Sunday 10 July 2011
Aşkın Alfabesi - Z - Zaman
Zaman neşeli sirk müzikleri, boşlukta deli gibi dönen ve pul pul dökülen ışıklarıyla, sarhoş eden, gitgide daha çok sarhoş eden sesleriyle geçer insancıkların üzerinden. Ben gökte, İstanbul'un gökyüzünde dolanır onların hikayelerini, hayatla boğuşmalarını izlerim. Çok gülerim, eğlenirim. Hikayeler değişir, sahne değişir, oyuncular değişir. Temel konu aynı kalır. Herşey hikayedir, hikaye anlatmak üzerine kuruludur hayat.
Sana teşekkür borçluyum galiba Tim. Yalnız başıma asla yapamayacağım bir şey yaptırdın, uzun bir hikaye yazdırdın bana.
Unutulmaya, o bulutun içinde kaybolmaya dayanamazdım, biliyorsun. Ben sana teşekkür borçluyum. Ama bana Tim deyip durmasan iyi olur. Biliyorsun, adım filan yok benim.
N'apalım, hiç kimse ismini kendi seçmez. Sen de bu Tim'e katlanmak zorundasın, Tim.
Bu hikayeye de bir isim vermelisin şimdi. Bence "Aşkın Alfabesi" olsun.
Aşktan çok aşksızlıktan bahseden bir hikaye oldu bu ama olsun.
Güzel. Şimdi bir de bitiş bölümü yazmalısın.
Kitabın en başına döndüm ve ilk sayfaya "Aşkın Alfabesi" yazdım. Sonra, altına "Roman" diye de ekledim. Asaf'ın bilgisayarına "Sistemi Kapat" komutunu verdim. "Şimdi güvenle kapatabilirsiniz". Güvenle kapattım. Arkama yaslandım ve Asaf'ın oturma-yemek-çalışma-yatak-aşk ve vesaire odasının çevremde yavaşça silinişini seyrettim.
Maalesef hiç bir zaman silmeyi başaramadığım; dünyanın bilgisinde ve benim hafızamda bir köşeyi sonsuza kadar işgal edecek mektuplarının birinde Asaf, bu kitabın son bölümüne yakışacak şöyle bir şeyler yazmıştı:
"Dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitaplar, seyrettiğimiz filmler içinde bunca aşki durum var. Bunca bombardımana karşın neden bu kadar aşksız yaşıyoruz? Bunu düşündüm durdum. Sonunda aşkın yalnızca atmosfer kuran bir anlatı öğesi olarak kullanıldığını dehşetle farkettim. Bir cinayet öyküsünün ardında yeşeren aşk, İkinci Dünya Savaşı aşkları, Western aşkları vs. Aşkın bize öğretildiğini biliyoruz. Ama bu kadar bahsedilen bir şeye sağırlaşılacağını da biliyoruz.
Aşkın bir hastalık gibi seyrettiği malumunuzdur. Bazen ifrata kaçarak aşkın tek gerçek hastalık olduğunu, diğer tüm hastalıkların ise bir söylentiden ibaret olduğunu düşünüyorum. Aşırılıklarıma aldırmayınız. Bu hastalığın onmazlığı, onun önce bedendeki karşı koyma mekanizmalarını çift yönlü çalışır duruma sokmasından gelmektedir. Bu noktada, istersiniz ve direnirsiniz; hayran olursunuz ve aşağılarsınız; küçücük bir zaman aralığında coşku ve düşüşü, çığlık ve sokuluşu, kayboluş ve yeniden yapılanmayı yaptırabilen bu şeyin iç zaman kavramını kemirdiği de kolaylıkla söylenebilir. Daha da kötüsü insanı olgunlaştıran tek şey olan aşk acısının, bu vasıtayla ölüme de hizmet edişidir. Çünkü "olgun" için geriye dönüş yoktur. Ayrıca bedeni "tevekkül" denen bir çeşit içsel uyuşturucuya alıştırdığı ve bunun peşinde olanların, dünyayı çalıştıran motor güçlerin etki alanı dışında kaldıkları da söylenmektedir. Tevekkül durumunda olanların reklamları seyrettiği görülmemiştir.
Belki de insanlık bu sinsi şeyden kurtulmanın bir yolu olarak, ondan sürekli bahsetmeyi denemektedir. Belki de bunun bir aşı etkisi, sağırlaşma etkisi yapacağı düşünülmektedir, kimbilir."
O yengeç kızı başımı derde soktuğum son yengeçti. Onun ardından uzun zaman yalnız kaldım... Işık'la Asaf'ın da bu şehirde yaşadıklarını düşüne düşüne, her gün biraz daha irileşen gövdemi İstanbul'un sokaklarında gezdirdim. Taksilere bindim, kahvelere, barlara gittim. Viskiler içtim. Biralar, votkalar, beyaz şaraplar içtim. Margaritalar, Bloody-Mary'ler içtim. Sarhoşlar oldum. Muhabbetlerden sıkıldım. Müzikten, canlı müzikten sıkıldım. Gay barlara gittim. Bıçkın, edepsiz garsonların bana sürtünerek geçmelerine izin verdim. Tanımadığım bıyıklı adamların uzaktan gülümsemelerini karşılıksız bıraktım. Tayland'lı, 20 yaşında bir çocuk bana sert, tuzlu ensesini öptürdü. İsviçreli yaşlı bir adamın sevgilisi olduğunu, kendisini İstanbul'a getiren adamın şu anda otelde beklediğini anlattı bana. Günler geçti. Yaz ve kış geçti. Yüzler birbirine karıştı. Orada burada tanıştığım, isimlerini ancak ertesi sabah öğrendiğim kadınlarla seviştim. İsimlerini hiç bir zaman öğrenemediğim kadınlarla seviştim. İsimlerini daha yataktan kalkmadan unuttuğum kadınlarla seviştim. Kutu kutu prezervatif tüketmeme rağmen ölüm korkusuna kapıldım. İntiharı bile düşündüm. Ama hemen vazgeçtim bu düşünceden. Sonra kadınlar birden ortalıktan çekildi. Yalnız kaldım. Hayatımda ilk ve son kez para karşılığı bir kadınla seviştim. Sonra da canım hiç kimseyle sevişmek istemedi. Bazı geceler başımı yastığa gömüp uzun uzun ağladım. Bazı geceler sokaklarda ağladım. Ev sahibimle, kapıcıyla kavgalar ettim. Birkaç kez taksicilerle, bar kapısı bekçileriyle, sokakta yanımdan geçen ilgisiz insanlarla ağız dalaşına girdim. Bir gece Asaf'ın evinin önünde boşluğa bağırıp çağırdım. Neyse ki taşınmışlardı. Bir senaryonun tek nüshasını sarhoş kafayla takside unutup üç gün içinde yeniden yazmak zorunda kaldım. Dişlerimi fırçalamayı unutmadım. Eski yazdıklarımdan daha da kötü senaryolar, TV güldürüleri karaladım. "Dünyanın Merkezi" adında bir roman yazmaya kalkıştım. Bir akşam bir barda, maço bir Avustralyalıyla iddiaya girip avuç avuç buz yedim. Bakacak kimsem yokken yorgan döşek hasta oldum. Ateşler içinde çekik gözlü melekler gördüm. Yedi ay için sigarayı bıraktım sonra yine başladım. Yine bıraktım yine başladım. Tanıştığım insanları üzdüm. Çalıştığım insanları üzdüm. Seviştiğim insanları üzdüm. Annemi babamı herkesten çok üzdüm. Bu uyurgezer durumda kendi kendini yiyip bitirme hali tam olarak ne kadar sürdü bilemiyorum ama bir gece, çok sarhoş olduğum bir gece, dumanın içinden çıkan bir melek gibi, şimdiki karım karşıma çıktı ve beni bu kabustan uyandırdı. Türkiye'de öğretmenlik yapan bir İngiliz ressamdı. Onunla nasıl tanıştığımız, nasıl evlendiğimiz, İngiltere, kızımız; sanırım başka bir hikayenin, yeni bir hikayenin konusu... Bunları bir başka sefer anlatırım size.
Geçmişimden bahsettim. Sırlar anlattım, sırlar açtım. Ama sizi uyarmıştım, maalesef en yakın arkadaşına bile rahatça yalan söyleyebilen biriyimdir; belki de bu hikayedeki en doğru şey budur. Tim'in dediği gibi, her şey hikayedir. Hayat hikaye anlatmak üzerine kuruludur. Hayat ancak, anlatıldığı zaman yaşanır. Hikaye anlatan, hikayesiyle başbaşadır, yapayalnızdır. Yalnız hikayesine karşı sorumludur. İstediği gibi uydurur, tarihi çarpıtır, olayları hep kendine yontar. Bu hikayenin de gerçekle, o sözde yalın gerçekle karşılaştırıldığında bütün bu kusurlarla sakatlanmış olduğunu biliyorum. Ama bu da böyle bir hikaye işte.
Oldu olacak, manalı bir söz de ekleyeyim tam bu noktada: İyi sohbet edebildiğiniz bir arkadaş, tarihe karışıp hikaye olmuş bir arkadaş bile, hayatta bulunabilecek en büyük nimettir. Son zamanlarda bunu çok iyi anladım.
Artık bu hikaye, neden olmasın, şöyle bitebilir:
King's Cross'ta bir kahvede oturmuş beşinci biramı içiyordum. Karşı masadan uzun bir an için bana bakan, dağınık saçlı, kara iri gözlü, hem Asaf'a, hem tuhaf biçimde Işık'a benzeyen çocuk çoktan gitmişti. Garsonu çağırıp hesabı ödedim ve birayı bitirip kalktım. Tren beş dakika sonra hareket edecekti.
"Zaman geçer, zaman uçar gider. Aşklar, arkadaşlıklar, hepsi hikaye olur. Biz kalırız." dedi Tim. Bu Tim, artık peşimi hiç bırakmayacaktı sanırım.
Yağmur dinmişti. Kağıt bardakta tatsız bir kahve aldım, sakin bir kompartmanda kendime boş bir köşe buldum. Tren hızla savrulmaya başladığında, pencereden ufukta hala bir takım numaralar yapan gümüş kenarlı yağmur sonrası bulutlarına; hızdan arasıra görünmez olan elektrik direklerinin arkasında sonsuz gibi uzanan karanlık kırlara baktım. Bir dize hatırlar gibi oldum: "This filan, this falan, this England", ama nasıldı, kimin dizesiydi, nerede okumuştum, çıkaramadım. Pencerenin kıyısına bıraktığım boş kahve bardağı ha düştü ha düşecek, tıngırdayıp duruyordu. İstanbul'dan yaklaşık 2500 kilometre, yirmili yaşlarımın havai günlerinden tam beş bin ışık yılı uzaktaydım. Yarım saat sonra evde olacaktım. Birden içim hafifledi. Bir an öyle geldi ki, sanki trenin penceresini açsam, kanatlanıp uçacaktım.