“Alaturka, Avrupalıların Osmanlıların hayatına, yaşama alışkanlıklarına yakıştırdıkları İtalyanca bir söz,” dedim. “Alla Turca, Türk usülü demek herhalde. Eski Türk Müziği'ne de alaturka deriz. Şimdi birkaç bin kişi dışında seveni, anlayanı kalmadı ama alaturka çok zengin bir müzikti. Saraylarda, konaklarda, taş plaklar ve gramofonlarda, son günlerinde de sahne ve radyolarda şaşaalı bir hayat sürüp, bu yüzyıl başlarında hasta düştü. 1960’lara kadar can cekiştikten sonra da, feci şekilde öldü. Daha doğrusu yürüyen bir ölüye, zombiye dönüştü. Ben çocukken akşamları hep aynı saatte, radyodan kanunla çalınan ve insanın tüylerini diken diken eden bir parça başlar hemen ardından da bir anons duyulurdu: ‘Ali Rıza Avni’nin hazırladığı Ses ve Saz Dünyamızdan programını dinleyeceksiniz.’ Neler yoktu ki o dünyanın içinde: Ayağı öpülen, bastığı yere yüz sürülen vefasız sevgililer, bir gün gibi geçen yıllar, saçlara birden düşen aklar, yalılar, köşkler, siyah derin bir suyun biriktiği yosunlu havuzlarıyla esrarlı bahçeler, bahçelerin yüksek duvarları ardından duyulan ve günaha çağıran şen kahkahalar, Boğaz'ın karanlık sularına vuran mehtap, işlemeli mendiller ve kandiller, asla iyileşemeyecek kırık kalp yaraları, sandal gezileri, ufuklara yaslanmış yorgun dağlar, tamburun sapına konan bülbül, yeni icat otomobiller, ezan sesi, nazlı ceylanlar, ömür boyu solmayan gonca güller, bir kere gördükten sonra belleklerden çıkmayan büyüleyici gözler ve bakışlar, can alıcı benler, baygın gecelere yayılan ud sesi, arnavut kaldırımlarına küçük benekler halinde çiseleyen yağmur, tüm semtleriyle eşsiz İstanbul, hele hele İstanbul adaları, o adalardan başlayıp boğazın çok uzaklarına kadar uzanan sessiz ve mavi gökyüzü... Hepsi alaturka müzikle birlikte öldü ve sonsuza karıştı. Alaturka bunların hepsi demekti...”
Aşkın Alfabesi'nin, A - "Alaturka" bölümünden.