Varlık
dergisi olarak bu ayki sinema ve edebiyat köşesinde sizinle söyleşi
yapmak istedik. İlk olarak sinemaya girişinizi ve senaristlikten
yönetmenliğe geçişinizi anlatır mısınız?
1981-85 yılları arasında İzmir 9
Eylül Üniversitesi'nde sinema okudum. Sinemaya okulda yaptığım
kısa filmlerle başladım denebilir. İlk senaryom Teyzem'i de kendi
hayatımdan esinlenerek okuldayken yazdım. Profesyonel manada ilk
işim 1986'da, Atıf Yılmaz'ın Adı Vasfiye filminde reji
asistanlığıydı. Teyzem'i sette Müjde Ar'a sonrasında da Ertem
Eğilmez'e okutmayı başardım. Onların beğenmesi ve desteklemesi
sonucunda Teyzem 1986'da Halit Refiğ'in yönetmenliğinde filme
çekildi. Başarılı olunca ardından peşpeşe diğer senaryolar
geldi. Yönetmenliğe geçiş, sinemaya yazar olarak girmekten çok
daha zor oldu, uzun zaman aldı. İlk filmim 9'u kendi kısıtlı
imkanlarımla ancak 2001'de çekebildim.
Yeşilçam’dan bu yana sinema
üretmeyi sürdürüyorsunuz. O dönemle şimdiki dönemi
kıyasladığınızda film yapmak ile ilgili neler değişti ve bu
değişim Türk sinemasını nasıl etkiledi?
1985'te girdiğim sinema dünyası ile
bugünün sineması arasında deyimin tüm ağırlığıyla dağlar
kadar fark var. O günlerde Yeşilçam, kendi yağıyla kavrulan,
ufak ama Barış Pirhasan'ın deyişiyle “vahşi” bir
endüstriydi. Ticari filmler şimdiki büyük gişe rakamlarına asla
ulaşamıyordu. Bağımsız sinemamız yoktu, henüz fikri bile
yoktu. Elbette yurt dışında saygınlık kazanmış yönetmenlerimiz
vardı ama bunlar iç piyasanın vahşi koşullarını
değiştiremiyordu. Yeşilçam 1990'ların başında öldü ama
ticari Yeşilçam zihniyeti şimdi TV dünyasında yaşıyor.
Sinemanın üretim biçimleri Yeşilçam'dan çok farklı artık. Bu
ölüme üzülüyorum diyemem, ömrünü tamamlamış bir yapıydı
ve bitti. Ama diğer yandan, bir tür gönül bağıyla kendimi
borçlu hissettiğim bir Yeşilçam var. Atıf Yılmaz, Ertem
Eğilmez, Halit Refiğ gibi ustalarla birebir tanışıp
çalışabildiğim için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sonraları
yönetmen olarak yaptığım sinemanın onların sinemasıyla ilgisi
yok ama temel teknik bilgileri, ekonomik çalışmayı o ustaların
yanında öğrendim. Onlardan sadece teknik bilgi değil, çalışma
hayatına dair insani ipuçları da edindim.
Sinemaya senaryo yazarlığı ile
başladınız ve çoğunlukla kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz.
Bu durum size gelen senaryolarda gördüğünüz eksiklerden mi
kaynaklanıyor yoksa tamamen kendi hikayelerinizi çekmek
istemenizden mi?
İkincisi. Kendimi “hikayeci”
olarak tarif ediyorum. Kafam sürekli karakterler, diyaloglar, tuhaf
dramatik anlar, durumlar üretip duruyor. Sinema yapamadığım zaman
hikayeler, romanlar yazdım ve yine kendi dertlerimi anlattım. Ya da
çizdim ve yine “hikayeli” resimler yaptım. O yüzden
başkalarının hikayelerini anlatmak çok çekici gelmiyor,
öncelikle kafamın içinde gün ışığına çıkmak için bekleşen
hikayelerden kurtulmam gerek. Ama
yapımcılardan teklif geldiğinde elbette okuyorum ve
değerlendiriyorum. Bir başkasının hikayesini kendi dünyama yakın
bulursam çekiyorum. Gölgesizler ve Ses filmlerim öyle gerçekleşti.
Son dönemlerde Türk sinemasının
senaryo sorunundan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz; okuduğunuz
senaryolarda en sık rastladığınız kusurlar nelerdir bir senarist
kendini nasıl geliştirmelidir bunun bir formülü var mı sizce?
Türk sinemasının en temel eksiği
yaslanacak bir dramatik geleneğin olmaması. Edebiyatımızda
birbirinden beslenen, ya da birbirine karşı çıkarak, isyan ederek
var olan kuşaklardan bahsedilebilir ama sinemamızda büyük bir
gelenek boşluğu var. Biz çok özel bir iki örnek dışında kendi
özgün dilini yaratamamış anonim bir sinemadan; minimalist,
kişisel, hikaye karşıtı bir “sanat” sinemasına atladık.
Arada ciddi bir kopukluk yaşandı. Birkaç sıradışı iyi örnek
dışında “sanat sinemamız”ın neredeyse karikatürize
kalmasının, seyirciden kopmasının temel sebebi bu.
Bir sinemacı kendisini sadece
sinemayla sınırlamamalı, edebiyatı, tiyatroyu da çok iyi
öğrenmeli, takip etmeli. Kendini ülkenin ve dünyanın sanatında
bir perspektife yerleştirebilmeli. Dünyada neler olduğunu elbette
bilmeli ama bu ülkenin yetiştirdiği sanatçıları ve sadece günün
meşhurlarını değil eski büyükleri de dahil ederek
değerlendirebilmeli. Sinemayı sadece sinemadan öğrenerek yetişen,
referansları sadece filmler olan yönetmenler genellikle yüzeysel,
teknik insanlar oluyorlar.
Filmlerinizi hikaye anlatma üzerine
kurduğunuzu görüyoruz, bazı filmler ise bir atmosfer yansıtma
üzerine odaklanıyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve böyle
bir ayrıma nasıl bakıyorsunuz?
Böyle bir ayrım
var elbette. Amerikan sineması tamamen hikaye anlatmaya yönelik
kuralları olan bir sinema, köklerini Anglo-Sakson edebiyat ve
tiyatro geleneğinde bulmuş. Avrupa'da ise geleneksel dramatik
hikaye karşıtı, daha çok atmosfere, karakter çözümlemelerine
yaslanan, dramatik kurallara başkaldıran bir alternatif doğmuş.
Ben daha önce de söylediğim gibi, hikayeciyim. Sevdiğim,anladığım
ve yapabildiğim sinema hikaye sineması. Ama Hollywood gibi
kurallara, formüllere bel bağlamıyorum, içimden gelen hikayeleri
aklıma nasıl eserse öyle anlatmaya çalışıyorum.
Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler
adlı romanını başarılı bir biçimde sinemaya uyarladınız.
Gölgesizler filmini çekme sürecini anlatır mısınız? Sizi
cezbeden şey neydi?
Gölgesizler'i film yapmak aslında
yapımcı ve oyuncu Hakan Karahan'ın hayaliydi. Hakan beni çevirmen
arkadaşım Lucy Wood aracılığıyla buldu ve filmi çekmeyi
önerdi. Daha önce Hasan Ali Toptaş okumamıştım. Gölgesizler'i
ilk okuduğumda çarpıldım ama sinemaya uyarlanması çok zor bir
metindi. Çok katmanlı, farklı bakış açılarına, yorumlara
açık, uzun bir şiir gibiydi bence. İlk tanışmamızda Hakan
Karahan'a bu romanın ancak bir katmanından serbest bir uyarlama
yapabileceğimi söyledim. Filmi çekerken verdiğim her röportajda
da bunun benim Gölgesizler “cover”ım olduğunu, yani bu
romandan çıkabilecek yorumlardan sadece biri olduğunu, başka bir
yazar/yönetmenin bambaşka bir film çekebileceğini söyledim.
Hasan Ali'nin metnini büyük bir saygıyla ele aldım ama romanda
yakaladığım politik katmanı ve olay örgüsünü öne çıkararak
yeniden yazdım. Senaryoda bulduğum çözümlerin, edebiyat
uyarlamaları açısından oldukça ilginç ve özel olduğunu
düşünüyorum, bu zamanla anlaşılır umarım. Sonuçta ortaya
çıkan film, romanın sıkı hayranlarını memnun etmedi. Şahsen
çok sevdiğim yanları var, elimden kaçırdığım ve hiç
sevmediğim yerleri var. Kendi filmografim içinde ayrıksı bir yere
oturdu, diğer filmlerimden farklı bir yerde duruyor.
Uyarlamadan söz açılmışken,
ülkemizdeki edebiyat sinema ilişkisini yeterli buluyor musunuz ve
uyarlamalarda sizce eserin özünün tam yansıtılması mı önemli,
eserdeki hikayeye yönetmenin bakış açısını eklemesi mi?
İyi uyarlama filmler için ölçüt,
kaynak aldığı edebiyat yapıtını unutturabilmek olmalı. Sonuçta
sinema ve edebiyat apayrı sanatlar. Kullandıkları araçlar başka,
dilleri başka. Bir romandaki parlak bir cümle, binlerce okurun
kafasında apayrı imgeler canlandırır. Bir filmin bunları tek tek
yansıtabilmesi imkansız. Yönetmen ancak o romandan anladığı
temel bilgiyi kullanarak, kendi bakış açısına göre bir film
yapabilir. Kendi bakış açısını katmak, zaten kaçınılmaz bir
durum, tersi imkansız. Ama bu bakış açısı romanın kendisini
aratmayacak bir derinliğe, özgünlüğe varabiliyor mu, mühim olan
o.
Sinema edebiyat ilişkisini iyi
bilen birisi olarak sizce şiirin sinemaya bir katkısı var mı?
Zorda kaldığım, sıkıldığım
dönemlerde dua okur gibi içimden tekrar ettiğim şiirler var. Şiir
bize hayat hakkında başka türlü anlatılamayacak, başka hiçbir
yerde bulunamayacak sırlar fısıldar. Büyük şiirler dev “hayat
bilgisi” kitapları gibidir. Bir de, şiir bize dilin sınırlarını
zorlamayı öğretir. Şiir dilin eğilip büküldüğü, zorlandığı,
şairin başka kimsede olmayan kendi sesini bulduğu yerlerde başlar.
Aynen sinemada da, sadece düzgün sinema dili kullanarak iyi
yönetmen olunmaz, sinema dilini zorlamak kendi sesini bulmak gerek.
Bunun yolu bence iyi bir şiir okuru olmaktan geçer.
Gündelik hayatınızda edebiyatla
ilişkiniz nasıl; sürekli takip ettiğiniz yazarlar ve dergiler var
mı; ne tür kitaplar ilginizi çeker?
En çok kurmaca okuyorum. Roman,
hikaye, oyun. Kimi sevdiğim yazarları tekrar okuyorum. Sait
Faik'in, Leyla Erbil'in, Bilge Karasu'nun kimi hikayeleri neredeyse
ezberimdedir. Bazen popüler bilim kitapları, özyaşam öyküleri,
söyleşi kitapları da ilgimi çekiyor.
Birbirine bağlantılı kısa
filmlerden oluşan Anlat İstanbul ve konusu yemek olan sanırım ilk
Türk filmi Sofra Sırları gibi özgün işlere imza attınız. Bu
tür projelerde gişe beklentisi bir engel olarak çıkıyor mu ve
bunu nasıl aşıyorsunuz?
Genelde çok kısıtlı bütçelerle
film çektim. Bazen de bütçesiz, herkesin gönüllü çalıştığı
işler yaptım. 9, Ara, Nar gibi filmlerimde kimse para kazanmadı
ama ekipçe gerçekten zevk aldığımız ve yıllar sonra bile gurur
duyduğumuz işler yaptık. Sofra Sırları da piyasadaki diğer
filmlere göre çok küçük bütçeli bir işti. Büyük gişe
beklentisiyle girişilmiş bir iş değildi zaten. Filmlerim gişe
rakamlarıyla anılmadı hiç, izleyicisini uzun vadede bulan filmler
yaptım. Ama her biri de bir şekilde kendi masrafını çıkardı,
filmlerim yüzünden kimse batmadı. Gişe, satış gibi işler
yapımcının gücüne, girişkenliğine, ticari zekasına bağlı
şeyler. Bir yönetmen bunlarla kafasını yormamalı, yorsa da bir
şey fark etmiyor zaten.
Son olarak üzerinde çalıştığınız
bir proje var mı, sıradaki eserinizden bahseder misiniz?
Farklı yapımcılarla konuştuğum
farklı projeler var. Ama ülkenin gündemi, ekonominin göstergeleri
sürekli hareketli olunca şirketlerin karar vermesi de zorlaşıyor.
Bir yandan da yine 9, Ara gibi bütçesiz bir senaryo yazıyorum.
Diğer işler olmazsa sıfır bütçeyle onu çekeceğim.