İlgisiz ve sevgisiz kocasıyla, yabancısı olduğu bir taşra kasabasında eve kapanıp kalmış Neslihan'ın ikinci bir hayatı vardır. Gerçek hayattaki evini kuşatmış kasvetin tam zıttı bir ferahlıkta, bembeyaz apaydınlık bir stüdyoda, izleyicilerin karşısında bakımlı mı bakımlı bir televizyon sunucusudur. Film ilerledikçe, Neslihan'ın gerçeklikten kaçıp sığındığı bu fantezi mekanının içine gerçeklik sızmaya başlar. Stüdyodaki seyircilerle paylaşılan sofra sırları yerini evlilik sırlarına bırakır. Neslihan'ın yüzündeki televizyon performansı gülümsemenin yerini donuk bir ifade alır. Anlatacak garip mi garip bir hikayesi vardır. Ümit Ünal'la söyleşimiz Sofra Sırları'nın senaryosunun yıllar içinde geçirdiği dönüşümden filmin mekan seçimlerine, türler arası geçişlerden oyunculuk performanslarına, en nihayetinde de gerçeküstü mahluklara uzanıyor.
Söyleşilerinizde,
Sofra
Sırları’nın
senaryosunun ilk versiyonunu Londra’da yaşadığınız dönemde
kaleme aldığınızı söylüyorsunuz. Projenin o yıllarda hayata
geçememesinin nedeni nedir?
Malum,
her zamanki bütçeyle ilgili nedenler. İngiltere'de film çekmek
Türkiye ya da Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde film çekmeye
benzemiyor. Eurimage gibi Avrupa kurumlarına dahil değil, kendi
finanslama sistemi var ve buraya göre her şey çok pahalı. Filmin
orada öngörülen bütçesi burada gerçekleşen bütçenin
neredeyse on katıydı. Bir yapımcı senaryoyu çok sevdi ve opsiyon
anlaşması yaptık. Senaryo orada sürekli “geliştirilen” bir
şey, İngilizce halinin yedi farklı taslağını yazmışım. Daha
da yazacaktım ama sonlara doğru senaryo benim çekmek istediğim
film olmaktan çıkmaya başlamıştı, para da henüz bulunamamıştı.
Bilmiyorum, belki de ben fazla sabırsız davrandım, sözleşmemiz
bittiğinde yolları ayırdık.
Aradan
geçen süre içinde senaryo hangi aşamalardan geçti? Öyküyü
Türkiye bağlamına uyarlarken yaptığınız en önemli
değişiklikler neler oldu?
Temel
hikaye her yerde geçebilecek bir hikaye. Ama ayrıntıları çok
farklıydı. Senaryonun yarısından çoğu İngilizceydi,
cinayetleri soruşturan komiser, polisler vb İngilizdi. Koca
karakterinin aşk yaşadığı alt kat komşu da İngilizdi.
İngilizceye ve oranın kültürüne özgü bir çok espri vardı.
Bunlar çevrilemeyecek, Türkiye'ye uyarlanamayacak şeylerdi, tümü
değişti, yerelleştirerek yeniden yazdım. İngiltere'deki
versiyonda ilk cinayetin esin kaynağı Roald Dahl'ın Lamb
to the Slaughter
hikayesiydi. Bu kısa hikayede bir ev kadını cinayet aleti kuzu
budunu pişirip, gelen polislere yedirir. Bu hikayenin hakları
satışa kapalı olduğu için alamadık. Ben de özgün bir cinayet
hikayesi uydurdum ve bu halini daha çok sevdim. Sonuçta temeli aynı
kalsa da, farklı bir senaryo, başka bir film oldu. Bu yüzden
Sultan
Mutfakta
olan eski adını da değiştirdim.
Sofra
Sırları’nda
eve hapsolmuş bir kadının, absürd bir senaryo içinde
“özgürleşmesine” şahit oluyoruz. Önüne çıkan tüm
engelleri aşan, kocasından komşularına, çiçekçi çocuktan
polise herkesi alt eden bir kadın Neslihan. Bu karakterin şekillenme
sürecine dair neler söylemek istersiniz?
Being
There filminde
Peter Sellers, dünyadan habersiz ama biraz şansının biraz da
saflığının yardımıyla karşısına çıkan her beladan sıyrılan
bir karakteri canlandırır. Neslihan için ilham kaynaklarımdan
biri oydu. Ama yazdıkça biraz daha ne yaptığını bilen, tuzak
kuran bir kadın haline geldi. Yıllarca baskı altında ezilmiş,
sesi kısılmış Neslihan'ın kafasının içinde çok daha canlı,
akıllı, bakımlı ve esprili bir kadın yaşıyor. En berbat
şartlarda ayakta kalmasının sırrı, dünyayı o kadının
gözlerinden görmesi. Sonra sanki hayallerindeki o müthiş kadın
kafasından çıkıp her şeyi ele geçiriyor. Filmi sinema salonunda
seyirciyle şimdilik iki kez izleyebildim. Çevresindeki herkes o
kadar sahte ve bozulmuş ki, Neslihan cinayet işleyip onları
ortadan kaldırdığında sinemada ufak alkışlar, kahkahalar
kopuyor. Özellikle kadın seyirciler kendi intikamları alınmış
gibi hissediyorlar sanki.
Filmin
en güçlü yönlerinden biri de Demet Evgar’ın filmi baştan sona
sürükleyen oyunculuğu. Bir yandan kendi hayal dünyasında sürekli
bir ‘performans’ hâlinde olan, bir yandan da gerçek dünyada
bambaşka bir performans sergileyen bir karakteri canlandırıyor. TV
dünyasının pırıltısıyla kendi hayatının karanlığı
arasında gidip gelen bu karakter konusunda, karakterin deadpan
denilebilecek
mizahi yönü konusunda nasıl bir çalışma yürüttünüz Demet
Evgar’la?
Ben
filmlerimi öncelikle senaryoda kurmaya, tam manasıyla “bitmiş”
bir senaryoyla yola çıkmaya çalışıyorum. Senaryolarımda
karakterler ayrıntısıyla hazırdır. İyi bir oyuncu yazdığım
metni dikkatle okursa, kafasında fazla soru uyanmadan karakterini
hayal edebilir. Demet hem tecrübeli hem de sezgileri çok güçlü,
çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu, karakterin ikili dünyasını çok
iyi anlamış ve çalışmış olarak geldi zaten. Onun Neslihan'ın
evlilik fotoğrafı için denediği bir saç şeklini gösterip “Bak
özenmiş, saçını böyle yapmış, yazık” deyişini
unutmuyorum. Merhamet duygusu, yazdığımız, can verdiğimiz
karakterlere duyduğumuz merhamet, işimizin esasıdır.
Oyuncularla
çalışma tarzım, önce onların kendi başlarına ne yaptıklarını,
senaryodan ne anladıklarını görmek sonra bana sağladıkları
malzeme üzerinde ayrıntıları çalışmak. Bazı oyuncularda bu
malzemeden atılacak ya da eklenecek çok şey olur. Bu filmde çok
zorlanmadık, oyuncu kadrosundaki herkese tek tek teşekkür
borçluyum. Mesela Fatih Al, canlandırdığı karaktere, benim daha
önce aklıma gelmeyen çok hoş detaylar kattı. Alican Yücesoy
komiser karakterine bir çekicilik ve hassasiyet getirdi. Elit Andaç
Çam karikatürize olabilecek bir karakterin çok inandırıcı
olmasını sağladı. Fırat Altunmeşe bıçak sırtı bir rolü
sinemadaki ilk işinde çok güzel çözdü. Ferit Aktuğ ve Emrah
Kolukısa aynı anda hem komik, hem ürkütücü hem de acıklı bir
ikili oldular. Tiyatrodan tanıdığım Burcu Şeyben ve Burcu
Halaçoğlu (Büyük Burcu ve Küçük Burcu diyorduk onlara) finale
yakın bir sahnede gerçekten parladılar.
Bugüne
kadar yaptığınız filmlerde korku, gerilim, fantastik gibi farklı
janrları denediniz. Sofra
Sırları
da bir yanıyla dram, gerilim ve absürd komediyi iç içe geçiren
bir tür filmi olarak görülebilir. Hem bu film özelinde hem de
genel olarak, hikâyeyi yazma sürecinizde farklı türler senaryoya
hangi aşamada, nasıl dahil oluyor?
Bugüne
kadar “psikolojik gerilim” türündeki Ses haricinde hiç tür
filmi yapmadım. Yazdığım ve çektiğim tüm filmlerde neredeyse
her türden izler bulunur. En dramatik ya da gerilimli anlarda saçma
bir şaka patlar mesela. Hayatın da böyle olduğuna inanıyorum.
Tür filmlerinin mekanik kuralları ve sınırları var, Hitchcock ya
da Billy Wilder gibi devlerin elinde heyecan verici baş yapıtlar
doğabiliyor ama daha beceriksiz ellerde, çoğu zaman o mekanik yapı
kendini belli ediyor. Ben kuralları umursamadan türleri
karıştırmayı ve bunu kargaşaya ve yabancılığa yol açmadan,
yeni bir tat denemesi gibi sunmaya çalışıyorum. Mutfakta yemek
yaparken de böyleyim. Hiç tarife bakarak ölçüyle yemek yapmadım,
hep göz kararı, el ayarı. Bütün arkadaşlarım da genellikle
memnun kalır yediklerinden. Bazen kıvam tutmadığı olur elbette,
ya da maceraya açık olmayan birileri diyelim tatlı-ekşi bir
yemeği hiç beğenmeyebilir. Bu işlerin garantisi yok.
Daha
önce tamamı ya da büyük kısmı tek mekânda geçen 9,
Ara
ve Nar
gibi filmlere imza atmıştınız. Sofra
Sırları
da büyük ölçüde evin içinde, az sayıda karakter arasında
geçiyor. Sizin için öyküyü belirli bir mekânla
sınırlandırılmanın nasıl bir cazibesi var?
9,
Ara ve Nar'daki mekan tercihlerini belirleyen fikir, bütçeyi düşük
tutabilmekti. Sofra
Sırları'nda
bütçe kaygısı değil, hikayenin doğal yapısı sınırlı bir
mekan kullamımını getirdi. Neslihan sonuçta eve kapatılmış,
kapanmış bir kadın. Tümüyle kontrol edebildiğim mekanlarda az
sayıda oyuncu arasında “manalı” diyaloglar çekmeyi seviyorum.
Elbette büyük bütçeler bulsam dağ başlarında, deniz
diplerinde, ormanda, çölde geçen, içinde bol animasyon efekti ve
kamera hareketi olan sahneler de çekmek isterim. Ama çok param da
olsa bir odada, bir oyuncunun yüzüne, diyalogların ve oyunculuğun
detaylarına odaklanarak çalışmanın zevkini ararım sanırım.
Dış
mekânlar çok fazla görünmese de, öykünün geçtiği deniz
kenarındaki taşra kasabasının filme hâkim olan çıkışsızlık
hissi üzerinde önemli bir etkisi var. Filmin lokasyon seçiminden
biraz bahseder misiniz?
Filmdeki
karakterlerin hiçbiri oranın yerlisi değil, hepsi bir şekilde
geçici yaşıyor orada. İlk senaryoda mekan Londra'daki Türklerin
yoğun yaşadığı bir mahalleydi. Yabancı bir metropolde bir ada
gibi kendi içine kapalı yaşayan bir küçük topluluğu
anlatıyordum. Bunu İstanbul'a uyarlamak zor göründü, hep
Anadolu'da bir taşra şehri hayal ettim. Aklımda fotoğraflardan
bayıldığım Amasya vardı. Orada mekan araştırmaları da yaptık.
Ama bütçemiz çok sınırlıydı, daha yakın yerlere baktık. Eski
bir Rum kasabası olan Tirilye hem ilginç mekanlar ve resimler
sunuyordu, hem de İstanbul'a ulaşımı çok daha kolaydı.
Bahsettiğiniz “çıkışsızlık”, izolasyon halini yakalamak
için çok uygundu. Senaryoda ve çekim planlarında hiç olmayan kar
da tam zamanında yağarak filmin atmosferine çok yardımcı oldu.
Yakın
dönem sinemamızda İstanbul’un bir umut mekânı olarak
görülmesine çok fazla rastlamıyoruz. Oysa Sofra
Sırları’nda
İstanbul Neslihan’ın kurtuluşuyla özdeşleşiyor. Filmin kent
ve taşra arasında kurduğu bu ikilik üzerine neler söylemek
istersiniz?
İzmir'de
büyüdüm ve üniversite hayatım boyunca İstanbul'a gelmeyi hayal
ettim. Neslihan İstanbul'un yerlisi ve bildiği İstanbul'u özlüyor.
Bense bir “taşralı”ydım, biz İstanbul'u bilmeden özleriz.
İzmir'de bir çocukken benim için İstanbul başka bir hayat
demekti, sinema demekti, gelecek demekti. Buradaki ilk on yılımı
bir hayal dünyasında yaşar gibi yaşadım. Sonraları,
İstanbul'dan uzaklaşmaya çalıştığım zamanlar da oldu,
İngiltere'de yaşamaya çalıştığım dönem gibi. Belki yine
giderim uzağa, İstanbul yirmi yaşımda geldiğim ve yeni bir hayat
bulduğum şehir değil artık. Ülke de o ülke değil. Ama
gençliğimin umut ve vaat dolu İstanbul'unu, onun sokaklarında
yaşadığım heyecanı unutmama imkan yok. Neslihan da aslında
çocukluğunun ve ilk gençliğinin İstanbul'una dönüyor,
kocasının ona İstiklal'de “tutti-frutti” dondurma ısmarladığı
günlere.
Son
dönemde sinemanın yanı sıra çizdiğiniz desenlerle de
gündemdesiniz. Ayrıca yeni romanınız ‘Bana Göre Kıyamet’ de
geçtiğimiz ay yayımlandı. Farklı alanlar arasında gidip gelmek
sanatsal üretiminizi nasıl etkiliyor?
Roman
ve film tuhaf bir şekilde bir ay arayla üstüste geldi, sanki
hepsini aynı anda yapmışım gibi görünüyor. Ama şu
anki “bolluk” uzun yılların üretimi aslında. Sofra
Sırları'nın
on yılı aşan geçmişi var, Bana
Göre Kıyamet
de üç yıllık bir emeğin ürünü. Hayat boyu durmadan farklı
alanlarda bir şeyler yaptım. Film çekemediğim zamanlarda yazdım,
yazdığım bir senaryo film olamıyorsa romana çevirdim, bunların
yanında da hep çizdim. 2016'da ilk kez bir desen sergisi açtım.
Kendi kitabım dahil üç kitap resimledim. Bunca aralıksız çabanın
sebebini ben de tam bilmiyorum. Yıllar önce Altyazı'nın 100. özel
sayısı için bir desen yollamıştım. Açtığım Mahlukat
Bahçesi
sergisindeki gerçeküstü mahlukların atası sayılabilecek, kuş
kafalı, kafasından yumurtlayan bir canavardı bu. Altına da şöyle
yazmıştım: “İçimde böyle bir şey var. Onu beslemek,
susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film
çektim.” Neden boş durmaya, boş kağıt görmeye dayanamadığımı
ancak bu desendeki gibi bir tür içsel mecburiyet hissiyle
açıklayabiliyorum. Elbette geçimimi sağlamak için de yazdım
çizdim ama çoğu yaptığım şey beş kuruş gelir getirmiyor,
yine de yapıyorum. Kafam durduk yerde sürekli hikayeler, görüntüler
yumurtluyor bunları kağıda döküp paylaşmazsam patlayacak gibi
hissediyorum.
Altyazı dergisinin Şubat 2018'de yayınlanan 180. sayısından.