Tuesday, 10 April 2018

“BANA GÖRE KIYAMET” - Ayraç Dergisi Röportajı - Sedat Palut


Senaryo Atölyesinde bahsettiğiniz bir projeydi, Bana Göre Kıyamet. Daha önce senaryo olarak yazmıştınız. Böyle bir hikayeyi senaryoda ya da romanda ifade etme fikri nasıl ortaya çıktı, hikayenin çıkış noktası nedir?

Ülkemizin son yıllardaki ahvalinden ilham aldım diyebilirim. Türkiye, başka hiçbir ülkenin almadığı kadar göç aldı. Buradan Avrupa'ya geçmeye çalışan ya da geçemeyip burada kalan insanların hikayelerinden, onların çevresinde oluşan, ırkçı, yabancı düşmanı tutumlardan çok etkilendim. Öte yandan dünyada insan eliyle bir kıyamet koparıldığını, insanlığın kendi sonunu getirecek tehlikeli yollara sadece açgözlülüğü yüzünden atıldığını görüyorum. Havayı, toprağı, suyu geri dönüşsüz bir şekilde kirletiyoruz. Dünyanın dengesini bozuyoruz. Yiyeceklerin temel yapısıyla oynuyoruz, yediğimiz hayvanları ve hayvansal ürünleri kitlesel şekilde üretmeye çalışırken zehir haline getiriyoruz. Diğer yandan da ölçüsüz bir zenginlik, ün ve para tutkusu, insanları uyuşturan bir popüler kültür dünyası... Hepsi kafamın içinde bir araya geldi yaşadığımız “yavaş kıyamet”i anlatmak istedim. Bunu da sinemanın ve edebiyatın çok kullandığı vampir metaforu üzerinden yapmak istedim. Önce senaryo olarak yazmıştım ama bir iki yapımcıyla deneyip filmi yapamayınca roman olarak yazmaya giriştim. Çünkü hikaye beni çarpıyordu ve hangi biçimde olursa olsun bir an önce anlatmak istiyordum.


9 filminizi izlemiştim. Filmdeki gibi çok anlatıcının yer aldığı bir dil kullanıyorsunuz bu romanda. Bunu kullanmanızdaki amaç nedir? Edebiyatta ve filmde bu tarzı zor ve kolay kılan unsurlar nedir sizce?

Aslında yazdığım senaryonun da romanın da 9 ile bir bağı var. 9'da bir sorgu odasında, bir cinayet sorgusundan yola çıkarak, bir ülke panoraması anlatmayı hedeflemiştim. Bana Göre Kıyamet'te de benzer bir hedef var. Bir kasaba anlatıyorum ama buradaki karakterler de pek çok örneğini görebileceğimiz, geneiş kesimleri simgeliyorlar. Çoklu anlatıcı edebiyatın, tiyatronun, sinemanın çok kullandığı bir teknik. Hikayeye farklı perspektiflerden bakma fırsatı veriyor. Herşeyi bilen ve gören bir “tanrı yazar” yerine, kahramanların kendileri, kendi bakış açılarından konuşuyorlar bu eserlerde. Okur hikayenin bütününü farklı gözlerden görerek algılıyor ve kendi kafasında tamamlıyor. Bu benim çok sevdiğim bir teknik. Zor kısmı her karakter için özel bir dil oluşturmak ve kendine özgü konuşmasını sağlamak. 

Maya’nın bir sözü var: “Bize her yer gurbet oldu,”diye. Aslında Bahar’da gurbette, İstanbul’da. Serpe’ye gelince anlıyoruz bunu. Bu gurbetlik duygusunun Bahar’ı Maya’ya yaklaştırdığını söylemek mümkün müdür?

Tam da bunun için yazdım o lafı. Maya ve Bahar her anlamda birbirlerinden çok farklılar. Biri film ve TV yıldızı, çok ünlü ve zengin. Diğeri elinden her şeyi alınmış bir mülteci. (Aslında öyle de değil ama hikayeyi ele vermeyeyim.) Bahar, Maya'ya karşı çok güçlü bir çekim hissediyor. Bunu çözmeye çalışırken aslında onları bağlayan ve birbirine çeken duygunun “evsizlik” yersiz yurtsuzluk olduğunu anlıyor. Aslında acıyarak baktığı bir mülteci kız kadar gurbette o da, ona da “her yer gurbet”.

Ara filminizdeki karakterler Özal sonrası dönemdeki değişimin yansımasıydı bir açıdan. Romandaki karakterlerin içsel seslerinde de bunu görebiliyoruz aslında. Modern insanın gurbet algısı üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Ara'da anlatmaya çalıştığım şey bizim kuşaktan, 60'lar sonu, 70'ler doğumlu insanların düştüğü bir tür manevi boşluktu. Biz herkesin yoksul olduğu bir “Eski Türkiye”de büyüdük. Sonra 80'lerin ortasından itibaren Türkiye ciddi bir sınıf atlama duygusu yaşadı. İçi doldurulmamış, hazmedilmemiş bir zenginlik arzusu ülkeyi sardı. Bir şekilde “yırtan”, sınıf atlayan kuşağımdan insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hayatlarında koca bir kara delik olduğunu farkettiler. “Manevi boşluk” derken illa dini inancı kastetmiyorum ama bizi hayata bağlayacak, hayatımıza bir mana verecek para, eşya, mal, mülk haricindeki şeyleri kastediyorum. İşte onlar eksikti bir çoğumuzun hayatında. Ben sanırım okuyarak, yazarak, çizerek, edebiyat ve sinemaya bağlanarak bir şekilde kurtardım. Ama kurtaramayan, o eksikliği sonuna kadar yaşayan insanların hikayesini anlatmak istedim Ara'da. 

Romanda “mazi mikrobu” diye bir ifade var. Kötü hatırası olan yer anlamında. Romanda aslında tüm karakterlerin yaşadıkları yerlerde çok da mutlu olmadığını, yaşadıkları yerin mazi mikrobu taşıdığını söyleyebiliriz. Şehir insanının mazi mikrobu daha mı fazladır, ne söylersiniz bu konuda?

Geçtiğimiz her yerde iz bırakıyoruz ister istemez. İnsan 15 milyon nüfuslu, bir ucundan bir ucuna 2-3 saatte gidilen dev bir şehirde yaşıyor olabilir ama aslında ömrünün çoğu yine bir köy ya da kasaba büyüklüğünde alanlarda geçiyor. Benim hayatımın 30 küsur yılı Beyoğlu ve çevresinde geçti. İstiklal Caddesi'nin her köşesinde benim için “mazi mikrobu” olduğunu söyleyebilirim. Eminim bir çok insan için benzer yerler, semtler, sokaklar vardır. 

Bahar karakteri sanki İstanbul’dan Sonbaharını yaşıyormuş gibi geliyor ve Serpe’de İlkbaharını yaşıyor. Böyle sembolik bir okuma yapmak mümkün mü?

Bahar gözden düşmüş bir yıldız. En başarılı olduğu dönemde işini kaybediyor. Aynı zamanda çok kişiyle olmuş olmasına rağmen gerçekten sarsıcı bir aşk yaşamamış biri. Maya'da en sarsıcı aşkını yaşıyor. Serpe'de o günekadar bildiği her şeyi unutup yeni bir hayata başlıyor.

Kitabınızdaki çizimler oldukça güzel. Yakın dönemde sergiler açtığınızı ve açacağınızı biliyorum. Bu çizimler bana son dönemdeki popüler olan grafik romanları hatırlattı. Kullandığınız dilin bu türe yakın olduğunu düşünüyorum. Senaryo da yazan birisi olarak grafik roman yazma gibi bir düşünceniz var mı?

Uzun zamandır desenler çiziyordum. İlk kez 2016 baharında “Mahlukat Bahçesi” adında bir sergi açtım. Bu yıl da, son iki yıldır biriken desenlerle yeni bir sergi açma düşüncesi var. Kitabı yazarken bir yandan yine bir takım desenler çiziyordum. Bunlar bilinen anlamda karakterleri tarif eden, mekanları tasvir eden, hikayeye eşlik eden illustrasyonlar değil. Ama kitabın havasını anlamak için okura fikir verir diye düşündüm. Grafik roman dev bir emek isteyen bir iş. O boyutta bir işe ayıracak zamanım ve enerjim olursa, neden olmasın, denemek isterim. 

Kitabı okurken kendisini çok da bu dünyaya ait hissetmeyen Zehra karakterini Türk izleyicisine benzettim. Malumdur, Türk insanı kahramanlarla özdeşlik kurmayı sever. Dizi kahramanları için neler yapıldığını biliyoruz bu ülkede. Ne dersiniz bu konuda?

Zehra, aklı çocuk kalmış bir genç kız. Sarı Melek dizisiyle ünlenmiş Bahar'a taparcasına hayranlığı, gerçek Bahar'la Sarı Melek'i ayıramaması, milyonlarca insanda gördüğümüz körlemesine hayranlığa benziyor biraz. Ama genel seyircinin Zehra'dan çok daha sağduyulu olduğunu, abartılı hayranlık gösterilerinin biraz ortak bir şaka gibi paylaşıldığını düşünmek istiyorum. 

Kitaptaki vampir olgusu… Türk edebiyatında çok da yer almayan bir durum… Ve Vampiri duygularıyla anlatıyorsunuz, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Yıllar önce Anne Rice'ın aynı adlı romanından uyarlanan “Interview with the Vampire”(Vampirle Görüşme – Neil Jordan) filmini gördüğümde çok etkilenmiştim. Anne Rice ilk defa hikayeyi bir vampirin gözünden anlatmayı deniyordu. Vampirlerin de iyileri, kötüleri vardı. Baş karakter vampirle özdeşlik kurmamız, onu anlamamız bekleniyordu. Sonraki yıllar içinde bu minvalde çok iş üretildi. Benim romanın bu türe kattığı şey şu olabilir: Vampirlerin sonunun geldiği bir dönemi anlatıyorum. İnsanoğlu kendini yok ederken öncelikle vampirleri yok ediyor. Vampirler zayıf düşmüş, kirli insan kanını ememez hale gelmiş, bu yüzden insanlardan kaçıyor, gizleniyorlar. Bu arada roman güneş ışığında duramamak, haçtan korkmak vs tüm vampir dünyası klişelerini görmezden geliyor, bildiğimiz varsaydığımızın ötesinde bir vampir figürü olabileceğini varsayıyor.

Attila İlhan bir açıklamasında, yeni kuşağın daha çok görsel bir malzeme içeren metinler okumak istiyor, mealinde bir söz sarf etmişti. Sizin de romanınız bu anlamda akıcı ve görsel unsurlar içeriyor. Bunun sizin tarzınız olduğunu söylemek mümkün mü, yoksa bu romanın dili için mi bu şekilde yazıldı?

Sinema eğitimi aldım ve hayatımın en önemli kısmını sinema düşünerek, yaparak geçirdim. Aklım bir sinemacı gibi işliyor. Çoğu yazar dille düşünür, dilin hazzıyla yazar. Bense önce görüntülerle düşünüyorum sonra bunları dilde ifade etmeye, edebi bir hale getirmeye çalışıyorum. Bir karakterin duygularını uzun uzun anlatmak yerine bunu dramatik bir durum ya da aksiyon içinde, diyaloglarla vermeyi tercih ediyorum. Bu da aslında senaryo yazarlığından gelen bir mesleki deformasyon. 

Kitapta bir yabancı düşmanlığından söz edebiliriz, dünya da yükselen bir milliyetçilik söz konusu. AB ülkelerinin mültecilere ve Müslümanlara nasıl davrandığı ortada. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Dünya dev bir değişim döneminde. Kaynaklar yeniden paylaşılacak, sınırlar yeniden çizilecek. Aslında her şeye iyi tarafından bakmaya çalışan iyimser bir insan olmaya çalışıyorum, ağzımı hayra açmak isterdim ama dünyanın hali beni karanlık düşüncelere sevk ediyor: Ufukta küresel çapta büyük bir savaş olduğunu, savaşsız çözülemeyecek bir paylaşım krizi içinde olduğumuzu sanıyorum. Çok büyük bir yıkım yaşanacak ve korkarım bizim kuşağımız ya da bizim çocuklarımız bunu görecek. Sonra yeni bir dünya kurulacak. Yaşadığımız bütün olumsuzluklar bu savaşın tamtam sesleri aslında. Umarım yanılıyorumdur. 

Sektörün içinden birisi olarak size dizilerle ilgili bir şey sormak istiyorum. Malum her sene çok sayıda dizi ekranlarda dönüyor, nicelik olarak bir artış söz konusu ama buna rağmen bunun niteliksel bir artışa dönüşmediğini görüyoruz? Bununla birlikte dünyada en çok dizi ihraç eden devletler arasında yer alıyoruz, bu çelişkiyi nasıl açıklarız? Dizi sektörü için ne söyleyebilirsiniz?

Dünyanın her yerinde hikayelerden çok şey beklemeyen; onları avutacak, sarsıp kafalarını karıştırmadan uyutacak, tanıdık hikayeler isteyen insanlar var. “Soap Opera” dedikleri bu seri üretim ürünler 1950'lerden beri benzer kitleleri avutuyor. Demek ki dünyanın her yerindeki bu ortalama seyirciye, Arjantinli ya da Yunanlı, Hırvat ya da Arap olsun, seslenebilecek bir hikaye anlatımına ve teknik düzeye ulaşmışız. Bir zamanların Brezilya dizileri furyasının yerini Türk dizileri alıyor. Ama şu da acı bir gerçek. Bu ülkenin birikimi dünya çapında yönetmenler, dünya çapında yazarlar yetiştirmeye de müsait. Son 10-15 yılda alınan dünya çapında ödüller ve okur/izleyici ilgisi de bunun kanıtı. Bu toprağın birikiminin ve yeteneğinin “soap opera” düzeyinde harcanması ve ancak orada en yaygın karşılığını bulması bana traji-komik geliyor.  

İlk birkaç romanınızı piyasada bulmak güç, bunların yeni basımı olacak mı?

Olması için uğraşıyorum, umarım olacak. 

Yeni projeleriniz neler?

Dediğim gibi baharda bir desen sergisi olacak. Yeni şekillenen bir kitap fikri var. Yapımcılarla görüştüğüm film projeleri var. Bunlar hangi sırayla gerçekleşir, ne zaman seyirci/okuyucu önüne gelir bilemiyorum henüz.


Ayraç Dergisi 102. Sayı'da yayınlanmıştır.