma hediye etmiştim. O yıllardan tanıdığım bir çok kişide hediye ettiğim bir desen bulunur. Ama yıllar içinde sinema ve yazı resme baskın çıktı, resim benim için bir yan ilgi alanı olarak kaldı." 

Gül Yaşartürk ile hazırladığımız bir uzun söyleşi kitabı, Işık Gölge Oyunları'ndan bir bölüm. Kitap 2012'de Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkacak.

Thursday 28 July 2011

İçimde Böyle Birşey Var.


Altyazı dergisi 2010 Kasım’ında, 100. sayısı için bir özel sayı yaptı. Bir çok yönetmen ve sinemayla ilgili insandan bu sayıya katkıda bulunmalarını istediler; sinemanın onlar için ne ifade ettiğini, sinemaya nasıl yönlendiklerini, nereden ilham aldıklarını sordular. Ben yukarıdaki çizimle bu özel sayıya katıldım. Bu, sanırım hayatta yapabileceğim en samimi itiraftı. 

İlk senaryom 1986’da çekildi. Yirmi beş yıldır başka yönetmenler için yazdığım sekiz senaryo, yönetmen olarak yazıp çektiğim yedi film, yayınladığım iki roman ve bir hikayeler toplamı için “Neden yaptın?” sorusuna verebileceğim tek kelimelik cevap şu olurdu: “Mecburiyetten.” Yaptığım her şeyi mecbur olduğum için yaptım. Biraz içimden bir şey öyle zorladığı için, tabii biraz da, yine mecburen, geçimimi sağlayabilmek için.

Tuesday 26 July 2011

BANLİYÖ TRENİNDE BİR SATICI ÇOCUK ŞÖYLE ŞARKI SÖYLÜYOR:



Desen: Ümit Ünal, 1985




































Senin büyük olduğunu söylediler. Beni sev diye geldim büyük kadın!

Senin adın, yüz bin harfe bölünerek zerrecikler halinde yeryüzüne yayılır ve nesnelere ad olurmuş.

Tadında artık hiç bir dükkanın satmadığı çocukcebikuruyemişleri tadı varmış; kokunda en içli kokular: şimdi kimbilir nerede çürüyen oyuncaklarımızın eve ilk geldiği günkü kokusu, kapatıldığımız rutubetli dolapların kokusu, tuzun ve yazlık evin kokusu.

Sokulgan, işveli parmakların, seğiren kaslara iyi gelirmiş. Ellerin şifalı otlar soyundanmış. Gümüş kaplarda toplamak için kocakarılar dokunduğun duvarları kazırlarmış.

Bakışlarına ad koyulamazmış. Kedileri ürkütürmüş gözbebeklerindeki balıklar.

Bağbozumunda üzümleri didikleyen küçük kuşlar, gülüşlerine dadanmışlar.

Sevişirken çıkardığın fısıltılardan rüzgar nem kapmış ve bir süre için bırakmış dedikodularla çiçektozlarını taşımayı.

Ay şikayetçi olmuş, karnındaki ve kasıklarındaki gel-gitlere yetişemiyor diye. Ama dipsiz kuyularında bile yosunları yeşil bitiren güneş yakın dostunmuş.

Öyleyse sev beni.



Gerçi şöyle diyenler de var:

Denizcilerin felaketi olmuş güneşsaatirüzgargülü yüzüne kanmak. Berrak gecelerde kutup yıldızıyla yarışan yüzüne.

Dünyanın suyuyla dolmayan mağaralarında kaybolmuş gözüpek yeraltı fatihleri.

Mayın tarlalarını ve timsahları geçip sana kendisini beğendirmeye gelen çizgi film muharipleri gözlerine inanamamışlar. Bacaklarının arasında saydam bir zırh varmış. Ağzında zindancı dişlerin. En güçlü diller geçemiyormuş onlardan.

Hiçbir adak yetmiyormuş sana. Dualar ulaşmıyormuş bile.
Sana dönenleri inançsız bırakıyormuşsun.

Olsun yine de sev beni.
Beni gövdenin en derin bahçelerine al. Beni sen büyüt


ki bundan cesaret alacak tüm küçük düşürülmüş insanlar
sonu olmadığını bile bile isyanlara kalkışabilsinler.
Sonuçsuz bile olsa isyan gerekli birşeydir.
Çünkü sayın yolcular çıkacak kargaşada hiç değilse
SİRKECİ-HALKALI
trenlerinden hesap sorulabilir. Çünkü siz sayın yolcularımızın yüksek dikkatini çekmek için işbu modası geçmiş aşk şarkılarını partal kılığından utanarak boğazını yırtar gibi söylerken
işte şu elimde görmüş olduğunuz
her evin ihtiyacı
tarak balon ciklet
ve de yanında
şöyle asrın mucizesi üç parça
da bedava
cılık oynayan işportacı çocuklar, her istasyonda vagon değiştirip yeni bir şarkıya başladıkları halde, her istasyonda vagon değiştirdikleri halde, şu allahın cezası trenleri tüketememektedir.



1985 İstanbul-İzmir


Monday 25 July 2011

Bomba Deneme Alanında – William Stafford


Çölde öğlen nefes nefese bir kertenkele
Tarihi bekliyordu, dirsekleri gergin
Gözleri şu ilerideki dönemeçte
Sanki her an bir şey olacak gibi..

İnsan gözünün görebildiğinden öte
Bir şey arıyordu gözleri, mühim bir sahne
Taştan oyulmuş, ufak canlar
Herşeyin sebebini anlayıversin diye.

Ama ıssız bir kıta uzanıyordu
Aldırışsız bir gökyüzü altında
Ani bir duruma karşı, dirsekler tetikteydi
Eller çöle sımsıkı tutunmuş. 

Çeviren: Ümit Ünal

At the Bomb Testing Site - William Stafford

At noon in the desert a panting lizard
waited for history, its elbows tense,
watching the curve of a particular road
as if something might happen.

It was looking for something farther off
than people could see, an important scene
acted in stone for little selves
at the flute end of consequences.

There was just a continent without much on it
under a sky that never cared less.
Ready for a change, the elbows waited
The hands gripped hard on the desert.
 
Bilumum reklam işleriniz itinayla yapılır!


Sunday 24 July 2011

Çöl - Amerikan Güzeli'nden






..Yavaş yavaş kum herşeyi örttü.
Ağaçlar kurudu .
Çok geçmeden bahçe yokolup gitti.
Yalnız çöl kaldı orada....”

Paul Bowles, “Bahçe”




1.
Şehir çölün başladığı yerde kuruluydu. Güney sınırındaki en uzak yerleşim yeri olduğu için ülkenin genel havasından çok ayrı bir hayat yaşanıyordu orada. Başka şehirlerde kesinlikle yasaklanan genelevler burada rahatça çalışıyordu örneğin. Ülke çapında ünlü birkaç gece kulübü, meyhaneler, kumarhaneler, esrar içilen kahveler, yalnız sömürgeci lejyon askerlerinin girebildiği müzikli gazinolar... Hepsi bu şehirdeydi. Hatta o zaman için çok yeni bir icat sayılan sinema gösterilerinin yapıldığı sessiz filmler gösterilen bir bahçe bile vardı.

Yerli halk ya şehir dışındaki tarlalarında çalışır ya da hayvancılık yapardı. Ama nüfusun çoğunu ülkenin baskıcı dinsel yönetiminden kaçan maceracılar, özellikle ramazan aylarında oruç tutmamak için buraya göçen sayfiyeci zenginler, sınırdan içki ve esrar kaçırarak bunların ticaretini yapan bedeviler ve tabii, sömürgeci lejyonerler oluşturuyordu. Bunlara gezgin fahişeler, çeşitli gösteri grupları ve şimdi çöl kumlarının insafına terkedilmiş durumda bekleyen eski bir uygarlık kalıntısını görmeye gelen turistler eklenirdi.

O korkunç sıcak öğle saatleri ve arasıra çıkan kum fırtınaları olmasa şehrin oldukça renkli bir hayat sürdüğü söylenebilirdi.

Akşamları çok dindar ve yorgun birkaç yerli dışında ayık insan bulunmazdı sokaklarda. Yalnızlıktan bunalmak çok zordu. Yalnız kalan biri eğlence yerlerini şöyle bir dolaştığında, hayatının aşkıyla karşılaşmasa bile o geceyi kurtaracak bir yoldaşa kavuşabilirdi. Her yer harmaniyelerinin içine birşey giymeyen keşfe çıkmış kadınlar ve erkeklerle doluydu.

2.
Hayatımın ilk kadını ve ilk arkadaşlarım beni orada terkettiler.

3.
Seni de orada buldum ve kaybettim.

4.
Şehir halkının en büyük korkusu kum fırtınaları ve kuraklık yüzünden çölün gitgide yaklaşıyor, şehrin üzerine kapanıyor olmasıymış.

Kuşaktan kuşağa aktarılan ortak bir korkuymuş bu. Din kitaplarında yazmayan ama insanların karanlık bir önseziyle bekledikleri bir cezaymış. Yerli halk burada işlenen günahların cezasız kalmayacağına, şehrin birgün aniden çöle gömüleceğine inanırmış. Tanrı, her zaman yaptığı gibi şeytanı yaklaştırmamak için tertemiz bir kulunu bu şehre koruyucu olarak yerleştirmişmiş. Fakat Şeytan da bundan önceki bütün lanetli şehirlerde yaptığı gibi koruyucuyu oradan kaçırmak için elinden geleni ardına koymazmış. Koruyucunun kim olduğu ancak o büyük felaket gününde, en büyük kum fırtınasının çıktığı son günde belli olacakmış. Ama onun bir çocuk olduğu kanısı yaygınmış. Bütün yerli çocuklar şeytanın ya da yardımcılarının gazabına uğramaktan korkar, geceleri sık sık ağlayarak uyanır ve rüyalarında şehrin kumla örtüldüğünü, çölün her yeri kapladığını görürlermiş.

Bunları yaşlı, çok sarhoş bir dilenciden dinlemiştim. Sayıklar gibi konuşarak şehre, şehrinize ilk geldiğim günlerde buranın tehlikesi hakkında beni uyarmaya çalışmış, fırsat varken bir an önce kaçıp kurtulmamı söylemişti. Gülüp geçmiştim.

5.
Bir yaz akşamı kayalıklardan döne döne inen kervanımızla şehrinize girerken oraya saplanıp kalacağımı ve yıllar geçireceğimi tahmin edemezdim. Bizim için son durak yoktu çünkü. Çünkü biz gezici bir tiyatro kumpanyasıydık: Kadınlı erkekli dansçılar ve oyuncular, birkaç akrobat ve soytarı, kaçık bir fransız sihirbaz ve karısı, iki maymun, beş tavşan, bir tavuskuşu; çok güzel bir şarkıcı kadın, yani kumpanyanın sahibi; bir de ben, yani onun sevgilisi.

Çadırımızı meraklı bakışlar altında şehrin en işlek yerinde, pazar meydanının bir köşesine kurduk. Üç haftalık gösteriler sırasında senden başka kimse farketmedi beni. Beni bir tek sen gördün.

Gösteriler sırasında ip gerilerek kalabalıktan ayrılmış sözde sahnenin yanında dururdum. Babanla geldiğiniz bir gece size özel ayrılmış yerinizden sahnedeki saçmalıkları seyrederken beni farkettin. İçine ılık bir şey aktı.

6.
Oysa benim ne seni ne de bir başkasını görecek halim yoktu. Şehrinizin geçtiğimiz bir sürü şehirden farkı olamazdı benim için. Çünkü güzel şarkıcımızın, “primadonnamızın” sevgilisiydim. Onun peşinde evimi, ailemi, okulumu terketmiş, ülkeyi baştan aşağı geçip gelmiştim. Bu yolculuk sayesinde çocukluğum birdenbire çok geride kalmıştı.

Babam kuzeyin bir liman şehrinde saygın bir memurdu. Evin en değerlisi, altı kardeşin en küçüğü bendim. Ama sahnenin yanında dikilip sevgilimin şarkı söyleyişini izlerken ne iriyarı babamı, ne hep mis gibi kokan bembeyaz annemi, ne de abilerimle ablalarımı hatırlıyordum. Palmiye ağaçları ve güllerle süslü bahçemiz, köpeklerimiz ve cins atlarımız, denize bakan aydınlık odam, Avrupa’da okumak için vermek zorunda olduğum sınavlar, tenis ve yüzme kursları...Sevgilime duyduğum aşk hepsini soluk birer anıya dönüştürmüştü.

Onun peşinde o şehirden bu şehire dolaşıp duran bir gezgin serseri olmuştum. Doğduğu şehirden hiç çıkmamış, hiç aç kalmamış, hiç yoksulluk çekmemiş, üstelik sadece 21 yaşında olan benim gibi biri için yaptığımız bu yolculuk; ülkenin müreffeh bölgelerinden özgürlükçü gerillaların savaştığı dağlara; tenin masumiyetinden kanın, kemiğin, derinin arzuyla karıştığı yerlere uzanan bu serüven çok öğretici bir tecrübeydi.

Hala itiraf etmem gerekiyor mu, evet, ilk kadınımdı. Bana kadın vücudunun sırlarını bir bir açan, benim vücudumun sırrını parça parça döküp aynanın arkasını gösteren ilk aşk öğretmenim...

Benden neredeyse iki kat yaşlı olduğu halde görünüşü hala yaşıtım kızlar gibiydi. Aşkla ilk defa tanışan, tenin tutkusuna ilk defa kapılan herkes gibi bu zevkleri keşfeden ilk insan olduğumu ve sevgilimden başka kimsenin bana bunları yaşatamayacağını sanıyordum.

Gece gösterilerinde bazen çadırdan uzaklaşır, şehirlerin sokaklarında dolaşır, çadıra yaklaşırken sevgilimin sesini duyduğumda heyecandan titrerdim. Şehrin aşka aç erkekleri onun sirenleri hatırlatan büyülü sesinin çevresinde halka olur, bakışlarıyla ona taparlardı. Herkesin ancak hayal edebildiği o kolları, karnı, dudakları gösterinin sonunda öpeceğimi düşünerek çocukça bir gurura kapılırdım.

Kumpanyada belirli bir işim yoktu. Çok seyrek, eğlence olsun diye küçük rollere çıkarırlardı. Bazen oynamaları için gülünç kısa oyunlar yazardım. Bazen deriden, tüylerden ve boncuklardan maskeler ve sahne elbiseleri yapardım.

İçki ve esrar içmeyi ve kafayı bulduğum halde dağıtmamayı, kalabalıklar karşısında korkuya kapılmadan konuşabilmeyi, para çalmayı, çaldırmamayı, kavga etmeyi ve sırası geldiğinde ortadan toz olmayı kumpanyadaki arkadaşlarımdan öğrendim. Hayat hakkında bilmem gereken ilk önemli sırları da sevgilim öğretti.

Onun kucağında, bacaklarının arasındaki ıslak ormanda, göğsünde taşıdığı sıcak beşikte büyüyen bir çocuktum.

Sonra sizin şehrinizde aniden terketti beni işte.

Son gece gösteri sonrası kurulan içki sofrasında bütün grubun önünde nedensiz yere hakaret etmeye başladı bana. Beni itip akrobat çocuklardan birini, Mahzun’u yanına çağırdı. Ona sarılıverdiğinde Mahzun ne olup bittiğini tam anlamadan gözümün içine bakıyordu. Birlikte, daha bir gece önce benim kaldığım odaya kapanırlarken sevgilim bana bakmadı bile. Mahzun gülümsemeye çalıştı. Sonra kapının arkasında kayboldu.

Ertesi sabah odamdan çıkmadan, kaldığımız döküntü otelin pazar yerine bakan penceresinden çadırımızın toplanışını izledim. Kervanın uzaklaşmasını görmemek için yatağa girdim ve yorganı başıma çektim. O güne kadar tanımadığım güçte bir acı her yanımı yakıyordu.

O gün biri bana aynı acıyı senin yüzünden de çekeceğimi söylese ancak gülerdim.

7.
...sana gelince Erkek, sen de bitirdiğin her aşktan sonra ilk büyük terkedilişin acısını, ana karnından çıkışın acısını bir kere daha yaşayacaksın. Annen seni defalarca bırakacak. Her seferinde, seni cennetten kovduğum şu anda olduğu gibi, mutlu bir rüyadan bomboş bir çöle uyanacaksın.

O zaman sana sorulmaz mı: “Hani o incecik karınlı, küçük göğüslü esmer kız? Daha demin saray koridorlarındaki güneşli sonsuz kumsalda öptüğün kız nerede? Ağzı ne kadar sıcak, nefesi ne kadar tatlıydı. Nerede şimdi? Ya peşinizden kovalayan domuz-köpek kırması yaratık? Nereye kayboldu?”

8.
Nerdesin şimdi sen? Nerdesin?

9.
Şehirde kalmaya başladığım ilk günlerde Nasip’le tanıştım. Otelin ücretini ödeyip salaş mayhanelerde içebilecek kadar param vardı. Birkaç gün ne yapacağımı bilemeden sokaklarda dolandım. Akşam bir yere girip iyice sarhoş oluncaya kadar içiyor, otele kapıdaki bekçiye zar zor ikna ederek girebiliyordum. Sarhoş olmadan uyuyamıyordum. Yatak, çarşaflar, duvarlar o bunaltıcı oda sevgilime dönüşüyor, beni yakıyor sarsıyordu. Bir ara geldiğim şehre, babamın evine dönmeyi düşündüm. Param buna yetebilirdi. Ama bir yıl tutan yolculuklarımız sırasında kendimi öylesine değişmiş buluyordum ki, eski evimde bir yabancı gibi yaşamam imkansızdı.

Yine bir gece, sadece erkeklerin doldurduğu ucuz bir meyhanede deli gibi içtim. Anılar ve param bittiğinde ne yapacağımı bilememenin sıkıntısıyla öyle doluydum ki kimsenin farkında değildim. Ama Nasip beni uzaktan izliyormuş.

Meyhaneden çıktığımda sabah ezanı okunuyordu. Bir an durup müeezzinin bu şehirde kimsenin cevap vermediği çağrısını dinledim. Ses lacivert gökte ıssız sokağın üzerinde yankılanıyordu. Bir an, ilk sevgilimin sesi karıştı ezana, içimde müthiş bir bulantı yükseldi. Müezzinin sesiyle karışan sevgilimin şarkısı büyüdü büyüdü ve derken bütün sesler bir vınlamaya dönüştü. Kulaklarım patlayacak gibiydi. Ağzım pis kokulu yoğun bir sıvıyla doldu. Boğulacak gibi kusmaya başladım.

Kendime geldiğimde bir sokak çeşmesinin yalağının yanında diz çökmüş durumdaydım. Nasip çeşmenin buz gibi suyuyla yüzümü yıkıyordu. Bana yardım etmeye çalışırken onun da üstüne başına kusmuştum. Harmaniyesinin etekleri ıslanmıştı.

Meyhanede ilgimi çekmeye çalışmış. Kötü içtiğimi görmüş. Burada yabancı olduğum her halimden belliymiş. Beni takip etmiş.

Yaşça benden biraz büyüktü. Pırıl pırıl yanan kapkara gözleri, uzun kirpikleri vardı. Beyaz dişlerini göstererek inanılmaz tatlılıkta gülüyor ve çok cana yakın davranıyordu. Çeşmenin kıyısına oturdum, o da yanıma oturup kendime gelmemi bekledi. Sonra kalkıp biraz yürüdük. Hikayemi kestirmeden anlattım. İstersem geceyi evinde geçirebileceğimi söyledi, kabul ettim.

Evine vardığımızda merdivenleri çıkarken kolumdan tutup durdurdu. Gözlerimin içine baktı ve ikinci bir kişiye verilecek yatak yorganı olmadığını söyledi. Evde sadece geniş bir yer yatağı vardı. Kaşlarımın arasını baş parmağıyla okşamaya başladı, yüzünü iyice yaklaştırdı. Bir anda hiç bir şeyi umursamadığımı farkettim. Artık orada kalacağımı biliyordum.

O geceden başlayarak dokunmayı bilen uzun parmakları, kaslı ince gövdesi ve beklenmeyecek yumuşaklıktaki garip kokulu teniyle Nasip bana vücudun zevklerinin sadece ilk sevgilimin dişiliğiyle sınırlı olamayacağını öğretti.

Ertesi sabah kahvaltı sırasında Nasip’in sürekli sevgilisi eve geliverdi: Muttalip...Beyaz tenli, iri yarı, neredeyse şişman, mavi gözlü bir adamdı. Alnı devamlı terli, bakışları hep başka şeyler düşünüyormuş gibi şaşkındı.Şehrin zenginlerindendi. Karıları çocukları vardı. Nasip’e deli gibi tutkundu. Evi o tutmuştu. Nasip onu parmağında oynatıyordu. Bundan sonra benim de orada kalacağımı söylediğinde, adamcağızın yüzünden bir kıskançlık rengi geçti ama birşey diyemedi.

Nasip yarıda bıraktığımız kahvaltı sofrasını toplayıp çıkmamı, akşama kadar dışarıda vakit geçirmemi söyledi. Onları yalnız bırakıp çıktım. Muttalip’in süslü atlı arabası kapının önündeydi. Uykulu sürücüsü bana garip garip baktı.

10.
Nasip bana sadece yeni ve yasak zevkleri değil bu zevkleri satmayı da öğretti. Muttalip’in köşkünde, daha sonraları gittiğimiz pahalı gece kulüplerinde, bağ evlerinde bir takım zengin tüccarlar, kaçakçılar ve lejyon komutanlarıyla tanıştım. Fransızca bilmeme pek şaşan şişman bir albayla geçirdiğim ilk gece kabus gibiydi. Sabah Nasip’in omuzuna yaslanıp ağladığımı hatırlıyorum. Ama Nasip sadece bu bir gecelik emeğin karşılığı alabileceğim şeyleri sayıp dökünce sakinleşir gibi oldum. Çok geçmeden “dostlarıma” alıştım diyebilirim. Hayat böyle birşeydi. Karşılıklı anlaşmalarla işliyordu herşey. Ben onlara istedikleri zevki veriyordum onlar da bana iyi yemekler yememi, iyi içkiler içmemi, geneleve gidip kadınlarla tanışıklığımı artırmamı sağlayacak parayı veriyorlardı.

Kendimi hakir görmenin doruklarındaydım. Her gece çok kollu çok bacaklı çok ağızlı bir gövdeye, yüzsüz, kimliksiz bir gövdeye teslim ediyordum kendimi. Pörsük kaslar, ağız kokusu, ter.

Hayatta tertemiz bir azizlik mertebesine giden yol belki de sonsuz pislikten geçiyordur diyordum. Meni, tüyler, kötü aşk sözleri.

İçimizdeki kötülüğü çok abartarak üstüne üstüne gidersek belki birgün aniden o kötülüğün üstüne yükselir ve karşı konulamayacak biri oluveririz diyordum. Bu müthiş cazibe, kötülüğün cazibesi insanı hem temizler hem de iyileştirir diyordum. Pis çarşaflar, bana hayatını anlatlar, karım beni sevmiyorlar.

Ah, başaramayacağımı bile bile en kötü, es geçilemeyecek kadar kötü olmak istiyordum. Boğazıma kadar batmıştım.

Ama dediğim oldu: O bulanık, yıvışık gecelerden hiç bir iz kalmadı sonra, hepsini bir anda unuttum.

Kazandığım para yalnızca iyi yaşamaya değil, para biriktirmeye bile yetiyordu. Çarşının işlek bir sokağında bir dükkan açtım. Kumaşla, işlenmiş deriyle, boncuklar ve tüylerle neler yapabileceğimi biliyordum. Şehir halkının o güne kadar hiç görmediği türden gece kıyafetleri, ayakkabılar, takılar yapmaya başladım. Dükkanın vitrinini yine kimsenin görmediği cinsten ürkütücü, gülünç, cinsel maskelerle süslemiştim. Beni pek seven kaçakçı dostlarımdan biri karısının gönlünü almak için hediye olarak ostrişler ve leopar desenleriyle süslü bir elbisemi seçtiğinde başarılı olacağımı anladım. Kadın elbiseyi bahar balolarından birinde giydi ve bir anda herkes benden bahseder oldu. Kısa zamanda istemediğim insanlarla yatmayacak kadar para kazandım.

Nasip’le sevişmeyi bırakmıştık. Akşamları evde buluştuğumuzda hayli yorgun ve isteksiz oluyorduk zaten. Nasip ilgimin daha çok pahalı kadın fahişelere yönelmesini çok küçümsüyordu.

ll.
Senin beni dışarı çıkabildiğin her fırsatta, okuluna götürülürken, eve dönerken, tatil günleri gezintiye çıktığında, uzaktan izlediğini bilmiyordum. Sabah babanın atlı arabası dükkanımın önünden geçerken vitrindeki maskelere bakar ve orada olmadığımı görüp üzülürdün. Ben kimbilir kimle birlikte, kimbilir hangi cehennem rüyasının içinde olurdum o sırada. Akşamları da yine aynı yoldan döner, beni dükkanda çalışırken şöyle bir görüp hayal malzemesi biriktirirdin. Ondokuz yaşındaydın...

Evet, günahkar taşra şehrinin en temiz, en güzel kızı kendisine sevgili olarak garip görünüşlü bir yabancıyı, beni seçmişti.

Küçük kızım benim! Sevgililerin en tatlısı! O güzelim kafanın içi hep bir yerlerden duyulmuş, okunmuş, hep düşlenilmiş binlerce aşk hikayesiyle doluydu. Hep o hikayelerden birinin kahramanı olacağın günü beklemiştin. Ve şimdi kalbinde sadece aşktan yapılma bir zemberek sonuna kadar kurulu, boşalacağı anı bekliyordu.

12.
Sonra birgün ciddi görünüşlü bir adam dükkana geldi ve belediye meclisi üyelerinden birinin beni evinde görmek istediğini söyledi.

Evde beni sen bekliyordun. Arabayla o liman şehrindeki bahçemize çok benzeyen bahçenize girdiğimizde üst kattaki odanın penceresinde kalbinin atışı hızlandı. Beni çağırması için babanı sen zorlamıştın.

Baban evinizin debdebesiz ve aydınlık zenginliğiyle uyum içinde, kuşkulu bir nezaketle elimi sıktı. Uzun boylu, karga burunlu, toplu iğne başı gibi gözleri olan nemrut bir adam. Dükkanımı gördüğünü, şehrin ileri gelenleri arasında benden övgüyle sözedildiğini ve yaptığım şeyleri beğendiğini söyledi. Aslında kendisine kalsa kızına benim yaptığım cinsten elbiseler giydirmezdi. Ama biricik kızı çok ısrar ediyordu. Evet, kızı fransızların kurduğu lisede okuyordu ve lisenin mezuniyet balosu yaklaşıyordu. Onun için kimselerde olmayan bir model yaratıp bir gece elbisesi yapacaktım. Ama aşırıya kaçmayacaktım. Evet, ayakkabı da istiyordu. Bana gösterdiği yapmacık nezaketin şehrin zengin erkekleri arasındaki ünümden dolayı olduğunu düşünmüştüm. Yanılmamışım.

Seni ilk defa o gün gördüm. Böyle bir baba ve böyle bir evden şöyle topluca, biraz şımarık ve biraz da aptal bir kız bekliyordum. Beni salona alıp seni çağırdılar. Merdivenlerden inerken nasıl da güzeldin. Toz pembe bir eteklik, beyaz çok sade bir gömlek giymiştin. Baban yerli halkın tersine, yabancıların karşısına başı açık çıkmana izin veriyordu. Siyah uzun saçların gözalıcı bir pırıltıyla omuzlarına dökülüyordu. Yanıma gelip elimi sıktığında sağ kaşının kıyısında, kaşının yukarı kalkık gibi durmasına yol açan derin bir yara izi olduğunu gördüm. Avucumda normalden daha uzun sıkmak zorunda kaldığım el yumuşak ve terli bir mahluk gibi titriyordu.

Seni ilk görüşte sevdiğimi söylemeyeceğim. O günlerdeki kendiliğinden cinsel arzularıma uyarak hemen istedim seni. Ama çok sonra sevmeye başladım. Ölçülerini alırken elime tutuşturuverdiğin aşk mektubundan çok sonra, ilk buluşmamızdan ilk öpüşmemizden ilk sevişmemizden çok sonra sevmeye başladım seni. Gözümün önünde büyüdüğünü, değiştiğini gördükten sonra, bebeğimizi o yaşlı kadının çadırında bıraktıktan sonra sevmeye başladım. Seni kaybettikten sonra sevmeye başladım. Seni sevdiğimi hatırladım.

Ayak ölçünü alırken kısa bir süre için yalnız kaldık. Önünde diz çökmüş, ince uzun parmaklı ayağını elimde tutuyordum. Hizmetçinin çıkmasını fırsat bilip cebinden o küçük, katlanmış kağıt parçasını çıkardın. Birşey söyleyecek oldum ama tam o sırada hizmetçi kadın elinde içecek birşeylerle döndü. Renk vermeden kağıdı cebime koydum. O gün konuşmadan ayrıldık. Bana son defa gülümserken elimi daha sertçe, bir çeşit güvenle sıktın.

Bu el sıkışmayı, evinizin o tertemiz kokusunu, yumuşak sesini, parlak saçlarını ve herşeyi daha o gece unuttum. Verdiğin mektubu, “Sizinle konuşmalıyım. Anlatacak şeylerim var” diyen mektubu bir kere okuduktan sonra atmıştım zaten.

13.
Çünkü o gece Nasip öldü.

Gece canım hiçbir yere çıkmak istememişti. Ne bir fahişeyi ne de kapıma not bırakan eski aşıklardan birini istiyordum. Evde tekbaşıma, içki ya da esrar içmeden öylece oturdum. Olacakları bekliyordum sanki. İçimde bir müzik yükseldi ve doruk noktasına ulaştığı anda sokak kapısı garip bir biçimde çalındı. Çok güçlü iki vuruş, sonra güçsüz vuruşlar. Bir inleme duyuldu. Merdivenlerden aşağı koşturup kapıyı açtım.

Nasip karşımda dikiliyordu. Yüzünde inanılmaz bir korku vardı. Beyaz harmaniyesinin kumaşı belden aşağısında kana doymuş bir haldeydi. Nasip kanlı karnını tutmaya çalışıyordu. Ellerini iki yana açtı ve kana inanamıyormuş gibi baktı. Karnını gösterdi, sanki “Şu saçmalığa bir bak” dermiş gibi, söyleyecek şeyleri varmış gibi gülümseyerek dudaklarını kıpırdattı ve kucağıma devriliverdi. Sürükleyerek merdivenlerden çıkardım onu. Odanın ortasında yere yatırdığımda ölmüştü.

Zaptiyeler,lejyona verilen raporlar, cenaze töreni falan faslı çabucak geçti. Muttalip törende sessiz sessiz ağlıyordu. Nasip’i karnından ve kasıklarından yedi kere bıçaklayan katil tabii ki bulunamadı. Üstünden hiç para çıkmadığı için hırsızlık için öldürüldüğü sanıldı. Belki de bir kıskançlık cinayetiydi. Bana çok dostça davranmasına ve kirayı ödediğim sürece evde kalabileceğimi söylemesine rağmen Muttalip’ten bile kuşkulandım.

Evde yalnız yaşamaya başladıktan sonra Nasip’i uzun süre unutamadım. Kapıdaki son bakışı aklımdan hiç çıkmadı. Merdivenler ve halıdan hiç çıkmayan kan lekeleri gibi...

14.
Baban kızı için saçma sapan şeyler yapmamam için sürekli kontrol ediyordu beni. Sonunda elbiseler ve ayakkabılar bitti. Nasip’in ölümü yüzünden on gün hiç çalışmayıp sadece iki gecede hepsini bitirdiğim halde üzerinde o kadar güzel durdular ki...

Mezuniyet balosu için elbise diktiğim tek kız sen değildin. Ama en güzelleri sendin. Tabii ki ben de davetliler arasındaydım. Şehrin zenginleri, ileri gelenleri, askerler, eşleri ve çoluk çocuklarıyla sıkıcı bir hayvanat bahçesi görünümü içinde lisenin baygın kokulu bahçesini dolduruyorlardı. Dört bir yanda kurulu sofralar ve yemek tezgahlarında bu çirkin hayvanların nefsini köreltecek yiyecekler hazırlanıyordu. Bir yanda et kızartılan tezgahlar, bir yanda fondü masaları, kötü renkli ışıklar altında geleneksel tatlılar ve avrupa usülü hafif pastalar...Ayrıca kimisinin adını bile bilmediğim bir sürü içki... Lisenin yabancı öğretmenleri velilerden garip bir saygı görüyor, kendi ülkelerinin taşralarından geldikleri için karşılaştıkları abartılı nezakete nasıl karşılık vereceklerini bilemeyip çareyi sarhoş olmakta buluyorlardı.

Sınıf birincilerinin ve çeşitli kulüp üyelerinin kazandığı ödüllerin dağıtılmasından sonra - en iyi kompozisyon yazan kızımız, yüz metreyi şu kadar saniyede koşan kızımız, tenis ve satranç şampiyonlarımız, Avrupa’da burs kazanan üç kızımız- liseli kızlar korosu sahneyi aldı ve Strauss’la Chopin’den bedevi ağıtlarına uzanan bir repertuarı seslendirdi.

Bütün bunlar süresince beni seyrediyordun. Ben de seni kendi diktiğim elbiseler içinde daha bir güzelleşmiş olarak görünce verdiğin mektubu bir kez daha hatırlamış ve bu gece için iyi bir oyuncak olabileceğini düşünmüştüm. Aslından balo sonrası için yabancı öğretmenlerden birine verilmiş sözüm vardı.

Bir ara sana yaklaşıp konuşma fırsatı buldum. Masasında iyice sarhoş olan babanla selamlaştık. Yaygın ünümden dolayı kızı için en küçük bir tehlike oluşturmadığımı düşünüyordu sanırım. Gevrek gevrek gülüp kadehini kaldırdı.

Yaklaşık yarım saat sonra balo için düzenlenmiş sütunlu orta bahçeden uzakta, hanımelleri, akşamsefaları ve palmiyelerin arasında lisenin arka bahçesindeydik. Bana çok yakın yürüyordun. Kollarımız birbirine değiyordu. Konuşarak birbirimizi tanımaya çalışıyorduk.

Küçükken çok yaramaz olduğunu anlatıyordun. Annen sen beş yaşındayken ölmüştü. Dadılar senin yaramazlığına yetişemiyorlardı. Oğlanlarla her konuda yarışırdın. Ağaca çıkma ve en çok nar toplama yarışı yaptığınız birgün düşmüş ve yaralanmıştın. Kaşının kenarındaki iz o zamandan kalmaydı.

Nasıl da nefessiz kalır gibi heyecanla konuşuyordun. Ağzımdan çıkan her lafı bekleyişin, her kelimeyi sanki ezberlemek ister gibi içinden tekrar edişin...

15.
Seni ilk öptüğümde bir an çok eskilerden bir anı; insanın içini ezen, hayattaki herşeyin boşluğunu, zamanın ezici bir hızla üzerimizden geçtiğini anlatan; insanın gözlerini dolduran, boğazına bir yumru tıkayan bir anı canlandı sanki... Sanki çok eskiden yediğim birşeyin artık çoktan unutulmuş tadını ya da çok eski bir kokuyu yeniden yakalar gibi oldum.

Öyle tatlı gülümseyerek öpüyordun ki beni, ağzın öyle sıcak öyle tatlıydı ki nefesin, bir an kendimi tutamayıp sevişirken kimseye söylemediğim bir şeyi sana fısıldadım: “Canım”... Daha da tatlı gülümsedin. Yüzümü ellerinin arasına alıp daha da sıcak öptün beni. Sonra nasıl olduğunu anlamadan geçmişin o bir an süren tatlı anısı kayboluverdi. Bugüne, bahçenin baygın kokularına, kollarımdaki tecrübesiz, aşka hazır küçük kıza döndüm. Bir çeşit başdönmesiyle nefes nefese, yüzümü saçlarına gömdüm. Ertesi gün buluşmak üzere ayrıldık.

Geceyi senin matematik öğretmenliğini yapmış bir rusla geçirdim.

16.
Baban seni kuzeydeki bir şehre, bir yaz kampına göndermek istemişti. Senin kesinlikle karşı çıkmanı anlayamamış, bütün yazı bu doğup büyüdüğün şehirde geçirmek istemeni garip bulmuştu.

Çünkü balonun ertesi günü ve daha sonraki günler babanı ikna edebildiğin, evden çıkabildiğin her fırsatta bana geliyordun. İlk sevişmemiz olağan gündelik işlerden biri gibiydi. Kanı güvenle gülümseyerek, hayatında yepyeni bir şey bulmuş gibi gülümseyerek karşıladın.

Tıpkı ilk sevgilimin bana yaptığı gibi sana vücudun gizli zevklerini keşfettirdiğimi sanıyordum. Çalıntı saatlerimiz boyunca kadınlardan ve erkeklerden öğrendiğim herşeyi senin üzerinde uyguluyordum. Hoyratça, onlardan kaptığım sözcükleri deniyordum seninle: “Acıttım mı?”, “Oldun mu?”, “Geliyorum”... Çok yeni birşeydi bu. O güne kadar karşılaştığım herkes cinsel açıdan benden daha tecrübeliydi. Oysa sen üzerine herşeyi kazıyabileceğim boş bir plaka gibiydin, o güne kadar bana yapılan herşeyin intikamını alabileceğim bir masumiyet anıtıydın.

Senin bambaşka biri olduğunu daha önce hayatıma giren hiç kimseye benzemediğini, kalbindeki zembereğin vücudunun iklimiyle hiç uyuşmadığını anlamam ise uzun zaman aldı.

Aşkı keşfetmek istiyordun. Beni gerçekten sevdiğini sanıyordun. Ama aşkın keşif alanı, vücudun, mühürlenmiş gibiydi. Bacaklarının arasında görünmez kilitler vardı. İlk günlerin gayreti bir süre sonra yerini bıkkınlığa bıraktı ve sadece beni mutlu etmek için zevk alır görünmeye çalıştın. Oysa her sevişmemiz katlanılmaz acılarla doluydu senin için.

Bunları yaz sonuna doğru birgün aniden itiraf ettiğinde hayretler içinde kaldım. Seni anlamaktan, anlamaya çalışmaktan nasıl da uzaktım... Odama, Nasip’ten kalan o çift kişilik yatağın üzerine, bu aşka, öyle farklı yollardan geçerek gelmiştik ki... Çırılçıplak, aramızda terden başka birşeyin girmediği anlarda bile geçmişin kirli anılarıyla öyle kalabalıktık ki... Seni anlamama, sana yardım etmeme imkan yoktu.

Canının acısına dayanamayıp çığlık çığlığa beni durdurduğun o yarım kalan sevişmeden sonra bütün buluşmalarımız benim için de bir kabusa dönüştü.
Öğleden sonraları geliyordun. Ben yorucu bir gecenin ardından yataktan henüz çıkmamış oluyordum. Duyulur duyulmaz bir tıkırtıyla kapıyı çalıyordun. Yiyecekler getirmiş oluyordun ya da okunacak bir yabancı dergi... Kahvaltıyla ya da okuyarak sevişmeyi ertelemeye çalışıyordun. Benimse dostluğa ayıracak vaktim yoktu. Akşam güneşi, pancurların arasından odayı hala aydınlatırken, çarşının gürültüsü dışarıda devam ederken biz sevişmeye uğraşıyorduk. Önce dikkatle, o ilk öpüşmemizde yakaladığım tadı arayarak, bir kuyumcu dikkatiyle çalışıyordum vücudunun üzerinde. Sen gayret ediyor ama git gide daha çok kasılıyordun. İçine girdiğimde acıyla inliyor, beni dışarı atmaya çabalıyordun. “Çabuk, n’olur çabuk”... Derken meme uçlarının son umutlarımla beraber söndüğünü ve tamamen duyarsızlaştığını görüyor ve kuduracak hale geliyordum. Sonunda herşey bir itişip kakışmaya dönüşüyor ve sözde sevişmemiz benim herşeyi daha sefil bir hale getiren boşalmamla bitiyordu.

Sen yorgun üstünü başını topluyor, bacaklarının arasını acı içinde kuruluyor ve başını göğsüme yaslayıp “aşk”ının karşılığını istiyordun. Birkaç sevgi sözü birkaç okşayış... Bense hırslı, ne olduğunu, neden olduğunu bir türlü anlayamamış ve gerçek manada boşalamamış bir halde yanında duramayıp birşeyler içmeye kalkıyordum.

Akşam seni geçirdikten sonra genelevdeki kızların yolunu tutuyordum. İçlerinden birini, onbeş yaşlarında bir göçebe kızını sana benzetmek için elimden geleni yaptım. Senin kokunun aynısından alıp ona sürüyordum. Lekeli, kötü kokulu çarşafların üzerinde senin utangaç hallerinle sevişmesi için onu zorluyordum. Ama dudakları sert ve incecikti. Teninin senin teninin derinliğiyle ilgisi bile yoktu.

Gitgide her sevişmede biraz daha uzaklaşıyordun benden. Vücudun sevdikçe ulaşılmaz, yakından baktıkça tanınmaz bir hale geliyordu. İçimde korkunç bir fethetme duygusu kamçılanıyordu. İçimdeki “erkek”, kadınlar ve erkekler tarafından binlerce defa aşağılanmış ve hevesi kırılmış olmasına rağmen son kez başkaldırıyor ve seni istiyordu.

17.
“...biz erkeği güçlü ve dölleyici yarattık. Hatta onu çoğalmaya çalışırken görenlerin gözleri korkar. Onu eşine işkence ediyor sanırlar. Oysa ki onun aşkını göstermek ve eşinden aşk dilemek ve bu ıssız dünyada yalnızlığını gidermek için tek yolu budur. Meğer ki kendine göre bir eş bulsun. İşte onlardan bazılarına günahlarına mukabil cezaların en kötüsü layık görülür. Onlardan bazı erkekler narin, çocuksu, isteksiz eşlere aşık ve mahkum edilirler. Ki önlerinde kırbaç halini almış erkeklikleriyle masum eşlerini değil kendi kendilerini dövsünler, ki ne kadar yalnız ve ufak olduklarını anlasınlar. İşte erkek soyundan olanlara Tanrının kurduğu tuzak budur. Artık nasıl inkar edersiniz, Tanrı en iyi tuzak kurandır...”

18.
Küçükken, dokuz yaşındayken evinizde bahçıvanlık yapan bir işçi ırzına geçmeye çalışmıştı.

O , iri siyah gözlü afacan kız, bir kedi merakıyla bahçedeki seraya girmişti birgün. Bahçıvan onu gözlüyordu. Seranın tozlu bir köşesine sıkıştırıp pantolonunun önünü açıvermişti. Küçük kızın gördüğü ilk erkeklik organıydı. Donup kalmış, rüyalardaki gibi sesi bile çıkmamıştı. Adam kötü kötü kükürt kokuyordu. Üstü başı bitkileri ilaçlamakta kullandığı kükürtle kaplıydı neredeyse. Kızın üstüne abanmış, belirmemiş göğüslerini bir iki ısırmış, dudaklarından öpmeye çalışmış, sonra da içine bile girmeden bacaklarının arasına boşalıvermişti. Bir dişinde küçük, beş köşeli bir yıldız kakması olduğunu ancak işini bitirip gülümsediğinde farkedebilmiştin. Birkaç gün içinde, evden çaldığı yükte hafif pahada ağır birkaç parça eşyayla birlikte ortadan kaybolmuştu.

Yıllarca bu kükürt kokulu, ılık ve tozlu anıyla, yakıcı bir pislik duygusuyla yaşamıştın.

19.
Bacaklarının arasındaki görünmez kilitlerin nedeni buydu. Seni öperken, okşarken, elinden tutarken kabul edebiliyordun beni. Ben o kükürt kokusunun temsil ettiği herşeyin tersi, sevdiğin, temiz aşkındım.

Ama beni içinde hissettiğinde, içinde, kollarının arasında gidip gelmeye başladığımda, yavaş yavaş O’na, çocukluğunun o korkunç hayaletine dönüşüyordum. Sonunda, artık gemi azıya almış bir hayvan gibiyken, ben olmaktan çıkıyor, O oluyordum.

Eylül’dü. Sıcaklar bitmişti artık. Odamda hava daha erken kararıyordu. Seviştikten sonra bir örtüye sarınıp yatmak zorunda kalmıştık. Dişinde yıldız kakması olan bahçıvanı anlatıp sarsılarak ağlamaya başlamıştın. Hayatımda hiç bu kadar samimi gözyaşları görmemiştim. Birden kendimi sana çok yakın hissettim. Sanki aynı kaderi paylaşıyorduk.

İçimde bir çözülme oldu. O güne kadar hiç yapmadığım birşey yaptım ve sana kendi hikayemi anlatmaya başladım. İlk sevgilimi anlattım önce, onun bana yaşattığı tecrübeyi, seninle sevişirken bile hala arasıra onu hayal ettiğimi, hayatımdaki ilk kadın olduğunu, onun yüzünden nelerden vazgeçtiğimi. Sonra Nasip sayesinde nasıl başka bir zevk alanına girdiğimi, nasıl erkeklerle düşüp kalkmaya başladığımı anlattım. Nasıl zengin olduğumu öğrendiğinde gözlerin büyüdü. Ağlamayı kesmiştin. Taş kesilmiş gibi beni dinliyordun. Genelevdeki göçebe kızdan bahsettim, beni hergün gördüğün halde evde yazıp getirdiğin aşk mektuplarını o kıza yüksek sesle okuttuğumu anlattım. “Gördün mü” diyordum, “kimse yeterince temiz olamaz, herkesin kirli bir tarihi vardır”...

Yataktan fırlayıp banyoya koşturdun. Kustuğunu duydum.

Banyodan çıktığında bir yabancıydın artık.



20.
Evime gelmeye ve beni sevmeye devam ettin. Ya da ben öyle sandım. Hergün geliyordun. Sevişmeden, soyunmadan öylece yatıyorduk. Geceleri birlikte olduğum fahişelerden bahsediyordum sana. Hiçbir kıskançlık belirtisi göstermeden, ifadesiz bir yüzle dinliyordun. “Kıskanmıyor musun?” diyordum, şefkatle kollarına alıyordun beni “Canım benim, ne alakası var? Ben seni seviyorum. Dünyanın en pis hayvanıyla bile yatsan yine severim seni”... Bense anlamıyordum, hiçbirşey anlamıyordum.

Bir sabah uyandığımda yatakta doğrulamadım. Gece yazdan kalma alışkanlıkla pencereyi açık bırakıp çıplak yatmıştım ama hava çok soğumuştu. Çok kötü üşüttüğümü anladım. Ateşim yükselmişti. Vücudum kırılıyordu. Öğleden sonra geldiğinde sana kapıyı açmak için ilk defa ayağa kalktım. Zor bela kapıya kadar indim, açar açmaz kucağına yığıldığımı hatırlıyorum.

Gözlerimi açtığımda hava kararmıştı. Başucumda duruyordun. Elinde bir bez vardı. Bir tastaki soğuk suda bezi ıslatıp alnıma, göğsüme, kollarıma bastırıyordun. Soğuk suyun verdiği rahatlıkla gülümseyip birşeyler söylemek istedim ama başaramadım. Parmağını ağzına götür sus işareti yaptın. Alnımı okşadın.

Bir kere daha kendime geldiğimde gecenin çok geç bir saati olmalıydı. Kendimi çok iyi hissediyordum. Yanımda değil yerde yatıyordun. Baban nasıl olmuş da seni aramamıştı. Ateşim düşmüştü, beni iyileştirmiştin. Yerde çok garip bir biçimde, yüzükoyun, ellerini başının altına toplamış, ayaklarını neredeyse diz çöker gibi iyice büzmüş yatıyor ve rüya gören bir köpek gibi inliyordun. Seslendim. Birden neredeyse bir hırıltı çıkararak, sıçrayarak uyandın. Beni tanımadan öylece, dört ayak üzerinde, yüzünde o güne kadar hiç görmediğim bir ifade, baktın bana. Sonra yüzün yavaşça değişti. Sürünerek yanıma geldin ve ağlamaklı bir sesle kötü bir rüya gördüğünü söyledin.

21.
O geceden sonra yaklaşık bir hafta gelmedin. Seni aramak için evinizin önünde dolaştım ama bir türlü göremedim. Garip bir kırgınlık ve isteksizlik çökmüştü üzerime. Kimseyi istemiyordum. Ne bir kadını, ne bir erkeği. Artık sadece seni istiyordum. Sevişmeyi beceremesek bile iyi bir çift olduğumuzu, hayatımda bana senden daha iyi davranan kimse çıkmadığını ve çıkmayacağını anlamıştım.

Bir gece sokaklarda manasızca dolaşırken şehre ilk geldiğim günlerde karşılaştığım kaçık dilenciyi gördüm. Hala burada olduğumu görünce lanetler okumaya başladı. “Git buradan, kurtar kendini. Hem kendini hem herkesi kurtar. Bu şehir lanetli. Görmüyor musun. Son fırsatı kaçırma!”

Yaklaşık bir hafta sonra, yine bir öğleden sonra aniden geliverdin. Yüzün bembeyazdı. Adet görmüyordun. Hamile kalmıştın.

Bu konuda çok az konuştuk. Hayatımda ilk ve son defa bir çocuk sahibi olmanın ne manaya geldiğini derinlemesine düşündüm. Sen ve ben. Bir de çocuk. Bir aile!

Şehrin kenar mahallelerinden birinde bulduğum bir kadın bizi çadırına kabul etti. Parasını peşin aldıktan sonra seni çadırın ikinci bölmesine götürdü. Korkuyor muydun? Belli etmemeye mi çalışıyordun? Yüzün öyle boş, öyle boştu ki.

Çadırın bir köşesinde yalnız kalmıştım. Dışarıda, çadırın önünde bu yoksul göçebe mahallesinin çocukları oynuyorlardı, sesleri gelip beni buluyordu. Yan bölmeden garip bir takım otların buğulu kokusu geliyordu. Kadının bir dua okuduğunu senin ince, kesik kesik iniltiler çıkardığını duyuyordum. Yarım saat kadar sonra kadın kapıyı araladı ve “Sana el sallayacakmış” dedi. Keçe kapının aralığından yerdeki pis bir yatakta yattığını gördüm. Gözbebeklerin biraz kaymıştı. Bir çarşafın altında aralık tuttuğun bacakların hala titriyordu. Gülümsemeye çalışarak bana baktın ve el salladın. Ama gözlerin, yüzünden, yüzünün gösterdiğinden bambaşka birşey anlatmak ister gibiydi. Gözlerin senin gözlerin değil, yüzüne takılmış bir korku maskesinin gözleriydi sanki.

O çaresiz bakışı, “Çok mu çirkin oldum şimdi? Bana ne oldu böyle” bakışını bir kere daha görmek için çok beklemeyecektim.

22.
Baban neler olduğunu daha o akşam anladı. Bebeğimizi çadırında terkettiğimiz kadın yeterince yetenekli değildi. Gece acıyla çığlıklar atarak uyandın. Odana koşturduklarında seni bacakarandan sızan kanla deliye dönmüş olarak buldular.

Tabii konuşmadın. Başına gelenlerden kimin sorumlu olduğunu söylemedin. Baban doktorlar gittikten, tedavin birkaç gün içinde bittikten sonra da seni odana kapattı ve dışarı çıkmanı yasakladı. Kimseyle konuşmuyordun, hizmetçiler sana zorla bile olsa yemek yediremiyorlardı. Kim olduğuma dair hiçbir ipucu vermeden sayfalarca mektup yazdın bana. Hepsini bir torbaya dolduruyordun. Bazen başın çatlayacak gibi ağrıyordu. O zaman kimseyi tanımayacak hale geliyordun. Bir sabah çok sevdiğin maymunun Fethullah’ı boynu kırık, göğsünde bir delikle yatağının yanında buldular. Sen hiçbirşey olmamış gibi yatağında oturuyor, elinde Fethullah’ın kalbini tutuyordun. O zaman hiç olmazsa evde serbestçe dolaşmana izin verildi.

O gece kapı o her zamanki duyulur duyulmaz tıkırtılarla çalındığında önce kulaklarıma inanamadım. Seni görmeyeli iki aydan fazla olmuştu. Babanın gazabından korktuğum için evinizin yakınına bile gidemiyordum.

Kapıyı açtığımda hemen üstüme atıldın ve sımsıkı sarıldın bana. Bir an için nefessiz kaldım. Çabuk çabuk konuşmaya başladığında sesinin çatlak çatlak çıktığını farkettim, gözlerinde inanılmaz bir pırıltı vardı. Bir an için delirmiş olduğunu düşündüm. Evden kaçmıştın. Üzerinde sadece ipek geceliğin vardı. Elinde bana yazdığın mektupların bulunduğu torbayı sıkı sıkı tutuyordun. O yumuşak ürkek kız gitmiş, yerine çocukluğundaki yaramaz, ele avuca sığmaz yaratık gelmişti sanki. Nefes nefese beni öperek, ağzın ağzıma değerken konuşmaya çalışarak mutlaka şehirden kaçmamız gerektiğini yoksa babanın seni öldüreceğini söyledin. Kapıda bizi ahırlarınızdan çaldığın bir at bekliyordu. Delici bakışlarla gözlerimin içine bakıp beni sarsıyordun “Çabuk, vakit yok. Yalnız üstüme giyecek birşeyler ver bana. Bu gecelikle hiçbir yere gidemem”. Sana kendi şalvarlarımdan, gömleklerimden verdim. Saçlarını toplayıp bir fesin içine sıkıştırdık. Yolda karşımıza çıkacak milisler kesinlikle kız olduğunu anlayamazlardı.

Gece şehir pırıl pırıl dolunayın ve yıldızların altındayken kaçtık. Atımızı çöle sürdük. Sınırı geçebilirsek belki başka bir ülkede herşeye yeniden başlayabilirdik.

Yazdan kalma, ılık ve sakin bir geceydi. Sinema gösterilerinin yapıldığı bahçede o saatte iki zengin sarhoş Roma’nın safahatını anlatan siyah beyaz, sessiz bir film seyrediyorlardı. İki ağacın arasına gerilmiş çarşaftan beyaz perde rüzgarda hafif hafif sallanıyordu.

23.
Çölde bir saat kadar at koşturduktan sonra karşımıza çıkan bir vahada durduk. Atımız yorgundu. Küçük bir göl, iki üç palmiye ağacı vardı. Suyun başına yürüdük. Dolunayın sessiz ışığıyla pırıl pırıl aydınlanan çöl çevremizde uzanıyordu. Uzakta, şehrin parlak ışıklarını görebiliyorduk.

Yol boyunca hiç konuşmamıştık. Sadece bazen canımı acıtacak kadar sıkı, belime sarılmış, arasıra kahkahalar ve küçük sevinç çığlıkları atmıştın.

Atı su içerken bırakıp biraz yürüdük. Suyun çevresini dolandık. Son bir umutla sana sarıldım, yavaşça dudaklarından öptüm. Tıpkı ilk öpüşmemiz gibiydi. Çok tatlı gülümsedin ve “Beni hala seviyor musun?” diye sordun.

Başımı sallayarak, evet dedim. Sana karşı belki en samimi olduğum andı. Dudaklarını büktün ve “Seviyorsun ha, seviyorsun” dedin. Beni yavaşça ittin. Gözlerine yine o delici parlaklık yerleşmişti.

Suya doğru yürümeye başladın. Bir çocuk şarkısı mırıldanıyordun: “Tam ortasındayım yağmurun” diye başladığını hatırlıyorum. Suya girdin ve şalvarın ıslanmasına aldırmadan ilerledin. Su ortalarda beline kadar yükseliyordu. Dümdüz karşıya geçtin. Atın yanına vardığında uzaktan tekrar gülümsedin bana. O zaman yorulduğumu, adım atacak halim kalmadığını farkettim. Oracığa çöktüm.

Gözlerimi açtığımda sabah olmak üzereydi. Hala suyun karşı kıyısındaydın. At yere yatmıştı. Sen de onun yanında diz çökmüş, atın karnının hizasında, sırtın dönük duruyordun. Bana yazdığın mektuplar darmadağın çevrenize yayılmıştı. Güldüğünü duyuyordum. Doğruldum ve dikkatli bakınca yanındaki sırtlanı farkettim. Ağzı kan içinde atın deşilmiş karnında kendisine yiyecek bir lokma arıyordu. Deli gibi bağırarak yerden bir taş kaptım ve sırtlana doğru fırlattım. Hayvan taşı yiyince acı bir çığlık attı ve iki üç adım öteye kaçtı.

Bir hırıltıyla bana doğru döndün.

Kanım dondu. Atın kanına bulanmış yüzün değişmiş, bir vahşi hayvan yüzüne benzemişti.

Ansızın çıkan bir rüzgar suyu titretmeye, palmiye yapraklarını ve giysilerimizi uçurmaya başladı.

Vücudunun biçim değiştirdiğini ve aslında oturmayıp ayakta kalmaya çabaladığın halde, neredeyse dört ayak üzerinde durduğunu gördüm. Gömleğinin yırtılan yerlerinden kıllar fışkırıyordu. O güzelim saçların şimdi sert tüylü bir yele gibi görünüyordu.

Rüzgar giderek artmaya, kumları, mektuplarını havalandırmaya başlamıştı.

Bağırarak suya atıldım ve sana doğru gelmeye çalıştım. Uzun dişlerini ve tırnaklarını göstererek tekrar hırladın ve geriye çekildin. Sırtlan beni kolluyordu.

Bir vahşi hayvan gibi beni korkutmaya çalışıyordun ama hala aynı kalan gözlerinde o yaşlı kadının çadırında gördüğüme benzeyen bir ifade vardı: “Çok mu çirkin oldum şimdi? Bana ne oldu böyle?”

Yanına yaklaşmaya çalıştım tekrar. Korkunç bir sesle uluyarak iyice uzağa kaçtın. Sırtlan da seni izledi. Taa uzaktaki bir kum tepesine kadar birlikte koşturdunuz. Orada birden sırtlanın artık sırtlan olmadığını ama gezici kumpanyadan arkadaşım Mazlum olduğunu ve ayağa kalkıp bana el salladığını gördüm. Sen de dört ayak üzerinde son defa dönüp baktın bana. Son defa adını haykırdım. Ama o kelime artık senin adın değildi. Arkamda patlayan bir gürültüyle dönmek zorunda kaldım. Uzakta, şehrin üzerinde inanılmaz büyüklükteki yoğun bir kum bulutunun içinde yıldırımlar patlıyordu.

Bu o dilencinin sözettiği, yıllardır beklenen kum fırtınasıydı işte. Şehir kumlara gömülüyordu. Çöl şehrin üzerini örtüyordu.

Birden arkamdan boynuma sarılan birini hissettim. Gırtlağıma soğuk, sert birşey dayandı. Canım acımadı ama bir saniye içinde boğazımın kesildiğini anladım. Kan oluk gibi fışkırdı. Elim bir refleksle gidip boğazımı tuttu. Ama kana engel olmak imkansızdı.

Katilim gülümseyerek karşıma geldi. Üzerinde bir işçinin, daha doğrusu bir bahçıvanın kıyafetleri vardı ama dişindeki yıldız biçimi kamayı görüp yoğun kükürt kokusun aldığımda onu tanıdım. Efendimdi bu...Yere diz çökmüştüm. Dikkatle bana bakıyordu.

“Bu sefer de başardık, aferin sana!” dedi. Geri dönüp kuma gömülen şehre bakarak bir kahkaha attı.

Tekrar bana döndüğünde Nasip olmuştu. Sevgiyle, merhametle gülümsüyordu şimdi. Üzerime eğildi. “İşimiz bitti, haydi şu sefil vücudu bırak da gidelim” ölmemi kolaylaştırmak için elimi boğazımdan çekti. Kum yere fışkıran kanı, o damarlarımı tutuşturan sıvıyı hemen emiyordu. Uzun sarı saçları yüzüme değdiğinde onun aslında ilk sevgilim olduğunu, beni aşkla ilk tanıştıran kadın olduğunu gördüm. Bana yaptıklarının sadece bir oyun, zamanın başlangıcından beri hep oynadığımız ve zamanın sonuna kadar da oynayacağımız bir oyun olduğunu anlıyordum. Evet hayatıma giren ve hikayemizi yönlendiren insanların hepsi oydu. Efendim, kılık değiştirmelerin ustası. İkinci en iyi tuzak kuran.

Yüzler birleşmiş, hikaye tamamlanmıştı. Herşeyin hatırlandığı andı bu.

Ben yirmi yıldan biraz fazla geçirdiğim o vücudu terkedip yükselirken efendim son kez kendi yüzüyle baktı bana. Onu bir kere daha memnun etmiştim. Bir kere daha seni koruyucusu olduğun şehirden kaçırmış, onun rehberliğinde seninle bir hikaye daha yaşamıştık işte.

Şehrin üzerinden geçtim. Pazar yerinde oradan oraya koşuşturan insanları gördüm. Çoğu sığındıkları yerden çıkar çıkmaz birkaç adımdan sonra yere yıkılıp hareketsiz kalıyordu. Nasip kılığındaki efendimle oturduğumuz, seninle saatler geçirdiğimiz evin camları yerle bir olmuş, içeri kumlar doluyordu.

O güzel eviniz de sessizce kumlar altında kalmıştı. Seni ilk defa öptüğüm lisenin bahçesini kumlar çoktan örtmüştü. Göçebelerin oturduğu mahalle darmadağın olmuştu.

Birtek eğlence yeri, birtek kervan, birtek hayvan, birtek insan kurtulamadı oradan. Tanrının gazabının önünde hiç bir engel yoktu artık.

Şehre son defa baktım ve buna benzer bir hikayeyi bir kere daha yaşamak zorunda olduğumu ve şansıma nerenin düşeceğini sordum kendime.

Sonra aşağıdaki herşey karanlığa ve kumlara gömüldü.

24.
Herşey böyle oldu. Hatırlıyorum. Çölü de hatırlıyorum, daha öncekileri de... İstanbul’da geçen son hikayemiz de küçük birkaç değişiklikler dışında buna benziyordu ne dersin?

Seninle kaç kere karşılaştığımızı hatırlıyor musun? Ben efendimin emrinde kör, geçmişlerinden habersiz bir görevli; sen tanrının günahkar şehirlere yerleştirdiği masum koruyucu olarak böyle kaç hikaye yaşadık? Kaç kimlik, kaç yüz, kaç isim, kaç aşk, kaç dönüşüm, kaç doğum, kaç ölüm gördük?
İstanbul’da seni son defa sevdim. Seni son defa baştan çıkarıp son defa büyüttüm. İçindeki canavarları uyandırıp seni son defa bir canavara dönüştürdüm. Senin yüzünde gerçek aşkı da gördüm saf nefreti de. Korkuyu gördüm, insanın kanını donduran.

Bu şehri de bir çöle dönüştürmeyi başardık. Yeryüzündeki bu son görevimi tamamladığımı biliyorum ve her zaman olduğu gibi her şeyi hatırlıyorum artık. Ama henüz efendim ortaya çıkıp beni bu vücuttan kurtarmadı. Geçmişin yüzlerce hikayesini hatırlamanın acısıyla bir hayalet gibi dolaşıyorum gri sokaklarda. Şehri dolduran insanlar da sanki birşey olmamış gibi, sanki çöle alışkınlarmış gibi yaşayıp gidiyorlar. Çöldeyiz! Nasıl anlamıyorlar? Beni kaçınılmaz kaderimden kurtaracak tek şey, sevgin, yok artık. Bundan korkunç birşey olamaz. Nasıl dayanıyorlar?

Bu hikayenin bir benzerini bir daha yaşarsak, ki yaşayacağız, bu günleri hatırlayabilir miyim? Hatırlarsam bir kere için efendime baş kaldıracak ve seni koruyacak gücüm olur mu? Bilmiyorum.

Bildiğim, sen şimdi bu çölün, İstanbul’un kimbilir hangi köşesinde kaybolmuş durumdasın. Kaybolmuş, tanrı tarafından bir kere daha terkedilmiş, neye uğradığını anlayamamış bir melek. Benden birkaç ışık yılı uzakta bir melek... Bana gerçekten kızgın mısın?

Sana “müdahele” ettikleri odanın kapısından nasıl el sallamıştın hatırlıyor musun?

Biraz fazla öpüşsek dudakların morarıverirdi, hatırlıyor musun?

Ne zaman hasta olup ateşlensem serin ellerinle başımda beklediğin o geceyi hatırlıyorum, biliyor musun?

Biliyor musun, ilk sevişmemizden sonra “Biz şimdi sevgili mi olduk” deyişin aklımdan hiç çıkmıyor.

Telefon numaranı ne yapsam unutamıyorum. Bazen başka birini ararken kendiliğinden seninkini çevirdiğimi farkediyorum. Evde kimse yok. Yoksun. Kendi kendime “bip bip” sesleri çıkararak boş evde çalan telefonu hayal ediyorum. Artık üzülmeden sizin oralardan geçemiyorum. Artık “orkas” beni güldürmüyor. Kiraz şekerleri ağlamaklı yapıyor. Artık doğum gününü çok iyi hatırlıyorum. Seni bütün hayatlarımda hiçbirşeyi özlemediğim kadar çok özlüyorum.

1992, İstanbul

Saturday 23 July 2011

Lut Gölü Tarihi - Amerikan Güzeli'nden



Her sabah günden güne kabaran suyla nemli yataklarda uyanırdık. Artık büyüdüğümüz günlerdi.

Her sabah aynı başlangıç... Sürdürmemiz gereken bir hayat vardı.

Ama sınırlarımızda tutsak bir acı su, bir kırbaç gibi savrularak, herşeyi birbirine katardı.

Kıyısız bir kumsalda dönüp durmaya cezalıydı su, kendine bir içdeniz oyardı. Toprağımızı aşındırıp bizi boş bir kabuğa çevirecek diye korkardık. Sırça kaplara boşalmaya çalışırdık. Oysa kentin lağımları bile kaldıramazdı şakaklarımızda, bileklerimizde, boyunlarımızda atan suyu; ucu ve yurdu olmayan aç suyu.

Bizdik, herkesin unuttuğu bir suç yüzünden suyu cezaya vuran. Ceza bitmişti ve su ırmak olma heveslisiydi artık. Ama hınçla akıyor olmak, ırmak sayılmaya yetmezdi.

Neredeydi bu suyun yorgunluk alan serin ve geniş yuvası?

Bunca birikmiş özlemi kim karşılayacaktı?

Bir yarayı andıran içdeniz eskisini nasıl kapatacaktık?

Geceleri tek kişilik kızgın vadilerde göl göl olmuş bulanık su, sarsıntılı deltaların düşlerini kurardı.

Peki biz, içimizdeki ırmağa göre bir deniz, nereden bulacaktık?


1984 İzmir

Friday 22 July 2011

Gelincik - Amerikan Güzeli'nden

 
 
 
 
 
 
“Aşk yıkıcıdır.
Bu yüzden biz insanlar için
aklın sınırlarından bir kurtuluş demektir.
Aşk yaratıcı bir ilişki olan dostluğa hiç benzemez. Aşık yoketmek ister.
Sevdiğiyle birlikte eriyip bir bütün olmak ister.
Bu,‘ölümün öte yanındaki görünmez kürelerle
turuncu ıslıkları tanıma isteği’dir.
Aşk her zaman karşılıksız ve imkansızdır...”
 
Warwick Hunt
“The Modern Image of Love: Is it Going to Focus?”
s: 213

l.
Dişi örümcekler gibi her sevişmeden sonra sevgilimizi ortadan kaldırabilseydik belki her şey daha kolay ve aşkın doğasına daha uygun olurdu.

Bunu şimdi bir düşün ya da bir daha seyredilmesi imkansız bir filmin kahramanları gibi belleğimin bir köşesinde kalan Gelincik yüzünden düşünmüştüm. Gençliğimin, çapraşık bir yalnızlık ve o meş’um “cinsel kimlik arayışı” yıllarının başkahramanı Gelincik yüzünden...

Demek ki zaman gerçekten çok çabuk geçiyor. Onu hatırlamaya çalışınca her şey dün gibi. Oysa Gelincik’in hayatıma girdiği günlerden bu yana ne çok şey olup bitti.

Yeryüzünden bir topyekün savaş daha geçti örneğin. Savaşın başladı-başlayacak-yok-canım-savaş-mavaş-çıkmaz günlerinde Gelincik hayatıma girmişti. Beni yurdumdan uzaklara, onu hayatın dışına savuran da o savaş oldu.

Bizimle birlikte milyonlarca insanın hayatını darmadağın eden o savaş şimdi yaşadığım bu soğuk ama korkunç huzurlu ülkeye ancak TV haberleri ve ufak çapta bir mali kriz şeklinde ulaşmış. Buranın yaşlıları, benim kuşağımdan olanlar az çok hatırlıyor olan biteni. Ama biraz daha gençler bizim çektiklerimizden tümüyle habersizler. Bazen mesela bir barda birini kıyıya çekip “Yahu” diyorum, “biz bunları bunları yaşadık, savaştan önce anayurdum şöyle şöyle bir yerdi”... Hemen yanımdan kaçıyorlar. Ülkemin dünya siyasi haritalarından silinmesine sebep olan savaş da, işgal, kan ve açlık yılları da sanki sadece benim kafamda olup bitmiş soluk birer anı artık.

Bir zamanlar yurdum dediğim o yerden aklımda güneş altında zeytin ağaçları, bağlar ve sıcak bir öğleden sonra dudaklarımda kuruyan deniz suyunun tadı kalmış. Bir de Gelincik var tabii... Gelincik dışında herşeyi, hergün artan bir hızla unutuyorum. Ana dilimi, bir tek fotoğraf bile kurtaramadığım çocukluk anılarını, ailemi, insanların ve şehirlerin yüzlerini, ev içlerinin kokusunu, müziği, yemekleri...

Hatırladığım bölük pörçük ayrıntılar da birkaç yarı deli tarihçi dışında kimsenin ilgisini çekmiyor. Gerçi bir yazar olmak beni bu toplumda da saygın bir yere getirdi. En azından diğer yurttaşlarıma göre çok iyiyim. Arasıra bir gazeteci evime uğrayıp yılbaşı için, halka neler dilediğimi soruyor; panellere çağırıp yarışmalarda seçici kurullara alıyorlar; liselerde konuk ediyorlar. Ama bir toplantıda şaka olsun diye ana dilimden bir sözcük ya da ne bileyim bir şarkı söyleyeyim diyorum, öylece bakakalıyorlar. Kimse gülmüyor bile. Beni artık biraz bunamış, iyi sayılabilecek ama önemsiz bir “yabancı yazar” olarak görüyorlar.

Bu kupkuzey ülkesinde altı ay süren beyaz geceler ve kara günler içinde çok yalnızım. Dünyanın dört bir yanına dağılmış halkımdan çok uzaktayım ve artık yurttaşım bir şairin yıllar önce dediği gibi “Denizim ben, batık aşklarla dolu” diyecek yaştayım.

2.
Aslında kendimi bir gece Gelincik’le aynı yatakta buluncaya kadar ona aşık filan değildim. Evet, ilk görüşümden başlayarak ondan çok hoşlanmıştım, tanışmak için günlerce fırsat kollamış, onu hayal ederek geceler geçirmiştim. Ama rastlantıyla aynı yatağa düşmeseydik, belki ona dokunmaya bile cesaret edemeyecektim. Böylece iz bırakmadan ya da ancak soluk bir iz bırakarak çıkıp gidecekti hayatımdan.

Oysa o gece Gelincik’in ince bedeni üzerinde bir aşkın bütün süreçlerinden geçtim. Aşık oldum, sevdiğimi istedim, son sınıra kadar gittim, umduğumu bulamayıp küstüm. Sabahleyin çoğu bitmiş aşktan sonra olduğu gibi eski sevgilimin, bir gecede eskittiğim sevgilimin yüzüne bakamayacak haldeydim. Çoğu bitmiş aşktan sonra olduğu gibi utanç ve pişmanlık doluydum.
Yine de Gelincik’i ve o geceyi ne zaman hatırlayıp yeniden kurmaya kalksam; bu utancı, sabah uyanıp beni yanında gördüğünde yüzünde beliren arsız gülümsemeyi değil; ilk karşılaşmamızda meraklardan en çocuksu bir merakla beni izleyişini ve yeni yetmelik çağımızda bizim kuşağı derinden etkileyen amerikan filmlerindeki serserileri taklit ederek “You’re curious boy, don’t be so curious” deyişini hatırlamak isterim.

“Şansım olsa, annemden kız doğardım” demişti. Erkeklerin çoğu erkek olmanın güçlüklerinden sıkılınca buna benzer laflar ederler. Ama o hemen eklemişti: “Ciddiyim yahu, bakma öyle suratıma”...

3.
Onu ilk gördüğümde, küçücük bir mutfaktaydık. O yıllarda dünya yeni savaşına hazırlanıyordu. Dolayısıyla ülkemizde askerlik hala zorunluydu. Gelincik’i gördüğüm ilk gün askerliğimi yapmak için gönderildiğim deniz birliğinde de ilk günümdü.

Ülkemin en büyük şehrinden geliyordum. Askere gitmek üzere oradan ayrıldığım gece, denizi, vapurları, üç dinin tapınaklarını barındıran sokaklarıyla, bu yoldan çıkmış güzel şehri bir daha göremeyeceğimi bilmiyordum. O küçük sahil kasabasına uzun ve karmaşık düşlerle dolu bir gece yolculuğundan sonra varmıştım. O günlerde film senaryoları yazıyordum. -Gülünç, o zamanın hikaye anlatan hareketli resimleri plastik bir film üzerine çekilirdi. Şimdi müzelerde gördüğünüz şeyler işte.- Yazdığım şeyleri kendim bile unuttum. - Neyse, ayrıldığım gün bir senaryom filme çekilmek üzereydi. Kız arkadaşım beni terketmiş, başkasını bulmuştu . Kısacası kuzeyin karanlık denizleri kıyısındaki bu kasabaya geldiğimde hala geride kalanları düşünmek ve derdime yanmak için yeterli nedenim vardı.

İnsan rüyadan uyandığında, gördüğü harika ülkeleri, rüyanın olay dizisini, seviştiği insanlarla boğuştuğu canavarları en yakın arkadaşına bile anlatamaz. Anlatmaya kalktığında bambaşka bir şey olduğunu farkeder. Çünkü rüyanın kendine özgü mantığı çoktan kaybolmuştur. Şimdi ben de herkesin unuttuğu ülkemin, unutulmuş kabuslarını anlatmaya çalışıyorum. O zamanlarda, istisnasız her erkek yurttaşımın üzerine çöken “askere gidiş” duygusunu nasıl anlatsam? Şöyle desem olur belki: Askerlik çocukluktan başlayıp gençliğe uzanan bir hadım edilme sürecinin son halkasıydı. Erkek çocuklar önce sünnet sırasında gerçek manada, sonra okulda ve askerlikte mecazi olarak hadım edilir ve vatana millete hayırlı, sessiz birer adam olmaları sağlanırdı.

Toplam on beş dakika içinde kasabada bir tur atılabiliyordu. İki turdan sonra sıkılıp bir kahveye oturdum. Deniz griydi. Yaz başı olmasına rağmen hava kapalı ve serindi. Kıyı, çocukluğumun geçtiği güneybatı kıyılarından nasıl da farklıydı. Sarp kayalar, yemyeşil tepeler birden kesilip uçurumlarla denize bağlanıyorlardı. Kahvedeki bir iki ihtiyarın uyuşuk sohbetine, mermer masanın üzerindeki çay lekesine yapışmış bir karıncaya bakarken uyuyakalmışım. Daha doğrusu bunu, uyandığımda anladım. Düşsüz, uzun mu kısa mı olduğunu ancak saate bakarak anlayabileceğiniz cinsten bir uykuydu bu.

Öğleden sonra saçımı sakalımı kestirmek için berbere gittim. Aynada bir başka adama dönüşmemi izledim. Sonra berber bundan sonraki altı ayımı geçireceğim topçu birliğini gösterdi, taa uzaktaki bir tepeyi işaret ederek. Karayolunda yürüyerek tepeyi tırmanırken beni “Şen Denizciler” dekorunun beklemediğine ikna olmuş durumdaydım.

4.
Karşısına çıktığım birlik komutanı önce gözlüklerime ve konuşma tarzıma bakınca, sonra da kimlik kartımı inceleyince şaşırmıştı biraz. Üniversite mezunu olduğum halde neden er olmayı seçtiğimi sordu. “Daha kısa olduğu için”. Gönüllü olarak er olmayı seçen subay adayları daha kısa askerlik yapıyorlardı. Güzel Sanatlar mezunu olduğumu görünce ne iş yaptığımı sordu. “Sinemada çalışıyorum. Senaryolar yazıyorum”... “Nasıl yani? Elle mi daktiloyla mı?”, “Tabii ki.. genellikle..daktiloyla”...

Bu iyiydi işte. Demek daktilo yazmayı biliyordum. Öyleyse burada da işime devam edecek ve birliğin bürosunda “katip” olacaktım. Çıkmamı, çavuş bilmemkimi bulup yatacağım yeri, dolabımı filan öğrenmemi emretti. Ben onun çiçek bozuğu yüzünü, tam bir büro gibi toz kokan odanın duvarlarında asılı şemaları, vesikalık fotoğrafları, sümenin üzerinde tıpırdatıp durduğu tombul parmaklarını incelerken; ha, bir de unutmadan, üniversite mezunu olmamın birlikteki erlerin yüzde sekseni cahil bile olsa bana bir ayrıcalık sağlamayacağını, tersine hareketlerime herkesten fazla dikkat etmem gerektiğini, beni hep izleyeceğini söyledi. Sonradan duyduğuma göre, beni bu uzak birliğe zorla sürülmüş biri, bir “siyasi” sanmış.

Çıkarken eğitim birliğinde öğrendiğim ve çocukça bir oyun gibi bellediğim asker selamını vererek “Emredersiniz komutanım!” dedim.

5.
Bahçede komutanın söylediği çavuşu sordum. Bu küçük tepede sis elle dokunulacak yoğunlukta hızla dolaşıyor, rüzgar insanın içine işliyordu. Sisin içinden birden yeşilimsi iş elbiseleri giymiş koca kafalı, kısa bacaklı, kocaman kara gözlü askerler çıkıyor, merakla sivil kıyafetle dolaşan beni seyrediyor, sonra tekrar sisin içinde kayboluyorlardı. Uzaktan bir takım komutlar ve düdük sesleri duyuluyordu.

Bulduğum çavuş beni sisten kurtarıp küçük bir mutfağa götürdü. “Akşam içtiması”na kadar burada beklemem iyi olacaktı. Akşam yemeği için kendisine özel birşeyler hazırlamaya girişirken bana da ocağın yanında bir sandalye verdi. Ocağın yanına, bacanın hemen altına iliştim. Çavuşun buranın eskisi olduğunu hemen belli eden rahat davranışlarına, kurallara hiç uymayan kılığına bakarken bana sorduğu soruları cevapladım.

Çavuş kuzeydoğudaki bir sınır köyündendi. Dağlı olduğu halde onu neden denizci yaptıklarını anlamıyordu. Birlikteki askerlerin çoğu gibi yüzme bilmiyordu. Yirmi yaşındaydı. Köyde bakkal dükkanları vardı. Evli ve iki çocuk babasıydı. Demek ben okumuş adamdım. Gözlüğüm beni ele veriyordu. Dedesinin gözlüğü benimkinden çok daha başkaydı. Güzel sanatlar okulundan çıkınca ne iş tutardı insan? “Senorya” ne demekti? “Şeyle” yatmış mıydım?- O zaman için çok ünlü olan bir film yıldızının adını hatırlamaya çalıştı.

Çavuşun sıvanmış paçalarından çıkan kalın bacakları, aylardır postallar içinde sıkışmaktan renk ve biçim değiştirmiş, şimdi plastik terliklere sığmayan ayakları; soğan doğradığı tahtanın çevresinde uçuşan ve her an soğana karışacakmış gibi görünen kara sinekler; mutfağın haşlanmış fasulye, yanık yağ, bulaşık suyu karışımından oluşan kokusu; içeri girip çıkan ürkek bakışlı bodur askerler, cevaplamak zorunda olduğum sorular içimi sıkmıştı. Burada kesinlikle altı ay geçiremeyeceğimi düşünmeye başlamıştım.

6.
İşte tam bu sırada içeri Gelincik girdi. Üst üste konmuş bir sürü kirli karavana tepsisi taşıyordu. Kirli metal tepsileri yanında oturduğum
fırının üzerindeki büyük, sıcak su dolu bir kazanın içine bıraktı. Kazandan üzerime biraz su sıçradı. Gelincik dönüp bana baktı.

Böyle numaraları artık kimse yapmıyor tabii. Ama eskinin filmlerine bakarsanız birgün, böyle mühim anlarda, anın altını çizmek için büyülü, belirli bir müzik kullanıldığını görürsünüz. Filmlerle fazla içli dışlı olan biri olarak ben de birden bire kulağımda öyle bir müzik duyuverdim. Çanlar, üçgenler çınladı. Hint flütlerinden uzun bir iç çekiş duyuldu. Onun buradaki herkesten farklı olduğunu ve bu zorunlu hapis hayatını beraberce bir kıyafet balosuna çevirebileceğimizi daha o an anlamış olmalıyım.

Kendi kendine konuşuyordu. Bana bakıp gözlerini kaçırdıktan sonra- aslında çok kısa sürmüştü bu an- şöyle bir gerindi ve ingilizce, “Shit!” dedi, “This is not what you’re suited, boy”... Sonra dönüp bir yerden sabun tozu çıkardı. Gözü ara sıra bana kaçarak sabun tozunu kazana döktü.

Uzunca boylu, zayıftı. Kızıl saçları buradaki herkes gibi kısacık kesilmişti. Ama saçlarının altından herkesten farklı olarak biçimli bir kafa çıkmıştı. Gözleri yeşildi. Birlik içinde giyilen iş elbisesinin üstünü çıkarmıştı. Boynuna kadar yüzü ve elleri güneşten yanmıştı ama kirli bir atletten görünen, çiller ve henüz yetişkin bir erkek kadar belirgin olmayan tüylerle kaplı göğsü ve ince kaslı kolları bembeyazdı. Bol gelen tulum pantolonu kalça çizgisine kadar düşmüştü.

Gözgöze geldikten hemen sonra, ortada hiç bir neden yokken, elimde olmadan gülüverdim. Bana birkez daha dikkatle baktı. Bu defa ben bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım. Çanlar daha da hızlandı.

Mutfakta beklediğim yaklaşık bir saat boyunca, üstümdeki açık mavi gömlek ben farkına varmadan bacadan gelen kurumlarla benek benek lekelenirken Gelincik’i izledim. Mutfak sorumlusu yağlı yağlı kokan iri yarı askerin her söylediğini büyük bir uysallıkla yerine getiriyor, bir yandan da içinde bulunduğu durumu hiç umursamadığını göstermek ister gibi, şarkı söyler gibi, adamlara ingilizce küfürler savuruyordu. Çavuşun sorularına cevap verirken sesimi Gelincik’e de duyuracak bir biçimde yükselttim. Bakışlarını yakalamaya, söylediğin şeyleri anlıyorum manasında bakmaya çalışıyor, onunla hemen tanışmak istiyordum.

Tanışmamız vakit aldı. Ama hemen o gün adını öğrendim. Daha doğrusu takma adını... Gelincik’in dışarı çıktığı bir anda onu izlediğimi farkeden çavuş, “Gelincik’e mi bakıyorsun?” diye sordu. “Kime dedin?”, “Gelincik’e Gelincik’e... Ona Gelincik deriz burda”...

7.
Burada ana dilimden bahsetmeden duramayacağım. Gelincik sözcüğünün ana dilimde farklı manaları vardı:

gelincik a.l.bitb. Yazın kırlarda yetişen
kırmızı ve büyük çiçekli bitki
(papaver rhoeas). 2.hayb. Sansargillerden
ince uzun yapılı, sivri çeneli küçük bir
hayvan (muttela nivalis). (...)

Bunların yanısıra içinde taşıdığı gelin sözcüğü yüzünden de çok dişil bir ses bulurdum bu sözcükte:

gelin a.l. Evlenmek için süslenmiş,
hazırlanmış kadın. 2. Bir kimsenin
oğlunun karısı. 3. Aileye evlenme yoluyla
girmiş kadın.

Gelin-cik... Küçücük, tatlı bir gelin.

Çok sonra, çavuşa ona niçin Gelincik dendiğini sorduğumda, “Gelincik işte” demişti, “Lale yani, heriflerle ş’apmaktan orası lale gibi açmış, ağzına da iyi alırmış”...

8.
Bu küçücük askeri birlikte bunaltıcı bir hiyerarşi hüküm sürüyordu. En üstte subaylar, sonra astsubaylar, sonra çavuş yapılmış erler sonra da oranın eskisi askerler. Üç aylık dönemler halinde alınan askerler, kendilerinden üç ay sonra gelenleri “çömez” diyerek küçümser, onları işe koştururlardı. Hele altı ay, bir yıl sonra gelenlerin “hiç şansı yoktu”. Gelincik benden on beş gün önce gelmişti sanırım.

Birlikte hemen herkesin Gelincik’in kaçık bir eşcinsel olduğuna dair kesin bir inancı vardı. Gerçi onun erkeklere açıkça yaklaştığını gören olmamıştı. Görüldüğü kadarıyla birlik içinde kimseyle konuşmuyordu, komutanlara birşey söylemesi gereken zamanlar dışında. Bütün lafları anlıyor, emirleri yerine getiriyor ama herkese sadece bir takım ingilizce laflarla hitap ediyordu. İnce, kırılgan vücudu, nazik hareketleri, akşamları herkesten uzakta tepenin denize inen kıyısında uzaklara bakarak dansedip şarkılar söylemesi, herkesi onun bir eşcinsel olduğuna inandırmıştı.

Birliğin yakışıklı geçinen köylü erkekleri Gelincik’le yaşadıkları maceraları anlatmaya bayılırlardı: “Tuvaletteydim, bu geldi, elini orama attı. Ulan n’apıyon etme tutma derken okşamaya başladı. Sonrası işte... Abi günah münah ama ateş gibiydi namussuzum ateş”...

Bazen bu maceraları o kadar ince detaylarla süslerlerdi ki insanın kafasında bir soru işareti belirirdi. Bu sohbetler genellikle geceleri, yatakhanede, ayak kokusu ve sigara dumanlarının arasında yapılırdı. Sonra gündüzleri, Gelincik’i yine en ağır işlere koştururlardı. Akşam yemeğinden sonra Gelincik kendisine yapılan eziyetten yorgun ama umursamaz bir halde denize bakarak şarkı söyleme ayinine başladığında diğerleri, çok şey bilen, erkeksi, arsız bir gülümsemeyle bakışırlardı.

Tanışmamız en çok bu yüzden vakit aldı. Anlatılan onca hikayeye rağmen Gelincik’e doğrudan yaklaşmak, onunla sohbet etmek askerler arasında gizlice yasaklanmış gibiydi. Çünkü anlatılan hikayelerin tümünde, erkeklerin tümü gündelik masum hayatlarını sürdürürken Gelincik azgın biri olarak geliyor ve onları pis bir günaha kışkırtıyordu. Yine de onunla nasıl olsa tanışacağımızı biliyordum. Zorunlu olarak bir yerde kapalı kalan topluluklarda uzaktan ilginizi çeken biriyle tanışmak için acele etmenize gerek yoktur. O mutlaka gelip sizi bulur. Bende birkaç kere oldu bu. Askerliğim sırasında, savaşta esir düştüğümde, ülkemden kaçarken trende ve mülteci kamplarında...

İlk tanışma girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı. Bir yaz akşamı, ortalık iyice ısınmışken, içtima sonrası birlik binasından uzağa oturmuştum. Biraz aşağıda, en uzak nöbetçi kulubesinin de aşağısında Gelincik denize bakarak şarkı söylüyordu. Eskilerin rock dediği türden, şimdi adını da melodisini de unuttuğum bir şarkıydı bu... Sonra dönüp birliğe doğru yürümeye başladı. Yanımdan geçerken bütün cesaretimi topladım ve “Where did you learn English?” dedim. Bana baktı, ilk andaki şaşkınlığı hemen geçti. Dudağının kıyısında alaycı bir gülümseme belirdi. Parmağını gözümün içine sokar gibi sallayarak taklit bir amerikan aksanıyla “You’re curious boy, don’t be so curious!” dedi. Sonra ani bir dönüşle dönüp, uzaklaştı.

9.
“Deniz-Katip-Er” olarak çalıştığım büro küçücüktü. 1x3 metre içine bir dosya dolabı, küçük bir daktilo masası ve daktilo, çöp sepeti, büyük kurtarıcımızın resmi, her gününü özenle karaladığım bir takvim ve küçük bir pencere sığıyordu.

Dolapta duran, her asker için ayrıntılı olarak tutulmuş dosyaları keşfetmem uzun sürmedi. Gelincik’in dosyasını da buldum. Askere ilk alındığı günlerde çekilmiş, dosyanın ilk sayfasına yapışık karanlık fotoğrafında Gelincik, şimdiki umursamazlığının aksine kameraya korkulu gözlerle bakıyordu. Resminin altında gerçek adı yazıyor ve bu ad benim kafamdaki Gelincik’e hiç yakışmıyordu.

O da benim geldiğim büyük şehirliydi. Evi şehrin zenginlerinin oturduğu bir semtteydi. Doğum yılına bakınca benden üç yaş küçük olduğunu gördüm. Anne adı, baba adı, ezberlediğim ve önünden geçerken kendimi hayal ettiğim evlerinin adresi... Dosyayı dolduran ilk komutanı onu iyi huylu, sessiz, sakin bir olarak tarif etmişti. Bitirdiği okul: Lise. Bulaşıcı hastalığı, bedensel özrü: Yok. Yüzme: Bilir.

Bir süre sonra büroda yalnız kaldığımda bu dosyayı çıkarıp bakmak bir çeşit suçluluk duyduğum gizli bir alışkanlık haline geldi.

Bir gece tuvalete kalktığımda, yatağıma dönerken, koğuşun o binlerce düşle, hasretle, erkek bedenlerinden yükselen birbirine karışmış kokularla yüklü havasını yararak ilerledim ve Gelincik’in yatağının yanına kadar gittim. Gelincik bir bebek gibi ses çıkarmadan uyuyordu. Ağzı hafif aralıktı. İnce uzun parmaklı, henüz diğer askerlerinki gibi nasır ve mantarın hışmına uğramamış sağ ayağı battaniyeden dışarı çıkmıştı. Birden koğuşun uzak bir köşesinden kabus gören birinin çıkardığı ürkütücü bir inilti duyuldu. Hızla yatağıma döndüm ve uyumak için çok zorlandım.

Gelincik’in varlığı bu kıyafet balosunun geçtiği pis dekorları ışıldatmaya yetiyordu. Örneğin, üstlerindeki kötü kokulu yağ tabakası hiç çıkmayan formika masaları ve demir sandalyeleriyle; kaynamış çay, erzak, sigara kokusuyla; duvarda asılı “SU UYUR DÜŞMAN UYUMAZ” yazılarıyla ve elbette büyük kurtarıcının resmiyle; bir köşedeki içleri sigara izmariti ve kum dolu olan yangın kovalarıyla kantin; Gelincik yokken bomboş karanlık bir yerdi. Ama o yatmadan önce gelip TV’ye bir göz atmak üzere sandalyeye iliştiğinde kantin köşe kapmaca ya da “Cee!” oynadığımız bir oyun alanına, bir satranç tahtasına dönüşüveriyordu. Öyle bir an geldi ki bu oyunlar rüyalarıma sızmaya, rüya ve gerçek karışmaya başladı. Gelincik’i düşündükçe kasıklarımdan karnıma bir ılıklık yürüyordu.

Onunla tanışma fırsatı kolladığım ve hep başarısız olduğum o günlerde, beni terkettiğini sandığım kız arkadaşımdan bir mektup aldım: “Beni yanlış anladın” diyordu, “Hayatının garip bir dönemindesin kabul... O ortam seni çok zorlamış ve değiştirmiş olmalı. Herhalde kendini çok yalnız hissediyorsundur. Nasıl, nöbetlerde filan sıkılıyor musun?”

10.
Gece nöbetindesin. Askerliğin en zor taraflarından biri bu işte. Geceyarısından sabah dörde kadar burada, içinde sadece bir nöbet yönetmeliği asılı bulunan bu küçük, haki renkli kulubede, birliğin beş-altı yüz metre uzağında karanlığın ve sessizliğin ortasında bekleyeceksin. Önünde kocaman, sonsuz gibi duran kapkara bir deniz uzanacak. Hatırladığın haritalardan bu denizin bir iç deniz olduğunu bileceksin. Ama sen hep uzağa bakınca kara parçaları görebildiğin denizlerin kıyısında büyüdün. Bu kara deniz seni yanıltacak. Kendisine okyanus süsü verecek.

Düdük sesi.

Uyumadığını göstermek için uzaktaki nöbetçilerden birinin çaldığı bu düdüğe cevap vermek zorundasın. Senden sonra da birliğin bir başka ucundan, bir başka nöbetçi bu düdük zincirine katılacak. Dört saat boyunca bu kara okyanusun kıyısında uykuyla boğuşarak, düdük sesleri çıkarıp duran bir deniz feneri olacaksın. Uykuyla ve de efendim gizli arzularıyla boğuşmaktadır bu fener. Arzunun sürekli ve azgın dalgalarıyla... Saçmaladın şimdi. Bırak bu ağızları. Bak, nöbetçi çavuşu geliyor. Seni böyle duvara dayanmış, tüfeğini bırakmış, kirli hayallere dalmış, bir nöbetçiye yakışmayan halde görürse...

Ama yok. Çavuş değil bu gelen.

Gelincik bu...

Gelincik?

Bir: Burada ne arıyorsun Gelincik?

İki: Nöbette olduğunu biliyordum, senin için geldim.

Üç: Benim için mi?

Dört: Bana nasıl baktığın görmedim mi sanıyorsun? Hadi dokun bana.
Okşa beni.

Beş: Gömleğinin önünü açıveriyor. İşte o düz, biçimli göğüs. Tatlı tatlı yuvarlanıveren karın. Beyaz ten.

Altı: Yaklaşıyor. İşte sıcak nefesi. İlk defa...

Yedi: Bana hep böyle yakın olmak istemedin mi?

Sekiz: Gelincik, böyle konuşma. Eşcinsellik toplumsal, ruhsal, ahlaki ve askeri açıdan çok kötü bir şeydir.

Dokuz: Piss off, will you!

On: Boynumu öpüyor. Boynumu, sol kulağımı.

On bir: Dudaklarının değdiği yerler önce yanıyor, sonra ıslak kalıyor.

On iki: Yapma Gelincik!

On üç: Ağzıyla ağzımı kapıyor. Ne kadar derin. Dili canlı bir hayvan ağzımda.

On dört: Tutma kendini.

On beş: Ama gelen olabilir. Nöbetçi çavuşu...

On altı: Çavuş uyuyor. Biraz önce gördüm.

On yedi: Eli pantolon düğmelerime gidiyor.

On sekiz: Yapma Gelincik!

On dokuz: Yapacağım.

Yirmi: Diz çöküyor.

Yirmi bir: Düdük sesi.

Yirmi iki: Cevap ver sen de.

Yirmi üç: Çaldığım düdük ağzımdan düşüyor.

Yirmi dört: Düğmeleri çözüyor.

Yirmi beş: Gelincik allahaşkına.

Yirmi altı: Benim allahım yok. Ben seni istiyorum şimdi. Söyle. Seni seviyorum de. Beni seviyorsun. Söyle.

Yirmi yedi: İşte sıcak ağzı oramda şimdi. Ağzı. Ne kadar derin. Kızıl saçları. Söyle. Seni seviyorum de. Seni seviyorum. İnce omuzlarında üreyen kızıl sert tüyler. Gelincik küçülüyor. Söyle. Hadi söyle. Jilet gibi dişleri sürtündükçe kesiyor. Seni seviyorum de. Seviyorum Gelincik. Bir daha söyle. Seviyorum. Tüylerin ne kadar yumuşak. Dişlerin keskin.

TÜYLER ! KESKİN DİŞLER.

Yirmi sekiz: Dur! Sen Gelincik değilsin.

Yirmi dokuz: Değilim tabii, ne sandın? Uyuyordur o şimdi. Hadi söyle. Seviyorum de.

Otuz: Yapma Gelincik.
Ben Gelincik değilim ve yapacağım. Çek ağzını oramdan
Çekmem. Söyle.
Bırak beni. Hırlıyor. Seni seviyorum de.

Otuz bir: Tırnakları, incecik tırnakları kasıklarıma saplanıyor.
Derine daha derine.
Yapma ne olur.
Hırlıyor.
Yapma.
Bitti bile. Son defa söyle.
Yapma.
Bitti.
Yapma.
Yapma.
Yapma.
Bitiyor.
Yapma.
İşte buuu!
Yap...ma!
Kopan etin sesi.
Hiç acımadı.
Bitti bile.
Bitti işte.
Bitti.

Gelincik sandığın kırmızı tüylü ufak mahluk, ağzında senin bacakarandan kopardığı kanlı et parçasıyla, gözleri yeşil yeşil parlayarak tiz bir ses çıkarıyor ve kızıl bir gölge halinde otların arasına kayıp kayboluyor. Ondan geriye sadece kulübenin haki boyalı iç duvarına sıçrayıp yere doğru akan yoğun, sütümsü beyaz sıvı kaldı. Gayet sakin, pantolonun önünü ilikliyorsun.

11.
“Sence bütün bunların ne manası var?”

Gelincik’in bana söylediği ilk cümle bu oldu. Birdenbire tanıştık.Daha doğrusu o herhalde artık vaktin geldiğini düşünerek, benimle tanışıverdi.
Birlikte, periyodik olarak yapılan top atışlarının günüydü. Koca koca toplarla, aşağıda denizde ufacık bir nokta halinde seyreden maket gemiye ateş ediyorlardı. Her atışta müthiş bir gürültü kopuyordu. Kırılmamaları için komutanlık binasının camlarına kalın bantlarla haçlar yapmışlardı. Ben “Katip” olduğum için atış yapan “muharip” askerlerin arasında işim yoktu.

İlk top patladığında binanın içinde, bürodaydım. Yan odanın camları, bantlara rağmen şangırtıyla indi. Bu kadar büyük bir gürültü çıkacağını tahmin etmemiştim. Pencereden dışarı, binanın arkasına baktım. Patlamanın şokuyla aşağıdaki kasabada bütün hayvanlar bir ağızdan bağırmaya başlamışlardı. Gökyüzü o an havalanan ve çığlık çığlığa uzaklaşan kuşlarla doluydu. İşte o zaman bir ağacın dibine oturmuş, kulaklarını elleriyle tıkamış olan Gelincik’i gördüm. Komutan bir çeşit denetleme sayılan bu önemli günde Gelincik’i üstlerine göstermek istememişti anlaşılan. İkinci top patladığında, Gelincik başını kaldırdı ve beni pencerede görüp gülümsedi. Az önceki hayvanların sesleri tamamen kesilmişti şimdi. Üçüncü top patlayıp gürültüsü kantin camlarından birini indirdiğinde içeride kalmaya dayanamayacağımı anladım. Dışarı, Gelincik’in yanına çıktım.

Bahçede bir duvarın dibine oturdum. Burası gölgeydi. Top sesleri biraz daha yumuşayarak geliyordu. Gelincik oturduğu yerden kalktı. “Bak sonunda geliyorum işte” der gibi gülerek yanıma geldi. Tam yanıma vardığında bir top daha patladı. Bu yüzden konuşmaya başlamadan önce birbirimize bakıp manasızca gülümsemek zorunda kaldık. Gelincik topun yankısının bitmesini bekledi. Sonra gülümseyerek “Sence bütün bunların ne manası var?” dedi, “Hiç bir düşman şu allahın cezası maket gibi salına salına gelmez. Üstelik burası allahına yan bakan bir yer. Hangi düşman burayı almak için uğraşacak?”

“Türkçe biliyorsun demek” dedim. Sesimin titremesine engel olamamıştım. Neyse ki yeniden patlayan bir top yüzünden ne dediğimi anlamadı. “Ne dedin?”, “Türkçe biliyorsun demek”...

“Sen de espri yapabiliyorsun demek”... dedi, “Yok, aslında iyi espri yapıyorsun. Senin yazdığın bir komedi filmini gördüm. Şeyi...” meşhur bir komedi yıldızı için yazdığım berbat bir filmden bahsetti. Beş defa görmüştü. “Yazar olduğumu nereden biliyorsun?” dedim. İki astsubay aralarında beni göstererek konuşurlarken kulak misafiri olmuştu. “Senin gibi adamın burada ne işi var?” dedi, “Senin torpilin filan vardır”...

Şimdi sıra bana gelmişti: “Asıl senin ne işin var” dedim, “Baban zengin, sen de torpil yaptırabilirdin”...

Onun hakkında birşeyler biliyor olmama şaştı herhalde. Ama bunu belli etmedi. Patlayan yeni bir top yüzünden başını omuzları arasına çekti. “Babam hayatın zor taraflarını tanımamı istiyormuş” dedi, “Üniversite sınavlarını iki yıl üstüste kaybettim. O da beni zorla askere postaladı. Resmen torpil yaptırıp buralara düşmemi sağladı. Git de dünyayı gör dedi. Ben de buraya gelmeden önce elektro gitarımı, bilgisayarımı, sörfümü, kayak takımlarımı, işte herşeyimi, arabama yükledim, hepsini deniz kıyısına götürüp yaktım. Ancak annem ziyaretime geliyor şimdi... Babam dönünceye kadar yüzüme bakmayacakmış.”

Top sesleri bir anda kesilmişti. Birden uçaksavar toplarının daha az şiddetli ama daha sık sesleri duyulmaya başladı. Hayali bir hedefe mermi atıyorlardı. Gelincik güldü: “Halimize bak yahu!” dedi, “Şansım olsa, annemden kız doğardım”... Ben de güldüm. “Gülme öyle yahu” dedi, “Ben çok ciddiyim”...

12.
Gelincik’le konuştukça onun hayatı, insanı çileden çıkaracak ölçüde çocuksu bir bakış açısıyla ele aldığını görüyordum. Çileden çıkaracak derken kızdığım, onun çocuksuluğu değildi. Bu çocuksuluk onu çekici yaptığı ölçüde ulaşılmaz bir hale getiriyordu. Evet, onu istiyordum. Gizli köşe sohbetlerimizde, o araba yakma hikayesinin yalan olduğunu, bunu yapmayı çok istediği halde beceremediğini itiraf ettiğinde sırdaş olmuştuk ve isteğim daha bir artmıştı.

Kalabalık içinde herkesle ingilizce konuşup dalga geçerken beni gördüğünde şöyle çapkınca bir göz kırpışı saatlerime mal oluyordu, ondan başka hiçbir şey düşünemez hale geliyordum. Ama onunla ne yapacaktık ki? Daha önce bir erkekle bir ilişki yaşamamıştım. Yine de aklı başında bir erkeği aklıma taksam, gidip konuşabileceğimi sanıyordum. Oysa Gelincik, o inanılmaz çocuksu haliyle laftan anlamazdı ki. Hakkında söylenenler doğruydu diyelim; ama ya beni beğenmiyorsa, istemiyorsa, ya hiçbiri doğru değilse söylentilerin?.. Dişil bir kıvılcımın bile ulaşamadığı bu erkekler kalabalığında biraz sohbet edebildiğim tek insan oydu. Onu kaybetmek istemiyordum.

İngilizce eğitim yapan bir özel lisede okumuş, okulu bitirdikten sonra da İngiltere’de bir yaz okuluna gitmişti. Ama amerikan aksanını severdi. Üç aylık yaz okulu dışında evden ayrılmamıştı hiç. Kız arkadaşı olmuştu evet, ancak diskoteklerde öpüşmekten başka birşey yapmamıştı onlarla... Kitap okumayı sevmezdi hiç. Müzik dinlemeyi, eve kapanıp video seyretmeyi severdi. Benim yazdığım bütün filmleri görmüştü.

Bana “Filmlerinde kendi hayatını mı yazıyorsun?” diye sorduğunda artık iyice yakınlaştığımızı sanıyordum ama hala ona dokunmaya cesaret edemiyordum. Normal iki erkek arkadaş olsak artık çoktan el şakalarına başlamış olmamız gerekirdi. Oysa o arasıra karnıma, omuzlarıma küçük yumruklar atsa da, ben ellerim bağlı gibiydim karşısında.

“Hayır...yani evet. Tabii ki yazarken kendi hayatımı düşünüyorum. Ama insan kendinden bahsederken bile uydurmadan duramıyor. Her şeyi biraz düzelterek biraz başka manalar vererek, birkaç insanı birleştirip tek kişi yaparak filan yazıyorsun. Yaşadığın gibi değil, yaşamak istediğin gibi yazıyorsun biraz”... diyordum. O da pek anlamadan beni dinliyordu. Birbirini tamamlayan iyi bir ikiliydik.

13.
İşte o günlerden kalma, çekilmemiş ama bellekte iyi saklanmış birkaç anı fotoğrafı:

Sabah sis altında temizlik kontrolu. Dört sıra halinde diziliyiz. Gelincik tam önümde. Hepimiz hazırol duruyoruz. Çavuş dudağının kıyısında sadist bir gülümsemeyle bağırıyor. “Dikkat! Koltuk altı muayenesi! Atlet gömlek fora!” Birden belden yukarımız çıplak kalıyoruz. Gelincik’in çıplaklığı gözümün önünde şimdi. Çillerle kaplı sırtı. Nöbetçi çavuşu gelip koltuk altının temizliğini kontrol ederken Gelincik sağ kolunu kaldırıyor. Dirsekten bele uzanan o tatlı eğim. Kendisine baktığımı tabii ki göremiyor.

Haftasonu izni. Aslında bu izin mizin değil. Kasabadan ayrılmamız yasak çünkü. Yüzlerce asker kasabayı biraz daha geniş bir kışla haline getiriyoruz. Herkes hemen hemen aynı şeyleri yapıyor. Güzel bir kahvaltı, kahvede saatlerce video film seyretme, güzel bir öğlen yemeği, kağıt oyunu, gidilebilecek tek kıyı kahvesine oturup gelen geçen kızlara bakış... Gelincik’le nereye gideceğimizi bilmeden öylece dolanıyoruz. Bizim birliğin askerleri manidar bakışlarla süzüyorlar bizi. Gelincik onlara aldırmıyor hiç. Sürekli anlatacak birşeyleri var. Sürekli anlatacak ve yiyecek birşeyler bulabiliyor. Önce bir dondurma, sonra bir gofret, sonra bir dondurma daha, bir paket cips ve meyveli gazoz, yarım saat sonra çilekli süt ve değişik bir cins gofret. Bu çocuklara özgü oburluğu öyle bir ciddiyetle yapıyor ki insan midesinin sağlığı konusunda onu uyaramıyor. Nasıl şişmanlamadığına şaşıyorum. Ona eski kız arkadaşımla sevişirken bir keresinde çilekli süte bulandığımızı anlatıyorum. Çoğu zaman yalanlar söylüyorum ona kızlar hakkında...

Gelincik’in şarkı söyleme ayinine katılıyorum. Akşam ben çimenlere oturmuşum. O denize karşı ayakta. Beraber şarkı söylüyoruz. Birlik, komutanlık binası, arkamızda kalmış. Sanki askerde değiliz. Sanki beş yüz metre gerimizde bizi tek kişilik yataklarımız, gece nöbetlerimiz, evden gelen mektuplar, köylü erkekler ve onların ahlaki değerleri beklemiyor.

Gelincik’le beraber sabah traş oluyoruz. Tuvalet, aynaların önü tıklım tıklım. Herkes traş olmaya çabalıyor. Gelincik’le aynadan gülümseyerek birbirimize bakıyoruz. Traş köpüğünü bir maske gibi parça parça alarak beyaz tenini ortaya çıkarıyor. Sadece özenti uğruna traş oluyor aslında. Sakalları o kadar seyrek ki, haftada bir traş olsa yetecek...

Gelincik’in beni büyük bir ciddiyetle dinlerken gözlerini kısıp dudaklarını ısırarak önüne bakışı. Çeşitli açılardan.

Çeşitli açılardan, “Şimdi bu da ne demek” der gibi bakışı. Bunu bir kaşını kaldırıp yüzüne inanılmaz aptallıkta bir ifade vererek, zamanın ünlü bir komiğini taklit ederek yapıyor.

Zor bir durumda kalınca “Sıçtık!” deyiverişi.

Yine o zamanların ünlü bir çizgi film kahramanının gülüşünü taklit edişi. Aslında çok kötü bir taklitçi ama ne yapalım...

14.
Derken her şey çok çabuk oldu. Askerliğimin bitmesine sadece yirmi gün kalmıştı. Birliğin bulunduğu tepe yine o garip sisin içinde kaybolmaya, rüzgar üşütmeye başlamıştı. Günler çabucak bitiyor, yatakhanede soba yakılıyordu. Bütün askerliğim boyunca bir canavarın tekinsiz gölgesi gibi köşelerden başını gösteren savaş aniden patladı. Önce güneydoğu sınırındaki bir ülkenin petrol tesisleri bombalandı. İki ülke savaşmaya başladılar. “Bizim bunlarla işimiz yok, bize bulaşmazlar” dediğimiz günün gecesi düdük sesleri ve hoyrat komutlarla uyandırıldık. Bütün askerler topların başına gönderildi. Alarm verilmişti. O gece uyanık geçirildi. Bir hayalet gibi bomboş komutanlık binasında oturdum. Radyonun başında boşu boşuna bir ingilizce kanal yakalamaya uğraştım. Gelincik de diğer askerler gibi gecenin soğuğunda topların başında bekliyordu.

Ertesi akşam başbakan TV’den ülkemizin çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü korumak adına sınırlardan birinde çıkan bir kargaşa yüzünden komşu ülkeye müdahele edildiğini açıkladı. Hepimize cesaret ve metanet dileyerek ülkemizin artık savaşa dahil olduğunu söyledi. O hafta içinde birliğe iki yüz civarında takviye asker geldi.

Küçüklüğümden beri savaştan deli gibi korkmuştum. Birgün benim de başıma gelebileceği düşüncesi bile tüylerimi ürpertirdi. İşte, gelmişti, bütün hayatı alt üst ederek. Kantin, bahçe, yatakhane, hem birbirlerine hem de bize yabancı kara kuru ürkek adamlarla dolmuştu. Çoğunun yaşları bizden büyüktü. Yedek askerlerin geldiği ilk akşam yeni bir düzen sağlanıncaya kadar, iki üç kişinin aynı yatakta yatması gerektiği emri verildi.

15.
Böylece onunla aynı yatağa düştük. Düştük dememeliyim aslında. Bütün o çapkınlık hikayelerini anlatan ama Gelincik’le konuşamayan adamlar herkes birinin yatağına verilirken sıra Gelincik’e geldiğinde yengeç gülüşleriyle bana döndüler, “Eee, Gelincik kimle yatacak acaba?” Ben de bu sessiz seçime hayır diyemedim. Onları umursayacak halim yoktu zaten.

O akşam da diğer akşamlar gibi geçti. TV’de güney sınırlarında süren savaşa ait iç açıcı olmayan haberleri ve bir kahramanlık filmini seyrettik. Gelincik hiç konuşmuyordu. Ülkemizin imparatorluk olduğu zamanlardan kalma şarkılar söyleyen bir adamın programı başladığında yatmaya gitti. Benim yine gece nöbetim vardı.

Nöbet boyunca dört saat, bir savaş sırasında silah altında olmanın korkunçluğunu düşünmedim. Telefon üstüne telefon ederek bana moral vermeye çalışan annemi, babamı, kızkardeşimi; telefon üstüne telefon açarak beni burdan kurtarmaları için yalvardığım film yıldızlarıyla yönetmenleri- ki bu imkansızdı artık- telefon başında bekleyerek hayal ettiğim eski sevgilimi düşünmedim.

Elbette düşündüğüm bir tek şey vardı.

Koğuşa döndüğümde, o kokular ve elle tutulur hale gelmiş hasretlerle yüklü hava yüzüme çarptı. Yatakhanenin ortasında büyük soba yanıyor, kırmızı ışıkları tavanda canlı gölgeler yaratıyordu. Sıcaklık havayı daha da ağırlaştırmıştı.

Bu kara ülkesinin “muharip” denizcileri kirli çarşaflara dolanmış, çifter çifter yattıkları ranzalarında kimbilir hangi bilinmeyen ülkelere doğru yelken açmış, kimbilir hangi korkunç deniz canavarlarıyla çarpışıyorlardı. Koğuş nöbetçisi asker oturduğu sandalyede uyuyakalmıştı. Ranzaların arasından geçerek kendi yatağıma doğru ilerledim. İşte Gelincik orada, benim yatağımda uyuyordu.

Bir an aylar önce yaptığım gibi, Gelincik’e sadece uzaktan bakıp kendi yatağıma döneceğim duygusuna kapıldım. Sonra sessizce soyundum. Üstümde sadece üniformayla beraber verdikleri keten don kaldığında yine yatağa girme konusunda ikirciklendim. Sonunda her şeyi göze alıp battaniyeyi araladım. Gelincik anlaşılmaz sözcükler mırıldanarak yana döndü. Böylece yatakta bana da boşluk açılmıştı.O da sadece donuyla yatmıştı. Yatağa uzanıp battaniyeyi üzerime çektim.

16.
Gelincik’e değmiyordum. Yatağın sol kıyısına doğru iyice uzaklaşmış, sırtı bana dönük yatıyordu. Düzenli nefesini dinleyerek ve sobanın tavana vuran ışıklarını seyrederek sırtüstü, kaskatı yatıyordum.

17.
Ne kadar zaman geçtiğini hesaplayamıyorum. Yatak çok sıcak gelmeye, kalbim, kilometrelerce koşmuşum gibi çarpmaya başlamıştı. Gelincik üst üste yutkunma sesleri çıkardı ve tekrar sırtüstü bana döndü. böylece sol kolumun üzerine yaslanmış ve bacağı bacağıma değmişti. Sırtüstü duruşumu bozmadan başımı çevirdim ve saçlarının garip kokusuyla karşılaştım.

18.
Birden ayaklarımın dibinde koca bir uçurum, taa diplerde mavi yeşil bir deniz, taşı tuzu yosunu ve balıkları ve göze görünen görünmeyen binbir renkli hayvanıyla bir deniz açılıverdi. İşte ben de, yıllarca karanın içlerine, çöllere sürülmüş bir deniz yaratığıydım. Şimdi bu adını, derinliğini bilmediğim deniz, uçurumun dibinde uğuldayarak, derisi tuzlu suya hasret kalmış oğlunu istiyordu.

Kulağımdaki ve derimdeki çağrıya daha fazla dayanamadım ve bütün gemilerimi yakıp uçuruma bıraktım kendimi...

19.
Yolculuğun ilk evreleri hayli zor geçti.








20.
Sağ kolum iradem dışında hareket ediyormuş gibi






21.
birden yerinden kalktı ve Gelincik’e sarıldı. Tam sarılamamıştım aslında. Sadece kolumu göğsünün üzerine koyabilmiştim.








22.
Kokusundan başım dönerek














23.
uyuduğundan emin oluncaya ve ona gerçekten dokunmaya cesaret edinceye kadar













24.
iki yabancı tenin ilk karşılaşması












25.
iki farklı sıcaklık











26.
sonunda belli belirsiz bir okşama tutturarak











27.
avucumu çıplak kolunda ve omuzlarında gezdir-










28.
Gürültüyle yutkundu. Hemen elimi kaldırdım. Hala uyuyordu. Kolum havada, nefesimi tutarak bekledim.







29.
Şimdi tamamen ona dönmüştüm.







30.
Elim tekrar omuzlara indi. Sonra çok yavaş









31.
çok yavaş bir yolculukla






32.
göğüslerine indim.






33.
Göğüs uçları.









34.
Gemilerimi karada yürütüyormuşum gibi karnına doğru bir sefere başladım.




















35.
Yavaş.























36.
çok yavaş














37.
Karnı








































38.
Karnından kasıklarına, o kadarcık yolu binbir meşakkatle, tedbiri elden bırakmadan, her santimi keşfedip, keşfin tadını çıkararak katettim.











39.
Orada önce yumuşak tüylerle








40.
sonra da birden














41.
dikelmiş bekleyen










42.
organ








43.
ıyla karşılaştım.





44.
Hemen elimi çekmek istedim.











45.
Eli hızla uzandı ve bileğimden sertçe yakaladı. İkimiz de donup kalmıştık. Bileğimi sıkıyor, bırakmıyordu. Yüzüne baktım. Gözleri hala kapalıydı. Israrla uyuyormuş gibi yapıyordu. Upuzun birkaç saniye boyunca ellerimiz kendi aralarında çekiştiler.








46.
Bir an önce geldiğim yere dönmek istiyordum. Kulağına yaklaşıp fısıldadım. “Bırak n’olur”...







47.
Bırakmadı. Gözlerini açmadı. Solukları sıklaşmıştı. Yutkundu. Sanki sayıklar gibi, sanki hala uyuyormuş gibi ağzının içinden
















48.
“Arkanı dön!” emrini verdi.











49.
Ne?














50.
“Arkanı dön, çok istiyorum! Çabuk!”








51.
?







52.
“Çabuk! Yoksa ne olduğunu herkese söylerim!”













53.
Ne olduğumu?
















54.
Ne olduğumu Gelincik?













55.
Bu kadar, bu kadarmış Akdeniz. Aslı yokmuş dinlediklerimin.





























56.
Uzun bir süre, hepsinden uzun bir süre kıpırdamadan, soluk soluğa kaldık. Sonra elimi bıraktı ve başından bir bela defetmek ister gibi sessiz bir mastürbasyona başladı. Yatağın gitgide kısalan aralıklarla titreştiğini, Gelincik’in dışarıya renk vermemeye gayret ederek hızlı soluklar alıp verdiğini duyuyordum. Arasıra bana değen sağ kolu dışında birbirimize dokunmuyorduk. Birden benden tarafa yan döndü. Soluğunu tuttu. Karnıma yayılan akışkan bir sıcaklık hissettim. Gelincik sırtının üzerine devrildi. Sonra solukları düzene girdi ve uyudu. Bir kere bile gözlerini açıp bana bakmamıştı.


































57.
Dişi örümcekler gibi olsaydık. Her sevişmeden sonra ortadan kaldırabilseydik sevgilimizi.


































58.
Ah Gelincik! Ah Gelincik, nasıl da yanlış anladık birbirimizi...





59.
Soba yavaş yavaş söndü. Kabus görenleri, uykusunda konuşanları, nöbet değişimi için yatakhaneye girip çıkanları dinledim. Karnımdaki yapışkan ıslaklık önce soğudu sonra kurur gibi oldu. Sonra sabah oldu. Bir çavuş “Koğuş kalk!” komutu verdiğinde doğrulmuş, Gelincik’in masum bir hayvanı andıran yüzünü seyrediyordum. Birden çavuşun sesiyle gözlerini açtı. Bana baktı ve yüzünde o, Gelincik’le yaşadıkları sözde maceraları anlatan köylü delikanlıların yüzlerinde gördüğüme benzeyen arsız bir gülümseme belirdi. Birşey söyleyecekti ama gözlerimi kaçırdım. Yataktan kalktım. O gün ne yapıp edip banyo sırasına girdim. Duşta karnımı ovuşturmaktan canım yandı. Gelincik’le bir daha konuşmadık. Ne o gece hakkında ne de bir başka şey hakkında. Ondan uzak durdum. Yanına yaklaşmadım, yaklaşmasına izin vermedim. Sonra Gelincik öldü. Sonra da bunca yıl geçti işte.

60.
Savaşın nasıl geliştiğini, ülkemin nasıl parçalandığını, esir kampını, savaşın bitişine yakın nasıl kaçıp bu kuzey ülkesine sığındığımı anlatmak istemiyorum. Bunları hatırlamak bile istemiyorum ki. Bazen hayatım bu soğuk ve renksiz denecek kadar huzurlu ülkede başlamış gibi geliyor. Sanki buraya gelmeden önceki hayatımı birkaç dakika içinde hayal etmiş ve birden vazgeçmişim.

Ama bazen de anılar bütün gerçeklikleriyle hücum ediyorlar. O kadar gerçek ve yakınlar ki, şimdi yaşadığım hayatın, bu “barışçıl bir ülkede yaşayan saygın yaşlı adam hayatı”nın gerçekliğinden kuşkuya düşüyorum. Bu hayatın o korkunç savaş sırasında bir siperde çamura batmış, tepesinde uçuşan kurşunların korkusundan başını bile kaldıramayan bir asker tarafından düşlenmiş olabileceği aklıma geliyor.

Anılar bana Gelincik’in yaşlanmaya fırsat bulamadığını, o güzelim bedenin savaşın daha ilk yıllarında güney cephesindeki bir bombardıman sırasında parçalandığını söylüyor. Bu gerçek olabilir mi? Gelincik’in ve diğerlerinin ölüm haberlerini bildiren rapor birliğe ulaştığında, günlerce kimseyle konuşamayan, çıldırdı sanılıp hapsedilen adam ben miyim? Hayatı boyunca karşılaştığı kadınları ve erkekleri Gelincik’in yerine koyarak seven, onlarla Gelincik’le yapamadığı şeyleri yapan adam ben olabilir miyim?

Arasıra, Gelincik’le bunca yıl sonra karşılaştığımızı hayal ediyorum. Onun izini bulmuş, buraya davet etmişim. Birlikte Nuccsha caddesindeki Topi Suotten’in yerine gidiyoruz. O evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Karısı artık bunamış, zaten pek sevmemişler birbirlerini. Prostatı var. Bedeni çoktan bozulmuş tabii. Saçları kalmamış. Ama yeşil gözlerindeki pırıltı, oburluğu ve çocuksuluğu hala aynı. Bir daha yurt dışına çıkamamış. İngilizceyi unutmuş. Yoksul düşmüş ailesi savaştan sonra. Birkaç kadeh parlattıktan sonra ona diyorum ki: “ Ah Gelincik ah, birbirimiz nasıl da yanlış anladık”...

Artık yaşlandığımız için ona asıl adıyla hitap ediyorum.

61.
Ayrılırken, yine sisli bir sabah, birkaç cemse onu ve yüz kadar askeri güney cephesine taşımak üzere aşağıda, limanda bekleyen bir gemiye götürürken, Gelincik çok garip bir şey yapmış ve bana gülümsemişti. Aylarca konuşmamış, birbirimizin yüzüne bile bakmamıştık. İşte güney cephesine ölmeye gidiyordu. Cemseye binerken kalabalığın arasından bana gülümsedi ve “See you later alligator” dedi. Şaşırdım ve cevap veremedim. Bir iki saat sonra onu götüren gemi limandan çıkıp uzaklaşırken arkasından baktım ve içimden defalarca veda ettim ona: Hoşçakal Gelincik. Hoşçakal eski çocuk sevgilim. Aptalım benim. Yanlış anlamalar kralım. Hoşçakal...





1990-91 İstanbul