Friday, 2 February 2018

Altyazı - İntikam Yemeği - Söyleşi: Ayça Çiftçi - Berke Göl

İlgisiz ve sevgisiz kocasıyla, yabancısı olduğu bir taşra kasabasında eve kapanıp kalmış Neslihan'ın ikinci bir hayatı vardır. Gerçek hayattaki evini kuşatmış kasvetin tam zıttı bir ferahlıkta, bembeyaz apaydınlık bir stüdyoda, izleyicilerin karşısında bakımlı mı bakımlı bir televizyon sunucusudur. Film ilerledikçe, Neslihan'ın gerçeklikten kaçıp sığındığı bu fantezi mekanının içine gerçeklik sızmaya başlar. Stüdyodaki seyircilerle paylaşılan sofra sırları yerini evlilik sırlarına bırakır. Neslihan'ın yüzündeki televizyon performansı gülümsemenin yerini donuk bir ifade alır. Anlatacak garip mi garip bir hikayesi vardır. Ümit Ünal'la söyleşimiz Sofra Sırları'nın senaryosunun yıllar içinde geçirdiği dönüşümden filmin mekan seçimlerine, türler arası geçişlerden oyunculuk performanslarına, en nihayetinde de gerçeküstü mahluklara uzanıyor. 


Söyleşilerinizde, Sofra Sırları’nın senaryosunun ilk versiyonunu Londra’da yaşadığınız dönemde kaleme aldığınızı söylüyorsunuz. Projenin o yıllarda hayata geçememesinin nedeni nedir?

Malum, her zamanki bütçeyle ilgili nedenler. İngiltere'de film çekmek Türkiye ya da Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde film çekmeye benzemiyor. Eurimage gibi Avrupa kurumlarına dahil değil, kendi finanslama sistemi var ve buraya göre her şey çok pahalı. Filmin orada öngörülen bütçesi burada gerçekleşen bütçenin neredeyse on katıydı. Bir yapımcı senaryoyu çok sevdi ve opsiyon anlaşması yaptık. Senaryo orada sürekli “geliştirilen” bir şey, İngilizce halinin yedi farklı taslağını yazmışım. Daha da yazacaktım ama sonlara doğru senaryo benim çekmek istediğim film olmaktan çıkmaya başlamıştı, para da henüz bulunamamıştı. Bilmiyorum, belki de ben fazla sabırsız davrandım, sözleşmemiz bittiğinde yolları ayırdık.

Aradan geçen süre içinde senaryo hangi aşamalardan geçti? Öyküyü Türkiye bağlamına uyarlarken yaptığınız en önemli değişiklikler neler oldu?

Temel hikaye her yerde geçebilecek bir hikaye. Ama ayrıntıları çok farklıydı. Senaryonun yarısından çoğu İngilizceydi, cinayetleri soruşturan komiser, polisler vb İngilizdi. Koca karakterinin aşk yaşadığı alt kat komşu da İngilizdi. İngilizceye ve oranın kültürüne özgü bir çok espri vardı. Bunlar çevrilemeyecek, Türkiye'ye uyarlanamayacak şeylerdi, tümü değişti, yerelleştirerek yeniden yazdım. İngiltere'deki versiyonda ilk cinayetin esin kaynağı Roald Dahl'ın Lamb to the Slaughter hikayesiydi. Bu kısa hikayede bir ev kadını cinayet aleti kuzu budunu pişirip, gelen polislere yedirir. Bu hikayenin hakları satışa kapalı olduğu için alamadık. Ben de özgün bir cinayet hikayesi uydurdum ve bu halini daha çok sevdim. Sonuçta temeli aynı kalsa da, farklı bir senaryo, başka bir film oldu. Bu yüzden Sultan Mutfakta olan eski adını da değiştirdim.

Sofra Sırları’nda eve hapsolmuş bir kadının, absürd bir senaryo içinde “özgürleşmesine” şahit oluyoruz. Önüne çıkan tüm engelleri aşan, kocasından komşularına, çiçekçi çocuktan polise herkesi alt eden bir kadın Neslihan. Bu karakterin şekillenme sürecine dair neler söylemek istersiniz?

Being There filminde Peter Sellers, dünyadan habersiz ama biraz şansının biraz da saflığının yardımıyla karşısına çıkan her beladan sıyrılan bir karakteri canlandırır. Neslihan için ilham kaynaklarımdan biri oydu. Ama yazdıkça biraz daha ne yaptığını bilen, tuzak kuran bir kadın haline geldi. Yıllarca baskı altında ezilmiş, sesi kısılmış Neslihan'ın kafasının içinde çok daha canlı, akıllı, bakımlı ve esprili bir kadın yaşıyor. En berbat şartlarda ayakta kalmasının sırrı, dünyayı o kadının gözlerinden görmesi. Sonra sanki hayallerindeki o müthiş kadın kafasından çıkıp her şeyi ele geçiriyor. Filmi sinema salonunda seyirciyle şimdilik iki kez izleyebildim. Çevresindeki herkes o kadar sahte ve bozulmuş ki, Neslihan cinayet işleyip onları ortadan kaldırdığında sinemada ufak alkışlar, kahkahalar kopuyor. Özellikle kadın seyirciler kendi intikamları alınmış gibi hissediyorlar sanki.

Filmin en güçlü yönlerinden biri de Demet Evgar’ın filmi baştan sona sürükleyen oyunculuğu. Bir yandan kendi hayal dünyasında sürekli bir ‘performans’ hâlinde olan, bir yandan da gerçek dünyada bambaşka bir performans sergileyen bir karakteri canlandırıyor. TV dünyasının pırıltısıyla kendi hayatının karanlığı arasında gidip gelen bu karakter konusunda, karakterin deadpan denilebilecek mizahi yönü konusunda nasıl bir çalışma yürüttünüz Demet Evgar’la?

Ben filmlerimi öncelikle senaryoda kurmaya, tam manasıyla “bitmiş” bir senaryoyla yola çıkmaya çalışıyorum. Senaryolarımda karakterler ayrıntısıyla hazırdır. İyi bir oyuncu yazdığım metni dikkatle okursa, kafasında fazla soru uyanmadan karakterini hayal edebilir. Demet hem tecrübeli hem de sezgileri çok güçlü, çok iyi bir oyuncu. Senaryoyu, karakterin ikili dünyasını çok iyi anlamış ve çalışmış olarak geldi zaten. Onun Neslihan'ın evlilik fotoğrafı için denediği bir saç şeklini gösterip “Bak özenmiş, saçını böyle yapmış, yazık” deyişini unutmuyorum. Merhamet duygusu, yazdığımız, can verdiğimiz karakterlere duyduğumuz merhamet, işimizin esasıdır.

Oyuncularla çalışma tarzım, önce onların kendi başlarına ne yaptıklarını, senaryodan ne anladıklarını görmek sonra bana sağladıkları malzeme üzerinde ayrıntıları çalışmak. Bazı oyuncularda bu malzemeden atılacak ya da eklenecek çok şey olur. Bu filmde çok zorlanmadık, oyuncu kadrosundaki herkese tek tek teşekkür borçluyum. Mesela Fatih Al, canlandırdığı karaktere, benim daha önce aklıma gelmeyen çok hoş detaylar kattı. Alican Yücesoy komiser karakterine bir çekicilik ve hassasiyet getirdi. Elit Andaç Çam karikatürize olabilecek bir karakterin çok inandırıcı olmasını sağladı. Fırat Altunmeşe bıçak sırtı bir rolü sinemadaki ilk işinde çok güzel çözdü. Ferit Aktuğ ve Emrah Kolukısa aynı anda hem komik, hem ürkütücü hem de acıklı bir ikili oldular. Tiyatrodan tanıdığım Burcu Şeyben ve Burcu Halaçoğlu (Büyük Burcu ve Küçük Burcu diyorduk onlara) finale yakın bir sahnede gerçekten parladılar.

Bugüne kadar yaptığınız filmlerde korku, gerilim, fantastik gibi farklı janrları denediniz. Sofra Sırları da bir yanıyla dram, gerilim ve absürd komediyi iç içe geçiren bir tür filmi olarak görülebilir. Hem bu film özelinde hem de genel olarak, hikâyeyi yazma sürecinizde farklı türler senaryoya hangi aşamada, nasıl dahil oluyor?

Bugüne kadar “psikolojik gerilim” türündeki Ses haricinde hiç tür filmi yapmadım. Yazdığım ve çektiğim tüm filmlerde neredeyse her türden izler bulunur. En dramatik ya da gerilimli anlarda saçma bir şaka patlar mesela. Hayatın da böyle olduğuna inanıyorum. Tür filmlerinin mekanik kuralları ve sınırları var, Hitchcock ya da Billy Wilder gibi devlerin elinde heyecan verici baş yapıtlar doğabiliyor ama daha beceriksiz ellerde, çoğu zaman o mekanik yapı kendini belli ediyor. Ben kuralları umursamadan türleri karıştırmayı ve bunu kargaşaya ve yabancılığa yol açmadan, yeni bir tat denemesi gibi sunmaya çalışıyorum. Mutfakta yemek yaparken de böyleyim. Hiç tarife bakarak ölçüyle yemek yapmadım, hep göz kararı, el ayarı. Bütün arkadaşlarım da genellikle memnun kalır yediklerinden. Bazen kıvam tutmadığı olur elbette, ya da maceraya açık olmayan birileri diyelim tatlı-ekşi bir yemeği hiç beğenmeyebilir. Bu işlerin garantisi yok.

Daha önce tamamı ya da büyük kısmı tek mekânda geçen 9, Ara ve Nar gibi filmlere imza atmıştınız. Sofra Sırları da büyük ölçüde evin içinde, az sayıda karakter arasında geçiyor. Sizin için öyküyü belirli bir mekânla sınırlandırılmanın nasıl bir cazibesi var?

9, Ara ve Nar'daki mekan tercihlerini belirleyen fikir, bütçeyi düşük tutabilmekti. Sofra Sırları'nda bütçe kaygısı değil, hikayenin doğal yapısı sınırlı bir mekan kullamımını getirdi. Neslihan sonuçta eve kapatılmış, kapanmış bir kadın. Tümüyle kontrol edebildiğim mekanlarda az sayıda oyuncu arasında “manalı” diyaloglar çekmeyi seviyorum. Elbette büyük bütçeler bulsam dağ başlarında, deniz diplerinde, ormanda, çölde geçen, içinde bol animasyon efekti ve kamera hareketi olan sahneler de çekmek isterim. Ama çok param da olsa bir odada, bir oyuncunun yüzüne, diyalogların ve oyunculuğun detaylarına odaklanarak çalışmanın zevkini ararım sanırım.

Dış mekânlar çok fazla görünmese de, öykünün geçtiği deniz kenarındaki taşra kasabasının filme hâkim olan çıkışsızlık hissi üzerinde önemli bir etkisi var. Filmin lokasyon seçiminden biraz bahseder misiniz?

Filmdeki karakterlerin hiçbiri oranın yerlisi değil, hepsi bir şekilde geçici yaşıyor orada. İlk senaryoda mekan Londra'daki Türklerin yoğun yaşadığı bir mahalleydi. Yabancı bir metropolde bir ada gibi kendi içine kapalı yaşayan bir küçük topluluğu anlatıyordum. Bunu İstanbul'a uyarlamak zor göründü, hep Anadolu'da bir taşra şehri hayal ettim. Aklımda fotoğraflardan bayıldığım Amasya vardı. Orada mekan araştırmaları da yaptık. Ama bütçemiz çok sınırlıydı, daha yakın yerlere baktık. Eski bir Rum kasabası olan Tirilye hem ilginç mekanlar ve resimler sunuyordu, hem de İstanbul'a ulaşımı çok daha kolaydı. Bahsettiğiniz “çıkışsızlık”, izolasyon halini yakalamak için çok uygundu. Senaryoda ve çekim planlarında hiç olmayan kar da tam zamanında yağarak filmin atmosferine çok yardımcı oldu.

Yakın dönem sinemamızda İstanbul’un bir umut mekânı olarak görülmesine çok fazla rastlamıyoruz. Oysa Sofra Sırları’nda İstanbul Neslihan’ın kurtuluşuyla özdeşleşiyor. Filmin kent ve taşra arasında kurduğu bu ikilik üzerine neler söylemek istersiniz?

İzmir'de büyüdüm ve üniversite hayatım boyunca İstanbul'a gelmeyi hayal ettim. Neslihan İstanbul'un yerlisi ve bildiği İstanbul'u özlüyor. Bense bir “taşralı”ydım, biz İstanbul'u bilmeden özleriz. İzmir'de bir çocukken benim için İstanbul başka bir hayat demekti, sinema demekti, gelecek demekti. Buradaki ilk on yılımı bir hayal dünyasında yaşar gibi yaşadım. Sonraları, İstanbul'dan uzaklaşmaya çalıştığım zamanlar da oldu, İngiltere'de yaşamaya çalıştığım dönem gibi. Belki yine giderim uzağa, İstanbul yirmi yaşımda geldiğim ve yeni bir hayat bulduğum şehir değil artık. Ülke de o ülke değil. Ama gençliğimin umut ve vaat dolu İstanbul'unu, onun sokaklarında yaşadığım heyecanı unutmama imkan yok. Neslihan da aslında çocukluğunun ve ilk gençliğinin İstanbul'una dönüyor, kocasının ona İstiklal'de “tutti-frutti” dondurma ısmarladığı günlere.

Son dönemde sinemanın yanı sıra çizdiğiniz desenlerle de gündemdesiniz. Ayrıca yeni romanınız ‘Bana Göre Kıyamet’ de geçtiğimiz ay yayımlandı. Farklı alanlar arasında gidip gelmek sanatsal üretiminizi nasıl etkiliyor?

Roman ve film tuhaf bir şekilde bir ay arayla üstüste geldi, sanki hepsini aynı anda yapmışım gibi görünüyor. Ama şu anki “bolluk” uzun yılların üretimi aslında. Sofra Sırları'nın on yılı aşan geçmişi var, Bana Göre Kıyamet de üç yıllık bir emeğin ürünü. Hayat boyu durmadan farklı alanlarda bir şeyler yaptım. Film çekemediğim zamanlarda yazdım, yazdığım bir senaryo film olamıyorsa romana çevirdim, bunların yanında da hep çizdim. 2016'da ilk kez bir desen sergisi açtım. Kendi kitabım dahil üç kitap resimledim. Bunca aralıksız çabanın sebebini ben de tam bilmiyorum. Yıllar önce Altyazı'nın 100. özel sayısı için bir desen yollamıştım. Açtığım Mahlukat Bahçesi sergisindeki gerçeküstü mahlukların atası sayılabilecek, kuş kafalı, kafasından yumurtlayan bir canavardı bu. Altına da şöyle yazmıştım: “İçimde böyle bir şey var. Onu beslemek, susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film çektim.” Neden boş durmaya, boş kağıt görmeye dayanamadığımı ancak bu desendeki gibi bir tür içsel mecburiyet hissiyle açıklayabiliyorum. Elbette geçimimi sağlamak için de yazdım çizdim ama çoğu yaptığım şey beş kuruş gelir getirmiyor, yine de yapıyorum. Kafam durduk yerde sürekli hikayeler, görüntüler yumurtluyor bunları kağıda döküp paylaşmazsam patlayacak gibi hissediyorum.


Altyazı dergisinin Şubat 2018'de yayınlanan 180. sayısından.